Genel anlamda mistisizm, “insanın dünyaya karşı tavır koymasının ve kendi içindeki hakikati aramasının” adıdır. Bir bakıma bütün inanç sistemlerinin ve felsefî ekollerin ortak yanıdır. Tavırlar farklı olmakla birlikte, bütün sistemlerde mistik anlayış vardır. Tasavvuf ise İslam ruh hayatının ve manevî olgunluğa erme yolunun adıdır. İslam’ın tefekkür, şuur ve kültür mirasının bir parçasıdır tasavvuf.
İslam tasavvufu, Kur’an’ın “tezkiye “, “takva “ ve “tebettül”lafızlarıyla anlattığı ibadet, ahlâk ve nefs terbiye yoludur. Bu yüzden diğer İslamî ilimler gibi, Hicrî II. ve III. asırda, metodu ve hedefi olan bir ilim olarak ortaya çıkmış, önceleri zahidlik ve zühdî yaşayış tarzında gelişmiş, bilahare tasavvuf adıyla sistemleşmiştir. Tasavvuf cereyanının ortaya çıkmasında manevî ve ictimaî olmak üzere iki önemli âmil rol oynamıştır. Tasavvufun ortaya çıkışını sağlayan asıl amil, manevî amildir. Bu, İslamın temel kaynakları olan Kur’an ve sünnetteki esaslardır. Kur’an ve sünnette insanları tasavvufî düşünce ve zühdî yaşayışa yönlendiren pek çok mesajlar vardır. Nitekim bunlardan bazılarını şöyle sıralamak mümkündür:
Kur’an’ın beyanına göre Hz. Peygamber’in risalet görevine giren vazifelerden biri de tezkiyedir (el-Cum’a 62/62). Allah Teala, nefsini tezkiye edenin kurtuluşa ereceğini müjdelemekte (eş-Şems 91/9-10), kuru ve katı kalpliliğin kötülüğünü ve Allah’ın zikrine fırsat vermediğini (ez-Zümer 39/22), âhirette işe yarayacak gönlün, kalb-i selim olacağını (eş-Şuara 26/88-89) haber vermektedir. Kitab’ı öğreten kimselerin rabbanî alimler olması gerektiğini belirten (Âl-i İmran 3/79) Yüce Mevla, Allah’ın adını anarak tam bir yönelişle O’na yönelmek gerektiğini beyan buyurmaktadır (el-Muzzemil 73/8). Kur’an, iman ehli kişilerin Allah Teala’yı çok sevdiklerini haber vermekte (el-Bakara 2/165) ve bu sevginin karşılıklı olduğunu; yani Allah’ın kulları, kulların da Allah’ı sevdiklerini (el-Maide 5/54) belirtmektedir. Kur’an’da 254 yerde geçen zikir lafzı, kesretten kinaye olarak, kulun Allah’ı unutmaması gerektiğini ifade etmektedir. Kur’an’daki bu tür emir ve mesajlar, İslam ruhî hayatının temellerini teşkil eden ve bu düşüncenin oluşumunu sağlayan esaslardır. İslam ruh hayatının Kur’an’dan delillerini çoğaltmak ve bunları her tasavvufî ıstılaha mesned olacak tarzda artırmak mümkündür. Ancak biz burada, İslam’ın kendi bünyesinin, böyle bir sistemin ortaya çıkışını zarurî kıldığını ve buna manevî amil dediğimizi ifade etmek istiyoruz.
Tasavvufun ortaya çıkışını sağlayan asıl amil, manevî amildir. Bu, İslamın temel kaynakları olan Kur’an ve sünnetteki esaslardır. Kur’an ve sünnette insanları tasavvufî düşünce ve zühdî yaşayışa yönlendiren pek çok mesajlar vardır.
Gözlerimizi saadet çağına çevirip Hz. Peygamber’in hayatını incelediğimiz zaman, orada İslam’ın ruh hayatının örneklerini, zühd ve tasavvufi yaşantının saf numunelerini görürüz. Hz. Peygamber’in vahiy gelmeden önce evinden barkından ayrılıp Hira dağındaki mağaraya inzivaya çekilmesi, Medine döneminde Ramazan ayının son on gününde i’tikafa girmesi, tasavvufta file, erbain, ya da halvet adı verilen yalnızlık hayatına benzemektedir.
Hz. Peygamber’in bütün hayatı, riyazat, tefekkür ve zühd denilen ruhî tecrübelerle doludur. O (sav), peygamber ve devlet başkanı olduğu halde, söküğünü yamamaktan, merkebe binmekten, yün ya da kıldan yapılmış elbise giymekten, kölelerle bir arada bulunmaktan çekinmemiş, en sıkıntılı zamanlarında, en dar anlarında bile insanlara yardımcı ve destek olmaktan geri durmamıştır. Nefsi için asla kızmaması, intikam almak ve beddua etmek gibi bir zaafa kapılmaması, O (sav)’nun Hakk’ın yardımıyla nefsini ne ölçüde tezkiye ve terbiye ettiğini gösterir.
İbadeti “ihsan” terimiyle, “Allah’ı görüyormuşcasına kulluk “ seklinde tarif ve ifade eden Allah Rasulü, ömrü boyunca imanını “ihsan “ olarak yaşamış ve ashabını o modele uydurmaya gayret etmiştir. O’nun mümtaz ashabı, en büyüğünden en küçüğüne kadar, Muhammedî mektebin talebeleri olmuş, nefs engelini aşarak, Allah, Rasulullah ve İslam için her şeylerini fedaya hazır olduklarını göstermişlerdir. Özellikle, ashab içinde suffe ehli olarak bilinen, dünya ve dünyalıklarla ilgileri bulunmayan sahabiler, sufilerin asr-ı saadetteki ilk temsilcileri sayılabilecek şahsiyetlerdir.
Kur’an ve sünnetin talim ettiği ve ashabın fiilen yaşadığı “zühd ve takva” gibi isimlerle anılan ruhî ve manevî hayat, ahiret-dünya dengesinin bozulmasından ve dünyanın ahireti gölgeleyecek bir biçimde ortaya çıkmasından sonra bir karşı tavır olarak sistemleşmiştir. Zira Kur’an ve sünnet esaslarına dayalı zühdî yaşayış, asr-ı saadetten sonra çeşitli vesilelerle yara aldı. Zühdî yaşantıyı ve manevî hayatı yaralayan en önemli sebep, fetihlerle gelen sosyal refahtı, hayat standardının yükselmesiydi. Bu yöneliş, dindar halk tabakaları arasında kaygı ile karşılandı. Saadet çağının zühdî hayatına olan özlem giderek arttı ve yaygınlaştı. Zühd ve takva konusunda belli bir olgunluğa ermiş bazı kimseler, devlet ricali ve zenginlerin dünyaya dalıp ahireti umursamaz bir tavır içine girmelerinden rahatsız olarak kendilerinin büsbütün zühdî hayata verdiler. Böylece Kur’an ve sünnetin özünde var olan zühd ve manevî hayat, dünya sevdalılarına bir reaksiyon olarak sistemleşti.
Kur’an ve sünnetin özünde var olan zühd ve manevî hayat, ahiret-dünya dengesinin bozulmasından ve dünyanın ahireti gölgeleyecek bir biçimde ortaya çıkmasından sonra dünya sevdalılarına bir reaksiyon olarak sistemleşti.
Zühdî hayatın sistemleşmesi ve yaygınlaşmasında ilk zahid-sufilerin tavırları kadar kaleme aldıkları Kitabu’z-zühd ve diğer tasavvufi eserler de etkili olmuştur.
Zühd ve tasavvufun bir ilim ve hayat tarzı olarak İslam müesseseleri arasında yerini alması, bu ilim mensuplarını kendi görüş, yaşayış ve düşüncelerini teyid maksadıyla Kur’an ve hadisten deliller aramaya yönlendirdi. Aslında İslamî ilimlerin ve İslam mezheplerinin oluşumu döneminde bütün fırkalar ve İslamî müesseseler, Kur’an âyetlerini kendi görüşleri doğrultusunda tefsir etmeye, düşüncelerini teyid için âyet ve hadislerden deliller çıkarmaya büyük bir önem verdiler. Âyet ve hadislerde, eğer o anlam yoksa, nasları o görüş istikametinde te’vil etmeye çalıştılar. Bid’at fırkası sayılan mezhep ve düşünce sistemlerinin mensupları bile, varlıklarını sürdürebilmek için kendilerini bunu yapmaya mecbur hissettiler. Böylece başlangıçta âyet ve hadislerin nakle dayanan tefsir ve şerhlerine, akla dayalı re’y sistemi eklenmiş oldu. “Dirayet” metodu da denilen bu anlayışa mutasavvıflar, kendi düşünce ve yaşayışlarına uygun, manevî ve ruhî tecrübelerine, ledünni mükaşefelerine dayalı üçüncü bir metod kattılar. “İsari “ adı verilen bu metod, âyetlerin tasavvufî tefsiri, hadislerin tasavvufî şerh ve yorumudur. Bu bakımdan mutasavvıfların Kur’an ve hadis ile olan ilgileri iki türlüdür:
1-Bütün İslamî ilimler gibi tasavvufun kaynağının Kur’an ve sünnet olması sebebiyle,
2-Âyet ve hadislere, diğer ilimlerden farklı bir yaklaşımla bakarak işarî tefsir ve şerh metodunu getirmiş bulunmaları münasebetiyle.
Mutasavvıfların hadislerle olan ilgileri ilk devirlerde hadis rivayeti ve bu rivayetlerin nasihat vesilesi olarak değerlendirilmesi tarzında iken, daha sonraları “işarî” anlamda şerh şeklinde ortaya çıkmıştır. Âyetlerin işarî usulle tefsiri, hadislerden once başlamıştır. Bugün bildiğimiz hadis şarihleri içinde tasavvufi tecrübeye dayalı olarak şerh yazanların ilki, Hakim Tirmizi’dir. Onun başlattığı bu yol, Kelabazi, Konevi ve Bursali İsmail Hakkı gibi mutasavvıflarca devam ettirilmiştir.
Mutasavvıfların yazdığı tasavvufî hadis şerhlerinin amelî tasavvufa yönelik olanları, tasavvufun nazarî ve fikrî tarafına ağırlık vererek yazılanlarından çoktur. Mutasavvıflar, genellikle kırk hadis geleneğine bağlı kalarak, kırk hadis mecmua ve şerhleri te’lif ettikleri gibi, bir tek hadis için şerhler de yazmışlardır.
Hasan Kamil Yılmaz
0 Yorumlar