Nebi’nin (s.a.v) İlm-i Batına Göre Hüküm Vermesi
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
Allah’a hamd, seçkin kulları üzerine selâm olsun.
Resûlullah’ın (s.a.v); Musa’nın (a.s) Hızır’la (a.s) buluşmasını, Hızır’ın çocuğu öldürmesindeki hikmetini, Musa’nın (a.s) ona itirazını, Hızır’ın (a.s) Musa’ya, “Ey Musa! Ben, Allah ’ın ilminden bana öğrettiği bir ilim üzerindeyim ki senin onu bilmen mümkün değil. Sen de Allah ’ın ilminden sana öğrettiği bir ilim üzerindesin ki ben de onu bilmem mümkün değil ”96 dediğini ifade eden ve İbn Abbas’ın Übey b. Kâ‘b’dan rivayet ettiği hadis, Sahîhayn (Buhârî ve Müslim) ve diğer hadis kitaplarında sabittir.Şeyh Sirâceddin el-Bulkînî şöyle demiştir: “Bu gerçekten karışık bir durumdur. Zira her iki ciheti zikredilmiş olan bir ilmin öğrenilmesi nasıl olur da gerekli olmaz?”97 Yine şöyle devam etmektedir: “Bunun cevabı, ilmi amele hamletmektir. Yani, kendisiyle amel etmek üzere bu ilmi(mi) öğrenmene gerek yok; çünkü bu ilimle amel, şer‘in gereklerine uygun değildir. Bana da mûcibince amel etmek üzere şendeki ilmi öğrenmem gerekmez. Zira senin ilmin hakikatin gereklerine aykırı düşer.” Bulkînî, sözlerini şöyle bitirmektedir:
Bu duruma göre Peygamber e (s.a.v) tâbi olan velinin, bir hakikate muttali olduğunda, hakikatin gereği diye onu yerine getirmesi câiz olmaz. Ona, zahir hükmü yerine getirmek düşer.” (Bulkînî’nin) sözleri burada sona erdi. Müctehid olarak tanımlanan âlimlerden biri olan îmam Kemâleddin ez-Zemlekânî eş-Şâfıî, Tahkîku’l-Ûlâ min Ehli’r-Refîku’l-A 7â isimli kitabında şunları aktarmaktadır: Resûlullah’ın (s.a.v); zatı, davası ve meâdı (varılacak, dönülecek yer) bakımından en mükemmel olduğu (akim gereği) bilinen bir gerçektir. Bunlar, şerefli hasletlerdir. Zatı itibariyle en mükemmeldir,zira diğer nebilerden herhangi birine verilmiş olan ne kadar (özel) makam ve haslet varsa, o makam ve hasletler bakımından Peygamberimiz (s.a.v) daha tam ve daha mükemmeldir. Dolayısıyla, onun nübüvveti ve risaleti, daha tam, daha mükemmeldir. Dostlukla beraber muhabbet, tefekkürün yanında kelâm, seçilmişlik, kurb, yakınlık, güzel ahlâk ve güzel yaratılış, mağfiretle beraber ismetin kemali ona aittir. O, en müttaki ve kendisine tabi olunandır. Şayet Arap makâmâtlarına bakılırsa, tüm yeterli (tam) makamlara mahsus olduğu (görülür). Şayet ahlâkın temizliği ve ırk mükemmelliği cihetiyle bakılırsa, o, (bu cihetlerden) en tam ve mükemmel olandır. Şüphesiz o, mükemmel ahlâkı tamamlamak üzere, en hayırlı zamanda ve en tâhir evden gönderilendir. Zira o, muhtar olan Mustafa (s.a.v), İsmail’in (a.s) evladı, hidayet ve kulların imamıdır.
Hiç şüphesiz, geçmiş ve gelecek günahları affedilmiştir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: ‘Peygamberler, Allah ’ın hidayetine eriştirdiği kimselerdir. Sen de onların gittiği yoldan yürü.98 Allah, onların hidayetlerine tâbi olunmasını emretti. Kendileri için hidayet olan her ne varsa ona tâbi olmaları vâciptir. Kendisinden önceki nebilere verilen tüm hidayet yollan ona da verilmiştir. Diğer nebilere taksim edilenler onda cemolmuştur. Diğer nebilerden ona ve bi‘setine iman hususunda mîsak alınmıştır. Bundan dolayı, onların önüne geçmiş, onlara namaz kıldırmıştır.Dolayısıyla o, tüm enbiyanın imamıdır. Şeref ve fazilet olarak bu sana yeter. Daveti cihetiyle en mükemmel oluşuna gelince, onun şeriatı, diğer nebilerin şeriatlarını neshetmiştir. Daveti, önceki nebileri ve ümmetlerini kapsar. Dolayısıyla o imam, diğer nebiler ise me’mumdurlar (imama tâbi). O, tâbi olunan, diğerleri tâbi olanlardır.
Onun mucizeleri daha tamdır. Zira, diğer nebilere her ne mucize verilmişse aynısı ve daha mükemmeli Peygamberimiz’e de (s.a.v) verilmiştir. Ayrıcaona, diğer nebilere verilmeyen mucizeler de verilmiştir. Kitabı, kitapların en şereflisi ve en mükemmel olanıdır. O kitap öyle korunan bir kitaptır ki ona ne önünden ne de ardından bâtıl yanaşmaz. Hiçbir şey onu neshedemez. Onun mucizeleri ebediyen bâkidir (kalıcı). Kur’an bunlardan biri olduğu gibi, evvelce zuhur etmiş ve tâ kıyamete kadar zuhur edecek olanlar da bunlardandır. Meâdı cihetiyle en mükemmel oluşuna gelince, Resûlullah (s.a.v), o gün (mahşer) komutan olarak, diğer tüm nebilerin altında toplanacakları livâü’l-hamd sancağının sahibidir. İlk şefaat eden ve ilk şefaat olunan odur. Makamü’l-mahmûdun sahibidir. Cennette ve dârü’l-cezada derecesine gelince, en yüce dereceye sahiptir.Zira o, vesile sahibidir ki cennette en yüksek derece olup ondan başkası ona nâil olamaz. Ümmeti, ümmetlerin en faziletlisidir. Onlar, hem şefaat eden hem de şefaat olunanlar, sıddıklar, şühedave salihlerdir. O (nebî), âlemler için rahmet olan, göklerin ve yerlerin Rabb’iyle beraber ismi yükseltilen, havz ve kevserin sahibidir. Onun ümmeti mahşer günü diğer ümmetlere şahit olacaktır. Onun fa-zilet ve menkıbeleri anlatmakla bitmez, başı (nerede) sonu (nerede) anlaşılmaz.”
Sonra (İmam Zemlekânî), izahatta bulunmak üzere şöyle devam etmektedir: “Her bir nebinin ayrı ayrı sahip oldukları mucizelerin tamamının ya aynısı veya daha mükemmelinin Peygamberimiz’e (s.a.v) verildiğini ifade ettik. Bunu da icmâlen zikrettik. Bunun detayına girmek ise, diğer nebîlere verilen ve buna karşılık Resûlullah’a da verilen mucizelerin teker teker anlatılmasını gerektirir ki bu, ancak müstakil bir kitap yazmakla mümkün olur. Fakat, zikrettiklerimizi açıklayan bir özete de ihtiyaç vardır. Bunu da iki mukaddime ile açıklamak mümkündür.
Bunlardan birincisi şudur: Usûlü’d-dîn ilminde Ehl-i sünnet mezhebine göre, evliyanın kerametlerinin sabit olduğu ifade edilmiştir. Nebîlere ait tüm mucizelerin (evliya için) keramet olarak vuku bulması caizdir. Bu ümmetin sahabe, tâbiîn ve onlardan sonra gelen evliyasına nasip olan kerametlerden hiçbiri, diğer ümmetlerde vuku olmamıştır. Bu konuyla ilgili kitaplara ve selefin haberlerine göz atan, zikrettiklerimizi orada görüp anlayacaktır. Gerçek şu ki nebîye tâbi bir veliye hâsıl olan keramet, aslında o tâbi olunan nebîye ait olup onun mucizelerinden bir mucizedir. Zira bu keramet veliye, ancak o nebîye tâbi olması, ona iman etmesi, getirdiklerini kabul etmesi ve şeriatıyla amel etmesiyle mümkün olabilir. Hatta şayet nebîye muhalefet etmesi gerekse bu kerametin husule gelmesinin sebebi olarak bu muhalefet gösterilemez. Şayet bu veli, söz konusu kerameti tâbi olduğu nebîye muhalefet etmeye bağlarsa, biz buna keramet demeyiz ve o olayı, bâtılı hak gösterme çabası ve şeytanların işi olarak görürüz. Çünkü tâbi olan veliye ancak tâbi olunan (nebî) sebebiyle keramet hasıl olur. Şüphesiz, velinin eliyle hâsıl olan keramet, bu kerametin husule gelmesini gerekli kılan ve velinin takip edip üzerinde yürüdüğü yolun sıhhatine delalet eder. Bu da o resûlün şeriatından başkası değildir. Bu durum, tâbi olduğu nebinin, davasında doğru olduğuna delalet eder. Mucizeden maksadımız, nebîlik davasında bulunan kimsenin doğruluğuna delalet eden hârikulâde haldir.
Onların mucizenin sınırı hakkındaki, “Mucize hârikulâde bir iş olup meydan okumadır. Keramet ise nebinin meydan okuması gibi değildir. Dolayısıyla kerametler nebînin mucizelerine dahil edilemez” şeklindeki sözleri bu görüşümüzü çürütemez. Çünkü biz onların, “Mucize meydan okumadır” sözünü, meydan okuma anında nebînin doğruluğuna delalet etmesi gerektiği anlamında kullandıklarını söylüyoruz. Oysa nebînin her mucize anında nübüvvet davasını zikretmesi gerekmez. Zira vuku anında nebîlik davasını zikretmediği halde, sudur eden birçok hârikulâde halin mucize sayıldığına dair icmâ gerçekleşmiştir. Aynı zamanda Resûlullah’ın (s.a.v) birçok mucizeleri ölümünden sonra zuhur etmiştir. Gaybdan verdiği haber türünden mucizeleri de İsa’nın (a.s) nüzûlü vb. gibi âhir zamanda vuku bulacak olan mucizeleri de zuhur edecektir. Bu mucizelerin, ölümünden sonra meydana gelmeleri onun doğruluğuna ve davetinin kıyamete kadar süreceğine delalet ettiğinden bunların, Hz. Peygamber’in mucizeleri olduğu gerçeğini değiştirmez. Yine bu ümmetin içindeki evliyanın kerametleri de bu meyandadır. Zira bu kerametler, Resûl-i Ekrem’in (s.a.v) doğruluğuna delalet etmekte ve onun daveti zamanında gerçekleşmektedir ki bu da hakikatte onun bir mucizesidir. İkinci mukaddime: Şüphesiz ki Âdem’den (a.s), Hz. Muhammed’in (s.a.v) zamanına kadar gelen nebilerin elleriyle vuku bulan tüm mucizeler, aynı zamanda Resûlullah’ın birer mucizesi olup onun doğruluğuna delalet ederler. Çünkü nebiler kavimlerini bununla müjdeler ve davasının umumiliğini bununla anlatırlar. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
‘Hani, Allah peygamberlerden, ‘And olsun size vereceğim her kitap ve hikmetten sonra, elinizdekini doğrulayan bir peygamber geldiğinde ona mutlaka iman edeceksiniz ve ona mutlaka yardım edeceksiniz ’ 1sözünü almış ve,‘Bunu kabul ettiniz mi; verdiğim bu ağır görevi üstlendiniz mi? ’demişti. Onlar, ‘Kabul etik’demişlerdi. Allah da, ‘Öyleyse şahit olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım ’demişti.99
Böylece Allah, tüm enbiyadan, Resûl-i Ekrem’e (s.a.v) iman ve yardım etmeleri üzerine mîsak almıştır. Şu ifadesiyle de Peygamberimiz’i onlara resûl olarak tayin etmiştir: ‘Sonra,elinizdekini doğrulayan bir peygamber geldiğinde ona mutlaka îmân edecek siniz ve ona mutlaka yardım edeceksiniz’100 Resûlullah’ın (s. a.v.) ‘Şayet Musa (a.s) hayatta olsaydı bana tâbi olacaktı’101 hadisi de buna delildir. İsa’nın (a.s), Peygamberimiz’in şeriatım teyit edici olarak nüzûlü, onun şeriatıyla amel edecek olması, imamımızın arkasında namaz kılması da bu
anlamdadır. Böylece, tüm nebilerin göstermiş oldukları mucizeler, aslında Resûlullah’ın (s.a.v) doğruluğuna delalet eden birer delil teşkil etmektedir.
Diğer nebilerin iddia ettikleri, iddiada bulunup haber verdikleri ve kavimlerini kendisiyle imana çağırdıkları şeylerin tamamında Resûl-i Ekrem’in (s.a.v) nübüvveti vardır. Diğer şeriatlar, onun şeriatıyla nesholundu. O halde, diğer nebilerin gösterdikleri mucizelerin tamamı, Hz. Peygamber’in (s.a.v) doğruluğuna delildir. Bunlar, aynı zamanda Allah Resûlü için birer mucizedir. Zira mucizenin, nübüvvet iddiasında bulunan kimsenin kendi eliyle gösterilmesi şart değildir. Hatta bazan, fetret devrinde ve Resûlullah’ın (s.a.v) doğumu sırasında zuhur eden hârikulâde haller gibi durumlar bile, nebînin doğruluğuna delalet ederler.
İşte bu iki mukaddime sana Resûl-i Ekrem’in (s.a.v) mucizelerinin genişliği hakkında zikretttiklerimizi açıklamakta ve sana, diğer nebilerin mucizelerinin (aslında) kendisine (Peygamberimiz’e) ait olduğunu anlatmaktadır. Hal böyle olunca Allah Resûlü’nün bizzat kendisinin göstermiş olduğu mucizeler nasıl daha tam ve mükemmel olmasın.” Zemlekânî’nin sözleri burada sona erdi. Şeyh Takıyyüddin es-Sübkî’nin, es-Seyfü ’l-Meslûl alâ men Sebbe ’r-Resûl adlı kitabında şu ifadeler yer almaktadır: Ebû Davud, Ahmed b. Hanbel’den Ebû Bekir’in (r.a) tavrını belirten şu hadisi sordu: “Adamın biri Hz. Ebû Bekir ’i (r.a) kızdırdığında, Ebû Berze, ‘Resûlullah ’a hakaret ettiği için onu öldüreyim m i?’ diye sordu. Bunun üzerine Ebû Bekir ’in (r.a), ‘Hayır! Resûl-i Ekrem ’den (s.a.v) sonra kimsenin böyle bir yetkisi yoktur’cevabını verdi/Bunun üzerine Ahmed b. Hanbel, ‘Resûlullah ’ın (s.a.v) emrettiği şu üç şey dışında, Ebû Bekir ’in (r.a) herhangi birini öldürmesi câiz olmaz. Bunlar da iman ettikten sonra küfre dönmek, evlendikten sonra zina etmek, haksız yere adam öldürmektir. Hz. Peygamber ’in (s.a.v) bu üç sebep olmadan da adam öldürme yetkisi vardı ’102 demiştir.”103
Bu durum, ona ait hususlardandı. Yani, Resûlullah’ın (s.a.v), diğer insanlar tarafından bilinen ve öldürülmesini mubah kılan herhangi bir (zâhirî) sebep olmadan da kişi hakkında ölüm emri verme yetkisi vardı. İnsanların da buna itaat etmeleri gerekirdi. Çünkü o, Allah’ın kendisine emrettiğinden başka bir şeyi emretmez. Bu iki haslet, Resûl-i Ekrem (s.a.v) dışında kimseye verilmemiştir. Şeyh Takıyyüddin es-Sübkî’nin şöyle demiştir: “Hızır’ın (a.s) çocuğu öldürmesi, kâfir tabiatlı oluşu sebebiyledir ki bu da bu olaya has bir durumdur. Zira çocuk (yaşta) birinin öldürülmesinin şeriata göre câiz olmadığı bilinmektedir. Özellikle mümin anne ve babadan dünyaya gelen çocuk. Her ne kadar, Allah’ın Hızır’ı (a.s) muttali kıldığı gibi bazı evliyayı da çocuğun durumuna muttali kıldığını ileri sürdüysek de çocuğu öldürmek şeriatın hükmüne göre câiz değildir. Yine İbn Abbas’tan şu husus nakledilmiştir: Necde el-Harûrî, bir mektup yazıp çocukların öldürülüp öldürülmeyeceğini sorduğunda -Harûrî lakabı Harûr’e nisbetendir, Harûr, Kûfe’de bir köyün ismidir. Ehli, tamamen Havâric’den idiler- İbn Abbas (r.a) ona şöyle yazmıştı: ‘Eğer sen Hızır (a.s) isen ve kâfir olanı mümin olandan ayırt edebilyorsan onları öldür. ’104
İbn Abbas’ın (r.a) bundan maksadı, Necde’nin ihtiyacım gidermek, mümkün olmayan bir şeyi işlemesine engel olmak ve Hızır’ın (a.s) hükmüyle hü küm verme isteğini ortadan kaldırmaktı, ibn Abbas’ın amacı, bu durum hâsıl olduğunda öldürmenin câiz olduğunu ifade etmek değildi. Bu da zaten şeriatın cevâz vermediği bir hükümdür. Çünkü (çocukla ilgili) küfür, o an hâsıl olmamıştır, bilakis sonra olacak olan bir iştir. Dolayısıyla hâsıl olmamış bir nedenden dolayı nasıl öldürülebilir. Hakikat şudur, çocuk ne hakiki küfürle ne de hakiki imanla vasıflandırılır. Bu durumda, onu nebî olarak kabul edenlere göre, Hızır’ın (a.s) hükmü, ona has müstakil bir şeriat olarak yorumlanmalıdır.” Sübkî’nin sözleri burada sona erdi. (Burada bahsi geçen) Sübkî, İmam Takıyyüddin Ali b. Abdülkâfı es-Sübkî’dir.105
Bu Sayfaları Yazma Nedenim Hakkında Fasıl:
Resûlullah’a (s.a.v), diğer nebîlere verilen zâhir ve şeriat hükümleri yanında, Hızır’a (a.s) verilen bâtın ile hakikat hükümlerinin cemolduğuna kanaat ettim. Bu, Allah’ın kendilin e has kıldığı bir hususiyettir. Bunun böyle olduğuna dair dayanak, âlimlerin nakilleri ile hadislerdir.
Nakiller ise tafsîlî ve icmâlî olmak üzere iki kısma ayrılırlar.
Tafsîlî Nakiller: İmam Kurtubî tefsirinde şöyle demiştir: “Ulemanın tamamı, Hz. Peygamber’in (s.a.v) dışında hiç kimsenin (zâhir deliller olmadan) ilmine dayanarak ölüm cezası veremeyeceği hususunda icmâ etmiştir. Bu durum Resûlullah’a hastır. (Onun dışında hiç kimsenin [delilsiz olarak] kendi bilgisiyle ölüm cezasına hükmetmesi câiz değildir).” Bu büyük imamdan yapılan icmâ nakli sana (delil olarak) yeter. İbn Dihye şöyle demiştir: “Bu durum, Resûl-i Ekrem’e (s.a.v) has kılınmıştır. Zira o, deliller sabit olmadığı halde zina ile itham ettiği birinin ölümüne hükmetmiştir ki bu durum ondan başkasına câiz değildir.” Zerkeşî bunu Hâdim’de nakletmiştir. İmam Râfiî Şerh’te, İmam Nevevî er-Ravza’da şöyle demiştir: “İlmine dayanarak hükümde bulunmak Hz. Peygamber’e (s.a.v) ait bir husustur ki başkaları için bunun tersi geçerlidir.” Kadı Celâleddin el-Bulkînî er-Ravza’nın hâşiyelerinde, “Şeyhayn’ın söylediklerinin zâhirî, Resûlullah’nm (s.a.v), ister hadler olsun ister diğer hususlar, mutlak anlamda ilmine dayanarak (zâhirî deliller olmadan) hükmeder, manasına gelmektedir ki bunda ihtilaf yoktur” demektedir.
Bu da Kurtubî’nin icmâ nakline uygun düşmektedir. Çünkü mezhepler, Resûl-i Ekrem’in (s.a.v) dışında kimsenin kendi bilgisine dayanarak had cezasına hükmedemeyeceği görüşünde müttefiktirler. İhtilaf, hadler dışındaki konularla ilgilidir. Biz bunu câiz görürken diğer mezhepler câiz görmemekteler. Hz. Peygamber (s.a.v) ile ilgili, gerek hadler gerekse diğer ceza hükümleri hakkında herhangi bir ihtilaf haberi gelmemiştir.
İcmâlî Nakiller: Âlimler, diğer nebilere mucize ve fazilet nevinden her ne verildiyse, Peygamberimiz’e de (s.a.v) onun aynısı ve daha mükemmelinin verildiğini söylemektedirler. Bununla ilgili olarak İmam Şafiî’den şu söz hikâye edilmiştir: Kendisine İsa’ya (a.s) ölüleri diriltme mucizesi verilmişti denildiğinde, o, “Muhammed’e (s.a.v) hanînü’l-ciz’ (kütüğün ağlaması) mucizesi verildi ki bu daha büyük (bir mucizedir)” cevabını vermiştir. Bu o kadar çok meşhur oldu ki daha sonra kim fazilet konusunda bir kitap yazdıysa bu sözü zikretmiştir.
Bedr b. Habîb, en-Necmüs-Sâkıb f î Eşrefi’l-Menâkıb adlı kitapta şunları aktarmaktadır: “Diğer nebilere istifade edilen her ne husus verildiyse, Peygamberimiz’e de mutlaka aynısı ve daha fazlası verilmiştir. Bu böylece sabit olunca, Resûlullah’ın (a.s), diğer nebilerin sahip oldukları zâhirle hükmetmenin yanında, Hızır’ın (a.s) sahip olduğu bâtın ve hakikatle hükmetme yetkisine sahip olması gerekir. Dolayısıyla, diğer nebilerin çoğuna verilenlerle, Hızır’a (a. s) verilenin aynısı nebimize verilmiş ve iki özellik kendisinde cemolmuştur. Şöyle ki kendisine, zâhir ve bâtınla hükmetme hususu mubah kılınmıştır.” Biz bu söylenenlere izah olmak üzere Sübkî’nin et-Ta‘zîm ve’l-Minne adlı kitabında yer alan şu açıklamalarını ilave ediyoruz: “Hz. Peygamber’in (s.a.v) ‘Tüm insanlara gönderildim ’106 hadisi, sadece onun döneminden kıyamete kadar gelecek olan insanları değil, kendisinden önceki insanları da içine almaktadır. Bununla Resûlullah’ın (s.a.v), ‘Adem (a.s), daha ruh ve ceset arasında bir haldeyken ben nebî idim ’107 hadisinin manası ortaya çıkmaktadır.
Hadisi, Hz. Muhmmed’in gelecekte nebî olacağını Allah’ın ilmiyle bildiği şeklinde tefsir edenler, bu manayı kavrayamamışlardır. Zira Allah’ın ilmi, tüm eşyayı ihata etmiştir. Allah’ın, Resûlullah’ı (s.a.v) o vakitte nebî olarak vasfetmiş olması, o vakitte sabit olmuş olan bir emir olarak anlamayı gerekli kılmaktadır. Bundan dolayıdır ki Âdem (a.s), arşın üzerinde ‘Muhammedün resûlullah’ yazıldığım gördü. Bu da bunun o zamanda sabit bir mana olduğunu gerekli kılmaktadır. Şayet bundan murat, sadece gelecekteki (nübüvveti) Allah’ın ilmiyle bilmesi olmuş olsaydı, ‘Adem (a.s), daha ruh ve ceset arasında bir haldeyken ben nebî idim ’ hadisinin bir hususiyeti kalmazdı. Çünkü Allah, o vakitte de daha önce de tüm nebilerin nübüvvetlerini ilmiyle biliyordu. O halde bu, nebimize has bir hususiyet olmalı ki Allah bunu haber verdi. Böylece de onun Allah indindeki kadrini anlasınlar ve sahih haberle yüce Rabb’i tarafından Resûlullah ’ın (s.a.v) Âdem’den (a.s) önce kemale erdirildiğini öğrendik desinler diye ümmetine bu durumu ilan etti.
Yine Allah, Hz. Peygamber’in (s.a.v) hakikatini Adem’den (a.s) önce yaratmış ve daha o zaman, ona nübüvvet vermiştir. Resûlullah’ın (s.a.v) kendilerinden önce geldiğini, kendilerinin nebisi ve resûlü olduğunu bilsinler diye, diğer nebilerden mîsak almıştır. Gel de Rab Sübhânehû ve Teâlâ tarafından Hz. Peygamber’e (s.a.v) verilen şu büyük değere bak! Şu halde Resûlullah’ın (s.a.v), tüm enbiyanın nebisi olduğu anlaşıldı. Ahirette tüm nebilerin onun livâsı altında toplanmaları da bunu göstermektedir. Dünyada, İsrâ gecesinde tüm nebilere namaz kıldırması da böyledir. Şayet Resûl-.i Ekrem (s.a.v) gelişi, Âdem (a.s), Nuh (a.s), İbrahim (a.s), Musa (a.s) ve îsa’nın (a.s) dönemlerine denk gelseydi, kendileri ve ümmetlerinin Peygamberimiz’e (s.a.v) iman edip ona yardımcı olmaları vâcip olurdu. Bunun için yüce Allah onlardan mîsak aldı.
Bu durumda Fahr-i Kâinat’ın onların üzerine nübüvveti ve onlara risaleti ile bir mana hâsıl olmaktadır. Şayet onların dönemlerinde olsaydı, hiç şeksiz Allah Resûlü’ne tâbi olmaları gerekirdi. İsa’nın (a.s), kerim bir nebî olduğu halde âhir zamanda onun şeriatı ile gelecek olması bundan dolayıdır. Şüphesiz İsa (a.s), tüm emir ve nehiyleriyle Kur’an ve Sünnet’te yer alan Hz. Peygamber’in şeriatıyla hükmedecek. Şu halde o, sair ümmetle alakadar olduğu gibi, onunla da alakadardır. O, vasfından hiçbir şey eksilmediği halde, kendi halinde kerim bir nebidir. Aynı şekilde şayet Resûlullah (s.a.v), onun, Musa’nın, İbrahim’in, Nuh’un veya Âdem’den (a.s) herhangi birinin zamanında gönderilmiş olsaydı, onlar ümmetlerine gönderildikleri risalet ve nübüvvet üzere devam ederlerken, Peygamberimiz (s.a.v) onların üstünde bir nebî ve hepsinin resûlü olurdu. Dolayısıyla Resûl-i Ekrem’nin (s.a.v) nübüvveti ve risaleti, daha âm, daha şumüllü, daha büyük ve usul bakımından onların şeriatlarıyla müttefiktir. Zira onlarda ihtilaf yoktur. Bunun dışında şeriatının öne geçmesiyle aralarında ihtilaf ya tahsis ya da nesih yoluyla fürû konularında vâki olurdu veya ne nesih ne de tahsis olurdu. Bilakis ümmetlere nisbetle o dönemde Hz. Peygamber’in (s.a.v) şeriatı, nebilerinin kendilerine getirdikleri şeriat gibi olurdu. Söz konusu dönemde bu ümmete nisbetle bu şeriat ve hükümler, şahıs ve vakitlerin değişmesi ile farklılık arzeder.”
Böylece iki hadisin bilmediğimiz iki manası ortaya çıkmış oldu. Bunlardan birincisi, “Tüm insanlara gönderildim ” hadisidir. Bu hadisten, onun zamanından kıyamete kadar olan insanların kastedildiğini zannediyorduk. Oysa tüm insanların, ilk insandan son insana kadar tamamının kastedildiği ortaya çıktı. İkincisi de, “Âdem (a.s), daha ruh ve ceset arasında bir haldeyken, ben nebî idim ” hadisidir. Bunun Allah ilminde gerçekleştiğini zannediyorduk. Oysa bundan daha fazla mânalar ifade ettiğini böylece Sübkî’nin izahatlarından anlamış olduk. O halde Sübkî’nin, “Şayet Hz. Peygamber (s.a.v) o zaman gönderilseydi, o ümmetlere nisbetle, Resûlullah’ın (s.a.v) şeriatı, nebilerinin kendilerine getirdikleri şeriatlar gibi olurdu” şeklindeki sözüne dikkat et. Buna göre eğer Resûl-i Ekrem (s.a.v), Musa ve Hızır’ın (a.s) zamanında gelseydi şeriatı, Musa’nın (a.s) kavmi için Musa’nın (a.s) kendilerine getirdiği zâhirî hükümler ve bu şeriatın gerekleri nisbetinde olacaktı. Yine Hızır’ın (a.s) kavmi için de Hızır’ın (a.s) kendilerine getirdiği bâtın hükümler ve hakikatin gereği nisbetinde olacaktı. Hal böyle olunca, Resûlullah’ın (s.a.v) varlığının ve bi‘setinin iki yönlü olduğu nasıl uzak görülebilir? Bu iki hususu kendisi müjdelemekte ve bunu herhangi biri uzak göremez. Sübkî’nin, Bürde sahibinin şu beyitlerini dile getirmesi de bu manadadır:
“Kerem sahibi resullerin getirdiği her ne varsa
Mutlaka onun nuruna bağlı olarak gelmiştir.
Çünkü o, faziletli bir güneş, diğerleri yıldızlarıdır
Nurları karanlıkta insanları aydınlatır. ”
Şemseddin İbn Sâiğ, er-Rakamm adlı eserinde şöyle demektedir: “Mürsel ve nebilerin, nübüvvetlerine delil olmak üzere halka göstermiş olâukları mucizelerin tamamı Peygamberimiz’in (s.a.v) nuruna bağlı olarak vuku bulmuştur. Zira Resûlullah’ın nuru, Âdem’den (a.s) önce yaratılmıştı. Ardından Âdem’e (a.s) intikal etti. Sonra annelere gelmek üzere sulblere intikal etti. Derken annelere intikal etti. İşte bu nurla yüce Allah, kerem sahibi enbiya eliyle mucizeleri tanzim etti. Şairin bu konudaki şu sözleri ne kadar güzeldir:
‘Gayb âleminin ilimleri senin içindir.
Adem ’e öğretilen isimler de oradandır.
Bürde ’de yer alan:
Tamamı resulden iltimas etmekte,
Denizden bir avuç veya bol yağmurdan bir emiş misali. ’ Beyit için bazıları şöyle demiştir: Yani, nebilerin ilimlerinin tamamı, onun ilminden alınmıştır. Bu da ona nisbetle denizden bir avuç veya bol yağmurdan bir emiş almaya benzer.” İbnü’s-Sâiğ’in sözleri sona erdi. Konuya Dair Hadisler Konuyla ilgili hadislere gelince bunların sayısı çoktur.
Birinci Hadis: Buhârî, Müslim, Ebû Davud, Nesâî ve İbn Mâce’de yer alan hadis şöyledir: “Aişe (r.a) şöyle demiştir: Sa‘d b. Ebû Vakkâs ileAbd b. Zem ‘a arasında bir çocuk hususunda anlaşmazlık yaşandı. Sa ‘d, ‘Ey Allah ’ın resulü bu kardeşim Utbe b. Ebû Vakkâs ’ın oğludur. Bana oğlu olduğuna dair ahidde bulundu. (Kardeşime) benzerliğine bak! ’Abd b. Zem ‘a da, ‘Ey Allah ’ın resûlü! Bu (çocuk), kardeşimdir, babamın yatağı üzerine doğdu. Câriyesinden olma çocuğudur. ’Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v), (çocuğa) baktı ve açıkça Utbe’ye benzediğini gördü. ‘O, şenindir ey Abd! Çocuk (doğduğu) yatağa aittir. Öbürüne (zâniye) de mahrumiyet vardır. Ey Şevde bint Zem ‘a! Ona karşı hicablı ol ’ dedi. Âişe, ‘Ondan sonra Şevde onu hiç görmedi ’ dedi. ”109
Buhârî ve Ebû Davud’da geçen bir lafız “O kardeşindir ey Abd!” şeklindedir. Başka bir lafız da şöyledir: “Ölünceye kadar onu görmedi. ” Müslim’de geçen lafız ise şöyledir: “Âişe, ‘Allah ’a yemin ederim ki ölünceye kadar Şevde ’yi görmedi’ dedi. ”
Şeyh Sirâceddin İbnü’l-Mülakkm ve Hafız İbn Hacer şöyle demişlerdir: “Bu hadis, zahire göre hükmeden hâkimin hükmünün bâtını manadan yoksun olamayacağına dair delil teşkil eder. Çünkü Resûlullah (s.a.v), ‘O senin kardeşindir ey Abd!’ şeklinde sahih yolla gelen hadise göre, çocuğun Abd b. Zem‘a’nın kardeşi olduğuna hükmetti. Buna göre çocuk, baba tarafından Abd’ın kardeşi olunca; Sevde’nin de baba tarafından kardeşi olmuş olur. Sonra Resûlullah (s.a.v), Sevde’ye o çocuğa karşı örtünmesini emretti. Şâyet Resûlullah’ın verdiği hüküm bâtın manadan yoksun olsaydı Sevde’nin çocuğa karşı örtüsüne dikkat etmesini istemezdi.”
İbnü’l-Mülakkın, “Bazı Hanefîler, ‘Resûlullah’ın (s.a.v) çocuğu önce Zem‘a’nın oğlu ilan etmesi, ardından kız kardeşinin kendisine karşı örtünmesini emretmesi câiz olmaz. Böyle bir şey muhaldir (olamaz)’ demişlerdir” dedikten sonra buna şöyle cevap vermektedir: “Hayır bu durum muhal değildir. Buhârî’nin rivayetinde, ‘O senin kardeşindir ey Abd b. Zem ‘a! ’ şeklindeyken, Ahmed’in el-Müsnedinde ve Nesâî’nin Sünen”inde, ‘Ey Şevde! Ondan örtün senin kardeşin değildir’ şeklindedir. Tashihi hakkında ihtilafa düşülmüştür. Münzirî ise, ‘O zâid olup sabit değildir’derken, Hâkim el-Müstedrek’inde, ‘İsnadı sahihtir’ demiştir.” İbnü’l-Mülakkın’ın sözleri sona erdi.
Hafız İbn Hacer şöyle demiştir: “Mücâhid’in şeyhi hariç, bu hadisin ricâli sahihtir. O da, İbn Zübeyr’in kölesi Yusuf’tur.” Beyhakî senedini ta‘n etmiş ve, ‘Onda Cerîr var ki sûi’l-hıfz olmakla nitelendirilmiştir. Yine onda Yusuf var ki tanınan biri değildir’ demiştir. Oysa Cerîr’in sûi’l-hıfz olmakla nitelendirilme diği, sanki Cerîr’i, Cerîr b. Hâzim’le karıştırdığı; Yusuf’un da Îbnü’z-Zübeyr’in kölesi olduğu sabit olmuştur. Durum böylece anlaşılınca, Sevde’ye kardeş olmasının nehyedilişi ortaya çıkmaktadır. İbnü’l-Arabî, Şâfiî’den şunu nakletmektedir: ‘Eğer gerçekten neseb yönüyle kardeşi olsaydı, Aişe’ye ridâî (süt) amcasına karşı örtünmemesini emrettiği gibi, Sevde’yi de menetmezdi.” Velhâsıl Resûlullah (s.a.v), çocuğu şeriatın zâhirine göre Abd’in kardeşi ilan etti. Zira çocuk yatağa aittir. Bâtınî hüküm gereği Şevde ile kardeşliğini nehyetti. Bu tek örnekten bile, zâhir ve bâtınla birlikte hükmedildiği anlaşılmaktadır.
İkinci Hadis: Nesâî’de yer alan rivayet şöyledir: “Resûlullah ’a (s.a.v) bir hırsız getirildi. Bunun üzerine Resul-i Ekrem, ‘Onu öldürün! ’ diye emretti. Orada bulunanlar ‘Ey Allah ’ın resûlü! O sadece hırsızlık yaptı’ dediler. Resûlullah (s.a.v), ‘Onu öldürün! ’ diye emretti. Orada bulunanlar, ‘Ey Allah ’ın resûlü! O sadece hırsızlık yaptı ’ dediler. Resûlullah ‘Elini kesin! ’dedi. Adam tekrar hırsızlık yaptı ve ayağı kesildi. Sonra Ebû Bekir ’in döneminde tekrar hırsızlık yaptı. Bu durum tüm uzuvları kesilinceye kadar devam etti. Adam beşinci kez hırsızlık yapınca Hz. Ebû Bekir (r.a), ‘Allah Resûlü, ‘Öldürün!’ dediği zaman bu durumu daha iyi biliyordu’ dedi ve sonra adamı öldürmeleri için bir grup Kureyşli ’ye teslim etti. Abdullah b. Zübeyr de bu grupta bulunmaktaydı. O, emirliği seven biriydi. ‘Beni kendinize emîr tayin edin ’ dedi. Onlar da kendilerine onu emîr kabul ettiler. İbnü ’z-Zübeyr, adama vurduğu zaman, onlar da vuruyorlardı. Bu durum adamı öldürünceye kadar devam etti. ”110
Hâkim el-Müstedrek’te rivayet etti ve bana Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed b. Maluveyh rivayet edip dedi ki, bana İshak b. Haşan b. el-Harbî rivayet edip dedi ki, bana Affân b. Müslim rivayet edip dedi ki, bana Hammâd b. Seleme, Yusuf b. Sa‘d’dan rivayet edip sahihtir, dedi. Zehebî’nin el-Kâşif te dediği gibi, Yusuf b. Sa‘d el-Cumahî hariç, (bu senedin) ricâli sahihtir.
Hattâbî şöyle demiştir: “Bu olay, hırsızın böyle bir durumda öldürülmeyeceği hususundaki ittifaktan dolayı, (zâhire göre değil) hakikate göre verilen bir hükümdür. Aynı zamanda Resûlullah’ın (s.a.v) şeriatın zâhiri ile hakikatin bâtınına göre hüküm vermekte tercih hakkına sahip olduğunu göstermektedir. Nitekim o da önce hakikat gereği hırsızın öldürülmesini emretti. Bundan vazgeçirmeleri üzerine ikinci defa öldürülmesini emretti, yine vazgeçirmeleri üzerine şeriat mucibince uzuvlarının kesilmesini emretti. Beşinci defa da hırsızlık yapınca, Ebû Bekir (r.a), Resûlullah’ın adam hakkındaki ölüm emrini yerine getirdi. Nas bulunan yerde ictihad yapılamaz.”
Hattâbî ikinci olarak şöyle demiştir: “Fakihlerden hiç kimse hırsızın öldürüleceği hükmüne varmamıştır. Bu da Ebû Bekir’in (r.a) bunu ictihadla değil, hususen bu adam hakkında bulunan bir nassa dayanarak yaptığını göstermektedir.”
Üçüncü Hadis: Ebû Davud ve Nesâî’de yer alan bir hadiste Câbir b. Abdullah’tan şöyle rivayet edilmiştir: “Resûlullah ’a (s.a.v) bir hırsız getirildi. Resûl-i Ekrem (s.a.v), ‘Onu öldürün! ’dedi. Bunun üzerine oradakiler, ‘Ey Allah ’ın resûlü! O sadece hırsızlık yaptı’ dediler. Hz. Peygamber (s.a.v), ‘Kesin (elini)! ’dedi. Kesildi (eli). Sonra ikinci defa hırsızlık yaptığı için getirildi, yine Allah Resûlü, ‘Öldürün!’dedi. Oradakiler, ‘Ey Allah’ın resûlü! O sadece hırsızlık yaptı’ dediler. Resûlullah (s.a.v), ‘(Cezasını) kesin’dedi. Sonra üçüncü defa hırsızlık yaptığı için getirildi ve Resûl-i Ekrem (s.a.v), ‘Onu öldürün!’ dedi. Bunun üzerine oradakiler, ‘Ey Allah ’ın resûlü! O sadece hırsızlık yaptı ’ dediler. Hz. Peygamber (s.a.v), ‘(Cezasını) kesin!’ dedi. Sonra (aynı adam) dördüncü defa hırsızlık yaptığı için getirildi. Allah Resûlü, ‘Onu öldürün! ‘ dedi. Bunun üzerine oradakiler ‘Ey Allah’ın resûlü! O sadece hırsızlık yaptı’ dediler. Resûlullah (s.a.v), ‘(Cezasını) kesin!’ dedi. Sonra beşinci defa hırsızlık yaptığı için getirildi.Resûl-i Ekrem (s.a.v), ‘Onu öldürün! ’dedi. Bunun üzerine Câbir (r.a), ‘O adamı alıp deve ağılma götürdük ve taşlayarak öldürdük. Sonra bir kuyuya atıp üzerini taşlarla kapattık’dedi. ”111
Ebû Davud hadisi bu şekilde rivayet etti ve bu konuda başka söz söylemedi. Ona göre bu hadis, hadis ilimlerinde karar kılındığı üzere “salih sahih veya hasen” dir. Nesâî, “(bu hadisin senedinde yer alan) Mus‘ab b. Sâbit için, hadiste kavi değildir” dedi. Zehebî Mîzân’da, “Zübeyr, ‘Mus‘ab zamanının en bilgini idi’ demiştir” dedi. Zamanını oruçlu geçirdiği, gece ve gündüz bin rekât namaz kıldığı söylenmiştir. Bir önceki hadisin bu hadisi kuvvetlendirdiği görüşündeyim. Dolayısıyla Mus‘ab, Muhammed b. Münkedir’den rivayet ettiği bu hadiste münferid değildir. Bilakis Hişâm b. Urve de ona tâbi olmuştur ki Hişâm Sahîhayn’ın ricâlindendir.
Dârekutnî, Sünen’inde (yer verdiği hadisin senedini) şöyle aktarmıştır: “Bize Haşan b. Ahmed b. Sa‘d er-Ruhâvî rivayet edip dedi ki, bize Abbas b. Ubeydullah b. Yahya er-Ruhâvî rivayet edip dedi ki, bize Muhammed b. Yezîd b. Sinan rivayet edip dedi ki, bize babam rivayet edip dedi ki, bize Hişâm b. Urve Muhammed b. Münkedir’den, o da Câbir’den rivayet etti”…
Hattâbî, Meâlimü’s-Sünen’de bu hadisi şerhederken şöyle demektedir: “Defalarca hırsızlık yapmış olsa bile hırsızın öldürülmesini helâl sayan herhangi bir fakih bilmiyorum. Dolayısıyla bu durumun, adamın ölünceye kadar kötü fiilini işlemeye devam edeceğinin anlaşılmasından kaynaklanm ış olması muhtemeldir. Yine bu durumun (ileride işleyeceği suçların) Allah’tan bir vahiy ile bildirilmiş olması da muhtemeldir. Bu durumda hadisin hükmü bu olaya has olmuş olur.” Hattâbî’nin anlattıkları, anlattığımız konunun aynısıdır.
Dördüncü Hadis: Ebû Bekir İbn Ebû Şeybe, el-Müsned”inde Enes’ten (r.a) şöyle rivayet edildiğini bildirmiştir:“Enes (r.a) şöyle dedi: İçimizde çokça ibadet eden, zühd ve cihadsahibi bir genç vardı. İsmini Resûlullah’a (s.a.v) söyledik, tanımadı. Ona sıfatlarını vasfettik yine tanımadı. Biz bu haldeyken, birden adam bize doğru geldi. Bunun üzerine bizler, Ey Allah ’ın resûlü! İşte (bu gelen kişi) ’ dedik. Resûl-i Ekrem (s.a.v), ‘Onun simasında şeytandan bir iz görüyürum ’dedi. Adam geldi ve selâm verdi. Hz. Peygamber (s.a.v) adama, ‘Bu kavimde benden daha hayırlı biri yoktur diye içinden geçirdin mi? ’ diye sordu. Adam, ‘Allah ’a yemin olsun ki evet’ dedi. Sonra adam döndü ve mescide girdi. Bunun üzerine Allah Resûlü, ‘Bu adamı kim öldürecek? ’ dedi. Ebû Bekir (r.a), ‘Ben öldürürüm’ dedi. Mescide girdi. Bir de baktı ki adam kıyamda durmuş namaz kılıyor. ‘Resûlullah (s.a.v) namaz kılanı öldürmekten menetmişken, ben namaz kılan bir adamı mı öldüreceğim? ’ dedi (öldürmekten vazgeçti).
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v), “Bu adamı kim öldürecek? ’diye (tekrar) sordu. Ömer (r.a), ‘Ben (öldüreceğim) Ey Allah’ın resûlü!’dedi. (Adamı öldürmek üzere) mescide girdi. Bir de baktı ki adam secde halinde. O da Ebû Bekir ’in (r.a) dediğini dedi. Fazladan (Ebû Bekir ’den farklı olarak), ‘Kesinlikle döneceğim. Şüphesiz benden daha hayırlı olan kimse (Ebû Bekir) de döndü’dedi. Hz. Peygamber (s.a.v), ‘Bırak bunu ey Ömer!’ dedi ve ona anlattı. Yine Allah Resûlü, ‘Bu adamı kim öldürecek? ’diye sordu. Ali (r.a), ‘Ben (öldüreceğim) Ey Allah ’ın resûlü! ’dedi. Resûlullah, ‘Eğer bulursan sen onu öldür’dedi. Ali (r.a) mescide girdi adamın çıkmış olduğunu gördü. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v), ‘Allah ’ a yemin olsun ki şayet onu öldürseydi bu onların ilki ve sonuncusu olurdu. Ümmetimden iki kişi asla ihtilaf etmezdi’ buyurdu. ”112 Ebû Ya‘lâ el-Müsned’ inde birçok tarikle hadisi aktarmıştır; fakat hadisin tespit edilmesi gereken birden fazla yolla rivayeti vardır.
Hadisin İkinci Bir Tarikten Rivayeti: Ebû Ya‘lâ el-Müsned’ inde Enes’ten şu şekilde de hadisi rivayet etmiştir: “Resûlullah’ın (s.a.v) zamanında bizimle beraber savaşan (cihad eden) bir adam vardı. Döndüğü zaman bineğinden iner, mescide gidip namaz kılardı. O kadar çok namaz kılardı ki Hz. Peygamber ashabından bazıları, adamın kendilerinden daha üstün olduğu zannına kapılırlardı. Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.v), ashabının arasında durduğu bir sırada o adam çıkageldi. Sahabelerinden bazıları, Ey Allah’ın nebîsi! işte bu (faziletiyle bildiğimiz) o adamdır ’dedi. Allah Resûlü, o adama (haber) yolladı veya adam kendisi geldi, adam gelip Resûlullah onu karşıdan görünce, ‘Nefsim yedi kudretinde olan Allah ’a yemin olsun ki bu adamın iki gözü arasında şeytandan bir iz (alamet) var’ dedi. Adam meclise ulaşınca, Resûl-i Ekrem (s.a.v) ona, Meclise rast geldiğin zaman içinden bu kavimde benden daha hayırlı bir kimse yoktur, şeklinde bir his geçirdin mi? ‘diye sordu. Adam, ‘Evet’dedi. Sonra (adam) döndü mescidin bir köşesine geldi, ayağıyla bir hat çizdi, sonra iki topuğunu birleştirerek namaz kılmaya başladı.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v), ‘Kim bu adama gidip öldürecek? ’ diye sordu. Ebû Bekir (r.a) (adamı öldürmek üzere) kalktı (gitti). Hz. Peygamber (s.a.v), ‘Adamı öldürdün mü? ’diye (Ebû Bekir ’e) sordu. Ebû Bekir (r.a), ‘Onu namaz kılarken gördüm ve ondan vazgeçtim ’cevabını verdi. Resûlullah (s.a.v), ‘Kim bu adama gidip öldürecek? ’ diye (tekrar) sordu. Ömer (r.a), ‘Ben’ dedi. Kılıcını aldı (gitti). Adamı kıyamda namaz kılarken buldu. Bunun üzerine geri döndü. Allah Resûlü, ‘Adamı öldürdün mü?’diye (ona da) sordu. Ömer (r.a), ‘Ey Allah ’ın nebîsi! Onu namaz kılarken buldum ve ondan vazgeçtim ’ dedi. Resûlullah (s.a.v), ‘Kim bu adama gidip öldürecek? ’ diye (tekrar) sordu. Ali (r.a), ‘Ben’ dedi. Hz. Peygamber (s.a.v), ‘Şayet yetişirsen onu yaparsın’ dedi. Ali (r.a) gitti ancak adamı bulamadı ve döndü. Allah Resûlü (s.a.v), ‘Adamı öldürdün mü? ’diye sordu. Ali (r.a), ‘Nereye kaybolduğunu anlayamadım’dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v), ‘Şüphesiz ki bu, ümmetim içinde çıkan ilk (ihtilaf) alametidir. Şayet onu öldürseydin ümmetimden iki kişi ihtilafa düşmezdi. Şüphesiz ki Benî İsrail, yetmiş bir fırkaya ayrıldı. Şu ümmet, yetmiş iki fırkaya ayrılacak. Biri hariç, diğerlerinin tümü ateştedir’buyurdu. ‘Ey Allah ’ın resûlü! O fırka hangisidir? diye sorduk. Resûlullah (s.a.v), ‘el-Cemâa ’ diye cevap verdi. ” 113
Hadisin Rakkâş Tarikiyle Enes’ten (r.a) Gelen Başka Bir Rivayeti: Beyhakî Delâilü’n-Nübüvve’de Enes’ten şöyle nakletmiştir: “Resûlullah’ın (s.a.v) yanında bir adamdan bahsettiler. Adamın cihaddaki kuvvetinden ve ibadetinin çokluğundan bahsettiler. Onlar bu durumdayken adam karşıdan çıkageldi. işte bu, bahsettiğimiz kimsedir, dediler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, ‘Şüphesiz ki ben bu adamın yüzünde şeytandan bir alamet (iz) görüyorum ’ dedi. Sonra adam onlara doğru geldi ve selâm verdi. Hz. Peygamber (s.a.v), ‘Kendi kendine (içinden) bu kavimde senden daha hayırlı bir kimse olmadığını söyledin mi?’diye sordu. Adam, ‘Evet’dedi. Sonra (adam) gitti ve mescidde bir hat çizdi. İki ayağnı hizaya getirip namaz kılmaya başladı. Bunun üzerine Allah Resûlü, ‘Hanginiz ona gidip öldürecek? ’ diye sordu. Ebû Bekir (r.a), ‘Ben’dedi. Gitti ve onu kıyamda namaz kılarken gördü.
Bunun üzerine, ‘Ey Allah ’ın resûlü! Kıyamda namaz kılar halde gördüm ve onu öldürmekten vazgeçtim ’dedi. Resûlullah (s.a.v), ‘Hanginiz ona gidip öldürecek? ’diye (tekrar) sordu. Ömer (r.a), ‘Ben’ dedi. Adama gitti ve o da Ebû Bekir ’in yaptığını yaptı. Sonra Resûl-i Ekrem (s.a.v), ‘Hanginiz gidip öldürecek? ‘diye sordu. Ali (r.a), ‘Ben’dedi. Hz. Peygamber (s.a.v), ‘Şayet yetişirsen onu yaparsın’ dedi. Ali (r.a) gitti ancak baktı ki adam gitmiş. Bunun üzerine Allah Resûlü geri döndü. Resûlullah (s.a.v), ‘Şüphesiz ki bu, ümmetim içinde çıkan ilk (ihtilaf) alametidir. Şayet onu öldürseydin ondan sonra ümmetimden iki kişi (asla) ihtilafa düşmezdi. Şüphesiz ki Benî İsrâil, yetmiş bir fırkaya ayrıldı. Ümmetim ise yetmiş iki fırkaya ayrılacak. Biri hariç, diğerlerinin tümü ateştedir’ buyurdu. ”n4 Yezîd er-Rakkâşî, “O (fırka) el-Cemâa’dır” dedi.
Hadisin Enes’ten (r.a) Gelen Başka Bir Tariki: Ebû’Ya‘lâ el-Müsned’inde Enes’ten şöyle nakletmiştir:115 “Düşmana karşı öncülüğü ve çalışkanlığı ile tanınan bir adamı Resûlullah ’a (s.a.v) zikrettiler. Hz. Peygamber (s.a.v), ‘Onu tanımıyorum’dedi. Sahabeler, ‘Bilakis o şu şu vasıflara sahiptir ’ dediler. Resûl-i Ekrem, ‘Onu tanımıyorum ’dedi. Biz bu haldeyken birden adam göründü. İşte o bu adamdır, ey Allah’ın resûlü!’ dediler. Allah Resûlü, ‘Ben tanımıyordum. Bu, ümmetimde gördüğüm ilk (ihtilaf) alametidir. Zira onda şeytandan bir iz var ’ dedi. Adam gelince selâm verdi, onlar da selâmını aldılar. Resûlullah (s.a.v) adama, ‘Allah adına söyle! Bizi gördüğünde kendi içinden bu kavimde senden daha hayırlı biri olmadığını geçirdin mi? ’ diye sordu. Adam, ‘Allah ’a yemin olsun ki evet’ cevabını verdi. Ardından mescide girdi ve namaz kılmaya başladı. Hz. Peygamber (s.a.v), Ebû Bekir ’e (r.a), ‘Kalk ve onu öldür*dedi. Ebû Bekir içeri girdi ve onu kıyamda namaz kılar halde gördü. Ebû Bekir kendi kendine, ‘Şüphesiz ki namazın bir hürmeti ve hakkı vardır. Şayet Resûl-i Ekrem’den (bu husus için) emir istemiş olsaydım (öldürürdüm) ’dedi.
Resûlullah’a (s.a.v) geldi. Allah Resûlü ona, ‘Öldürdün mü?’ diye sordu. Ebû Bekir (r.a), ‘Hayır, onu kıyamda namaz kılar halde buldum ve namaz için bir hürmet ve hak olduğunu düşündüm. Şayet onu (yine de) öldürmemi istiyorsan, öldürürüm’cevabını verdi. Resûlullah (s.a.v), ‘Bu işin sahibi sen değilsin. Ey Ömer! Sen git öldür ’dedi. Ömer (r.a) mescide girdi bir de baktı ki adam secde halinde. Onu uzun bir müddet bekledikten sonra, kendi kendine şöyle dedi: ‘Şüphesiz ki secdenin bir hakkı vardır. Şayet Resûl-i Ekrem ’den (bu husus için) emir istemiş olsaydım (öldürürdüm). Şüphesiz bunu benden daha hayırlı olan kimse (Ebû Bekir) de istemişti. ’Ardından Hz. Peygamber ’e (s.a.v) geldi. Allah Resûlü, ‘Adamı ödürdün mü?’diye sordu. Ömer (r.a), ‘Hayır, onu secde eder halde buldum ve secde için bir hak olduğunu düşündüm. Şayet onu (yine de) öldürmemi istiyorsan, öldürürüm’diye cevap verdi. Resûlullah (s.a.v) ‘Hayır, bu işin sahibi sen değilsin. Ey Ali kalk! Eğer bulursan bu işin sahibi sensin ’ dedi. Ali içeri girdi ve adamın mescidden gitmiş olduğunu gördü. O da Resûl-i Ekrem ’e (s.a.v) döndü. Hz. Peygamber (s.a.v), ‘Öldürdün mü? ’diye sordu. Ali, Hayır ’dedi. Allah Resûlü, ‘Şayet onu öldürseydin, ümmetimden her(hangi) iki kişi deecâl hakkında ihtilafa düşmezdi’ 116 buyurdu. ” 117
Enes’ten (r.a) Hadisin Başka Bir Tarikten Rivayeti: Bezzâr, el-Müsned’ınde nakletmiştir: “Hz. Peygamber ’nin (s.a.v) yanındaydık. Güzel görünümlü bir adam bize doğru gelince, (sahabeler) onun güzel işlerini zikretmeye başladılar. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v), ‘Şüphesiz ki onun yüzünde ateşten (bir iz) görüyorum ’ dedi. Adam yanlarına ulaşıp selâm verince, Resûl-i Ekrem (s.a.v), ‘Allah’a yemin olsun ki kendi kendine (içinden) kavmin en fa ziletlisi olduğunu söylediğini zannediyorum ’ dedi. Adam, ‘Doğrudur ’ dedi. Adam gidince Allah Resûlü, ‘Şüphesiz yeni bir dönem (fitne) görüldü. Bu ve arkadaşları ondandır’ dedi. Ebû Bekir (r.a), ‘Ey Allah’ın resûlü! Onu öldüreyim m i?’ diye sordu. Resûlullah (,s.a.v), ‘Tabii ki (öldür)’ dedi. Ebû Bekir gitti ve onu mescidde namaz kılarken gördü. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem ’e (s.a.v) geri döndü ve, ‘Onu namaz kılarken gördüm bu yüzden öldüremedim ’ dedi. Ömer (r.a), ‘Ey Allah’ın resûlü! Onu öldüreyim m i?’ diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.v), ‘Tabii ki (öldür) ’dedi. Ömer gitti ve onu mescidde namaz kılarken gördü. Bunun üzerine Allah Resûlü ’ne geri döndü ve, ‘Onu namaz kılarken gördüm bu yüzden öldüremedim’dedi. Bunun üzerine Ali (r.a), ‘Ey Allah’ın resûlü! Onu öldüreyim mi?’diye sordu. Resûlullah (s.a.v), ‘Tabii ki şayet bulursan öldürürsün ’dedi. Ali (r.a) gitti ancakadamı orada bulamadı. ”118
Bu Hadisin Başka Bir Tariki: Câbir rivayet etmiştir. Ebû Bekir îbn Ebû Şeybe ile Ahmed b. Menî‘ el-Müsned’ lerinde nakletmişlerdir: “Bir adam Resûlullah’a (s.a.v) uğradı. Oradakiler onun hakkında konuşmaya ve onun güzel hasletlerini övmeye-başladılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber, (s.a.v), ‘Onu kim öldürecek? ’ diye sordu. Ebû Bekir (r.a), ‘Ben ’ dedi ve gitti. Adamı kendisi için bir hat (işaret) çizmiş ve namaz kılar halde gördü. Bunun üzerine Ebû Bekir geri döndü ve içinde gördüğü bu halden dolayı adamı öldürmedi. Resûl-i Ekrem (s.a.v), ‘Onu kim öldürecek? ’ diye (tekrar) sordu. Ömer ‘(r.a), ‘Ben ’ dedi ve gitti. Adamı işaretlediği yer içinde kıyamda namaz kılar halde gördü. O da döndü ve adamı öldürmedi. Allah Resûlü, ‘Onu kim öldürecek? ’ diye (tekrar) sordu. Ali (r.a), ‘Ben’dedi. Resûlullah (s.a.v), ‘Sen onun içinsin (bu işi yaparsın); ancak onu bulacağını zannetmiyorum’ dedi. Ali (r.a) gitti; ancak adamın gitmiş olduğunu gördü. ”119
Ebû Ya‘lâ bunu nakletmiştir. Bize Ebû Hayseme rivayet edip dedi ki, bize Yezîd b. Harun bu isnadla rivayet etti. Bu isnad Müslim’in şartlarına göre sahihtir. Zira Yezîd b. Harun ve Avvâm b. Hûşab Sahîhayn’ın ricâlindendirler. Ebû Süfyân Talha b. Nâfı Müslim’in ricâlindendir. Şayet hadisin bu isnaddan başka isnadı olmasaydı bile, sübûtu ve sıhhati için bu tek isnad kâfi gelirdi.
Beşinci Hadis: Bu hadisin başka bir tariki, Ahmed b. Hanbel’in el-Müsned’inde Ebû Bekir’den (r.a) rivayet ettiği şu hadistir:
“Resûlullah (s.a.v) namaza giderken secdeye kapanmış bir adama rastladı. Namazını kıldıktan sonra adama döndü. Adam hâlâ secdede idi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v) kalktı ve, ‘Bunu kim öldürecek? ’diye sordu. Bir adam ayağa kalktı, ellerini sıyırdı, kılıcını hareket ettirerek salladıktan sonra, ‘Ey Allah’ın resûlü! Annem babam sana kurban olsun, secdeye kapanmış, Allah ’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in onun kulu ve resûlü olduğuna şahitlik eden bir adamı nasıl öldüreyim? ’dedi. Sonra Hz. Peygamber (s.a.v), “Bunu kim öldürecek? ’ diye (tekrar) sordu. Bir adam ayağa kalktı ve, ‘Ben’ dedi. Kollarını sıvadı, kılıcını hareket ettirerek salladıktan sonra, ‘Ey Allah ’ın nebîsi! Secdeye kapanmış, Allah ’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in onun kulu ve resûlü olduğuna şahitlik eden bir adamı nasıl öldüreyim? ’dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü, ‘Nefsim yedi kudretinde olan Allah ’a yemin ederim ki şayet onu öldürseydiniz bu, ilk ve son fitne olurdu ’ buyurdu. ”120
Bu hadis de aynı şekilde Müslim’in şartlarına göre sahihtir. Zira Ravh, Sahîhayn’ın ricâlindendir. Osman, İbn Ebû Bekir her ikisi de Müslim’in ricâlindendir. Bu kıssanın siyakı, Ebû Bekir, Enes ve Câbir’den rivayet edilen hadislerle farklılık arzetmektedir. Herhalde bu, başka bir adam hakkında vuku bulmuş başka bir kıssadır. Bu durumda Ebû Bekir’in hadisi, istinad ettiğimiz
beşinci hadis olmuş oluyor.
Altıncı Hadis: Muhammed b. Ömer el-Vâkıdî’nin şeyhlerinden rivayet ettiği hadisi İbn Sa‘d, et-Tabakâfmâa nakletmiştir.“Süveyd b. Sâmit, Câhiliye döneminde vuku bulan bir olayda karşı karşıya kaldığı Ziyâd ve Mücezzer ’in babasını (Ebû Mücezzer) öldürdü. Daha sonra Mücezzer Süveyd’e galip geldi ve (o da) onu öldürdü. Bu olay, İslâm ’dan önce olmuştu. Resûlullah (s.a.v) Medine’ye geldiği zaman Hâris b. Süveyd ve Mücezzer b. Ziyâd müslüman oldular. İkisi de Bedr ’i gördü. Hâris, babasına t karşılık Mücezzer’i öldürmek için fırsat kolluyor ancak buna güç yetiremiyordu. Uhud günü gelip müslümanlar koşuşmaya başlayınca, Hâris arkadan geldi ve (Mücezzer’in) boynunu vurdu. Resûlullah (s.a.v) Hamrâülesed’den dönünce Cebrâil geldi ve ona Hâris b. Süveyd’in hile ile Mücezzer ’i öldürdüğünü haber verdi ve onu öldürmesini emretti. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v), Kubâ ’ya gitmek üzere -o gün, sıcak bir gündü- atına bindi ve Kubâ ’ya geldi. Kubâ Mescidi ’ne girdi ve orada namaz kıldı. Ensar bunu işitti ve gelip ona selâm verdiler. Bugünün bu saatinde gelmesini hoş karşılamadılar. Derken Hâris b. Süveyd çarşafına sarılmış halde belirdi. Hz. Peygamber (s.a.v) onu görünce, Uveym b. Sâide’yi çağırdı ‘Hâris b. Süveyd’i mescidin kapısına getir ve Mücezzer b. Ziyâd’a karşılık olarak boynunu vur. Çünkü o (Mücezzer’i), hileyle öldürdü’ dedi. Bunun üzerine Hâris, ‘Evet Allah ’a yemin olsun ki onu ben öldürdüm. Ancak onu öldürmem, İslâm ’dan döndüğüm veya ondan şüpheye düştüğüm için değildir. Şeytandan gelen bir kızgınlık ve nefsimi mükellef kıldığım bir iş sebebiyledir. Şüphesiz (şimdi) yaptığım şeyden dolayı Allah ve Resûlü ’ne tövbe ediyor, diyetini çıkarıyor, peşpeşe iki ay oruç tutuyor ve bir köle âzat ediyorum ’ dedi. Tüm sözlerini bitirince, Allah Resûlü, ‘Ey Uveym! Onu getir ve boynunu vur! ’dedi. Bunun üzerine Uveym, onu getirdi ve boynunu vurdu. ”121
Hassân b. Sâbit bu konuda şu beyti söylemiştir:
“Ey öncekilerin uykusundaki sıcaklık
Yazıklar olsun sana! Yoksa Cibril’den gafil miydin sen de,
Ey Ibn Ziyâd! Yoksa sen de mi öldürdüğünde
Gafildin o meçhul ıssız yerde.”
İbnü’l-Esır, bu (konuda) şöyle demiştir: “Nakil ehli, Hâris b. Süveyd’in Mücezzer b. Ziyâd’ı öldürdüğü için Resûlullah’ın (s.a.v) öldürdüğü kimse olduğu hususunda ittifak ettiler.” İbnü’l-Esîr’in naklettiği bu ittifak, isnadı sıhhat şartlarına uymasa da hadis ilmi esaslarına göre, söz konusu hadisin sahih olmasını gerekli kılmaktadır. Bu rivayeti Abdülberr Temhîd’de aktarırken, başka âlimler de bunu aktarmışlardır.
Hakkında konuşulan bu hüküm, hakikatin ve bâtına muttali olmanın gereği olarak var olan hükümdür. Çünkü bu meselede vârislerden gelen bir dava veya kısas talebi yoktur. Diyeti kabul veya vârislerden küçük olanların bulûğa ermelerini beklemek üzere bir tehir de söz konusu değildir ki tüm bunlar şeriatın gereklerindendir.
Yine Hz. Peygamber (s.a.v) atına bindi ve hakkında kısas kararı verdiği diğer sair vakalarda yapmadığı halde bu olayda bizzat kendisi hükmün infazı için geldi. Bilakis diğer vakalarda vârisler kendisine gelip, iddiada bulunup, katli ispat edip kısası talep edinceye kadar Resûlullah evinde veya mescidinde otururdu. Böyle durumlarda da Resûl-i Ekrem (s.a.v) vâristen şu hadiste belirtildiği gibi affetmesini isterdi: “Resûlullah’a (s.a.v) ulaşan hiçbir kısas olayı yoktur ki Resûlullah o konuda af istemiş olmasın. ”122
Bulkînî Havza’nın hâşiyelerinde, İbnü’l-Münzîr ve Taberânî’nin, “Malından güzellikle sana ve çocuklarına yetecek kadarını al”123 hadisini delil göstererek, Resûlullah’ın (s.a.v) (bâtınî) ilimle hükmettiğini söylediklerini nakletmiştir. Buradaki durum şudur: Resûlullah (s.a.v) kadından evlilikle ilgili bir delil istemeden kadın lehine hükmetmiştir.
Şayet bana Resûlullah (s.a.v), (Mücezzer b. Ziyâd)’ın vârisinden bir dava talebi ve senin bahsettiğin (şeriatın gerekleri) olmadığı halde Hâris’i öldürttü, bu konuda doğrudan kendisine vahiy geldi, dersen derim ki evet o bizzat müddeî (iddiacı) idi. Zira hakikatle hükmün manası, kendisine olayın hakikati ile bâtınının vahyolunması ve şeriatta sayılan şartların varlığını beklemeden hükmün infazının emrolunmasıdır. İşte hakikate göre hükmün manası budur. Başka birşey değildir. Hızır da (a.s) çocuğu, Allah’ın kendisine vahyetmesinden, kendisini çocuğun kâfir tabiatlı olduğuna muttali kılıp, şeriatta istenen iki şart, ki onlar bulûğ ve mübaşereti küfürdür, daha bulunmadan derhal öldürmesini emretmesinden başka bir şey sebebiyle öldürmedi. “Bunu kendim yapmadım.
Yani, bunu ancak Allah’ın bana emri ve bunu vahyetmesi sebebiyle yaptım” demesi bundandır. Ebû Hayyân, Tefsir’inde, “Cumhur, Hızır’ın (a.s) nebî, ilminin de bâtını marifet olduğu ve ona vahyolunduğu; Musa’nın ilminin ise zâhir ile hüküm olduğu görüşündedir” demiştir.
Başka Bir Hadis: Sa‘d b. Atvel’den gelen bu rivayeti, Ahmed b. Hanbel el-Müsned’inde nakletmiştir:“Sâ ‘d b. Atvel, kardeşinin geride üç yüz dirhem ve bazı yetimler bırakarak vefat ettiğini söyledi. Bunun üzerine Sa ‘d, ‘Bu parayı çocukları için harcamayı düşündüm’dedi. Hz. Peygamber(s.a.v), ‘Kardeşin borçları sebebiyle alıkonulmuştur (mahpustur), o parayı borçlarına ver! ’ dedi. Sa ‘d, ‘Ey Allah ’ın resûlü! Şahidi olmadığı halde iki dinar alacağı olduğunu iddia eden bir kadının borcu hariç, kardeşimin tüm borçlarını ödedim ’ dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s. a. v), ‘O kadına da öde, çünkü o doğru söylüyor ’buyurdu. ”124 îbn Mâce hadisi tahrîc etmiştir.
Hafız Zeynüddin el-Irâkî, Kurretü ’l-Ayn bi ’l-Müsirreti bi- Vefâi ’d-Deyn isimli kitabında, “Bu hasen bir hadistir” demiştir. Bu hüküm, bâtına göre verilmiş bir hükümdür. Çünkü bu gibi durumlarda şeriatın zâhirine göre şahit ve yeminin olması vâciptir. Zira bizzat meyyite yönelik bir davadır bu. Vârisler ise henüz (bulûğa ermemiş) küçüktürler. Buna rağmen Resûlullah (s.a.v) bâtına vâkıf olduğu için, bu iki şart gerçekleşmediği halde ödeme yapılmasına hükmetmiştir.
İmam Suyuti – Tasavvuf Risaleleri,Haz.Ferzende İdiz,syf:39-64
Dipnotlar:
96 Buhârî, İlim, 44; Müslim Fezâil, 46.
97 Diğer nüshada ifade şu şekildedir: “Ey Musa! Ben Allah ’ın bana öğrettiği Allah ilimlerinden öyle bir ilme sahibim ki bu ilmi senin bilmen gerekmez; sen de Allah ’ın sana öğrettiği Allah ilimlerinden öyle bir ilme sahipsin ki benim de bunu bilmem gerekmez. ” Bulkînî’nin,
“Bu gerçekten karışık bir durumdur” sözü buna karşılık söylenmiştir. Yoksa anlamsız kalmaktadır (bk. Süyûtî, el-Bâhir, Manisa İl Halk Ktp., nr. 45 Ak Ze 14/1, vr. lb).
98 En‘âm 6/90
99 Âl-i İmrân 3/81.
1oo Âl-i İmrân 3/81.
ıoı Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 338; İbn Ebû Şeybe, el-Musannef, I, 228; Aclûnî, Keşfü ’l-Hafâ ve Müzîlü ’l-llbâs amma ’ştehere mine ’l-Ehâdîsi alâ Elsineti ’n-Nâs, II, 206.
102 Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 226.
103 Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü’l-Arifin: Esmâü’l-Müellifin ve Asârü’l-Musannifîn (haz. Rıfat Bilge v.dğr.), İstanbul: Millî Eğitim Basımevi, 1951,1, 383.
104 Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I, 224.
105 Bağdatlı, Hediyye, I, 383.
106 Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, VI, 138; Hindî, Kenzü’l-Ummâl f î Süneni’l-Akvâl, XI, 426.
107 İbn Ebû Şeybe, el-Musannef, VIII, 438; Aclûnî, Keşfü ’l-Hafâ, II, 129; Hindî, Kenzul-Ummâl, XI, 409.
108 Kaynaklarda İbnü’s-Sâiğ olarak geçen ve er-Rakam isminde eseri bulunan ancak vefat tarihleri farklı i-ki şahsiyet bulunmaktadır. Bunlardan biri İbn Sâiğ Muhammed b. Abdurrahman b. Ali b. Ebü’l-Hasan eş-Şemseddin (v. 577/1181) olup, eserinin tam ismi, er-Rakam fi Şerhi Kasîdeti ’l-Bürde ’dir (Bağdatlı, Hediyye, 1,496). Diğeri İbnü’s-Sâiğ Muhammed b. Abdurrahman b. Ali b. Haşan Şemseddin ez Zümrüdî’dir (v. 776/1374). Eserinin tam ismi, er-Rakam ale ’l-Bürde’dir (Bağdatlı, Hediyye, XXXV, 2). Burada bahse konu şahıs İkincisi olsa gerek.
109 Buhârî, Büyû‘, 3; Müslim, Radâ‘, 17; Ebû Davud, Talâk, 34; İbn Mâce, Nikâh, 59
ııo Nesâî, Kat‘u’s-Sârik, 3
ııo Nesâî, Kat‘u’s-Sârik, 3
112- Ebû Ya‘lâ, Ahmed b. Ali, el-Müsned, Halep: Dârü’l-Me’mûn li’t-Türâs, 1404/1983,1, 90. Tercümeye esas aldığımız ana nüshada bu hadis eksik yazılmıştır. İstifade ettiğmiz ikinci nüshayı esas alarak hadisin tam metnini yazdık (bk. Süyûtî, Celâleddin, el-Bâhir fi Hükmi’n-Nebî, Manisa İl Halk Ktp., Akhisar Zeynelzâde, nr. 45 Ak Ze 14/1, vr.7a-b).
113 Ebû Ya‘lâ, el-Müsned, I, 90.
114 İsfahânî, Ebû NuaymAhmed b. Abdullah, Hilyetü’l-Evliyâ, Beyrut: Dârü’l-Kitâbi’l-Arabî, 1405/1984, III, 52.
115 Diğer nüshasında olup esas aldığımız bu nüshada yer almayan ve farklı tariklerle rivayet edilmiş olan iki hadis vardır. Bu iki hadis, birkaç farklı lafızla diğer rivayetlerle hemen hemen aynıdır. Esas aldığımız nüshaya sadık kalmak üzere söz konusu hadisleri buraya almadık (söz konusu hadis metinleri için bk. Süyûtî, el-Bâhir, nr. 45 Ak Ze 14/1, vr. 8b)
116 Öbür nüshada fiddecali ifadesi yer almaktadır (bk. Süyûtî, el-Bâhir, nr. 45 Ak Ze 14/1, v. 8b).
117 Ebû Ya‘lâ, el-Müsned, VIII, 192.
118 Beyhakî, Ebû Bekir Ahmed b. Hüseyin, Şuabü’l-îmân, Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1410/1989, XVII, 295.
119 Ebû Ya‘lâ, el-Müsned, IV, 150.
120 Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, XLI, 395 (Esas aldığımız nüshada hadis metni eksik olup ikinci nüsha esas alınarak metin tamamlamıştır (bk. Süyûtî, el-Bâhir, nr. 45 Ak Ze 14/1, vr.lOa).
121 Ibn Sa‘d, Muhammed, et-Tabakâtü’l-Kübrâ (thk. İhsan Abbas), Beyrut: Dâru Sadr, 1968, III, 553.
122 Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, XXVI, 290.
123 Müslim, Akzıye, 6.
124 Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, XXXV, 91.