İmam el-Gazzâlî’nin Mişkatu’l Envar Adlı Eserinden Alıntılar…
Paylaş:

 

852870aa-0157-40f4-8547-745afb12026c İmam el-Gazzâlî'nin Mişkatu'l Envar Adlı Eserinden Alıntılar...İncelik

Nurların bir tertip üzere bulunduğunu anladıysan bilmiş ol ki bu tertip sonsuza değin uzanmaz. Bilakis İlk Kaynağa kadar çıkar. İlk Kaynak zatı için ve bi­zatihi nurdur, nur ona bir başkasından gelmez. Bü­tün nurlar tertipleri üzere nurlarını ondan alırlar. Şu halde şimdi bir düşün, nur ismine nurunu başkasın­dan alan mı daha lâyıktır, yoksa zatında aydınlatıcı olup kendinden başka bütün varlıklara nur veren mi ? Bu husustaki gerçeğin sana gizli kalacağını zannetmi­yorum. Böylece tahakkuk etmiş oldu ki nur ismi, üs­tünde başka bir nur olmayan, diğer nurların kaynağı olan en üstün, en yüce nura lâyıktır.

 

Hatta çekinmeden şunu da söylüyorum: Nur ismi ilk Nur’dan başkaları için sırf bir mecazdan ibaret­tir. Çünkü Ondan başkaları zatları itibarıyla dikkate alınacak oldukları takdirde kendi zatları bakımından herhangi bir nura sahip değildirler; bilakis nurâniyetleri başkasından ödünç alınmıştır ve bu nûraniyet kendi başına kaim olmayıp başkasıyla kaimdir. Ödünç alın­mış olan şeyin ödünç verene nisbeti ise tamamen bir mecazdan ibarettir. Mesela birisi diğerinden bir elbise, bir at, bir binit, bir eğer ödünç alsa ve ödünç vere­nin izin verdiği sürece ve müsaade ettiği ölçüler da­hilinde hayvana binebilse, hakikaten mi mecaz anla­mıyla mı zengin sayılır? Doğrusu ödünç alan gerçekte eskisi gibi fakirdir. Zengin olan, ödünç veren ve ih­san edendir. Geri alma hakkı da ona aittir. Öyleyse Hak Nur, halk ve emr elinde olan, evvela nurlandınp sonra bunu devam ettiren Zattır. Bu ismin hakikati ve buna hak kazanma konusunda kimse kendisine ortak değildir. Yalnızca isimlendirmede bir benzerlik vardır ki burada da kölesine mal verip onu mal sahibi ola­rak isimlendiren efendinin kölesine olan üstünlüğü ilişkisi vardır. Kul bu hakikati anladığı zaman kendi­sinin ve sahip olduklarının tamamıyla, ortaksız ola­rak efendisine ait olduğunu bilir.

 

———————————————–

 

Herşeyin iki ciheti vardır: Kendi nefsine yöne­lik ciheti, Rabbine yönelik ciheti. Herşey kendi nef­sine yönelik cihetten ademdir, Allah Teâlâya yönelik olan cihetten ise mevcuttur. Öyleyse Allah Teâlâ’dan ve Onun vechinden başka bir mevcut yoktur. Ve ezelen ve ebeden “O nun vechinden başka herşey he­lak bulucu dur. Böylelerinin Bâri Teâlânın “Kimin­dir bugün mülk-ü saltanat? Vahid ve Kahhar olan Allah’ındır.”(Gafir,16) nidasını duymaları için kıyametin kop­masına gerek yoktur. Bu nida onların kulaklarından ebediyen ayrılmaz. Bunlar “Allahu ekber” sözünden de Allah’ın başkalarından büyük olduğunu anlama­mışlardır -haşalillah- çünkü vücudda Onunla bir­likte başkası yoktur ki O onlardan daha büyük olsun. Diğerlerinin, bağımlılık cihetinden başka herhangi bir varlıkları yoktur. Şu halde mevcut olan yalnız Onun vechidir. Ve Onun kendi vechinden büyük olduğunu söylemek de muhaldir.Allah-u Ekber’in manası,Allah’ın kendisi hakkında izafet ve mukayese yoluyla en büyük olduğunun söylenmesinden başkasının-ister ne bi olsun,ister melek olsun-O’nun kibriyasını idrak etmesinden yüksek olduğudur. Allah’ı tam anlamıyla yalnız Kendisi bilir. Nitekim her bilinen şey, bilenin bir şekilde hüküm ve tasarrufu altındadır. Bu ise [başkasının Onu tam olarak bilebilmesi] Cenab-ı Hakk ın Celâl ve Kibriya’sına aykırıdır. el-Maksadul- Esnâfi Şerhi Esmâillahıl-Hüsnâ adlı eserimizde daha önce bu hususta açıklamada bulunduk.

İşaret

Arifler, hakikat semasına yükseldikten sonra, var­lıkta Vâhid-i Hak’tan başkasını görmedikleri konu­sunda ittifak etmişlerdir. Ancak kimisi bu hali ilmi bir irfan olarak, kimisi ise tadarak, zevki bir hal şek­linde tecrübe etmişlerdir. Kendilerinden kesret bütü­nüyle zail olmuş, mutlak teklik içerisinde müstağrak olmuşlar, akılları başlarından gitmiş, o hal içerisinde mebhût olmuşlar, ne Allah’tan başkasını, ne de ken­dilerini hatırlamaya mecalleri kalmamıştır. Kendile­rinde Allah’tan başkası kalmamış, öyle bir sarhoş ol­muşlardır ki önünde aklın hükm-ü saltanatı yok olup gitmiştir. Bunlardan kimisi “Ene’l-Hak” demiş, diğeri “Sübhânî mâ a’zama şâni! = Teşbih ederim kendimi, şanım ne yücedir!”, bir başkası da Cübbemin içinde Allahtan başkası yoktur.” demiştir. Aşıkların sarhoş­luk halindeki sözleri gizlenir, söylenmez. Bunlardan sarhoşluk gidip Allah’ın yeryüzündeki mizanı olan akıllarının hükmüne dönünce, anlarlar ki bu durum, hakikaten birleşme (ittihad) olmayıp ittihadın ben­zeridir. Bu durum, âşığın fart-ı aşk esnasında söyle­diği şu söze benzer:

Ben sevdiğim, sevdiğim de ben Biz bir bedene girmiş iki ruhuz.

İnsan birdenbire bir aynayla karşılaşıp ona balonca aynanın kendisini görmeksizin, orada gördüğü kendi suretinin aynanın sureti olduğunu sanabilir. Yine cam­daki şarabı görür, camın şarap renginde olduğunu zannedebilir. Bu durum kendisine iyice açıklık ka­zanıp ayağı burada sebat bulunca şöyle der:

Cam inceldi, şarap saflaştı Birbirlerine benzediler, iş karıştı.

Sanki şarap var da kadeh yok, yahut kadeh var da şarap mevcut değil.

Şarap kadehtir demekle kadeh gibidir demek ara- sında fark vardır. Bu hal galebe ettiğinde, hal sahibine nispede buna “fenâ”, hatta “fenâu-l-fenâ” denir. Çünkü kendinden geçtiği, fenâ bulduğu gibi kendinden geçi­şinden dahi geçmiştir. Nitekim bu haldeyken kendini bilmediği gibi kendini bilmediğini de bilmez. Şayet kendini bilmediğini bilecek olsaydı, kendini de bilmiş olacaktı. Bu hal, buna müstağrak olan kimseye izafe­ten mecaz diliyle ittihad ve hakikat diliyle de tevhid diye isimlendirilir. Bu hakikatlerin ötesinde de çeşitli sırlar vardır ki açıklamak uzun sürer.

 

—————————————————-

 

….Diğer bütün nurlar ödünç alınmıştır, hakikî olan O’nun nurudur. Herşey Onun nurudur, hatta O herşeydir. Diğer varlıkların nurluluğu ancak mecaz yoluyladır. Öyleyse O’nun nurundan başka nur yok, diğer nurlar bizzat değil, bağlılık cihetiyle nur sayılırlar. Vecih sahibi herşeyin vechi O’na yöneliktir: “Nereye dönerseniz Allah’ın vechi oradadır.”(Bakara,115) O halde O’ndan başka ilah yoktur; çünkü ilah, kulluk ve uluhiyet bakımından yüzlerin -yani kalp yüzlerinin, çünkü nurlar bunlardır- ken­disine çevrildiği Zattır. O ndan başka ilah olmadığı gibi, O ndan başka O da yoktur. Çünkü “O” (hüve) her ne şekilde olursa olsun işaret edilen şeyden iba­rettir. İşaret ise ancak O na yönelik olabilir. Hatta nereye doğru işarette bulunsan, hakikatte bu işaret O’nadır; her ne kadar bahsettiğimiz hakikatlerin ha­kikatinden gafletinden dolayı bundan bihaber olsan dahi bu böyledir. Bilmiş ol ki güneşin nuruna işa­ret ettiğin zaman güneşe işaret etmiş gibisindir, as­lında güneşin nuruna değil güneşe işaret sözkonusu- dur. Varlıkta olan herşeyin O’na olan nisbeti, misale göre nurun güneşe olan nisbeti gibidir. Şu halde “La ilahe illallah = Allah tan başka ilah yoktur’’ avamın, La ilahe illa hû = O ndan başka O yoktur” ise ha­vassın tevhididir.

İnceleyin:  Abdullah Şerkâvî’nin Şerhü’l-Hikem’i ve Ali Örfî Efendi Tarafından Yapılan Tercümesi -Alıntılar

 

————————————-

Bil ki Allah’ın semâların ve yerin nuru oluşunun mânâsını, zâhirî-görülen nura kıyasla anlayabilirsin. Mesela günışığında ilkbaharın nurlarını ve yeşilliğini gördüğün vakit renkleri gördüğünden şüphe etmez­sin. Belki de renklerle birlikte başka birşeyi görme­diğini zanneder, mesela yeşillikle beraber yeşillikten başka bir şey görmüyorum dersin. Bu nokta üzerinde bazıları ısrar etmiş ve nurun herhangi bir mânâsı ol­madığını, renklerle beraber başka bir şey bulunma­dığını zannetmişlerdir. Böylece varlıkların en âşikârı olmasına rağmen nuru inkar etmişlerdir. Nur nasıl mevcut olmaz ki varlıklar onun sayesinde zuhur eder; o hem kendisi görülmekte, hem de onun vasıtasıyla başkaları görülmektedir, nitekim bu husus daha önce geçmişti. Ancak güneş battığı, kandilin yok olduğu, gölgenin düştüğü zaman gölgelik yerle ışıklı yer ara­sında zarûrî bir ayırım yaptılar ve nurun renklerden farklı bir mânâsı olduğunu, renklerle beraber idrâk edildiğini, hatta renklerle olan birleşmesinin şidde­tinden ötürü idrâk edilemediğini, zuhurunun şidde­tinden dolayı gizli kaldığını itirafa mecbur oldular. Kimi zaman zuhurun şiddeti gizliliğin sebebi olur. Bir şey sınırını aştığı zaman zıddına dönüşür.

Bunu anladıysan bil ki basiret sahipleri ne gördülerse onunla beraber Allah ı görmüşlerdir. Bazen kimileri buna şunu da ilave ettiler: “Ne gördümse onun önce­sinde Allah ı gördüm.” Kimisi varlıkları Onunla görür, kimisi de varlıkları görür, Onu da varlıklarla görür. Bunların ilkine: “Kâfi değil mi bu ki Rabbin herşeye şahit!”(Fussilet,53), İkinciye de “İleride biz onlara âfâkta… ayet­lerimizi göstereceğiz.” (Fussilet,53)kavl-i şerifleri işaret eder. İlki müşahede sahibi, İkincisi Allah’ın ayetleriyle istidlal sahibidir. Birincisi sıddîkların derecesi, İkincisi râsih âlimlerin derecesidir. Bunlardan sonra da yalnız per­delenmiş gafillerin derecesi bulunur.

Bunu kavradıysan bilmiş ol ki göze herşeyin zâhirî nur vasıtasıyla zuhur edişi gibi basirete de herşey Al­lah ile görünür. O, herşeyle beraber olup bunlardan ayrılmaz, herşeyi izhâr eder. Aynen nurun herşeyle birlikte olup nesnelerin onunla zuhur edişi gibi. An­cak burada bir farklılık vardır: zâhir nurun, güneşin batışıyla kaybolup gölge ortaya çıkana kadar gizli kalması tasavvur edilebilir. Herşeyin kendisiyle zu­hur ettiği ilâhî nurun ise kaybolması tasavvur edi­lemediği gibi değişime uğraması da imkansızdır. O her daim varlıklarla beraber kalır. Bundan dolayı tefrika (ayırım) ile istidlâl yolu kapanmıştır. Onun kayboluşu tasavvur edilecek olsa semâlar ve yer yı­kılır; kendisiyle eşyânın zuhur ettiği varlığı bilmek ancak onunla (ilâhî nur) mümkün olan şey, tefrika yoluyla idrâk edilirdi. Fakat bütün varlıklar, Hâlıkının vahdâniyetine aynı şekilde şehâdet etmekte oldukla­rından -çünkü bazı şeyler değil, herşey; kimi vakit­ler değil, her dâim Onu hamdiyle teşbih eder- tef­rik ortadan kalkmış ve yol gizlenmiştir. Çünkü açık olan yol, eşyâyı zıtlarıyla bilmektir. Zıttı ve değişimi olmayan için, kendisine şehadet etmede bütün hal­ler birbirine benzer. Böylece gizli oluşunun, açıklığı­nın şiddetinden ve kendisinden gafletin, aydınlığının parlaklığından ileri gelmesi uzak değildir. Zuhuru­nun şiddetinden dolayı yaratılmışlardan gizlenen, nurunun parlaklığından ötürü onlardan perdelenen Allah’ı teşbih ederim.

Belki bu kelamı da bazı eksik akıllılar tam an­lamıyla kavrayamazlar da “Allah herşeyle beraber­dir, nurun varlıklarla beraber olması gibi” sözümüz­den Onun her mekânda olduğunu anlayabilirler. O mekâna nispet edilmekten yüce ve mukaddestir. Her­halde bu hayali uyandırmaktan en uzak şey, “O her- şeyden önce, herşeyin üstünde, herşeyi zuhur ettiren­dir.” sözümüzdür. Basiret sahibinin marifetine göre zuhur ettiren, zuhur ettirilenden ayrılmaz. İşte “O herşeyle beraberdir.” sözümüzün mânâsı budur.

Ayrıca sana gizli kalmaz ki izhâr eden, izhâr edi­lenle beraber olmakla birlikte ondan önce ve onun üstündedir. Ancak onunla beraberliği bir yönden ve ondan önceliği başka bir yöndendir. Bu sözün çelişik olduğunu zannetme; senin irfan konusundaki derece­nin ölçüsü olan mahsûsâtı dikkatle incele. Elin hare­ketinin nasıl hem elin gölgesinin hareketiyle beraber, hem de ondan önce olduğunu düşün. Artık kimin idrâki bunu anlamaya kâfi değilse ilmin bu çeşidini terketsin. Nitekim her ilmin kendine mahsus adam­ları vardır ve herşey ne için yaratıldıysa o onun için kolaylaştırılmıştır.

 

————————————————–

 

“Rahmanın sureti üzere demekle “Allah’ın sureti üzere” demek arasında fark vardır. Çünkü İlâhî Hazrete bu sureti veren İlâhî Rahmettir.

Sonra Ademe lütfederek ona âlemde bulunan her sınıf varlığı içine alacak şekilde muhtasar bir su­ret verdi. Öyle ki o bütün bir âlem gibi veya âlemin muhtasar bir nüshası gibi oldu. Ve Adem’in bu sureti Allah’ın hattıyla yazılmıştır. Bu, rakamlarla alâkası olmayan ilâhı hattır; nasıl O’nun kelâmı ses ve harf­lerden münezzeh ise, hattı da rakam ve harflerden münezzehtir. Aynı şekilde kalemi tahta veya kamış olmaktan, eli de et ve kemikten münezzehtir. Eğer bu rahmet olmasaydı insanoğlu Rabbini bilmekten âciz kalacaktı; çünkü ancak nefsini bilenler Rabbini bilir. Öyleyse bu rahmet eserlerinden biri olunca, Allah’ın değil Rahmanın sureti üzere oldu. Nitekim İlâhiyet Hazreti; Rahmet Hazretinden, Mülk Haz- retinden ve Rubûbiyet Hazretinden ayrıdır. Bundan dolayı bütün bu Hazretlere ayrı ayrı sığınmakla em­rederek şöyle buyurdu: “De ki: insanların Rabbine, Melikine, İlâhına sığınırım.” (Nas,1-3) Eğer mânâ böyle ol­masaydı, “Allah Adem’i yarattı” sözü lafzen düzgün olmaz, “kendi sureti üzere” demesi gerekirdi. Hal­buki sahih hadiste “ Rahman’ın sureti üzere” şek­linde geçmektedir.

İnceleyin:  Güzel Amel

 

———————————————————

 

“Kur anın zahiri, bâtını, haddi ve matla-ı vardır.” Bu söz bazen mevkûf olarak Hz. Ali’den de nakledilir.

Benim söylediğim şu: Hz. Musa iki ayakkabının çıkarılması emrinden, iki âlemi [dünya ve ahiret] terkedip atmayı anlamış ve emre zâhiren ayakkabılarını çıkarmak, bâtınen de iki âlemi terkederek uymuştur.

İşte ‘itibar’, yani bir şeyden diğerine, zâhirden sırra in­tikal etmek budur. Resulullah’ın (s.a.v.) “İçinde köpek olan eve melek girmez.” hadisini işitip de köpek bes­lemeye devam eden ve “Bu sözden murad zâhir değil­dir, aksine murad kalp evini gazap köpeğinden uzak tutmaktır. Çünkü meleklerin nurlarından hâsıl olan marifete engel olur. Çünkü gazap aklı örten şeydir.” diyenle; bu emre zâhiren uyup kalpteki kötü huyları temizleyen ve: “Köpek, yalnız suretiyle köpek değil­dir, esas olarak mânâsıyla köpektir. O mânâ da yırtı­cılık ve et yiyiciliktir. Şu halde kişinin varlığının ve bedeninin meskeni olan evi köpeğin suretinden uzak tutmak vacip olduğuna göre, kalp evini -ki hakîkî ve has cevherin meskenidir- de köpekliğin şerrinden uzak tutmak daha önemlidir.” diyen arasında fark vardır. Kim ki zâhir ile bâtını birleştirir, o kâmildir. “Kâmil odur ki marifetinin nuru, vera inin nurunu söndürmez.” sözüyle de bunu kastetmişlerdir. Bun­dan dolayı kâmilin, kemâl-i basiret sahibi olmasına rağmen şeriatın herhangi bir emrini terketme konu­sunda nefsine müsamaha etmediğini görürsün.

 

——————————————————————–

İncelik

Resulullah (s.a.v.): “Abdurrahman b. Avf’ın  cen­nete emekleyerek girdiğini gördüm.” buyurduğunda zannetme ki O bu durumu gözleriyle görmedi; bi­lakis uyuyanın rüyada görmesi gibi o da -Abdur­rahman b. Avf mesela o sırada bedenen evinde uyu­yor olsa dahi- uyanıkken bu durumu öylece gördü. Uyku bâtın-ilâhî nur üzerinde duyuların sultasını kırdığı için böylesi müşahedelerde tesirlidir. Nite­kim duyular bâtın-ilâhî nuru meşgul eder, onu du­yular âlemine doğru çeker, yüzünü gayb ve melekût âleminden döndürür. Bazı nebevî nurlar kimi za­man öyle kuvvetli, öyle baskın olur ki duyular on­ları kendi âlemine çekmekten âciz kalır ve meşgul edemez. Böylece peygamber başkasının uykuda gör­düğünü uyanıkken görür. Sonra bu nur kemâlin zir­vesinde bulunursa idrâki yalnız gözle görülenlerden ibaret olmaz, bunlardan sırra geçer, imanın cennet diye isimlendirilen âleme, zenginlik ve malın ise süflî âlem olan şu hayata doğru cezbettiği kendisine keşfolunur. Dünyevî meşgalelere doğru cezbeden daha kuvvetli veya öbürünü engelleyici nitelikte ise, cen­nete doğru gidişe sekte vurur. Eğer iman cezbedi- cisi diğerinden daha kuvvetli ise, kişi cennet yolunda zorluk ve yavaşlık ile birlikte ilerler. Bunun şehadet âlemindeki misali ise “emeklemektir. Böylece sırla­rın nurları Peygambere hayal camlarının (zücâcât) ardından zuhur eder. Burada Resulullah’ın (s.a.v.) müşahedesi Abdurrahman b. Avf ile sınırlı ise de, hükmü yalnız Abdurrahmana mahsus değildir. Bi­lakis basireti kuvvetli ve imanı muhkem, serveti de imanıyla yarışacak kadar çok olan, ancak iman kuvvetinin ağır basmasından dolayı servetinin ima­nına mukavemet edemediği herkes için bu durum geçerlidir.
İşte bu sana peygamberlerin suretleri görüş ve su- rederin ardındaki mânâları müşahede ediş keyfiyetini gösterir.

————————————————

 

Hatime

…….

Çünkü nur hidayet için istenir. Hi­dayet yolundan çevrilmiş olan ise bâtıl ve karanlıktır, hatta karanlıktan da kötüdür. Çünkü karanlık hakka götürmediği gibi bâtıla da götürmez. Kâfirlerin akıl­lan ve diğer algıları onlar hakkında ters işler ve onları dalâlete götürmekte yardımlaşır. Böylelerinin misali şöyle bir adama benzer: “Karanlık bir deniz içinde­dir, dalga etrafını sarmıştır; üstünden bir dalga, üs­tünden bir bulut… karanlıklar, bazısı bazısının üs­tünde bulunan karanlıklar (içindedir).” Karanlık bir deniz; içinde bulunan bütün helak edici tehlike­leriyle, değersiz meşguliyetleriyle, kör edici bulanık­lıklarıyla dünyanın kendisidir. Birinci dalga, hayvânî sıfatlara, hissi zevklerle uğraşmaya ve dünyevî ihtiyaç­ları tatmin etmeye davet eden arzulardır. Buna uyan­lar hayvanlar gibi yerler ve zevklenirler. Bu dalganın karanlık olması tabiidir, nitekim bir şeyi sevmek se­veni kör ve sağır yapar.

 

İkinci dalga, yırtıcı hayvanlara, mahsus gazap, düş­manlık, buğz, kin, haset, Övünme, kibirlenme, çok­luk sahibi olma sıfatlarına yönelten dalgadır. Bunun da karanlık olması tabiidir, çünkü gazap aklı ortadan kaldırır. Üstteki dalga olması da tabiidir, çünkü ço­ğunlukla gazap arzular üzerinde hakimdir, hatta ga­zap kişiyi sardığı zaman arzuları unutturur, istek du­yulan zevkleri bir yana bıraktırır; arzu hiçbir zaman harekete geçmiş olan gazaba karşı duramaz.

Bulut; kâfirle iman arasında, hakkı bilmek ile Kur’an ve akıl güneşinin nuruyla idrâk etmek ara­sında perde olan kötü inançlar, yalancı zanlar, asılsız hayallerden ibarettir. Nitekim bulutun özelliği güne­şin nurunun aydınlatmasına perde olmaktır.

Bütün bunlar karanlık olduğuna göre bunların birbiri üzerine yığılmış karanlıklar olması tabiidir.

Bu karanlıklar uzaktaki şeyler şöyle dursun ya- kındakilerin dahi bilinmesine perde olduğu için­dir ki, kâfirler yanıbaşlarında zuhur etmiş olan Hz. Peygamber’in (s.a.v.) en küçük bir düşünce ile anlaşı­labilecek olan hallerini bilmekten perdelenmişlerdir. Bundan dolayı onların elini çıkardığı zaman neredeyse göremeyecek’ olduklarını söylemek yerindedir.

Bütün nurların kaynağı İlk-Hak Nur olduğuna göre, her muvahhidin ‘Allah’ın kendisi için bir nur yapmadığı kimsenin nuru olmadığına itikad etmesi gerekir.

 

İmam Gazzali-Mişkatul Envar(Büyüyenay yay.)