Tasavvufa girmeye kimlerin ehildir.
Her şeyin ehli, vechi, mahalli bir de hakikati vardır.
Tasavvufa ehil olmak, teveccühünde sadık, sevgisinde samimi, muhakkik arife, insaflı öğrenciye, hakikatlere bağlı âlime, kolaylıkları önceleyip cehaleti kendine yük etmeyen, iddiasız, araştırması sathi olmayan fakihe mahsus bir meziyettir. Ancak, aptal halk, ilimden yüz çeviren talebe, tanınmış/önde gelen fakihleri taklitte samimi olmayan mukallitler, bu sıfatı almaya ehil olamazlar.
————–
12. Kaide:
Amelsiz ilmin, gayesi olmayan vesile olması:
Bir şeyin şerefi/değeri; bazen o şeyin zatından, onun zatını talepten, bazen de o şeyin sağladığı yarardan, bazen de o şeyle ilintili başka bir faydadan kaynaklanır.
Bu sebeple şöyle denmiştir: “Amelsiz ilim, gayesizlik/başıboşluk, ilimsiz amel, cinayettir.”
İlimlerin en faziletlisi/değerlisi konusu Allah Teâlâ olan ilimdir. Zatından dolayı bilinen bilgi en üstün bilgidir. Zira heybet, ünsiyet gibi bilgiler zata dair bilgilerdir. Eğer ilmin gayesi onunla amel etmek ise, ilminin neticesi amelinde ortaya çıkıp görünmeyen kimsenin öğrendiği tüm ilimler onun lehine değil, aleyhinedir. Bazen bu ilmin [zaman içerisinde kendisinden] çıkıp gittiğine de şahitlik eder.
————–
28. Kaide:
İlmin şartlarını ihlal etmek o ilmin hakikatine ulaşmayı engeller.
Her şeyin bir usulü vardır.
İlim öğrenmek isteyen kimsenin ilk yapacağı şey, ilme kulak verip, kabulle karşılamaktır. Sonra, söz konusu ilmi zihninde tasavvur etmeli, onu anlamaya, ta’lîl(1) etmeye, onunla delil getirmeye çalışmalı, daha sonra da öğrendikleriyle amel edip başkalarına aktarmalı, yani neşretmelidir. Bu sırayı bozup sonra gelmesi gereken aşamalardan bazılarını öne almaya kalkarsa, sözü edilen ilim dalında gerçek ilmi derinliğe ulaşamaz. Tahsil etmeden âlim olmaya çalışan kimse, ilimle dalga geçiyor demektir, öğrendiği ilmi zihninde tasavvur etmeden elde etmeye çalışan kimseye itibar edilmez. Tasavvur ettiğini anlayarak korunaklı hale getirmeyen kimsenin ilmi başkalarına faydalı olmaz. Delil ve hüccetle desteklenmeyen bir bilgi gönülleri rahatlatmadığı gibi gerekli yararlı sonuçları da doğurmaz.
İlmi müzakere etmek, ona hayat vermek demektir. Ancak bunu yaparken insaf ve tevazu ile hareket etmelidir. Bu, halkın söz konusu ilmi kabul etmeleri için iyi bir yöntemdir.
Kendini ilme ver, başkalarının desteğini arama.
Geri durma ilme yönel.
Tevfik Allah’tandır.
(1)Gerekçe ve dayanaklarını araştırmak, akılla onları temellendirmek.
————–
34.Kaide
Her hangi bir ilim dalı hakkında konuşan kimsenin o ilmin fer’i olan şeylerini asli olanlarına birleştirmesi ve akli olanlarını nakli olanlarıyla meze etmesi:
Her hangi bir ilim dalı hakkında konuşan kimse, eğer, [o ilim dalının] fer’i/tali meselelerini asli olanlara katamıyor, aslını ferine uygulayamıyor, makulünü menkulüne bağlayamıyor; menkulünü asli kaynaklarına dayandıramıyor; asli ifadeleriyle, o fennin ehlinin istinbatıyla elde ettiklerini mukayese edemiyorsa, bu durumda onun susması konuşmasından daha iyidir.
Bu durumdaki kişinin isabet yerine hata etmesi, hidayet yerine sapıtması daha olasıdır. Değilse ona düşen, sadece derinlikten uzak kuru bir nakilde bulunmaktır. Zira nice fıkıh taşıyıcıları vardır ki fakih değildir.
Böyle birinin sözüne değil, sadece nakline bakılır.
Tevfik Sübhân olan Allah’tandır.
————–
36. Kaide:
Bir ilmi, İçinde barındırdığı kurallarıyla birlikte bellemenin önemi
Bir ilmi, içinde barındırdığı kurallarıyla birlikte bellemek çok önemlidir.
Bu kuralların bilinmesi, [ilgili ilim dalının] içerdiği konuların tespit edilmesini, manaların anlaşılmasını, kelime yapılarının idrakini, onu bildiği iddiasında olanların hatasını ortadan kaldırmayı, kendisine iyi bir şekilde yönelene kılavuzluk etmeyi sağlar, üzerinde düşünenlere yardımcı olur. Bunların yanı sıra, münazara edeceklere delillerini/dayanaklarını öğretir; araştırmacıya [ileri sürüleceği] delilleri izah eder; ehline hakkı/ gerçeği beyan eder; batıl olanın da tespitini yapar, bir konunun hakikatini araştırırken [bu kural ve ilkelerin] örnek konularından [kolayca] elde edilişine imkân verir Fakat insanların farklı anlayışta olmaları bunu [iyi ve hızlı bir biçimde] elde etmelerine engel olur İşte bu yüzden [kaide tespiti işine] sonrakiler değil, önceki âlimler daha çok ehemmiyet vermişlerdir.
Allah Sübhânehû daha iyi bilir..
————–
39. Kaide:
Hâl tasdik ve teslimiyete dayanır. Hâl ehline ise iktida (uymak) edilmez.
İlim, araştırma ve incelemeye, hâl ise tasdik ve teslimiyete dayanır. Arif bir kimse, ilmi açıdan bir şey söylediği zaman asıl itibariyle Kur’ân, Sünnet’ ve Seleften gelen âsâr’a bakar. Zira ilim, aslıyla itibar kazanır. Hâl bakımından bir şey söylerse, onu bizzat kendisinin yaşadığı varsayılır. Zira hâl, ancak benzeri yaşanılarak bilinebilir. İtibarı da kendisine sahip olunmasıyla elde edilir. Bunu bilmek, sahibine güvenin dayanağıdır. Değilse, kendisinde bu nitelik bulunmadığında o uyulmaya değer konumdan çıkar. Bir üstad müridine bu meyanda şöyle demiştir:
Ey oğul, suyu soğuk iç. Eğer suyu soğuk içersen bütün kalbinle, sıcakken içersen nefsi zorlayarak Allah’a hamd etmiş olursun.”
Birisi ona: ‘Efendim, suyunun üzerine güneş vurmuş kimse hakkında ne buyurursunuz?’ deyince, “Kendi payıma bir şey çıkar diye [bunu açıklamaktan] Allah’tan utanıyorum. Sözünü ettiğin adam hal sahibi bir kimsedir, bire bir ona ittiba gerekmez!” karşılığını verir.
————–
44. Kaide:
Her ilim dalında önder olan kimselerin konuşmalarından elde edilen şeyler aslının bilinmesi ve tedavülde olması (sahada kullanılması) sebebiyle sabit olduğu için hüccettir.
Her ilim dalının önde gelen otoritelerine ait görüş ve içtihatlar, [toplum tarafından] asli şekliyle ve yaygın olarak bilinmesi, açık manalı oluşu, ele alman konuların şöhretinin ilgili ilim dalında uzmanlaşmış kimseler tarafından tanınması/kullanımı sebebiyle değerlidirler.
Bu önde gelen kişiler, [ilmin dayanakları bakımından] önceki kuşaklarla bağlantılı halde idiler. İşte bütün bunlar nedeniyle, onların görüşleri, -nakledilişi bakımından farklı kanallardan gelseler de- [halk tarafından] ittibaya değer bulundu ve bağlayıcı sayıldı. Görüş ve içtihatları tedvin edilmeyen âlimler ise bu durumda değildirler. Çünkü onların görüş ve düşüncelerini yayıp aktaracak talebeleri ve bağlıları giderek azalmış sonra da yok olmuştu. Bunun umumi-hususi birçok nedeni bulunmaktaydı. Leys b. Sa’d, Süfyân-ı Sevrî ve Süfyân b Uyeyne gibi ünlü müçtehit ve fakihlerin mezheplerinin durumu bunun en açık örnekleridir.
Bu mezhepler, zamanla bağlıları azaldığından inkıraza uğramış haldeydiler. Bunların dışında dört mezhep hayatiyetini devam ettirdi. Ağırlıklı olarak Malikiler; Kuzey Afrika da, Şâfiîler Acemde (lran-Suriye-Irak), Hanefîler Rum diyarında (Anadolu) bilinip tanındı. Hanbelîler ise müstakil bir mezhep değil de öteki mezheplerin içerisinde azınlık olarak varlığını sürdürdü. Sözü edilen bu dört mezhebin sahih olarak nakledilen görüşleriyle amel etmek artık lüzumlu hale gelmiştir. İşte bu yüzden [Mâlikîlerin önde gelen fakihlerinden] Sehnûn ve İbnü’I-Kâtip Mağrip’te Mâlikîliğin dışındaki mezheplerin görüşleriyle fetva vermeyeceklerini söylemişlerdir. Mısır bölgesinde yaşayan halk, bu yöredeki mezhep çeşitliliğinden dolayı herhangi bir mezhebi tek başına taklide yönelmemişlerdir ki, bendeniz de onların bu konudaki zengin birikiminden haberdarım.
————–
46. Kaide:
Her bir kişinin fethi ve nuru bağlısı olduğu kimsenin fethi ve nuruna göredir.
Her bir kişinin fethi/keşfi, bağlısı olduğu kimsenin fethi ve nuruna göre meydana gelir. İçinde bulunduğu halin ilmini sadece âlimlerin görüşlerinden alan kimsenin fethi ve nuru, bu âlimlerin fethi ve nuru ile sınırlıdır. Nurunu ve fethini [doğrudan] Kitap ve Sünnet metinlerinden alan kimsenin fethi ve nuru tam olmakla birlikte iktida (uyma/ittiba] nurunu ve fethini kaçırmıştır, önde gelen din önderleri ise böyle değildir. Mesela [muhaddislerin şahı] İbnul-Medînî(1) (r.aleyh) bu meyanda şöyle demiştir:
“(Abdurrahman) İbn Mehdi, [İmam] Mâlik’in; [İmam] Mâlik, Süleyman b. Yesâr’m; O da, Ömer b. el-Hattâb (r.a.)’ın görüşü benimsemiştir. Buna göre [imam] Mâlik’in mezhebi [son tahlilde] Hz. Ömer’in mezhebi olmaktadır.”(2) Allah onların hepsinden razı olsun!
Cüneyd-i Bağdâdî ise şöyle der:
“Hadis dinlemeyen, âlimlerle düşüp kalkmayan, edebini ediplerden almayan kimse kendisine tabi olanları fesada sürüklemiş demektir! Zira Yüce Allah bu bağlamda şöyle buyurur:
“Deki, ‘İşte benim yolum bu. Ben [sizi] basiret üzere Allah’a davet ediyorum. Bana ittiba edenler de öyle.”(Yusuf,108) ve yine:
“[Allah’ın yolundan] başkaca yollara gitmeyin, değilse, [bunlar] sizi onun yolundan ayırır.’(En’am,153) buyurur, iyi anla!
(1)Bu zat, İmam Buhârî’nin en önde gelen hocalarındandı. İlmi ve takvasıyla şöhret hul |
(2)Müellif bu örneği, bağlısı olduğu Mâliki mezhebinden vermiştir.
————–
48. Kaide:
‘ Sözde meydana gelen kapalılık/anlaşılma güçlüğü.
Kelamda meydana gelen sorun ve benzeri şeylerden kastedilen mana ilk bakışta düşünmeden hatıra gelebiliyor/anlaşılabiliyor ve o sorunu anlamak için ciddi bir önem ve ehemmiyet gerekiyorsa- ki bundan soyutl lanmış bir kelam çok azdır – böyle bir kelamın peşinden gitmek oldukça meşakkatlidir; onun birtakım zararları vardır ve bu, hükümlerin maksadından da değildir. Bu sorun ve benzeri şeyler, ilk bakışta anlaşılabiliyor; bunun tersi olan kelam ise ancak özel bir ihtimam sonucu anlaşılıyorsa bu kelamda, geçen kaidenin hükmü uygulanır. Kelamda bulunan iki vecihten (kapalılık ve açıklık) anlaşılan şey birbirleriyle mücadele ederse (yani her ikisi de mümkün olursa) bu anlaşılan şey o kelamda bir niza’ya (hangisinin tercih edileceği anlaşmazlığa) sebep olur. Bu işkâl (kelamdaki kapalılık) hususunda çokluk sınırını aşmak (yani kelamdaki kapalılığın çok olması) ya maksadı ifade edecek olan ibarelerin dar olması (yani amacı karşılamayacak kadar kısa olması)-ki bu durum son dönem sûfi- lerin kitaplarında çoktur. Hatta bundan dolayı tekfir edilmişler ve bidat ehli sayılmışlardır – veya da o kelamın aslının bozuk olmasından dolayıdır. Sûfîlerîn sözlerini inkâr edenler bu sebepten dolayı inkâr etmişlerdir. Bunların hepsi ortaya çıkan şeyler konusunda mazurdurlar. Ancak inkâr edenler ise daha çok mazurdurlar. İnkâr etmeyip teslimiyet gösterenler selamettedir. Bunlara inananlar ise dikkatli olmadıkları sürece tehlikededirler.
Allah Sübhanehu daha iyi bilir.
————–
53. Kaide:
Zat için hüküm ispatı, arızî sıfatlar için yapılan hüküm ispatı gibi olmaz.
Zat için hüküm ispatı, arızı sıfatlar için yapılan hüküm ispatı gibi olmaz. Rasûlullah (s.a.) Efendimizin:
‘Selman bizden, yani, Ehl-i Beyt’tendir.'(1) sözünde zikrettiği Selmân-ı Fârisî (r.a.), dini nispetlerin [kemal sıfatların] hepsini üzerinde taşıdığından dolayı, onun hakkında,
“İman, Süreyya yıldızında olsa Fars’tan bazıları gider onu alır.” buyurmuştur.
Yine Peygamberimiz (s.a.)’in:
“Akrabalar maruf ‘a yani iyilik yapılmaya daha layıktır.”(2) sözündeki yakınlıktan maksadın, Allah’a yakınlık olduğu söylenmiştir. Çünkü Hz. Peygamberin ifadesine göre, “İki farklı dine mensup olanlar birbirlerine mirasçı olamazlar.”(Ebu Davud,Hd no;2911..)
O halde itibar, dini nispetlere ve onunla bağlantılı olan şeyleredir. Daha sonra tiyniyet yani sahip olunan karakter ve huylar gelir ki, asıl olan [dini] nispeti tekit ederler. Ancak sahibine artı bir meziyet katmazlar. Bundan dolayı Şeyh Ebu Muhammed Abdülkadir (r.a)’in:
Benim ayaklarım [zamanımdaki] bütün velilerin boynu üstündedir; sözü şöyle izah edilmiştir. Yani, o, başkalarında bulunmayan yüksek dini nispet ve sıfatların, değerli ibadet ve ilimlerin sahibiydi. Hiç bakmaz mısın ki, o bir gecede 70 defa ihtilam olmuş, her bir için gusül almış birisidir.
Bir de, “Allah’a ibadette hiçbir şeyi ortak koşmayacağına” dair yemin eden bir melik için, Mescid-i Haram’ın tavaf alanın tümüyle boşaltılmasını, sonra da tek başına tavaf yapması gerektiği, fetvasını vermiş birisidir.
(1)-Hâkim el-Müstedrek, 3/598; Zehebî, senedin zayıf olduğunu söyler. Ancak, Taberânî de kitabı el-Mücemu’l-Kebîr de buna yer verir. Bkz., 6/213.
(2)Bu lafızda hadis yoktur, ancak Hafız Sehâvt, mana olarak Hz. Peygamber’in (sav.) Ebu Talhaya; “…Onu en yakın akrabalarına vermeni düşünüyorum…” hadisinde işaret edilmekte olduğunu söyler. Bkz., İmam Buharî, el-Câmius-Sahîh, Hd.no; 2601. f h
————–
61. Kaide:
Her şeyin ilmi» kendi erbabından alınır.
Her ilim, kendi erbabından alınır. Fıkıh konusunda sufiye itimat edilmez.
Ne zaman ki, o konuda uzmanlaşır o zaman görüşlerine itibar edilir. Aynı şekilde fakihin tasavvuf hakkındaki sözleri karşısındaki durum da aynıdır. Muhaddis de fıkıh ve tasavvuf hakkında söz ederse bu iki alanda derinleşmedikçe bu alanlarda ifade ettiği sözlerine itimat edilmez. Fıkıh, fukahadan önce Sûfîlere gerekir. Tarikat ehline, bâtınî hallerin ıslahında yardımcı olmaları için başvurulur. İşte bu yüzden Şeyh Ebu Muhammed el-Mercânî (r.a.), kendisi o alanın uzmanı olsa da yine de arkadaş ve dostlarına fıkhi konuları fukahadan almalarını tavsiye ederdi. Nükteyi iyi anla.!
————–
62. Kaide:
Lafza manasına göre itibar edilir. Mana ise lafızdan alınır.
Lafza manasından dolayı itibar edilir.
Zira mana, lafızdan alınır. İlim talipleri manadan daha çok lafza itibar edip özen gösterirler. Birçok talip de lafzı ihmal eder, böyle yapmakla manayı da ihmal etmiş demektir. Derinlik ve öze inme ameliyesi olmaksızın sadece lafzın ifade ettiği mana ile yetinen kimse ifadenin ve sevk-i lafzın üzerinde daha çok durur. Hâlbuki lafzın yanında mananın hakiki veçhesine yönelerek inceleme ve derinleşmede bulunsa gerçek yöne doğru adım atmış demektir. Çünkü ilimlere bütünüyle kendini vermez, onlara yönelmezsen onlardan uzak olmaya devam edersin! Senden gayret olmasına rağmen ondan bir hareket yoksa fesat ve dalalet ortaya çıkar. Ondan sana bir yöneliş varken senden ona doğru bir hareket olmazsa bu gelişigüzellik ve taklide yol açar. Yönelim iki taraftan da olursa, tevfık ve tahkik gerçekleşir. Bu yüzden, “Sen, onların durdukları yerde dur; onların yürüdükleri yerde yürü!” denilmiştir.
————–
68.Kaide
Hadis âliminin, bir hükme -eğer sahih olarak nakledilmiş ise- nassı ve mefhumu ile birlikte itibar etmesi.
Hadis âlimi, bir hükme –eğer sahih olarak nakledilmiş ise- nassı ve mefhumu ile birlikte itibar eder.
Sahih, hasen veya -mütesahil biri ise- zayıf bir hadise ulaştığı zaman orada durur. (Yani böyle hadisler ile amel eder.) Ancak mevzu bir hadise ulaşır ise -Her ne kadar bunun ile alakalı kaideler olsa da- orada durmaz. (Yani o hadisle amel etmez.)
Bilalî (r.a.) dedi ki:
“Mevzu olan bir hadisin mevzu olduğu bilindiği halde -mevzu olduğu açıklanırsa hariç- rivayet edilmesi ve onunla amel edilmesi mutlak surette haramdır.
Reğâib namazları ile haftalık kılman namazlar ve Ubey bib Ka’b’tan sure sure rivayet edilen surelerin faziletleri hakkındaki rivayetler bu kabildendir. Ubey bin Ka’b’tan müfessirlerce yapılan rivayette hata yapılmıştır.
İmam Nevevi, Abdu’l-Aziz bin Abdi’s-Selam, bunların dışındaki Şafii âlimler ile Malikilerden Turtuşi, reğâib namazlarının yasaklığı konusunda fetva vermiştir. lbn-ü”l-Arabi de bu görüşün lehine açıklama yapmıştır. İbn-ü’l Hâc ve diğerlerinin dediğine göre bu görüş mezhebin muktezasıdır.
Allah (c.c.) her şeyi daha iyi bilir.
————–
82. Kaide:
”‘Hiçbir kimsenin ulaşılmış olan sahih bilgileri aşması caiz değildir.
Hiçbir kimse için bilgisi olmadığı hususları açıklama amacıyla ulaşılmış olan sahih bilgileri aşması caiz değildir. Yani bilgisinin dışındaki konular hakkında konuşması doğru değildir. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor. “Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.“(İsra,36)
Bir bilgiyi inkâr eden onu almamış gibidir. Batıl konusunda mutaassıb olan da bilmediği bir şeyi inkâr eden gibidir.
Musa (a.s.), Hızır’ın (a.s.) yaptıklarını kabul etmedi. Ama bu her ikisinin yaptıkları hakkında bir inkâr değildir. Çünkü onların yaptıklarının tamamı bir hikmete vabestedir. Bu sebepten şeyhimiz Ebu-l Abbas el-Hadrami (r.a.) yaptığı bir konuşmadan sonra şöyle dedi.
”Şu konuşmadan kendisine bir şey vahyolunanı inkâr eden ve bunu anlamayan kimse mazurdur. Onun durumu zafiyetten, kusur işlemekten ve selametten korunmuştur. O, korkakların imam gibi iman etmiştir.”
Kim bu konuşmadan bir şey anlarsa bu ondaki imanın kuvvetinden, kendi birikiminin genişliğindendir. Onun görüş alanı son derece geniştir. İster kendisinde nur olsun isterse zulmet olsun fark etmez. Bu yetiler hangi vasıf üzere olurlarsa olsunlar kalplere konulmuş olan emanetlere göredir. Bu ise bilinen ve anlaşılan şeydir, »
————–
99. Kaide:
Nice faziletli şeyler vardır ki birçok fuzuli (gereksiz) şeylere sebep olabilir. Böyle olunca da genel olarak övülen bir şey nispeten kötülenmiş olur.
Bir şeyin kârı, kazancı faydası kadardır.
Bu faydanın da sayıları değil, bizzat kendisi ve maksatları muteberdir.
Çünkü nice faziletli şey vardır ki birçok fuzuli (gereksiz) şeye sebep olabilir. Böyle olunca da tıpkı faziletli şeylerin arkasından gitmek gibi genel olarak övülen bir şey kötülenmiş olur. Âmmenin menfaatine olan işlerde çalışmak zaman ve akıl açısından büyük zararlara sebep olur. Birincisi olmasaydı sûfi, tembel kişilerin uğraştığı batıl şeylerden hiçbirini talep etmezdi. Buna hazine, kimya ve sadece dini, aklı, karakteri ve felahı az olanların istediği şeylerden bunlar gibi olanlar örnek olarak verilebilir.
Böyle bir kimsenin dininin azlığı meselesine gelince o, bu tür işleri talep ederken, yaparken, tasarrufta bulunurken haramdan uzak kalamaz. Bunun en azı ise açıklama yapmamak, ayıp ve kusuru söylememektir.
Aklın azlığı meselesi ise çoğu zaman kesinlikle yetişemeyeceği birtakım kuruntularla veya ulaşamayacağı zannî şeylerle meşgul olmasıdır.
Karakter azlığı ise o kimsenin işleri ortaya çıkınca sahtekârlık, hıyanet ve sihir yapmaya nispet edilmesindendir.
Âmmenin menfaatine olan işleri yapmayı istemekte ezaya maruz kalma durumu ile baş kaldırma durumu gizlenemez.
Allah (c.c.) her şeyi daha iyi bilir.
————–
102. Kaide:
Bir şeyin yapılmasının ve terk edilmesinin menfaat konusundaki eşitlilıği terkinin tercih edilmesini gerektirir. Çünkü bu daha doğrudur.
Bir şeyin yapılmasının ve terk edilmesinin menfaat konusundaki eşitliliği terk edilmesinin tercih edilmesini gerektirir. Çünkü terki tercih etmek selameti gerektirdiği için asıldır.
Bundan dolayı bunu tercih edecek bir şeyin olmadığı yerde sükût etmek konuşmaktan, dünyayı terk etmek onu elde etmekten, özellikle kişi arkadaşından emin olmadığı bir zamanda uzlet sohbetten, açlık tokluktan üstün tutulmuştur. Dünyada kaybetmek olarak düşünülen ahirette ise faydalı olan şeylerden bunlar gibi olanlar da örnek olarak verilebilir. Bu hususta (yukarıda yapılması istenilen şeyler konusunda) Allah’a yakınlığa inanmayan bir topluluğa göre de şehvetleri terk etmek bu kabildendir. Bu da ancak bunu mendüba döndürecek bir niyet ile sahih olur. Çünkü Allah (c.c.) bu konuda izin vermiştir. Taraflardan birini yapma ve yapmama hususunda biri diğerinden daha evla değildir. Ancak birini diğerine tercih edecek bir sebep varsa o zaman evleviyet söz konusu olabilir.
Allah (c.c) her şeyi daha iyi bilir.
————–
110. Kaide:
Kul, kendisinin sebep olmadığı bir kusurdan dolayı ayıplanmaz.
Kulun yapması gereken; emredilen şeylerde aşırıya gitmemesi, yasak olan şeylerde ısrarcı olmaması, mendup olan şeylerde de ihmalkârlık göstermemesidir. Eğer şartlar onu zorlayıp da bu sayılanlardan birini yapacak olursa(mesela haram olan bir şeyi yaparsa) hemen tevbe, istiğfar ve iltica ile mevlasına yönelmesi gerekir. Eğer bunlar(yapılmaması gerekenler) kendisi kaynaklı olursa nefsini kınar ve onu kötüler. Kendisi kaynaklı olmazsa onda kendisinin bir katkısı olmadığından nefsini kınayıp kötülemesine gerek yoktur. Burada delil olarak Hz. Ali ve Hz. Fatımaya (r.anhüma) sorulan bir soru hakkındaki şu hadisi getirebiliriz. Bir vakit Hz. Peygamber (s.a.v.) Hz. Ali ve Hz. Fatıma (r.anhüma) ya gece namaz kılmamalarının sebebini sordu. Hz. Ali de ona cevaben “Allah ruhumuzu kabzetti.” dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.)
”İnsan ne kadar da cedelci”(Kehf,54) diyerek geçip gitti.(Buhari,1075..) Sahabe-i kiram vadi gecesinde uyuyakalmışlardı ve güneş üzerlerine doğmuştu. Hz. Peygamber (s.a.v.) ”Allah ruhlarımızı kabzetti.”(Muvatta,26) Buyurdu.
Bu işin aslı şöyledir. Hz. Ali ile Hz. Fatıma (r.anhüma) -İbn Cem- re’nin de işaret ettiği gibi- cenabete sebep oldukları (cünüp oldukları) için kalkamamışlardır. Kendilerine kalkamamalarının sebebi sorulduğu için -her ne kadar gerçek cedel de olsa- özür beyan ederek cevap vermişlerdir.
Vadide uyuyup kalan sahabe-i kiram ise herhangi bir şeye sebebiyet vermemiştir. Bilakis onlar kendilerini gözetleme işini yapacak birini (bekçiyi) vekil tayin etmişlerdir.
Anla gayri…
————–
144. Kaide:
Kulun iç hali dış görünüşünden bilinir.
İnsanın alnı gönlünde gizlemiş olduğu şeylere işaret eder ve insanın iç âleminde kurguladığı hile ve desiselerin izleri yüzünde ortaya çıkar.
Ayeti kerimede “Onlar yüzlerindeki secde izleri ile tanınırlar buyrulmuştur. (Fetih-29) buyrulmuştur.
Adamın biri Peygamber efendimizi (s.a.v) görünce “Onu gördüğüm zaman bunun yalancı bir yüz olmadığını anladım demiştir. Hz. Allah münafıklar hakkında Peygamber efendimize “Eğer biz isteseydik onları sana gösterirdik. Sen onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun sen onları konuşma tarzlarından da tanırsın. Hz. Allah bütün yaptıklarınızı bilir.(Muhammed 30)
İnsanlar kapalı dükkânlardır. İki adam konuştuğu zaman konuşmalarından hangisinin koku sattığı ve hangisinin baytarlıkla uğraştığı ortaya çıkar.
Çünkü söz, konuşanın vasfıdır. Senin içinde her ne varsa ağzından o dökülür.
İnsan üç şey ile tanınır: Konuştuklarından, yaptıklarından ve yaratılış gereği tabiatından. Bunların hepsi de kızdığı zamanki davranış şeklinden anlaşılır. Eğer doğruluktan ayrılmaz, ne olursa olsun hakkı tercih eder ve insanlara müsamahalı davranırsa o kişi iyi kişidir. Böyle değilse o kişi iyi bir kişi değildir. Bunu böylece anla!
————–
147. Kaide
Kendisinde olağanüstü bir hal meydana gelen kişinin, diyaneti düzgünse bu hal keramet, değilse istidraçtır.
Bir kimseden, kerametten daha umumi yani kerametin dışında is-tidraç gibi başka olağanüstü halleri de akla getiren, olağanüstü bir hal meydana gelirse o hal hakkında, kişinin içinde bulunduğu hallere bakılır. Hallerinin düzgünlüğü ile beraber dini konularda da düzgün bir kimse ise o yaptığı iş, keramettir; eğer dinî konularda düzgün olduğu sabit değil ise istidraç veya sihirdir.
Bu kişi hakkında, yüksek bir rütbe ile hüküm verildikten sonra, bu rütbeye zıt bir hareket meydana gelirse duruma bakılır. Eğer bu hareket, herhangi bir şekilde mubah olması yönüyle tevil edilmesi mümkün olan bir hareketse şeriatın hakkının yani şeriatın verdiği hükmün uygulanmasıyla beraber, yapmış olduğu hareket tevil edilir; açıklaması yapılır. Yapmış olduğu hareketin herhangi bir şekilde mubah olması ile tevili mümkün değilse tevil edilmez, verilen hüküm neyse uygulanır.
Tevil yapmak burada uygun değildir. Çünkü hakikatler değişmez.Kişiler üzerine hükümler sabittir. Onun için kişinin yapmış olduğu işin hükmü ne ise onun üzerine o hükmü uygulamak gerekir. Herhangi bir şekilde, mubah olduğuna hüküm verilen işin, tevil edilmesinin delili Hızır (a.s.) ile Musa (a.s.) kıssalarında anlatılmıştır. Çünkü birbirlerinden ayrılırken Hz. Musa’ya Hz. Hızır (a.s) şeriata zıt görünen fiillerinin sebeplerini açıklamıştır. Allah her şeyi daha iyi bilir.
————–
155. Kaide
Bir müslümamn imanına ve salih kişinin veli olduğuna kesin bir şekilde hüküm vermek
Bazen zanni deliller her ne kadar bütün yönleriyle hüküm konusunda benzemese de kati delilmiş gibi mana ifade edebilir. Kendisinden İslam dinine delalet eden ameller meydana gelen müslümanın, imanına kati bir şekilde hüküm vermek ve yaptığı işlerin, söylediği sözlerin ve hallerinin göstergelerinin bulunduğu makama işaret ettiği, salih kimsenin veli olduğuna hükmetmek gibi.
Bütün bunlar, kendilerine cennete girecekleri ile ilgili şahitlik yapılmış 10 kişi gibi Allahtan kendileri için özel hükümler olan kimseler hariç, Allah’ın bu konudaki ilmini kesin olarak bilmeden, bizim kendi ilmimizde meydana gelen durumlardır.
Bu konudaki şu hadisler muhakkak sahihtir.
«Mescide gidip gelmeyi adet edinmiş bir adam gördünüz mü onun imanına şahitlik yapınız.”(Hakim,Müstedrek 1/332..)
“İki haslet var ki onlar münafıkta bir arada bulunmaz: Güzel ahlak» dinde fakihlik. İki haslet ise müminde bulunmaz: Cimrilik» kötü ahlak.”(Tirmizi,2684)
Hz. Sad’ın (r.a.) bir adamın imanı üzerine yemin etmesi Peygamber efendimizin de bunu “ya da müslim”(Hanbel 1/172..) şeklinde bir karşılık şeklinde bir karşılık verse de reddetmemesi sahihtir.
“Kendisinde üç haslet bulunan kişi münafıktır.”(Buhari,34..)hadisi sahihtir. ”Konuştuğu zaman yalan söyler. Kendisine emanet verildiğinde hıyanet eder. Vaat ettiğinde vadinden döner.” Bu hüküm bu özelliklerin kendisinde bulunan müminlerin tamamını içine almaz. Bilakis bu hasletlerden yani söz, amel ve ahit konusundaki yanlışlıklar kendisinde bulunup da buna aldırış etmeyen kimseleri içine alır. Bunun böyle olduğuna Peygamber efendimizin şu hadisi şahitlik eder: “Hainlik ve yalan dışında bütün hasletler müminin tabiatında bulunabilir.”(Hanbel 5/252..)
Peygamber efendimiz de başkasında değil de sadece mümin olan kişide böyle bir tabiatın, yani böyle şeyleri tabiat olarak benimsenmesini yasakladı. Münafığın aksine böyle bir tabiat müminde meydana gelirse bu asıl yani kalıcı bir durum değil, araz yani geçici bir durumdur.
Bundan dolayı müminin iman ve tevhit de olsa bile istisna bir durumu olduğunda, her şeyde bu durumun ortaya çıkması doğru değildir. Münafığın ise küfür konusunda bile olsa istisna olabileceği bir durum yoktur.
Bu hadisin bizim bildiğimiz nifak kavramının dışında bir nifak olayından bahsetmesi mümkün olabilir. Âlimlerden bir kısmı bu hadise bu manayı vermişlerdir. Allah her şeyi daha iyi bilir.
————–
158. Kaide
‘ İnsanların bir insanı sevmesi o insanın, insanların sevdiği ve rağbet ettiği şeylere ortak olmaktan uzak olduğu orandadır.
Hz Allah’ın bir kula yardımı, kulu için güzel olan şeylerden, onların faydalarına ulaşmaktan, zararlı olan şeylerinde zararlarını def etmekten aciz kaldığı oranda olur.
İnsanların bir insanı sevmesi o insanın, insanların sevdiği ve rağbet ettiği şeylere ortak olmaktan uzak olduğu orandadır. Yani onların istediği şeyi ne kadar az isterse o kadar çok sevilir.
Bu sebeple insanların küçük çocuklara ve sübyanlara sevgileri çok güçlüdür.
Objektif bir şekilde incelenecek olduğunda âlimler ve ârifler zahitlerden daha üstün olduğu halde sırf bu sebepten halk, zahitleri âlim ve âriflere tercih eder. Peygamber efendimiz s.a.v bu olaya şu hadisleri ile işaret etmiştir.
“Dünyaya rağbet etme ki Allah seni sevsin, insanların elindekine rağbet etme ki insanlar seni sevsin.”(İbn Mace,4102..)
Meseleyi bu şekilde anla. Allah her şeyi daha iyi bilir.
————–
178. Kaide
Cömert kişi ise hiçbir şey vermemiş olsa bile verme işi kendisine kolay gelen kişidir.
İnsanın yaratılışı gereği kendisinde bulundurduğu ahlaki vasıfları, insanın dışına yansıyan arızi vasıflarla ölçülmez. Ancak bu arızi hallerin, insanın içindeki ahlaki vasıflara dalalet edebileceği göz önünde bulundurulur.
Açık bir şekilde bilinir ki cimrilik, vermek işinin nefse ağır gelmesi, cömertlik ise vermek işinin nefse kolay gelmesidir.
Cimri kişi, kendi nefsine hiçbir şey bırakmasa bile verme işinin kendisine ağır geldiği kimsedir.
Cömert kişi ise hiçbir şey vermemiş olsa bile verme işi kendisine kolay gelen kişidir.
Bu sebeple şöyle denildi:
“Bu iki arız yani vermek ve vermemek işleri, bir araya geldiğinde bu ikisi arasında ne yapacağı konusunda tereddüt etmek cimriliktir.”
Kibir her ne kadar en düşük derecelerde bile olsa kişinin bir meziyetinin olduğuna inanmasıdır. Tevazu ise çok büyük meziyetleri olsa bile kendisinde bir meziyet görmemektir.
Eğer durum bu anlattığımız gibi olmasaydı muhtaç kişi hakkında kibirli kişi demek doğru olmazdı. Ancak hadis-i şerifte de belirtildiği gibi fakir kişi, kibirli olması özelliğiyle kötülenmiştir.
Sen meseleyi bu çerçevede anla. Bu meseleyi bu konuda imam olanların kitaplarından takip edersen daha güzel ve uygun bir şekilde bulursun. Bu konuyu en iyi bile Hz. Allah’tır.
————–
195. Kaide
Lafzın hakikatinde manayı doğru anlamak önemli olduğu gibi mananın daha iyi anlaşılması için, lafzın kullanımına da dikkat gereklidir.
Lafzın hakikatinde manayı doğru anlamak önemli olduğu gibi mananın daha iyi anlaşılması için, lafzın kullanımına da dikkat gereklidir. Durum böyle olunca manaların nefiste zapt altına alınması, sonra ise onu açıklamak beyan etmek konusunda lisanın doğru kullanılması lazımdır.
Eğer böyle yapılmazsa birincide konuşan kendisi sapıtır, İkincide ise başkalarını saptırır. İşte bu yüzden imamlarımız genel olarak insanların yaptıkları yanlışları belirlediler ve ibarelerdeki yanlış uygulamalara dikkat çekerek ikaz ettiler.
Bazı durumlarda muhakkik olan kişi şüphelerden sağlam bir şekilde kurtulduğu bir metotla, maksadının ne olduğunu anlatmaktan ibaresi eksik kaldığı, kusurlu olduğu için fasıklıkla, bidatçilikle ve küfre düşmekle itham edilir. Bu duruma en çok maruz kalanlar sûfîlerdir. Hatta ölüler ve diriler açısından onlar aleyhine inkârlar çoğalmıştır. Zarar bazen başka yönlerden olur. Bu zarar, sofilerin nefislerine gelen manaların sofi toplumun içerisinde nasıl anlatılacağına dair bir iznin olmamasıdır, öyle ki bir olan hakikat, lafzı ve manası bir olduğu halde bazıları tarafından kabul edilir, bazıları tarafından ise kabul edilmez. Biz bunlara çok şahit olduk. Şeyh Ebu-l Abbas el-Mursi bunları anlattı ve deliller getirdi.
————–
203. Kaide
Tasdik, tasdik olunan şeyi fethetmenin, açmanın anahtarıdır.
Bir konuda inkârın bulunması, inkâr edilen şeyden veyahut onun nevilerinden kalbin soğuması, nefret etmesi sebebiyle, inkâr edilen şeyin kabulüne engeldir.
Tasdik ise her ne kadar kalbiyle ona yönelmesine bir engel olmasa da tasdik olunan şeyi fethetmenin, açmanın anahtarıdır. Çünkü böyle olmasına herhangi bir engel yoktur.
Durum böyle olunca üzerinde durulması gereken nokta fakihin fıkıhla beraber herhangi bir zaman, mekân ve kişiyle sınırlamaksızın vehb e fefai kabullenip cevaz vermesi gerekir.
Çünkü kudretin sebepleri hiçbir şey ile ilişkilendirilmez. Aksi durumda ise fakih inkâr ettiği şeyden mahrum olmuş olur.
Eğer fakih bu inkârı yaparken, bir asla, bir delile dayanıyorsa bu durumda mazur sayılır. Aksi halde bilmediği bir şeyi inkâr etmesinden dolayı mazereti olamaz.
Bu esaslara güven ve selamet bul. Bu konuyu en iyi bilen Hz. Allah’tır.
————–
204. Kaide
İnkâr, herhangi bir kötülüğün engellenmesine yöneliktir.
İnkâr edilen şeyin inkâr edilmesinin sebepleri inkâr eden kişinin bir içtihada dayanması, bir zararın engellenmesi, gerekli olan derinleşmenin olmaması yani meselenin hakikatinin bilinmemesi, anlayışın zayıf olması, ilim eksikliğinin olması, hükmün sebebinin bilinmemesi, meselenin konusunun karmakarışık olmasından ya da inkâr edenin inatçı olmasındandır.
Sonuncusu yani inat etme sebebinin haricindeki sebeplerden, hak yani gerçek ortaya çıkınca dönülmesi, bunların hepsinin alametidir. Çünkü inatçı kişi ortaya çıkan gerçeği kabul etmez, davasında tutarlı değildir ve işlerinde herhangi bir ölçü denge de yoktur.
Herhangi bir kötülüğün engellenmesine yönelik sebepte ise, inkâr eden kişi, inkârından dönse bile inkâr ettiği şeyde fesat yönü devam ettiği müddetçe, inkârında devam etmesi gerekir.
Ebu Hayyan’ın(1) Nehr ve Bahr isimli kitapları ile İbnül Cevzi’nin(2) Telbisi İblis’inde yaptıkları sakındırmalar, kendilerinin de iddia ettikleri ve üzerlerine yemin ettikleri gibi kötülüğün giderilmesi türünden inkârdır.
Bunların ikisinde de bu sözlerinin içtihattan kaynaklandığına dair deliller vardır. îbnül Cevzi sûfîlere karşı çıkmakla beraber, tasavvuf ehlinden nakillerde bulunmuştur. Bu da onun sofileri Şeddi zeria ilkesi için inkâr ettiğine delalet etmektedir. Bu konuyu en iyi bilen Hz. Allah’tır.
(1)-Tezkiratul Huffaz,1/23
(2)-Vefeyatül ayan,1,/279
————–
211.Kaide
İddia sahibinin iddiası, sonuçlarına göre değerlendirilir. Eğer iddia ettiği şey açık bir şekilde ortaya çıkarsa iddiası doğrudur. Yoksa iddiasında yalancıdır.
İddia sahibinin iddiası, sonuçlarına göre değerlendirilir. Eğer iddia ettiği şey açık bir şekilde ortaya çıkarsa iddiası doğrudur. Yoksa iddiasında yalancıdır. Böyle olunca kendisini, takvanın takip etmediği, takva ile desteklenmeyen tevbe batıldır. Kendisinde veranın olmadığı istikamet de, tam değildir. Züht ile sonuçlanmayan vera eksiktir, kendisinde tevekkül bulunmayan züht kuru ve verimsizdir. Allah’ın haricindeki her şeyden alakayı kesip, sadece Allah’a dayanmayı gerektirmeyen tevekkül sadece göstermeliktir Aslı esası yoktur.
Tevbenin gerçek olup olmadığı haramlardan yüz çevirmede, takvanın mükemmelliği, Allah’tan başka kimsenin muttali olmadığı yerde nasıl davrandığında ortaya çıkar. İstikametin bulunmaması, bidatlere düşmeden zikrine devam etmesinde, veranın varlığı ise, şüpheli durumlarda şehvete düşüp düşmemesinde ortaya çıkar. Eğer nefsin isteklerine uymazsa vera sahibi olur. Aksi halde vera sahibi değildir.
Züht ise bir seçim söz konusu olursa dünyayı geri çevirmek, fakat dünya kendiliğinden gelirse kabullenmek, böyle olunca da dünyanın ona yüz vermesine ya da vermemesine önem vermemektir. Tevekkül ise sebepler ortadan kalktığında bütün insanların ölmesi, yerin ot bitirmemesi, gökyüzünün yağmur yağdırmaması gibi bütün çıkış yönlerinin kapandığı bir durumda meydana gelir.
İşte bu durumda kalp, sükûnet içerisinde ise bu tevekküldür. Eğer böyle değilse o kimse tevekkül sahibi değildir. Vacip ve mendupluğunun düştüğü belli olan her işin, bu durumun bilinmesine rağmen nefis tarafından hala istenmesi, nefsin hevası yani şiddetle istemesindendir. Her ne kadar bu iş, gerçekte doğru bile olsa böyledir. Eğer bu iş, sadece düşürülmek için düşürülmüş ise o zaman bundan maksat niçin yapılması istendiyse onun içindir. Sen böyle anla.
Şeyh Ahmed İbn Zerruk – İslam Tasavvufunun Temel Esasları
(Gelenek Yayınları)
0 Yorumlar