Vesile tutmak iki kısımdır:
1- Emredilmiş nurânî vasıta,
2- Yasaklanmış zulmânî vasıtalardır.
Nurânî vasıtalar: Kur’ân-ı Kerîm’de:
“Ey İman edenler, Allah’tan korkun. O’na (yaklaşmaya) vesile arayın ve O’nun yolunda savaşın. Tâ ki muradınıza eresiniz.” [Maide,35] diye em- rolunmuştur. İnsanları Allah’a yaklaştıracak her ne var ise nurânî vesiledir. Namaz vesiledir, namaz kılmakta da Ka’be-i Muazzama vesiledir.
Âlimlerin ilmi, Allah’a kavuşmaya vesiledir. Nihayet vesileler çoktur. Menfî ve müsbet vesilelerin arasında fark etmeyen Avrupa’dan İslam âlemine geçmiş, milletin ağzında şu kelime dolaşıyor: “Kul ile Allah arasına kimse giremez.” Halbuki bu kelime ile Yunan feylesofları, peygamberlik vazifesini inkar ediyorlar. Saf Mü’minler de, bu kelimenin nereden geldiğini bilmeden, hatta manasını da bilmeden bol bol tekrar ederler.
Bu sözlerinden maksadları, rabıta yoktur, peygamberlerden meded beklenmez, diye zannetmektir. Fakat asıl olan öyle değildir. Bu ayet-i kerîmedeki «vesîte» kelimesi birkaç vecih üzere mana edilmiştir. Kâdı Beydâvî, Medârik, Celâleyn ve daha pek çok tefsirlerde denilmiştir ki: “Kulu Allah Teâlâ’ya kavuşturacak her ne olursa olsun, ismi vesiledir.” Ibnu Kesîr Tefsîri’nde: “Vesile demek, taat ve Allah Teâlâ’nın razı olduğu ameldir. Kulu maksadına kavuşturacak nesnenin ismi vesiledir. Bir de Rasûl-u Zîşân’a mahsus cennette bir makamdır ki, ezandan sonra okunan dua onun için okunur.” denilmektedir.
Rabıta ve mürşidlere bağlanmak, onların ruhlarından meded beklemek de vesilelerden birisidir. Âlimin ilmi vesiledir, âlimin sözleri vesiledir. Böylece onları hayale getirmek ve hayalde olarak onlarla beraber yaşamak da vesiledir. Hayal ile onlarla yaşamak dolayısıyla onların ahlaklarıyla ahlaklanmak ve onların ardınca gitmek de vesiledir. Her Müslümana malumdur ki, bu şekilde vesile aramak yasaklanmamıştır.
Aynı zamanda salih kimselerden dua beklemek de vesiledir. Mesela, “Ey filan, bana da dua et.” demekte hiçbir beis yoktur. Çünkü dua vesiledir. Muhabbet, hak üzerine toplanmak, rızâ-i ilâhiyye’yi kazanmak için vesiledir. Hülâsa kulu Allah Teâlâ’ya kavuşturacak herhangi bir amel nurânî vesiledir. Doktor şifayı bulmaya vesile olduğu gibi, salih âlimlerin ilmi ruhânî tıb, sözleri ilacdır, hidayete kavuşmak sıhhattir. Doktor şifa verici olmadığı gibi, salih âlimler de hidayet verici değildir. Ebû Suud Tefsîri’nde beyan olduğu gibi, günahları terk etmek ve farzları yerine getirmek çok meşakkatli ve çok zor olduğundan Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerimde “Allah’ın gazabından korkun ve itaat edin.” emrinden sonra vesileyi taleb etmeyi emr buyurmuştur. Çünkü iç ve dış düşmanlara karşı tedbir almayı, bilgi sahihleri bilir.
Onun için bilgisiyle âmil olan kimseleri vesile edinmek ve ona rabıta kurmak emrolunmuştur. Ibnu Abbas’tan rivayet edilir ki: “Allah Teâlâ’dan İhtiyacınızın İfasını İsterken, vasıta arayın.” [Fizilalil Kuran,c.2,syf,714] Mesela: Bir mühendis nazari olarak motorun bütün aletlerini teferruatıyla bildiği halde, amelî olarak motorun üzerine gelince şaşırıp kalır. Bir usta motorun aletlerini amelî olarak birbirine takmakta hiçbir güçlük çekmeden muvaffak olur.
Denilebilir mi ki, bu ustaya veyahud mühendise ihtiyaç yoktur? İşte ilmiyle amel eden, hem nazarî hem ilmî olarak milleti maksadlarına kavuşturmaya ve muvaffakiyetin kolay olmasına vesiledir. Bu ayet-i kerîmedeki vesile kelimesinin manası yakınlık ise, insanı Allah Teâlâ’ya yakın eden; ilmiyle amel edenin sözleri, nasihatleri, fiilî yaşantısı ve duası demektir. El-Vâdıh Tefsirinde beyan olduğu gibi, Hazreti Ömer radıyallâhu Teâlâ anhu’dan rivayet olunur ki; Hazreti Ömer radıyallâhu Teâlâ anhu:
“Ya Rabb, ey Rabb’imiz! Bizler kuraklığa ve kıtlığa tutulduğumuz vakit, Peygamberimizin vasıtasıyla Sana yalvarırdık; bize yağmur yağdırırdın. Şu halde şimdi de biz Hazreti Peygamberimizin amcasını (Hazreti Abbas’ı) duamızın kabul oluşuna vesile ediyoruz; onun vasıtasıyla bizleri sulandır.” derken, diğer sahabede: “Âmîn.” derdi. , [..Buhârî c.4 s.413,hd.no.958..] İşte gördüğünüz gibi Hazreti Ömer radıyallahu anhu, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’i duasına vasıta ederdi. Şimdi ise Ra- sûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e en yakın olan amcasını vasıta kılıyor. Elbette kıyamet gününde Onun şefaati ile kurtuluruz.
Vesilenin birinci manası, taat ve salih amel; ikinci manası, bir şahsı vasıta kılmak ki, «kurbâ» manasındadır. Yani «kurb» aramaya sebeb olan -Hazreti Abbas gibi zatlar (radıyallahu anhu)- nurânî vesiledir. Üçüncü bir manası da vardır ki, mukarribîn evliya ile Allah Teâlâ’ya yemin ettirmektir. İşte eski âlimlerin bu manaya karşı ihtilafları olmuştur. Halbuki bu manada vesile, yemin ettirmek demek değildir. Naz geçirmek, naz etmek, naz sahihlerinin hatırı demektir. Mesela bir kişi dese ki: “Ya Rabb’i Peygamberin hatırı için beni affet.”;bundan beis yoktur. Çünkü manası şöyledir: “Ey Rabb’im, Sen’in indinde benim yüzüm yoktur. Fakat benim Efendimin kadri, Sen’in indinde vardır. Beni benim için değil -çünkü ben en ağır azablara müstehakım- Rasûl-u Zîşân’a, Ehli Beyte, âlimlere, salihlere, mürşidlere yahud ümmete mensub olduğum için yarlığa. Bu meyanda şairin birisi şöyle der:
Ey Muhammed’in Rabb’lsi, beni affet, bana rahmet kıl. Her ne kadar ben ona ehil değil isem de (esirgemek şamndandır) Sen ona ehilsin.
Şâfiî mezhebinde Şemseddîn Muhammed Bin et-Alkâme bin Şihâbeddîn Ahmed bin Hamza er-Remlî’ye şöylece bir soru tevcih edilmiştir: «”Ey şeyh filan!” yahud “Ya Rasûlallah” gibi sözlere ne dersiniz? Peygamberlere yalvarmak, onlara mededkâr inanmak yahud evliyâyı, âlimleri, salihleri vesile tutmak caiz midir, değil midir? Evliyâya, salihlere bağlanıp onları ölümlerinden sonra vesile tutmak ve onlardan meded ummak hakkında herhangi bir zarar var mıdır?» diye sorular sorulmuştur. Adı geçen müctehid şöyle cevab vermiştir: «Peygamberler, rasûller, evliya, ulemâ ve salihlere istiğâset = meded ummak caizdir. Peygamberlerin, evliyânın ve salihlerin ölümünden sonra da caizdir. Çünkü peygamberlerin mucizeleri ve evliyânın kerametleri, ölümleri ile kesilmez. Onlar kendi kabirlerinde diridirler. Namaz kılarlar ve hacca giderler. Peygamberlerin mucizelerinin devamı, evliyâya keramettir. Hatta aklen de bu mümkündür ve nakille de sabittir.
İşte evliyânın kerametinden Meryem’in kıssası ve rızk bulunması; Ebu Bekr Sıddîk radıyallahu anhu’nun misafirlerinin kıssası; Nil nehrinin, Hazreti Ömer radıyallahu an- hu’nun mektubuyla akması; yine Hazreti Ömer radıyallahu anhu’nun minberin üzerinde Sâriye isimli kumandana komut vermesi ve Sâri- ye’nin Onun sesini işitmesi; ve Hazreti Hâlid bin Velîd’in zehir içmesi gibi pek çok kerametler sabit olmuştur.»
Keramet, sahabelerden ve tâbiînden o kadar görülmüştür ki, tevâtür derecesine gelmiştir. İnkarı mümkün değildir. Bilcümle peygamberlere mucize olan her ne olursa olsun, evliyâya keramet olarak vuku bulması mümkündür. İkisi arasındaki fark şudur: Peygamberler kendilerine iman etmeye davet eder, evliya ise peygamberlere iman etmeye davet eder.
“Sîzler dînî veyahud dünyevi bir işte şaşırdığınız takdirde kabir ehlinden yardım isteyiniz.”
“Sizden biriniz sahrada olup arkadaş bulamadığı halde bir şeyini kaybederse yahud yardımı dilerse: “Ey Allah’ın kulları, İmdadıma yetişin. Ey Allah’ın kulları İmdadıma yetişin. Ey Allah’ın kulları, imdadıma yetişin.” desin. Çünkü muhakkak, kendisinin görmediği Allah’ın yardımcı kulları vardır.” [Keşf-ul-Hafâ c.1 s.85, Levâmiu-I-Ukûl c.1 s.215,] buyrulmuştur.
Hanefî ulemâsı ve Şâfiî ulemâsından hiçbir kimse, salih kimselerden meded beklemeyi reddetmemişlerdir. Çünkü Âdetullah’tan biri de, birtakım insanlardan, diğer birtakım Mü’minlerİ vasıtasıyla belayı kaldırmasıdır. Nitekim“…Eğer Allah insanlardan bir kısmını bir kısmı sebebiyle koruma-saydı, elbette yer yüzünde nizam bozulurdu…” buyrulmaktadır. Nitekim Ibnu Abbas radıyallahu anhu:
“Yani namaz kılan kimsenin hatırı için namaz kılmayandan,haccedenin hatırı için haccetmeyenden, zekat verenin hatırı için zekat vermeyenden belayı kaldırır.” diye tefsir buyurdu. Bazan da kavmin içindeki Ebdal, kavmine beddua yapar, bundan dolayı fitne ve fesad çoğalır.Ve kavminin ma’siyeti sebebiyle bu sefer büyük belalar gelmeye başlar. Fakat bela gören, maksadı üzerine ölür. [El-Bakara Sûresi ayet 251, ed-Durr-ul-Mensûr c.1 s.764,, Şuab-ul-îmân c.6 s.97 h.n.7597]
Ib-nu Cerîr’in ve Ibnu Adr’nin tahric ettikleri bir hadîs-i şerifte şöyle buyrul- maktadır:
“Gerçekte Allah Teâlâ, salâhiyetti Müslüman bir adam sebebiyle s vesilesiyle çocuğunu, torununu, hane halkını ve etrafındaki hanelerin halkını ıslah eder. Artık bu zat, onların içinde olduğu müddetçe onlar Allah’ın koruması içinde devam ederler.” [274] Bu itibarla “Eğer Allah insanlardan bir kısmını bir kısmı sebebiyle korumasaydı, elbette yer yüzünde nizam bozulurdu.” mealindeki ayete iki mana verildi:
a-Mücahidlerin cihadı sebebiyle Allah Teâlâ Müslümanları Kendi koruması altına alır ve cihadları sebebiyle kendilerinden belayı bertaraf eder, yok eder.
b-Salih Müslümanların duaları, Müslümanlara hayr istemeleri ve cömerdiikteri sebebiyle, ammeye gelen büyük ve küçük belaları kaldırır ve bunların sayesinden kendilerine salâhiyet verir. [Tefsiri Taberi,cüz.2,syf,282,İbnu Kesir,c.1,syf,447…] Nitekim Ibnu Ceririn tahrıc ettiği Ebî Müslim’den gelen rivayette Ali radıyallahu anhu şöyle buyurur: ‘içinizde Müslümanlardan kalıntılar olmasaydı helak olurdunuz.” Nitekim hadîs-i şerifte;
“Yer yüzü Halîl-ur-Rahmân’ın benzeri olarak kırk adam (yahud kadın) dan hiçbir zaman boşalmaz. Artık sizler, onların vesilesiyle yağmurlanıyorsunuz ve onların vesilesiyle yardımlanıyorsunuz.Onlardan ölen hiçbir kişi yoktur ki, Allah yerine başkayı geçirmemiş olsun.” buyrulmuştur. Yani zikir vasıtasıyla ruh latîfesi yükselip aslına kavuşan, İbrahim aleyhisselâm’ın meşrebinde en az kırk zevat daimi bir surette yaşamaktadır. Allah Teâlâ onların bereketiyle ve sebebleriyle ve berhayat olmaları sebebiyle, şiddetli azabı Müslümanlardan kaldırır.
Mü- nâvî, Ebdal hadîsini zayıf sayarak Ebdalin varlığını inkar eden Ibnu Teymiye’ye ta’rîzde bulunarak diyor ki: «Faraza, Ebdal hakkında vârid olan hadislerin hepsi zayıf sayılsa dahi, amma zayıf hadîsin çeşitli senedlerte vârid olması ve müteaddid mahreci sebebiyle kuvvet bulduğunu hiçbir akıl sahibi inkar edemez. İnkar eden, ya hadis ilminin sanatını bilmez, cahildir, ya da mutaassıb inadcıdır. Herhalde tahmine göre Ebdal hadîsinin münkiri ikinci kabildendir.» Ibnu Hacer Heytemî diyor ki: «Kutub, Evtat, Nücebâ, Ebdal ve sofilerin zikrettiği isimler, sahih rivayetlerle vârid olmaktadır.»(1)
Netice-i meram, tevessül, kişi bizzat kendi işini görmeye muktedir olduğu halde, işinin görülmesi için başkasını vasıta edinmesidir. Doğrusu tevessül, sebeblere sarılmakla işin görülmesinin talebidir. Nitekim Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin halîfesi Seyyid Mahmud el-Âlûsî tefsirinde «vesile» lafzın», rağbet etmek ve manen meyletmektir, diye tefsir etmiştir.
İnsanın Allah’a kavuşmasına, taatleri yapmasına, günahları terk etmesine sebeb olan ne olursa olsun, yani şahsın kendi ameli olsun yahud o salih ameli işleyen zevat olsun, o vesiledir.
Bazı kimseler salihlerden meded beklemek hususunda, “Ey iman edenler, Allah’tan korkun. O’na (yaklaşmaya) vesile arayın ve O’nun yolunda savaşın. Tâ ki muradınıza eresiniz.” mealindeki El-Mâide 35. ayetten delil almışlardır. Demişler ki: Kuldan meded beklemek, duayı taleb etmek caizdir. Yani kul vasıtasıyla Allah’tan yahud kuldan meded dilemek caizdir.
Burada büyüğün küçükten taleb etmesi de caizdir. Mesela, Hazreti Ömer, Rasûl-u Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem’den umreye gitmek için izin alırken Rasûl-u Zîşân ona hitaben şöyle demiştir:
“Ey kardeşim dualarında bizleri de unutma. (Yahud:) Dualarında bizi ortak et.” Hem de Hazreti Ömer radıyallahu anhu’ya:
“Şübhesîz (itikad ve ahlakta peşinize gelen) tâbiınin en hayrlısı, kendisine Üveys denilen bir adam vardır. Onun bir vâiidesi vardır ve kendisinde beyazlık var. (Bu iki vasıfla tanırsınız.) Karşılaştığınız zaman kendisine, size istiğfarda bulunmasını Benden taraf emredin.” buyurmuştur. Bu iş, elbette tevessüle teşviktir.
Ya Rabb’i, filanın hakkı için bana şu hacetimi ver.” gibi sözlerin caiz olup olmaması hususunda Ibnu Abdisselam sorulunca dedi ki: “Sorunuzda filan’dan murad, Rasûl-u Zîşân ise caizdir. Hayır, sair peygamberler, melekler, evliya ise caiz değildir.”
Âlûsî bu husustaki ulemânın sözlerini naklettikten sonra diyor ki: «Ibnu Teymiye, İmam Hanefî’den ve Ebû Yûsuf’tan ve diğer âlimlerden bu manada vesilenin caiz olmamasını rivayet etmiş ise de, lmâm-ı Subkî -âdeti üzere- Ibnu Teymiye’yi reddetmiş ve demiştir ki: “Salih Peygamberler ve salihlerle de tevessül ve istiğâse caizdir. Selef-i sâlihînden hiçbirisi bunu inkar etmemiştir. Haleflerinden de inkar eden görülmemektedir.”
Şu kadar ki lmâm-ı Kuşeyrinin, Şeyh Ma’rûf-ul-Kerhî’den naklettiği,
“Eğer sizin Allah Teâla’ya bir ihtiyacınız olursa, Benim kadrimle Alfan Teâla’dan isteyiniz.” mealindeki sözünün senedi yoktur. [..Ebû Dâvûd h.n.1498, Tirmizî h.n.3562..]»Ulemanın sözünü nakilden sonra Âlûsî şöyle der: «Bunların hepsinden sonra» peygamberlerin hayatında ve hayatından sonra da peygamberleri vesile edinmekte hiçbir beis görmüyorum.
Sonra «iksam» yemin ettirmektir; onda dahi beis görmüyorum.
Çünkü «cah» da. Allah Teâlâ’nın sıfatlarından bir sıfatına dayana-cak mana ile murad olunur. “Peygamberin’in hakkı için” demenin manası: “Ey Rabb’im! Rasûlün’ün sevgisini, hacetimin ifasına vesile kıl.” demektir. Lâkin sahabe-i kiramdan, “filanın hakkı için” gibi dualar, hafızlardan naklolunmamıştır.
Sebebine gelince de, o zamanda putları vesile tutmak halkın kalbinden silinmemişti. Burada iki şey daha vardır:
1 -Peygamber’den başkasına hürmet için Allah Teâlâ’dan istektir. Eğer hakîkaten o başkasının hürmeti, Allah Teâlâ’nın nezdinde belirtiliyorsa, bunda da beis görmüyorum. Amma Allah Teâlâ’nın yanında hürmeti yahud kesinlikle velî olması bilinmeyen kimsenin hakkı için denilmez.
2-”Ey filan efendim, bana yardım et” manalarındaki kelimeler caiz değildir. Yani kuldan bizzat tesir inanmak caiz değildir, demek istiyorum.» { Alûsi c.6 1.126,128]
Evet, tevessülle tevekkülü birbirinden ayırt eden avam: “Ya Şeyh Abduikâdir Geylânî! Dua et, Allah Teâlâ benim borcumu ödesin.” diyeceği yerine hatâen: “Ya Abdulkâdir Geylânî Borcumu ver.” demekte hatalıdırlar. Fakat hatalı olmakla beraber şirke düşmez ve günah da işlememiştir.
Bu zevatı şirkle ittiham etmek, onların düştüğü vartadan daha büyük hatadır. Şirke düşen, tevessülle tevekkülü birbirinden ayırt etmeyen ve sebeblerde tesiri inanan avam tabakasıdır. Bu vartadan kurtuluşun tek çaresi, Hâk Teâlâ’ya mahsus sıfatların bilinmesidir. Bunu bildikten sonra deriz ki: Allah’ın kullarından öylesi vardır ki, şöyle olacak diye yemin etse muhakkak Allah onun yeminini yerine getirir.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1186) mealindeki hadisi şerifte Müminlerin imdadına koşan Ebdal taifesinin var olmaları,Allahu Tealadan istirhamlarının kabul olması bildirilmektedir.Ayrıca,
“Kim evinden namaza doğru çıkar ve: “Allah’ım, Sen’den dileyenlerin üzerindeki hakkı için ben Sen’den isterim. Ve şu yürüyüşümün hakkı için de Sen’den dilerim. Çünkü şübhesiz nimetin inkarı ya- hud vermiş olduğun nimetle tuğyan yahud bir gösteriş yahud şöhret arzusu için (evimden) çıkmadım. Gerçekte azabından korktuğum ve rızanı taieb ettiğim halde çıktım. Ateşten korunmamı ve günahlarımın mağfiretini Sen’den dilerim. Gerçek şu ki, Sen’den başkası günahları mağfiret etmez.” duasını okursa, Allah Teâlâ Zât’ıyla ona yönelir ve yetmiş bin melek de oha İstiğfar ederler.” mealindeki hadîsin başında”Allah’ım, Sen’den dileyenlerin üzerindeki hakkı için ben Sen’den isterim.” cümlesinde, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bizzat, bu zevatların vasıtasıyla Allah Teâiâ’dan dilemenin keyfiyetini ve Allah’ın seçtiği velî kulları, hâ- lisâne kalble Allah’a bağlı oldukları için, şu iş olacaktır, diye kesin hüküm verdikleri takdirde, Allah Teâlâ’nın aslâ onları mahlukun nezdinde yalancı çıkarmayacağı, mahcub etmeyeceği ve yemin ettikleri söze muvafık işi yaratacağını açıklamaktadır.
Bunun için Şeyh Yûsuf Nebehânî Hazretleri bu konuda Cilâu-l-Ayneyn sahibi Seyyid Nu’mân Mahmud Şükrü el-Âlûsî’yi ve Seyyid Mahmud’un dedesi Şahabeddîn Seyyid Mahmud’u tenkid etmiştir. Nebehânî diyor ki: “Kul ile istek, mesela: “Allah’ım! Şâh-ı Nakşibend’in hürmeti için borcumu öde.” ve kuldan bizzat istemek, mesela: “Yâ Şâh-ı Nakşibend, borcumu ver.” arasında fark yoktur. Çünkü hakîkî müessirin Allah Teâlâ olduğunu her Mü’min bilir « inanır. Binaenaleyh Mahmud Şükrü Âlûsî, babasının bu konuda yanıldığını da teşhir eder.” {Mirkât-ul*Mefâtîh c.7 s.20 h.n.3460…}
Hak olan, tefsirin sahibi Şahabeddîn Seyyid Mahmud Âlûsî’nin elindedir. Mahmud Şükrü el-Âlüsi ise, Cilâu-l-Ay-neyn kitabında Ibnu Teymiye’yi tutuşu sebebiyle ve bu mevzu’nun açıklanmasında İmam Subkî’ye hakaret etmiştir. Onun için Vahâbîlik He ittiham olunmuştur. Alâ külli hal eserini karşı karşıya getirdikten sonra şunu anladım ki, “Ya Şeyh filan” demesinde eğer bu sözü söyleyen kimse, ihtiyacını temin etmesini bizzat o filandan inansa caiz değildir. Allah Teâlâ’dan başka kimseden hakîkî tesire inansa, küfre kadar sirayet edebilir. Amma ihtiyacının teminini Allah Teâlâ’dan inanmış, fakat filanın duasıyla yahud şefaatiyle isterse, hiçbir beis yoktur.
Hülâsa her şeyin yaratılmasını diğer ifadeyle hakîkî tesirini Allah Teâlâ’dan inandığı halde, filanın duası yahud şefaatiyle Allah Teâlâ’dan istemek güzel şeydir. Herkesçe malumdur ki, bulut yağmurun yağmasına vesiledir, bizzat yağmur yağdırıcı değil; yağmuru yağdıran Allah Teâlâ’dır. Böylece enbiya, evliya, hidayete vasıtadırlar, sebebdirler, filhakika hidayet edici Allah Teâ- lâ’dır. Binaenaleyh bunlardan meded beklemek ve bunları çağırmak da yukarıdaki şartlarla caizdir.
Ve bu zevatlar, halkın imdadına yetişirler. Bunlarla tevessül caiz olduğu gibi, istiğâse, yani himmetle bereketlerine, imdada koşmalarına inanmakta da hiçbir beis yoktur. Nitekim Şâfiî ulemâsından H.919’da doğan ve 1004’te vefat eden Allâme Şemseddîn Muhammed bin Şihâbeddîn Ahmed bin Ahmed bin Hamza er-Remlînin, el-Fetâve-l-Kübra-l-Fıkhıyye = Fetâve-r-Remlî adlı kitabında şöyle kaydedilmektedir:
«Soru: Avamın, şiddet ve meşakkatlere dûçar olmaları anında: “Ya Şeyh Filan!” yahud “Ya Rasûlallah!” ve benzer sözlerle çağırıp enbiya ve rasullere, evliya, ulemâ ve salihlere istiğâse etmeleri = yardımlarına çağırmaları caiz midir, değil midir? Evet dediğiniz takdirde, rusul, enbiya, evliya, salihler ve meşâyıhın vefatlarından sonra dahi yardıma koşmalarının imkanı var mıdır? Burada ne tercih edilecek?
Cevab: Enbiya, rasuller,evliya, ulemâ ve salihlere istiğâse caizdir; rasullerin, enbiyânın, evliyânın, salihlerin ölümlerinden sonra dahi yardıma koşmaları, kurtarmaları imkanı vardır. Çünkü enbiyânın mucizesi ve evliyânın kerametleri, ölümleri sebebiyle kesilmez.
Enbiyâya gelince, onlar kabirlerinde namaz kılarlar, haccederler. Bu hususta hadisler vârid olmaktadır. Ve onların yardıma koşmaları, kendileri için mucizedir. Onlar gibi şehidler de, kabirlerinde diridirler. Gündüz aşikâre küffarla çarpışmaları müşahede edilmiştir.
Evliyâya gelince, haklarında iğâse » imdada yetişme imkanları, kendileri için keramettir. Çünkü ehli Hakk’a göre, evliyâdan keramet, kasıtlı kasıdsız meydana gelir. Keramet de, tabiî kanunların ötesinde olan şeydir. Allah Azze ve Celle, bunlar sebebiyle olayları o kanunla icra eder.
Şeyh Yûsuf Nebehânî, Şevâhid-ul-Hakk adlı eserinde, özellikte Peygamberle istiğâse konusunu çok geniş bir sûrette almıştır. Muhasebeli bir sûrette, istiğâseyi inkar eden ve isbat edenlerin delillerini karşı karşıya getirmiştir. Daha geniş bilgi isteyen oraya müracaat etsin.
Dipnot:
(1)-[Levâmiu-l-Ukûl c.3 s.695, Feyz-ul-Kadîr c.3 s.170 h.n.3037, c.5 s.300 h.n.7380… Ibnu Cevzî, Ebdal Hakkında vârid olan hadisleri Mevdûât c.3 s.151, 152‘de serdettikten sonra hepsinin mevdû’ olduğunu demek cüretinde bulunmuştur, imam Suyûtî, el-Leâl-il-Masnûa fîl’Ehâdîs-il-Mevdûa adlı eseri c.2 s.178’de Ibnu Cevzî’yi eleştirerek diyor ki: «Ebdal hakkında vârid olan hadis sahihtir. İstersem, mütevâtirdir derim ve tevâtürünü isbat ederim. Çünkü vârid olan Ebdal hadisleri, o kadar manevi tevâtür haddine ulaşmıştır ki, bizzarüre Ebdalin varlığına ve hadislerinin sahih olduğuna kesin hüküm verilir.» El-Firdevs c.1 s.119 dipnot ve h.n.405, Fetavâ-i Hadîsiyye s.324,325]
İsmail Çetin-Mü’minin İstikameti Velinin Kerametidir
0 Yorumlar