Tasavvufî Bazı Meselelere Dair Açıklamalar

sufism-1-300x219 Tasavvufî Bazı Meselelere Dair Açıklamalar

1. Allah’ın Sıfatlarıyla Sıfatlanma Meselesi

Yukarıda Allah’ın sıfatıyla sıfatlanma konusu geçti. Bazan bunu işiten ahmak kimse gerçek manada sıfatlanmayı zanneder. Oysa böyle bir şey mümkün değildir. Sadece ismen kullanılır. Bâri‘ olan Allah’ın kendisiyle vasıflandırıldığı manada değil, bilakis kulla alakalı hâdis (sonradan olma) bir manada kullanılır. Kastallânî’nin daha önceki ifadelerinde geçtiği gibi. Dolayısıyla rahîm (sıfatı) mutlak anlamda Allah ve Allah’ın dışındakiler için kullanılır. Ancak kul için kullanıldığında, kalp inceliği (acımak) manasına gelir ki Allah hakkında bu mana mümkün değildir. Allah hakkında rahmet, zat veya fiil sıfatı olmasının aksine hayra ulaşmak veya onu yapmak anlamına gelir. İmam Gazâlî îhyâ’dû. şöyle demektedir: “İsimler Allah ve Allah’ın gayrisi için mutlak olarak kullanıldığında her ikisi için aynı manaya gelmez. Hat­ ta iştirak bakımından isimlerin en umumisi olan vücûd ismi bile aynı yönde Hâlik ile mahlûku kapsamaz. Allah’tan başka her şeyin varlığı Allah’ın varlığından istifade eder. Bu bakımdan tâbi olan varlık, metbû olan varlığa hiçbir zaman eşit olamaz. Ancak ismin ıtlak olunmasında eşittirler. Bunun benzeri, at ile ağacın cisim isminde ortak olmasıdır; oysa cismiyetin mana ile hakikati ikisinde de birbirinden farklıdır. Bu uzaklık diğer isimlerde daha belirgindir. İlim, irade, kudret v. dğr.), gibi. Bütün bunlarda da Hâlik mahlûka benzemez.”720 İşte şimdi evvelki mesele tamamlanmış oldu. O da hulûl ve ittihâdddan tenzih meselesidir. Bu konuda meseleyi uzattık. Ancak bunda da haklıyız. Çünkü bu mesele ayak kaymalarının (sapmaların) çok olduğu bir husustur.

2. İbâha Meselesi

Bunu da (ibâha meselesini) aynı şekilde hiçbir muteber (sûfî) söylememiştir. Bu ifadeler, yanılgıda bulunan galat ehli kimselere aittir. Onların iddiasına göre, insan fenâ derecesine ulaştığı zaman, kendisinden mükellefiyet (dinî sorumluluk) düşer ve dinen başkaları için haram olan şeyler, kendilerine mubah olur. Bunu söyleyenlerin zındık tâife olduğunu ifade ederek onları rededen Kastallânî’ye ait sözleri daha önce aktarmıştık. Aynı şeyi Ebû Nuaym da söylemiştir. Kadı İyâz da, “Mutasavvıf ve ibâhadan olup, (dinî) emir ve nehiyleri mubah sayan kimselerin tekfiri hakkında icmâ vardır demenin manası budur” demiştir. Konevî, Şerhu ’t-Taarruf ’ta şöyle demektedir: “Sapık ve dalâlet ehli bir tâife, ‘Kul Allah’a vâsıl olduğu zaman artık kendisinden mükellefiyetler de düşer’ derler. Buna gerekçe olarak da şunu ileri sürerler: ‘Çünkü mükellefiyetten maksat, Allah’a yakınlaşmak ve O’na ulaşmaktır. Maksat hâsıl olduğunda vesileye gerek kalmaz.’ Bu da sade küfür olup Allah’ın dinine ittihâdı sokmaktır. Çünkü şu husus, zarureten bilinen bir gerçektir ki insanlardan Allah’a en yakın olanları, onun enbiya ve resûlleridir. Başkalarından daha evla oldukları halde onlardan bile tekellüf kaldırılmadığı icmâen sabittir.”

İmam Gazâlî şöyle demiştir: “Şayet muteber kimselerden biri, bu sözleri sarfederse şöyle tevil edilir: Yani, mükellefiyetlerin zorluğu nefislere ağır gelmekten sâkıt olmuştur. Bunun da manası, ibadetlerden öyle lezzet alır ki artık bunların meşakkat ve zorluğunu hissetmez. Buna Resûlullah’ın (s.a.v) ‘Namaz göz bebeğim kılındımı sözü ile ‘Ey Bilâl bizi onunla ferahlat ’722hadisi delildir.” Şâzelî ile Cüneyd’in tariklerinin bu tür şeylerden uzak ve berî olduğunu gösteren deliller, Cüneyd’in tercüme-i halinde anlatılanlardır. Cüneyd’in ölüm vakti geldiğinde ayakta namaz kılmaktaydı. Secdeye her gittiğinde ayaklarını büküyordu. Ayaklarından ruh çıkıncaya kadar böyle devam etti. Sonra ayaklarını uzatarak namaz kılmayı sürdürdü. Kendisine, “Yan tarafına yatsan daha iyi olmaz mı?” denildi. O, “Şu an, istifade etme anıdır” cevabını vererek bunu reddetti. Son nefesini verinceye kadar bu hali devam etti.

Ebû Abdurrahman es-Sülemî şöyle demiştir: “Dedemden şöyle işttim: Ebü’l-Abbas b. Atâ, Cüneyd (k.s) sekerat halindeyken huzuruna girdi ve ona selâm verdi. Cüneyd selâmım almadı. Bir saat geçtikten sonra selâmına karşılık verdi ve, ‘Beni mazur gör. Virdlerimle meşguldum’ dedi. Sonra yüzünü kıbleye çevirdi, tekbir getirdi ve vefat etti.” Yine (Sülemî) şöyle demiştir: “Abdülvâhid b. Bekir’den işittim dedi ki Muhammed b. Abdülaziz şöyle diyordu: Cüneyd’e (k.s), üzerinde dünyaya ait sadece meyve çekirdeği kadar bir miktar kalmış olan kimsenin durumu soruldu. O, ‘Mükâteb (şartlı âzat edilen) köle üzerinde (sahibine vermesi gereken) bir tek dirhem dahi kalmayan kimsedir’ cevabım verdi.” Şeyh (Ebü’l-Abbas) bize şunu şunu ver diye dua ettiğinde şöyle derdi: “(Allahım!) Bize; tevhid ve şeriat ilmi yaygısı üzere, dünyada ayıplanmayan, ahirette de cezası olmayan bir rızık ver.” ”

(Bununla ilgili olarak) Şeyh Tâceddin Tenvîr’de şöyle demiştir: “Şeyhin ‘tevhid ilmi yaygısı üzere’ sözünün manası şudur: Yani rızıklandırdığın şeylerde seni müşahede etmem ve bana yedirdiklerinde seni görmem üzere. Bunlarda başkasını görme ve onu mahlûkuna izafe etmem üzere değil.” İşte bu şekilde ehlullah, Allah’la beraber başka kimsenin mülk sahibi olmadığını bildiklerinden, Allah’ın sofrasında kendilerine yedirdiği nimetlerden başka kimsenin sofrasından yemezler. Bununla kalplerinde başkalarını görme duygusu düşmüş olur. Dolayısıyla muhabbetlerini Allah’tan başka hiç kimseye sarfetmez ve sevgilerini O’nun dışında hiç kimseye yöneltmezler. Çünkü, kendilerini lutfuyla duyuranın Allah olduğunu görürler. (Şeyhin) ‘şeriat yaygısı üzere’ sözünün manası da şudur: Mülkün Allah’a ait olduğunu ve O’nun yanında mülk sahibi başka hiç kimse olmadığım bilip bunu da şeriatın zâhirine bağlamadan mutlak anlamda tevhidden bahseden kimse, bununla zındıklık denizine atılmış olur ve bu hali kendisine vebal olarak geri döner. Oysa olması gereken şey, hakikatle teyit edilmesi ve şeriatla da kayıtlı olmasıdır. Çünkü şeriatla kayıtlı olmadan mutlak anlamda hakikatle beraber kullanmak bâtıldır.”

3. Vahdet-i Mutlak Meselesi

Yukarıda Kastallânî’nin bu konuyla ilgili naklini aktarmıştık ki o şöyle demişti: “Şüphesiz ki bu sözler, öncekilerin ilimleriyle uğraşan ve onları sanatlarına dahil eden birtakım mutassavıfa (mutasavvıf geçinen) ile âlemin ve ruhların kadîm olduğunu ve heyûlânın ispatını iddia eden felsefecilerin sözüdür. Tüm bu iddialar, bozuk ve din dışıdır. Bundan Allah’a sığınırız. Felsefeye dayalı tasavvufî bir anlayış geliştirenlerden biri de İbn Sînâ’dır. Bu da kalp körlüğü ve basiretsizliktir. Allah, bunların bozuk akidelerine dayalı bir icraat olmasın diye mantık ve felsefe ile uğraşmayı haram kılan imamlarımızdan razı olsun. Nitekim İbnü’s-Salâh bunu tahlil ederken şunu söyler: ‘Bu, şerir kimselerin içine girdiği bir husustur. Enbiya ve salihlerin efendisi olan Resûlullah’m (s.a.v) sünnetini terkedip, küffar ve dalâlet ehlinin yoluna dayanarak kaidelerini bunun üzerine bina etmek suretiyle salih ve veli kimselerin mertebesine ulaşmaya çalışan kimsenin durumu ne kadar da gariptir. Evet ulaşacak. Ancak (Allah’a değil), sıcak cehennemin kenarına.” Allâme Kırîmî’den şöyle nakledilmiştir: “Onlardan biri rüyasında Resûlullah’ı (s.a.v)gördü ve ona Gazâlî, Fahreddin-i Râzî ve İbn Sînâ’yı sordu. Resûlullah (s.a.v), İmam Gazâlî’yi çok hayırla övdü, Fahreddin-i Râzî için ‘O muâtebdir (kınanmış)’, İbn Sînâ için ise, ‘Beni vasıta yapmadan Allah’a ulaşmak istedi ve yolu kesildi’ dedi.” Dolayısıyla Kuşeyrî Risâlesi vb. muteber eserleri, Şâzelî’nin sözlerini ve Şeyh Tâceddin’in sözlerini tetkik ettiğin zaman, bu türden (şeriata aykırı) tek bir lafız bulamazsın. Şayet söz konusu eserlerde vahdet lafzı geçmişse de bunu tevhid ve Allah’ı vücûd ve vücûda lazım olan şeylerle birlemek anlamında kullanmışlardır. Yoksa bunların iddia ettiği gibi değil.

4. İçe Doğan Her Hâtıra İtimat Edilip Edilmeyeceği Meselesi

Hâtır723 sahibi (olduğunu iddia eden) kimselere bakıldığında, çoğu zaman bu kimselerin şer‘i olan hiçbir şeyi, ne usul ne de furûa bakmadığı (okumadığı) görülmektedir. Genellikle söz sahibi (sûfî) kimselerin ilham için şart koştuğu riyâzeti dahi yerine getirmemiş olan bu kimselerin etrafında toplanırlar. Oysa bu kişi hiçbir şartı yerine getirmemiştir. Bu kimse sonra tüm vesvese ve hâtırlarını ikrar eder, onları derleyip toparlayarak onlara göre amel eder ve bunların hakikat olduğunu söyler. Bunları, şeriat kaideleri ve nebevi hadislerin yerine koyarak, fakihlerin bu zevkten mahrum olduklarını iddia eder. Ah keşke anlayabilsem. Acaba bu kimseye Cebrâil mi (a. s) gelip kendisine gelen hâtırların masum (hatadan korunmuş) ve fakihlerin de bundan perdelendiklerini söylüyor. Oysa tüm bu iddialar, mutasavvıflar dahil tüm kesimlerin icmâı ile yalan ve uydurma şeylerdir. Çünkü gerçek sûfîler, havâtırın masum olmadığını, Kitap ve Sünnet’e havale edilmesi gerektiğini (bunlara uygunsa kabul edilmesini) ve bunlardan önce hâtırla uğraşılmaması gerektiği fikrindeler. Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: “Bazan kalbime bu kavmin nüktelerinden (hâtır) bir nükte doğar ve günlerce devam eder. Ben bunu Kitap ve Sünnet’ten iki âdil şahide vurmadan itimat etmem.”

Ebû Hafs el-Haddâd da şöyle demiştir: “Fiil ve hallerini her an Kitap ve Sünnet’le tartmayan, içine doğan havâtırı itham etmeyen kimseyi erkeklerin meclisinden saymayın.” Cüneyd şöyle demiştir: “Tarikat, halka kapalıdır. Resûlullah’m (s.a.v) yoluna uyanlar hariç.” Yine şöyle demiştir: “Bu işte (tasavvufta) Kur’an’ı hıfzetmemiş, hadis yazmamış olan kimseye tâbi olunmaz. Çünkü bizim bu ilmimiz, Kitap ve Sünnet’le kayıtlıdır. Bizim bu mezhebimiz (yolumuz), Resûlullah’ın (s.a.v) hadisleriyle kuvvetlenmiştir.” İmam Gazâlî, İhyâ ’nın “Uzlet Babı”nda şöyle demektedir: “Boynuna farz olan ilimleri öğrenmeye muhtaç olan kişi, bunları öğrenmeden uzlete çekilirse âsi olur. Eğer farz kısmını öğrenir, ilimlere dalmak içinden gelmez ve ibadetle meşgul olmayı daha verimli görürse, o zaman uzlete çekilebilir. Eğer şer‘î ve aklî ilimlerde ilerleme imkânı var ise, öğrenmeden önce uzlete çekilmek çok büyük bir kayıp olur. Bu sırra binaen Nehâî ve başka âlimler, ‘Önce fıkıh öğren sonra uzlete çekil’ demişlerdir. İlim sahibi olmadan uzlete çekilen bir kimse, birçok durumunda vaktini uyku veya bir hevesi düşünmekle ziyan etmiş olur! Gayesi vakitlerini virdlerle değerlendirmektir. (Beden ve kalp ile) yapmış olduğu amellerinde çalışmasını boşa çıkaran ve farkında olmaksızın amelini iptal eden gururun çeşitlerinden bir türlü kurtulamaz. Allah ve Allah’ın sıfatları hakkmdaki inancı vehmettiği zanlardan kurtulamaz. Bu vehmin içerisinde kalbine gelen bozuk düşünce ve inançlardan bir türlü yakayı kurtaramaz. Bu bakımdan birçok durumda şeytana maskara olur. Oysa kendisini ibadet edenlerden görür. Dolayısıyla, ilim dinin esasıdır. Avam ve cahillerin uzlete çekilmelerinde hayır yoktur.”724

“İlhâm Babı”nda da Gazâlî şöyle demektedir: “Ehl-i tasavvuftan bir grup şunu iddia ederek der ki: İlhamın hâsıl olmasının yolu; önce tamamen dünya ile ilişkilerini kesmek, kalbi dünyadan boşaltmak, himmetini aile efradından, malından, evladından, vatanından, amelden, velayet ve nüfuzdan kesmektir. Hatta kalbi öyle bir duruma gelmeli ki o kalpte tüm bu sayılanların varlığı ile yokluğu eşit olmalıdır. Sonra bu kimse nefsi ile bir zâviyede tek başına bulunmalı, sadece farz ibadetlerle revâtip ibadetleri yapmalı, kalbi her şeyden boş olarak oturmalı, himmeti derli toplu olmalı, fikrini Kur’an’m okunmasıyla, Kur’an’m tefsirini düşünmekle bile dağıtmamalıdır. Ne bir hadis yazmakla ve ne de başka bir şeyle fikrini dağıtmalıdır. Bilakis Allah’tan başkasının kalbine gelmemesi hususunda çaba sarfetmelidir. Halvette oturduktan sonra diliyle dâimi bir şekilde ve kalp huzuruyla ‘Allah, Allah, Allah’ demelidir.

Dilinin kıpırdamasını terkedecek bir hale varıncaya kadar ve buna rağmen kelimenin lisanı üzerinde câri olduğunu görünceye kadar bu duruma devam etmelidir. Sonra kelimenin eseri tamamen dilinden silininceye kadar ve zikre devam ettiği halde kalbinde kelimeyi buluncaya kadar bu duruma devam etmelidir. Sonra kalbinden lafzın sûreti, harfleri, kelimenin şekli silinip sadece kelimenin manası kalbinde kalıncaya kadar bu şekilde devam etmelidir. Kelimenin manası kalbinde hâzır, sanki kalpten ayrılmaz bir özellik şeklinde oluncaya kadar bundan önceki durumuna devam etmelidir. Bu hadde varıncaya kadar vesveseleri defetmek suretiyle kendisinin iradesi vardır. Fakat Allah’ın rahmetini celbetmekte ihtiyarı yoktur. Kendisi, yaptığı ile Allah’ın rahmetinin esintilerine açık bir vaziyete gelmiştir. Bu bakımdan kendisine ancak Allah Teâlâ’nın açacağı rahmeti bekleme vazifesi kalır.

Bu raddeye geldiği zaman iradesi doğru, himmeti saf, devamlılığı güzel olduğu takdirde, şehveti kendisini baştan çıkarmadığı, dünya meşgaleleriyle nefsin konuşması kendisini meşgul etmediği zaman hakkın parıltıları kalbinde parlar. Bu parıltılar başlangıçta durmaksızın çakan şimşekler gibi çakar geçer. Sonra tekrar gelir. Bazan da geç gelir. Eğer gelirse durur. Bazan da farklılık gösterir. Eğer durursa durgunluğu uzun sürer. Bazan da uzun sürmez. Bazan benzerleri arka arkaya görünür. Bazan bir çeşidi gelir. Allah’ın veli kullarının bu husustaki dereceleri sayılamayacak kadar çoktur. Nitekim yaratılışları ve ahlâklarının sayılamayacak kadar çok oluşu gibi. İşte bu yol, senin tarafından katıksız bir temizleme, tasfiye, cila, sonra hazırlama ve sadece beklemeye dönüşmüştür. Ehl-i istidlal ve ibret sahiplerine gelince, onlar bu yolun varlığını ve imkânını inkâr etmemiş, az da olsa, insanoğlunun bu büyük hedefe ulaşabileceğini belirtmişlerdir. Fakat düşünürler bu yolu engebeli ve meyvesi geç verilen bir yol olarak görmüşlerdir ve bu yolun bütün şartlarının bir araya toplanmasını uzak görmüşlerdir. Bu derecede dünya ile ilgileri kesmenin hemen hemen imkânsız olduğunu söylemişlerdir. Şayet bu durum meydana gelirse de kalıcı olması, meydana gelmesinden daha uzak bir ihtimaldir. Zira az bir vesvese kalbi altüst eder! Nitekim Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:“Müminin kalbi, karışmak ve kaynamak yönünden fıkır fıkır kaynayan tenceî l . reofeft daha şiddetlidir. ”725 Bir diğer hadis şöyledir: “Müminin kalbi, Rahmân ’ın (kudret)parmaklarından ikisi arasındadır. ”726

Bu mücâhede esnasında bazan mizaç bozulur, akıl fesada uğrar, beden hasta olur. Eğer daha önce ilimlerin hakikatleriyle nefsin temizlenmesi ve riyâzeti gerçekleşmemişse, kalbe birtakım bozuk hayaller yapışır, uzun bir müddet nefis bunlara gönül verip mutmain olur. Bunların sökülüp atılması da ömür boyunca mümkün olmaz. Nice sûfî bu yolu seçmiştir. Sonra bir hayalin içinde yirmi sene kalmıştır. Eğer bu sûfî daha önce ilim öğrenmiş olsaydı, derhal bu hayaldeki karışıklık kendisine görünecekti. Bundan dolayı öğrenmek yoluyla iştigal daha kuvvetli ve hedefe daha yakındır. Düşünenler ve ibret alanlar şunu da söylemişlerdir: Nitekim sûfîlerin bu yolu takip etmeleri, tıpkı insanoğlunun fıkhı öğrenmeyi terkedip, ‘Allah’ın resûlü de fıkıh öğrenmedi, vahiy ve ilham vasıtasıyla dersleri tekrar etmeksizin, kitapların kenarlarına haşiye ve ta‘likler yazmaksızın fakih oldu. Bu bakımdan çoğu zaman riyâzet ve devamlılık beni de peygamberin vardığı gibi fıkha vardırır’ demesine benzer. Kim böyle zannederse, o nefsine zulmetmiş, ömrünü boşuna geçirmiştir. Hatta böyle diyen bir kimse çalışma ve ziraat yolunu, gizli hâzinelerden birine rastlayacağı ümidiyle terkeden bir kimseye benzer. Çünkü gizli hâzinelerin birine rastlamak mümkünse de cidden uzak bir ihtimaldir. İşte bu kimsenin hali de böyledir. Düşünürler derler ki: ‘Her şeyden önce âlimlerin tahsil ettiği ilmin tahsili gerekir. Onların söylediklerini anlamak lazımdır. Bunu tafsil edip anladıktan sonra, diğer âlimlere keşfolunmayan bir rahmeti beklemekte herhangi bir sakınca yoktur. İlim tahsilinden sonra keşfe nail olması umulur.”727 * İmam Gazâlî’nin sözleri burada sona erdi.

Kastallânî şöyle demiştir: “Hiç şüphesiz bu kavmin (sûfîlerin) ilmi, önceden işledikleri amelleri sonucu kendilerine bahşedilen birtakım mevâcid728 (hal ve makamlar) ve gerçekleştirdikleri amellerden tevârüs eden (miras kalan) hallerdir. Amellere vâris olanlar ancak hallerini düzeltenlerdir. Bunun da en başta geleni, çok ince şüphelere ve gizli yönlerine fazla dalmadan, Kitap, Sünnet ve selef-i sâlihînin yolu üzere fıkıh ve usûlü’d-dînden müteşekkil olan şeriat ilimlerini öğrenmektir. Bunlardan kâfi derecede bilgi hâsıl olunca, öğrendiğini kullanır ve gücüne göre himmeti bulur. Bu durumda ona ilk lazım gelen şey, nefsin âfet ve illetlerini, nefse dışardan karışan şeyleri ve zayıflıklarını öğrenmek ve bu suretle ahlâkını süsleyerek dünya fitnelerinin kapışma ve şeytanın tuzaklarına set çekmek ve bunlardan sakınmaya çalışmaktır. Allah’ın hakkında,  “Hikmet verilene ise çok büyük bir hayır verilmiş demektir ”129 emir buyurduğu en yüce hikmet ilmi işte budur. Böylece nefis, bu hallere ve vazifelere alışıp, sert ve katılıktan dönüp ahlâkı, tabiatı yumuşayınca ve zahiri temizlenip bâtını da saflaşınca, artık havâtırlarını (kalbe doğan şey)murakabe etmeye ve sırlarını tasfiyeye (saflaştırma) sâlikin gücü yeter. İlm-i ma‘rife diye tabir olunan işte budur. îbare lisanı bundan bahseder ve bundan sonra ilm-i işaret olarak vasıflanan havâtır, mükâşefe, müşahedat ilimleri gelir. Bu ilim, zikredilen meşhur ilimlere iştirak ettikten sonra artık sûfîliğin hususiyetlerinden olmuş olur.

Bu ilme işaret ilmi denilmesinin sebebi, ibare lisanının bundan bahsetmekten kısır kalmasıdır. Zira bu ilim; zevk, menziller ve mevâcid ilmi olup söyleyenin ibaresine münhasır olmaz. Ancak faydalanan kimsenin lisanında cereyan eder ve söyleyene bir talimdir. Nitekim Said b. Müseyyeb’den naklen gelen hadiste Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz ilmin bir çeşidi de vardır ki gizli hâzineye benzer. Onu marifetullah ehlinden başkası bilmez. (Marifet ehli o ilimle) konuştuğu zaman, Allah ’tan gafil olanlardan başkası inkâr etmez. ”730

Şeyh Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî şöyle demiştir: “Havas derecesine ulaşıp, uzlet halinde sana ilham ve keşf yoluyla ilme benzer birtakım vesveseler (vehim gibi) ârız olduğunda sakın bunları (hemen) kabul etme. Önce Kitap ve Sünnet’e müracaat et. Bil ki sana ârız olan şey, şayet bizâtihi hak ise ve sen de ondan Kitap ve Sünnet ile hakka döndüysen bu konuda sana bir itâb olmaz. Çünkü sen, ‘Allah boynuma Kitap ve Sünnet yönünden günah işlememe yükü yüklemiş, keşf, ilham ve müşahede yönünden değil’ diyorsun. Bu durumda ilham yoluyla gelenleri kabul edersen nasıl olur? îlham yoluyla gelen bilgiyi Kitap ve Sünnet’e vurmadan kabul etme. Şayet Kitap ve Sünnet’le karşılaştırmadan ilhamı kabul etmezsen, tevehhüm yollu vesveselerde bir sakınca olmaz. Rabb’inden sana bir basiret verilinceye kadar bu kapıyı (hal) muhafaza et. Bunu şâhid ve beyyine takip eder. Bu ikisinin olduğu yerde hata ve şüphe olmaz. Allah’a hamdolsun.”

Firavun’un İmanı Konusu

Kavmin (sûfîlerin) kitaplarıyla meşgul olanlardan biri, zâhirî manasından hareketle bu kitaplarda Firavun’un iman üzere öldüğünün söylendiği vehmine kapılmış ve, “İnsan hakkında hüsnüzan esastır” demişti. Buna karşılık ben ona, “Kur’an’ın, aleyhine şahitlik ettiği bir kimsenin lehine mi şahitlik ediyorsun?” dedim. Adam “Kur’an’da (Firavun’un) imanına delalet eden d^S\ JU İman ettim dedi ’731 ifadesi var”dedi. Ben, “Bu lafzî (söylenmiş) bir hikâyedir. Burada imanına şehadet eden bir şey yoktur. Bu tür zamanlarda (yeis anında) imanı telaffuz etmek fayda sağlamaz. Nitekim Allah Kur’an’da ‘(Dediler ama), hışmımızı gördükleri (yeis anı) zamanki imanları kendilerine fayda verecek değildimı buyurmuştur” dedim.

İnceleyin:  Vesile ve Tevessül Hadislerinin Kaynak Değeri Üzerine Bir Araştırma

Adam, “Firavun’un cehennemde olduğuna dair Kur’an’da (açık) bir beyanat yoktur” dedi. Ben, “Bu konuda Allah şöyle buyurmuştur:  ‘Tıkın Firavun ailesini en şiddetli azaba! (denilir),’’,733 dedim.

Adam, “Ailesini zikretmiştir. Firavun’u değil” cevabını verdi.

Söyledikleri sırf cehalet olduğu halde yine de Allah’ın şu âyetiyle cevap verdim:  “Kıyamet gününde kavminin önüne düşecek ve onları suya götürür gibi ateşe götürecektir. ”734

Adam, “Onları (kavmini) ateşe götürecek ancak kendisi geri dönecek” cevabını verdi.

Ben, “Allah en büyük olandır dedim. Bu iddialar, kendisini ilgilendiren şeyleri terkedip başkasıyla uğraşana verilmiş bir âfettir. Şayet bu kimseler, kalplerinde şer‘î ilimler ile âdab-ı seniyye parlaymcaya kadar, aziz Kur’an’m tefsirini ve Resûlullah’m (s.a.v) hadislerini okumuş olsalardı, Firavun’un küfürde olduğunu ilme’l-yakîn olarak bileceklerdi. Hatta bu konuda Kitap ve Sünnet’te vârit olmuş olan nassı inkâr etmiş olacağından, Firavun’un iman üzere gittiğini iddia edenin de küfrüne hükmedeceklerdi.

Bu sözlerin sahibi (İbnü’l-Arabî) onların (zâhiren) anladıkları manayı kastetmemiştir. O, Firavun’un kıssasını sadece nefse bir misal olmak üzere anlatmıştır. Zira Firavun, tüm delil ve öğütleri kulak ardı etmiş ve haddi aşmasından, kibrinden asla dönmemiştir. Tâ ki ölüm anma kadar. Öleceği sırada iman kelimesini ifade etmesi ihtar edilmiş, o da zilletten (emre) itaat etmiştir. İşte nefis denen şey böyledir. Mevi‘ze ve uyarı ile yola gelmediği zaman, ilacı iman’ etsin diye onu mücâhede denizinde boğmaktır. Muvaffakiyet Allah’tandır. Buradan sen de anladın ki sülûke giren bir kimsenin bu kitapları okuması gerekmez. Ona lazım gelen şey; sünneti, fıkhı önce öğrenip sonra bunlarla amel etmek; nefis mücâhedesi ve nefsi güzelleştirmektir. Yardım istenecek olan Allah’tır.

Velayet-Nübüvvet Meselesi

Velayet derecesinin, nübüvvet derecesinden daha üstün olduğunu söylediği iddia edilen bir kısım sûfîler eleştirilmiştir. Böyle bir iddia kesinlikle küfürdür. Ancak bu sözden (sûfîlerin, velayet nübüvvetten üstündür, sözünden) onların anladığı zâhir mana kastedilmemiştir. Bilakis, açıklayacağım üzere bu sözün tevili vardır. Tevile dayanmakla beraber böyle bir söz şâz ve merdûddur. Bunu da az bir kesimden başkası söylememiştir. Söyleyen de reddedilmiştir. Bu sözün tevili, Şeyh Alâeddin el-Konevî’nin Şerhu ’t-Taarruf’ta ifade ettiği şu sözlerdir: “Nübüvvet ile risalet arasında mutlak bir umumluk ve hususluk olduğu gibi; velayet ve nübüvvet arasında da mutlak olarak umum ve hususluk vardır. Her nebî velidir. Ancak aksi olmaz (her veli nebî değildir). Nebîlik asla velilikten ayrılmaz.” Bu sözlerin sahibi şöyle diyor: Nebinin velilik yönü, (yine) kendisinde bulunan nübüvvet yönünden daha üstündür. Zira (nebinin) velayet yönü Hakk’a, nübüvvet yönü ise halka dönüktür. Bundan, mahzurlu olan bir mananın anlaşılmasını gerektirecek bir durum yoktur. Aksi halde yukarıda anlaşıldığı gibi nebî ile veli farklı kimseler olsa, velinin nebîden üstün olması (gibi bir durumun ortaya çıkması) gerekir. Oysa böyle bir durum mevcut değildir. Dolayısıyla, nebîde velayete ilave olarak nübüvvet de vardır ki makam olarak o, daha üstün, övgüye daha layıktır.

Elbette burada nebîlikle başkasının makamı arasında bir münasebet kurulmuyor. Bu sözün benzeri, İbn Cemâa’nın Cem‘u ’l-Cevâmi‘in şerhinde Şeyh İzzeddin İbn Abdüsselâm’dan naklettiği ‘Nübüvvet makamı, risalet makamından daha faziletlidir’ sözüdür. Bunu da nübüvvet amel makamıdır ve Allah’la alakalıdır; risalet ise tebliğ makamıdır ve halkla alakalıdır tezinden hareketle söylemiştir. Hem sonra bu sözden hareketle, nebinin, resülden üstün olduğunu söylemek gerekmez. Zaten nebî olmayan, resûl olamaz ki böyle bir üstünlük gereksin. Bilakis resûlde, nübüvvetin yanında risalet de vardır. Kendisinde iki makam bir arada bulunduğu için kesinlikle nebîden daha üstündür.

Şeyh Ebü’l-Abbas el-Mürsî, Ebû Yezîd’in, “Bir denize daldım ki pnbiya onun sahilinde duruyordu” sözü için şöyle demiştir: “Şüphe yok ki Ebû Yezîd bu sözüyle zafiyet ve aczini şikâyet etmiştir. Onun muradı şudur: ‘Enbiya tevhid denizine daldı ve öbür tarafta boğulma sahili üzerinde durup halkı ona dalmaya davet ediyorlar. ’ Yani şayet kâmil olmuş olsaydım, ben de onlar gibi öbür tarafta dururdum.”

Şeyh Tâceddin İbn Atâullah (bunun üzerine) şöyle demiştir: “Şeyhin, Ebû Yezîd’in kelâmına getirdiği bu yorum, Ebû Yezîd’in bulunduğu makama layık olan bir yorumdur. Çünkü o, şeriat prensiplerine kemal-i edeble uymak ve yerine getirmekle meşhurdur. Hatta kendisine bir adamın veli olduğu söylendi. O da bu adamı ziyarete gitti ve mescidde oturarak onu beklemeye başladı. Derken (veli olduğu söylenen) adam çıktı ve mescidin duvarına tükürdü. Bunun üzerine^ Ebû Yezîd adamla görüşmeden çıkıp gitti ve şöyle dedi: Şeriat âdabı hakkında bu adama güven olmaz. Allah’ın esrarı konusunda nasıl güvenilsin?” Yine şöyle demiştir: “Allah’la beraber istikamet üzere olan ekâbirden sudûr edip de inkâr edilen tüm söz ve fiilleri, istikamet üzere bulunduklarını ve tariklatlarmın güzel olduğunu bildiğimizden tevil ederiz. Nitekim, ‘Bir müslümanın söylediği bir kelimeyi (tevil ederek) hayra yorabildiğin sürece, sakm şer (kötü) sayma’ denilmiştir.” Şeyh Ebü’l-Abbas da şöyle demiştir: “Evliyanın, enbiyadan aldıkları hisse, içi bal dolu bir tuluma benzer ki bu tulumdan bal sızar. İşte tulumun içindeki bal enbiyanın, ondan sızan kısmı da evliyanın payıdır.”

Şöyle devam etmektedir: “Aynı şekilde enbiya, eşyanın hakikatine muttali olur. Evliya ise hakikatine değil, misaline muttali olur.” Bundan dolayıdır ki Resûlullah (s.a.v), Hârise’ye imanının hakikatini sorduğunda, Hârise, “Sanki cennet ehlini seyreder gibiyim”735 dedi de, “baktım” demedi. Konevî’nin bu konudaki sözlerine gelince, nübüvvet hakkında söz söyleyenler arasında enbiyanın üstünlüğü hakkında bir ihtilaf bilmiyoruz. Velinin üstün olduğunu söylediği iddia edenlerin bu sözleri o ve başkaları tarafından (yukarıdaki gibi) tevil edilmektedir. Çünkü kesinlikle her nebî (aynı zamanda) velidir. Nebî aynı zamanda veli olmakla beraber, velilik yönü, nebîlik yönünden daha üstündür. Çünkü nebînin velayeti Hakk’ a, nübüvveti ise halka bakar. Mutlak anlamda bu görüşte hoş olmayan bir yön olduğu da gizlenemez. Taarruf sahibi şöyle demiştir: “Enbiyanın beşerin en üstünü olduğu ve her ne kadar kadri yüksek, hatırı büyük, derecesi üstün olsa dahi, beşer içinde enbiyaya fazilet bakımından denk ne bir sıddık ne bir veli ne de başka bir kimse olmadığı hususunda icmâ oluşmuştur.”

Bunun için Konevî şöyle demiştir: “Taarruf sahibi bu sözleriyle, velinin nebîden daha üstün olduğunu iddia eden dalâlet ehli bir tâifeyi reddetmeyi murat etmiştir. Böyle söylemek (velinin nebiden daha üstün olduğu) tahkik ehline göre ilhâd, dalâlet ve küfürdür. Böyle bir şeye tamamen zındık ve dalâlette olduğuna hükmedilmiş olanlardan başkası inanmaz. Evet, velayetin, nübüvetten daha üstün olduğu sözü, bir kısım müteahhirîn tarafından dile getirilmiştir. Bunlar hakkında da hüsnüzanda bulunulmuş ve bununla tek başına velayetin yine tek başına nübüvetten daha üstün olduğunu kastedilmediği; nebîde (velayet ve nübüvvet) olmak üzere iki sıfat olduğu (kendisindeki velayet sıfatının, nübüvvet sıfatından daha üstün olduğu şeklinde) ifade edilmiştir. Bununla ilgili yukarıda anlatılanları hatırla.”

Kişinin Uyanıkken Hz. Peygamber’i (s.a.v) Görmesi

Sûfîlerin eleştirilen görüşlerinden biri de uyanıkken Resûlullah’ın (s.a.v) görülebileceği iddialarıdır. Bu görüş, inkâr edilemeyecek bir husustur. Şeriat imamlarından İmam Gazâlî ile Yâfıî, bunun mümkün olduğunu ve vuku bulduğunu söyleyenlerdendir. Kurtubî’nin sözlerinde de bunun mümkün olduğuna dair işaretler vardır.

Şeyh Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî, uyanık haldeyken Resûl-i Ekrem’i (s.a.v) gördüğünü söylemiş ve bunu Şeyh İzzeddin İbn Abdüsselâm’a iletmiş ne şeyh ne de çağdaşı olan herhangi bir âlim onu yalanlamıştır. Bu konuda ben de bir kitap yazdım.736 Bundan dolayı burada fazla detaya girmeyi uygun bulmuyorum. Evet bu hususta bilerek ve imtihan ederek iddiacı yalancı kimseden kaçınılmalıdır. Bunlardan biri, bir defasında böyle bir iddiada bulundu. İmtihan etmek için biri onunla bir araya geldi ve imtihan etti. Bu kimseyi bâtıl alametlerinin kapladığını, yüzünde yalanın belirdiğini gördü. Sonra adamlardan biri (bu kimsenin yalanını) teyit edici olarak Resûlullah’ıgördü. Resûl-i Ekrem (s.a.v) şöyle diyordu: “Bu, falan kimsedir. Söyledikleri bâtıldır. Bundan sakınsın. ” Sonra Allah bu kimsenin durumunu bâtıl ehli gibi yaptı.

Hızır’ın (a.s) Durumu

İlk dönemlerden itibaren sûfîlerin; Hızır’ın (a.s) durumu ile ilgili görüşleri, onunla buluşmaları ve hayatta olduğuna dair fikirleri eleştirilmiş ve reddedilmiştir. Bunu inkâr edenlerden biri de, İbnü’l-Cevzî’dir (v. 565/1170). İbnü’l-Cevzî bu konuda, “Şayet (Hızır) hayatta olsaydı, mutlaka Resûlullah (s.a.v) ile buluşurdu. Şayet Resûl-i Ekrem ile buluşmuş olsaydı bu vârid olurdu” demiştir. İnsanlar bunu inkâr edeni reddetmiştir. İbnü’s-Salâh da şöyle demiştir: “Ulema ve sülehanın çoğuna göre Hızır (a.s) hayattadır. Bunu inkâr eden bazı muhaddisler istisnadır.”

İmam Nevevî de Şerhu’l-Müslim’de, “Ulemanın cumhuruna göre Hızır (a.s), hay (hayatta) ve mevcuttur. Ehl-i salah, ehl-i marife ve sûfîler arasında bu hususta ittifak vardır” demiştir. Bu husuta birçok kimse kitap yazmıştır. Bu konu hakkında son olarak kitap yazanlardan biri de İbn Hacer’dir. Hızır’ın (a.s), Resûlullah (s.a.v) ile buluştuğuna dair birtakım hadisler de vârit (gelmiş) olmuştur. Bu hadisler her ne kadar zayıf da olsalar, tariklerin (hadislerin geliş yolu) ve haberlerin çok oluşu, onları kuvvetlendirmektedir. Hızır’ın (a.s) Resûl-i Ekrem’in (s.a.v) vefatında sahabeye taziyede bulunması, Ali’nin (r.a), “Bu Hızır’dır (a.s)” demesi, bunun karşısında sahabenin sükût etmesi bir nevi icmâ sayılır. Ömer İbn Abdülaziz ile buluşmasına dair kısanın isnadı sahihtir.

Onun hakkındaki haberler çoktur.

Abdal, Nücebâ, Evtâd ve Aktâb Meselesi

Alimlerden bir kısmı sûfîlerin, abdal, nücebâ, evtâd ve aktâba dair görüşlerine karşı çıkıp, bu konuda hadiste bir asıl mevcut değildir diyerek eleştirmişlerdir. Durum dedikleri gibi değildir. Bu konuda hadisler ve haberler gelmiştir. Ben bunları bir kitapta topladım.737 Dolayısıyla burada bu konuda lafı uzatmayacağım. Ariflerin Sözlerinde Cebre Varan Hususlar Konevî şöyle demiştir: “Kendilerinde ihtiyar ve fiili nefyetmeleri sebebiyle bazı âriflerin sözlerinde bazan cebir varmış vehmi hâsıl olmaktadır. Kendilerinden.değil, Allah’tan gelene nazar etmeye (her şeyi Allah’tan bilmeye) gark olmalarından dolayı, böyle bir şeyi düşünmemeyi murat ederler.”

Ruh Meselesi

Sûfîlere yöneltilen eleştirilerden biri de ruh hakkındaki görüşleridir. Bilmiş ol ki onlar bu hususta üç gruba ayrılırlar.

Birinci grup: Edeben, bu konuya dalmaktan kendilerini alıkoymaya rıza gösterenler. Bu da Cüneyd’in yoludur. Cüneyd şöyle demiştir: “Ruh Allah’ın kendi ilmi için ayırdığı ve buna halkından kimseyi muttali kılmadığı bir şeydir. ‘De ki: Ruh Rabb ’imin emrindendir ’738 buyurduğu için mevcut bilgiden fazlasıyla konuşmak câiz olmaz.”

İkinci grup: Bu konuda Sühreverdî; insanların ruh hakkında konuştuklarını, oysa evla olanın bu konudan uzak durmak, Resûlullah’m edebiyle edeplenmek olduğunu ifade edip, Cüneyd’in sözlerini zikrettikten sonra şöyle demiştir: “Bu konuda insanların Allah’ın kelâmına uygun düşen teviller yaparak söz söylemeleri câiz olur. Şöyle ki tefsiri haram, konudan kopmamak şartıyla uygun tevil ise câiz kılınmıştır. İşte ikinci fırka bunlardır.

Üçüncü grup: Üçüncü grup, şâz kalmıştır. Bunlar sözü ruhun kadîm olduğunu söylemeye kadar götürmüşlerdir. Bu, felsefecilerin kışkırtmasıdır. Bundan Allah’a sığınırız. Bunlardan biri ibareleri güzelleştirerek, “Ruh mevcut ve yücedir. Onun muhdes (sonradan olma) veya kadîm olduğu söylenemez” demiş ve cüz’î ruhların bu yüce ruhtan daha parlak ve ince olduğunu iddia etmiştir. Bu görüş de aynı şekilde bâtıldır. Bu konuda Konevî şöyle demiştir: “Müteahhirînin ibarelerinden bundan daha fazlası da yer almıştır. Hak olan şudur: Kadîm olan, Allah Teâlâ ve sıfatlarıdır. Bunun dışında kalan tüm ruh, cesetler ve başka şeylerin tamamı hâdistir (sonradan olma).” Ben derim ki bu faslı iyi öğren ve cidden muhkem kıl. Sonra ruhun muhdes (sonradan yaratıldığı) olduğuna inan ve bunu zihninde defalarca tekrarla. Tâ ki bu fikir senin etine ve kanına karışmcaya kadar. Seni aldanmaktan ve hurafe olan bir sözü kabul etmekten sakındırırım. Çünkü müteahhirîn ve diğerlerinden, çoğunun ayak kaymaları buradan meydana gelmektedir. Muvaffık kılan Allah’tır.

Semâ Meselesi

Semâa gelince, şayet aletler eşliğinde yapılmazsa, bizim mezhebimize göre haram değildir. Bunda inkâr edilecek bir durum da yoktur. Her asırda her mezhepten imamlar semâda hazır bulunmuşlardır. » Hafız Muhammed b. Tâhir el-Makdisî senediyle beraber Mus‘ab b. Zübeyr’den şöyle nakletmiştir: “Mâlik b. Enes’in meclisindeydim. Ebû Mus‘ab kendisine semâ meselesini sordu. Bunun üzerine Mâlik, ‘Bizim beldemizde bulunan ilim sahipleri buna karşı çıkmıyor ve bundan geride kalmıyorlar. Semâı, cahil veya kaba tabiatlı bir Iraklı nâsikten başası inkâr etmez’ cevabını verdi.” Yine aynı şekilde senediyle beraber Salih b. Ahmed b. Hanbel’den yapılan nakilde (Salih b. Ahmed’in) semâı sevdiği, bir adamı hazır bulundurduğu ve bu adamın terennüm ettiği ve babasının da dinlediği rivayet edilmiştir.

İbn Tâhir de şöyle demiştir: “Kardeşimiz Ebû Muhammed et-Temîmî şöyle dedi: Şerîf Ebû Ali Muhammed b. Nasr b. Ebû Musa el-Hâşimî’ye semâ meselesini sordum. Şöyle cevap verdi: Bu konu hakkında ne diyeceğimi bilmiyorum. Ancak 380 senesinde Hanbelî şeyhlerinden biri olan şeyhimiz Ebü’l-Hasan Abdülaziz b. Hâris et-Temîmî’nin evinde arkadaşları için verdiği bir davette hazır bulundum. Bu davete Mâlikî şeyhlerinden Ebû Bekir el-Ebherî, Şâfiî şeyhlerinden Ebü’l-Kasım ed-Dârî, ashâbü’l-hadîs şeyhlerinden Ebü’l-Hasan Tâhir b. Hüseyin, zâhid şeyhlerden Ebü’l-Hasan b. Sem‘ûn, mütekellim şeyhlerden Ebû Abdullah b. Mücâhid ve arkadaşı Ebû Bekir el-Bâkıllânî de katılmıştı. Hatta (o kadar âlim vardı ki) orada bulunanlar, şayet bulundukları evin damı yıkılıp üzerlerine çökse, bir sene boyunca Irak’ta fetva verecek kimse kalmaz dediler. (İşte bu kadar âlimin bulunduğu o davette) sesi güzel bir adam vardı. Ona bize bir şeyler oku diyorlardı. Adam (şu sözleri) söylüyor, onlar da dinliyorlardı:

‘Parmakları, bir kâğıdın ortasına,

Solukla değil, kokuyla bir mektup yazdı.

Çekinmeden beni ziyaret et sana feda olayım

Zira bana olan sevgin insanlar arasında duyulmuş, diye.

Sevgilinin mektubunu sunan kimseye sözüm,

Beni bekle, baş üstünde değil, iki göz üstünde sana geleyim, oldu.

İbn Tâhir, “Kendisine iktida edilen imamlardan olup da semâ dinlemenin mubah olduğunu söyleyenlerin sonuncusu Şeyh Ebû İshak eş-Şîrâzî’dir. O ise vera‘ (takva), zühd ve zâhidliği ile gizlenemeyecek kadar (önemli) bir makamda idi” demiştir.

Beyhakî de Şuabü’l-İmân’da şöyle demiştir: “Kardeşim Abdurrahman Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî’ye okudum. Şöyle cevap verdi: ‘İmam Ebû Sehl Muhammed b. Süleyman’a semâ meselesini sordum. Dedi ki: ‘Semâ, hakâik ehli için müstehap, vera‘ ehli için mubah, fısk ehli ve eğlence olsun diye yapanlar hakkında da mekruh sayılır.”

Konevî, Taarruf un şerhinde şöyle demiştir: “Müteahhirînden; Şeyh İzzeddin İbn Abdüsselâm, Şeyh Takıyyüddin İbn Dakîkul‘îd ve İslâm imamlarının âlimlerinden başka kimseler de bazan semâda hazır bulunmuşlardır.”

İsnevî Tabakâtta, “Şeyh Tâceddin b. Ferkâh, sertıâı seviyor ve semâda hazır bulunuyordu” demiştir. Aynı şekilde Kutbüddin el-Kastallânî de semâı iyi görenlerdendi. Mâverdî, el-Hâvf de, “Abdullah b. Cafer b. Ebû Tâlib, gmâyı (nağmeli söz/şarkı) çokça dinleyenlerdendi. Bunun için câriyeler satın alırdı” demiştir. Durum böylece tayin edilip karara bağlanınca, şu hususların bilinmesi gerekecektir:

Birincisi: Bu anlattıklarımızdan, semâ halinin kemal bir hal olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Buna dair Cüneyd şöyle demiştir: “Semâ talebinde bulunan bir mürid görürsen, anla ki onda hâlâ tembellik eseri vardır.” Şeyh Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî’nin tarikatında semâ yoktu.

İkincisi: Konevî şöyle demiştir: “Bahsettiğimiz ruhsat, semâm çok fazla yapılmadığı durum için söz konusudur. Ancak semâı âdet ve alışkanlık haline getirip vaktinin çoğunu bununla geçirmek zemmedilmiştir.” İmam Gazâlî böyle tayin etmiştir. Buna da kalp ferahlansın diye genişlik tanındı. Zira bazan mubah olan şey, nefsi sakinleştirme niyetiyle yapıldığında sırf ibadet olur. Nitekim Ebü’d-Derdâ, “Nefsimi bazan bâtıl bir şeyle dinlendiriyorum. Böylece Hak (bir şeyi) yapmamda yardımcı oluyor” demiştir.

Avârif739 müellifi de, “Nitekim devamlı Allah için çalışan âbidlerin istirahat etmesi ve amele ara vermek suretiyle nefislerin birtakım ihtiyaçlardan faydalanması için bazı vakitlerde namaz kılmak mekruh kılınmıştır” demiştir.  Sühreverdî’nin Avârifü ’l-Maârif adlı eseri kastedilmektedir (Mütercim).

Sehl b. Abdullah et-Tüsterî, “sadık” için şöyle demektedir: “Sadık kimsenin; cehli ilmini, bâtılı hak duygusunu, dünyası ahiretini artırmaya vesiledir.” Bu manadan olmak üzere, Resûlullah’a (s.a.v) kadınlar sevdirilmişti ki (Resûlullah), şerefli nefsinin hukukunu temiz yerden karşılamış olsun.

Üçüncüsü: Avârif müellifi (Sühreverdî) şöyle demiştir: “Semâ yoluyla fitneye düşenler çoğaldı. Semâ konusunda safiyet ortadan kalktı. Ona olan düşkünlüğünden dolayı bazı kimseler onu savunmaya yeltendi. (Bunların) ameli azaldı, halleri bozuldu. Bunlar sık sık semâ toplantıları düzenlemeye başladılar. Böylece semâ nefislerin şehvet talebine, eğlence ve gaflet yerlerini hoş göstermeye bağlı kaldığından yara almaktadır. Bu durum, müridin (manen) ilerlemesine mani olmakta, zaman kaybetmesine, ibadetten daha az haz almasına sebep olmaktadır. Sıdk ehline göre böyle bir toplantı merdûddur. Özellikle de gerçek mutasavvıfların değil, tasavvufun sadece libas ve sûretine bağlı olanların önem verdiği hâzirundan iyi niyetli olmayanlara meveddet ve yakınlık suretiyle bir nifakın karıştırılması veya kavvâlin nefislerin kendisine meylettiği parlak biri olması; toplananlar arasında kadınlara fazlaca değer verilip ön plana çıkarılması ve hevâ ile dolu bâtınların bunlar karşısında yumuşaması gibi sayıklarla yapılan semâ toplantıları. Bunların haram oluşuna dair icmâ bulunmaktadır. Mâsiyet ehlinin hali bunlardan daha güzeldir. Çünkü mâsiyet ehli fısklarım görüyor, bunlar ise görmüyorlar ve bunu bilmeyenlere ibadetmiş gibi gösteriyorlar.”

İnceleyin:  Menkıbeler

Dördüncüsü: Avârif sahibi şöyle demiştir: “Şöyle bir söz vardır: Semâ, temkin ehli âriflerden başkası için sahih olmadığı gibi, mübtedî müridlere de mubah değildir.” Konevî de şöyle demiştir: “Meşâyih; nefislerini doğru bir mücâhedeye alıştırmadan, hemen iradelerinin başlangıcında semâı müridler için kerih görmüşlerdir.” Bazıları da, “Semâ; ancak kendisinde ölü bir nefis ve canlı bir kalp bulunup, nefsi mücâhede kılıcıyla öldürülmüş, kalbi ise muvafakat ve müşahede nuruyla hay (canlı) olan kimse için uygun olur” demişlerdir.

Beşincisi: Avârif müellifi şöyle demiştir: “Sûfîler ancak birbirleriyle semâ yaparlardı. İhvan yoksa semâı terkederlerdi. Cüneyd’in semâı terkettiği söylendiğinde kendisine, ‘Niçin semâ yapmıyorsun?’ diye soruldu. Cüneyd, ‘Kiminle?’ dedi. ‘Kendi kendinle’denildi. Cüneyd, ‘Kimden?’ diye sordu.”

Altıncısı: Serrâc et-Tûsî, tasavvufa dair telif ettiği el-Lüma ‘ adlı eserinde, “Allah’ın esma ve sıfatlarım tanıyıp ona ancak yakışanı izâfe edebilecek bir konuma gelinceye kadar müride semâ câiz olmaz. (Bunları tanımalı ki) kalbi dünya sevgisi, övülme, metholunma isteğine bulaşmasın. Böylece kalbinde mahlûkata dair bir tamah kalmasın, kalbini gözetebilsin, hududunu mahafaza edip vaktine riayet edebilsin” demiştir.

Yedincisi: Avârif sahibi şöyle demiştir: “İnsaf sahibi kimse; günümüz insanlarının toplantılarında, şarkıcının elinde defiyle, gazelcinin gazeliyle oturma hallerine bakıp, bu tarz bir oturuşun acaba Resûlullah (s.a.v) döneminde olmuş olabileceğini düşünebilir mi? Onlar hiç toplantılarına kavvâl (söz söyleyen/nağmeci) getirip onu dinlemişler midir? Hiç şüphesiz böyle bir şey vuku olmamıştır. Şayet böyle bir şeyde fazilet olsaydı, onlar bunu ihmal etmezlerdi. Bunda bir fazilet olduğunu iddia eden kimse, Allah Resûlü’nun, ashabının ve tâbiînin marifet ahvalinden nasipsizdir. Müteahirrîn ulemasından bazısı bu meclisleri güzel sayarak bu konuda yanılmışlardır. Onlara seleften delil getirildiğinde hemen müteahhirînden delillerle karşı çıkıyorlar. Halbuki selef Resûlullah’m (s.a.v) çağma daha yakm olduğu gibi, hidayetleri de Resûl-i Ekrem’in (s.a.v) hidayetine daha uygundur.” Ben bir ara Şeyh İzzeddin İbn Abdüsselâm’ın semâ hakkında yazdığı ve bu konudaki görüşlerini belirttiği bir fasla (bölüme) rast gelmiştim Şeyh orada semâ hakkında şöyle demekteydi: “Semâ, semâda bulunan ile onlan dinleyenler bakımından şu kısımlara ayrılır:

1. Ârif-i billâh olanların semâı: Bunların semâı, hallerinin değişmesine göre değişiklik arzeder. Kendisine havf (korku) galebe çalan kimseye, onu anımsatan bir şey zikredildiğinde, semâm etkisi çok olur. Semâm tesiri; kendisinde hüzün, ağlama ve hallerin değişmesi şeklinde ortaya çıkar.

Havf (korku) da kısımlara ayrılır:

a) İkâb (cezalandırılma) korkusu.

b) Sevabı kaybetme korkusu.

c) Melikü’ 1-Vehhâb ile ünsiyet ve kurbu (yakınlaşma) kaybetme korkusu.

Bu kısım, korkanların ve semâ yapanların en faziletli olandır. Bu durumda yapmacık bir hal yoktur ve bu sadece korkunun tesiriyle oluşan bir haldir. Zira korku, yapmacık hal ve riyaya engel olur. Kur’an dinlediği zaman, Kur’an’ın tesiri bu kimseye şiir ve şarkıdan daha etkili olur.

2. Kendisinde recâ hali galebe çalanın semâı: Bu da, arzu ve recâ (ummak) bahsi geçtiğinde, semâm kişide tesir etmesi durumudur. Şayet bu kimsenin recâsı (umma), ünsiyet ve kurb (yakınlaşma) için ise, semâı da râcinin (uman kimse) semâmdan daha faziletli olur. Yok eğer recâsı sevap için ise ikinci rütbede yer alır. Semâm birinci durumdaki tesiri, İkincisinden daha şiddetli olur.

3. Kendisinde hub (sevgi) hali galebe çalanın semâı: Bu da iki kısımdır. Birincisi: Allah’ı, kendisine bahşettiği nimetler ve ihsanı için sevmek. Bu kimseye in‘âm, ihsan ve ikram (içeren sözlerin) semâı tesir eder. İkincisi: Zatının şerefi ve sıfatlarının kemali sebebiyle kendisinde Allah sevgisinin galebe çalması hali. Bu kimseye Zât’m şerefi ve sıfatlarının kemali bahsinin geçmesi tesir eder. Uzaklık ve ayrılık bahsi geçtiğinde tesiri daha da artar. Bu (semâ) daha önce bahsi geçenlerden daha faziletlidir. Çünkü buna yol açan şey, sebeplerin en faziletli olanıdır.

4. Kendisinde tâzim ve yüceltme hali galebe çalanın semâı: Bu kısım, diğer üçünden daha faziletlidir. Çünkü bu semâda nefsi için hiçbir haz (pay) yoktur. Burada nefis, tâzim ve yüceltmek amacıyla zayıflamakta ve küçülmektedir. Dolayısıyla öncekilerin aksine bu semâda nefsi için bir pay yoktur. Zira bu kısımdakiler; Rab’leriyle bir vecih, nefisleriyle de başka bir vecih veya vecihlerde bulunurlar. Allah için hâlis olanla, nefsinin dahil olduğu konum arasında ne kadar da fark vardır. Çünkü seven kimse sevdiğinin cemaliyle lezzetlenir. Nefsinin payı da budur. Korkan kimse böyle değildir. Bunların halleri, kendisinden semâı aldıkları (dinledikleri) kimseye göre farklı olur. Dolayısıyla evliyadan gelen semâ (işitilen söz), ahmak cahilin semâmdan daha tesirlidir. Enbiyadan gelen semâ, evliyadan gelen semâdan daha tesirlidir. Yer ve göğün Rabb’inden gelen semâ ise enbiyadan gelen semâdan daha tesirlidir. Zira seven kimseye, mahbûbun sözünün, başkalarının sözünden daha fazla etki yaptığı gibi, korkan kimseye Rabb’in kelâmı, başkalarının kelâmından daha fazla etki yapar. Bundan dolayı enbiya ile sıddıklar ve bunların ashabı (arkadaşları) eğlence ve şarkı semâı ile meşgul olmamışlardır. Hallerine yaptığı tesirden dolayı Rabb Terinin semâı (onun kelâmını dinleme) ile yetinmişlerdir.

İnsanların çoğu, eğlence sesi, şiir ve şarkının güzelliğinde nefse bir pay vardır demek suretiyle şiir ve şarkı dinleme (semâ) hususunda hataya düşmüşlerdir. Onlardan biri halini harekete geçiren bir şey işittiğinde o eğlenceli şeyin sesi ve şarkının nağmesi sebebiyle nefsi lezzetlenir ve şiir o kimsenin hali; sevgi, havf (korku) ve recâdan hangisini gerektiriyorsa ona o hali hatırlatır. Bunun üzerine bu kimsede o haller taşmaya başlar ve nefis kendisine tesir eden duruma göre etkilenir. Semâ, hub (sevgi) ve havf (korku) şeklinde kendisini kaplayan şey cihetiyle tesir eder. Böylece o kimsede nefsinin lezzeti ve Rabb’inin sıfatlarıyla alakası şeklinde iki durum meydana gelir. Tamamının Allah’la alakalı olduğu zanedilir ki böyle düşünen yanılmıştır.

5. Kendisinde mubah türünden bir arzu galebe çalanın semâı: Hanımına veya câriyesine âşık olmak gibi mubah bir arzunun galebe çaldığı kimsedir. Semâ bu kimseyi heyecanlandırarak şevk, ayrılma korkusu ve kavuşma ümidinden dolayı kendisine oldukça tesir eder. Bu sebeplerden dolayı da bu kimse coşkuya gelir. Bu tür semâda herhangi bir beis yoktur.

6. Kendisinde haram türünden bir arzu galebe çalanın semâı: Parlak bir genç veya kendisine haram olan bir kadın isteği gibi haram bir arzunun galebe çaldığı kimsedir. Bu kimseyi semâ harama gitmesi için heyecana getirir veya haram yaptırır ki semâm bu kısmı haramdır.

7. Bu altı kısmın dışında kalan kimsenin semâı: Bir kimse, bu anlattığınız altı kısımdan kendime ait bir şey bulamıyorum, semâm benim için hükmü ne olur, diye sorarsa, genel olarak fasit arzu olarak telakki edildiğinden, senin için mekruh olur deriz … Bazan günahkâr bir grup, semâda hazır bulunur, kendilerini saran birtakım kötü arzular için ağlar ve sızlarlar. Böylece orada bulunanlara kendilerini yukarıda zikredilen altı kısımda yer alan sebeplerden dolayı semâda bulunuyormuş gibi gösterirler. Bunlar, mâsiyet ile veli olduklarının vehmedilmesi gibi iki durum arasındadırlar. Bazan da semâ meclisine, yakınlarını veya kendisi için çok değerli olan bir azizini kaybetmiş olan kimseler gelir. Bu kimselere okunan şiir ve nağmeler, sevdiğinden ayrılmayı ve onlarla bir araya gelmemeyi hatırlatır da ağlamaya başlar ve oradakilere sanki Allah için ağlıyormuş izlenimini vermeye çalışır. Bu kimse haram olmayan bir fiille gösteriş yapan riyakâr biridir.”

Övülen Semâ

Övülmüş olan semâ, ancak övülmüş ve razı olunmuş fiillerin meydana gelmesini sağlayan sıfatların zikredilmesiyle hâsıl olur. Her bir sıfatın kendisine has Bir hali vardır. Rahmet sıfatını zikreden veya kendisine zikredilen kimsenin hali, râci (ümitvar) kimsenin hali; semâı da râcinin semâı olur. Cezanın şiddetini zikreden veya kendisine zikredilen kimsenin hali, hâif (korkan) kimsenin hali; semâı da hâifin semâı olur. Hali muhabbet olan kimse, mahbûbun (sevgilinin) cemalini (güzelliğini) zikrettiğinde veya kendisine zikredildiğinde hali muhiblerin hali; semâı da muhiblerin semâı olur. Hali (Allah’ı) yüceltmek ve korkmak olan kimse, (Allah’ın) azametini zikrettiğinde veya kendisine zikredildiğide hali, korkan ve yüceltenin hali; semâı da korkan ve yüceltenin semâı olur. Hali tevekkül olan kimse; zarar ve fayda verenin, yücelten ve alçaltanın, uzaklaştıran ve yaklaştıranın sadece Allah olduğunu zikrettiğinde veya kendisine semâ da zikredildiğinde, hali mütevekkilin (tevekkül eden) hali; semâı da onların semâı olur. Semâ esnasında insanların çoğu bu haller arasında gidip gelir ve zikredilen şeye (nağmeye) göre halden hale girerler. Bazıları da içinde bulundukları ilk hal sebebiyle şairin okuduklarına hiç aldırmaz ve söylenenlere meyletmezler.

Cahil Âbid ile Fâcir Âlim

Miâdü’l-Mürîdîn müellifi şöyle demiştir: “Bu (kitap/fasl); ibâha (her şeyi mubah gören fırka), hulûl (Allah’ın kişi veya bir varlığın içine yerleştiği düşüncesi), ittihâd (Allah ile varlığın bir ve aynı olduğu fikri) ve tecsîm (cisim olarak düşünme) konularında hataya düşmüş olan fırkalar ile hatalarını beyan ve onlara reddiyedir. Çünkü bunların hataya düşmelerinin ana sebebi, dinin usul ve furûu konusundaki cehaletleridir. Öyle ki ilmi ve ilme tâbi olmayı terkedip şehvet ve nefislerine uymuşlardır.” Yüce Allah şöyle buyurmuştun O^İJuj “Bilmiyorsanız, zikir ehline sorun”140 Resûlullah da (s.a.v) : “Benden sonra Ebû Bekir ve Ömer ’e iktida edin (uyun) ”741 demiştir. Yine şöyle buyurmuştur: “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız uyun, hidayet bulursunuz. ”142

Bil ki şayet müridin beraberinde (yolunu aydınlatan) ilim ışığı ve onu tutuşturan muallimi yoksa, lânetli şeytanın kandırmalarına düşmekten kurtulamaz. Yüce Allah kullarını birçok âyette şeytanın alışkanlıklarına düşmekten menetmekte ve uyarmaktadır. Nitekim şöyle buyurmaktadır: “Şeytan sizin için bir düşmandır. O halde siz de onu düşman edinin.”743 Dolayısıyla bu yolun tâlibi olan kimseye vâcip olan şey, kendisiyle imanın gerçekleştiği sahih bir ilim olup ona inanma, tek görme ve onu öğrenmektir. Tâ ki ârif-i billâh olup, onunla Allah için amel edip Allah için muhlis oluncaya kadar. Yani faydalı bir ilimdir. O da şeriat ve tarikat ilmidir. Nitekim Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:  “İlim iki türlüdür. Biri lisandadır ki bu Allah ’ın kulları üzerindeki hüccetidir. Diğeri ise kalpte bulunur. İşte faydalı olanı budur. ”744 Yine şöyle buyurmuştur: “Dünya ve ahiretin hayrı ilimle beraber, dünya ve ahiretin şerri cehaletle beraberdir. ”745

Firdevs adlı kitapta Ebû Ümâme’nin (r.a) Resûlullah’tan (s.a.v) şu rivayette bulunduğu aktarılmaktadır:  “Nice âbid vardır ki cahildir. Nice âlim de vardır ki fâcirdir (günahkâr). O halde âbidin cahil olanından; âlimin de fâcir olanından sakının. ”746 Hz. Ali de (r.a) şöyle demiştir: “İslâm konusunda belimi büken şu iki tip insandan başkası değildir. Fâcir âlim ile bid‘atçı nâsik (zâhid). Fâcir âlime gelince, insanlar kendisinde gördükleri günahlar sebebiyle ilminden uzaklaşırlar. Bid‘atçı nâsik kimseye ise, kendisinde gördükleri zühd sebebiyle insanlar rağbet gösterirler.”747 Şa‘bî’nin (rah.), “Âlimlerin fâcir olanından; âbidlerin de cahil olanından kaçının. Zira bütün tutkuların âfeti bu iki grup insandır” dediği nakledilmiştir. Resûlullah (s.a.v) ise  “Ümmetimin helâki, fâcir âlim ile cahil âbiddir. Kötülerin en kötüsü âlimlerdir. Hayırlıların en hayırlısı da âlimlerin hayırlı olanıdır”748 buyurmuştur.

Yine Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Âhir zamanda cahil âbidler ilefâsık âlimler olacaktır. ”749 Avârif müellifi, “Cahil âbidlerden maksadı, ashâb-ı ristâktır” demiştir. Zira genellikle bu kimselerde nefsin selâmeti, fuzuli şeyleri ve çok konuşmayı terketmeleri sayesinde az bir miktar iç aydınlanma meydana gelir. Bunlarda ilmi bir geçmiş olmaz. Âlim -i rabbânî olan bir şeyhin emrine itaat etmezler. Bunlar, çiçek açtığı halde meyve vermeyen zakkum ağacına benzerler. Kendi kendine yetişmez ve terbiye de edilemez. Asıl olan şey ubûdiyettir. Tâ ki hali kendisini aldatmasın, nefsini beğenmesin; cehaletle yaptıkları ibadetleri kül üzerine yapılan bina misali olmasın. Bu kimselerin hali asla kemale ermez ve kendilerinde velayet ilmi hâsıl olmaz. Çünkü şeriat kanunu ve tarikat âdabı üzerine bina edilmemiştir. Kendilerini şeytanın vesveseleri kaplar ki o, nefsin en büyük casusudur. Şeytan; yanlışlıklara bulaşmalarına, sebepleri terkedip ahlâklıların elbiselerine bürünmelerine, böylece garip ve acayip şekiller ile hareketler izhar etmelerine ve insanları kandırmak için sükût ederek münker yerlerde oturmalarına sebep olur. Bu hal, fiil ve şekiller ile insanları avlayarak, riya ve gösteriş yoluyla menfaat elde etmek için aralarında şöhret bulurlar. İşte bunlar, bu ümmetin şâz (kural dışı, kabul görmeyen) deccâllarıdır. Fâni dünyayı, ebedî olan ahirete tercih etmişlerdir.

Avârif müellifi, “Şüphesiz ki nefis, bâtıla meyyal olup haktan nefret eder” demiştir. Bunun en bariz delili, Nuh’un (a.s) kıssası ile Sâmirî meselidir. Nuh (a.s), insanları 950 yıl boyunca hakka devet ettiği halde ona sadece doksan kişi iman etti. Sâmirî ise sadece sihir bilgisi olan bir kâfir idi. Kendi elleriyle ziynet eşyasından bir buzağı (heykeli) yaptı ve ona üfledi. Böylece buzağı, gök gürültüsüne benzer bir ses çıkarmaya başladı. Sâmirî, “Bu sizin ve Musa’nın ilâhıdır” deyip insanlan buzağı heykeline tapmaya davet etti. Sâmirî’nin bu davetini 70.000 kişi kabul etti ve ona tâbi oldu. Bu açıklamadan da anlaşıldığı üzere, taklitçilerde imanın hakikati bulunmaz. Çünkü irfanın aslı, ancak kalp sahibi olan veya kulak veren kimsede meydana gelir. Böyle kimse hakkı hak ile, bâtılı da bâtıl ile görünceye kadar şahittir. O halde hakka tâbi ol ve bâtıldan kaçın. Avârif müellifi, “İşte bu sebepten dolayı Resûlullah (s.a.v), ‘Allah, cahil veli (dost) edinmez’750 buyurmuştur” demiştir.

Yine şöyle devam etmiştir: “Şayet, ‘Hiç ilim (tahsil) etmediği halde, ilimlerin hakikatine eren kimseler biliriz’ denilecek olursa, ‘Doğrudur, ancak bu durum nadir olur. Hüküm nadire göre olmaz’ deriz.” Şayet böyle bir durum ortaya çıkarsa, şeriatın esaslarına göre ubûdiyyet yapmaya bu kimseyi Allah’ın muvaffık kılması gerek. Zira cehalet, kötülüğü çokça emreden nefsin (nefs-i emmâre) neticesidir. Velayet ashabının gereği ise, nefs-i mutmainnedir (mutmain olmuş nefis). Velayet ehlinin; şeriat emirleri hakkında âlim, onlarla âmil (amel eden) olması, tarikat âdabına vâkıf ve ona göre sülük etmesi, hakikat irfanı hakkında kâmil ve ona vâsıl olması, bunda da muhlis olması gerekir. Tâ ki sülûkü tamamlanıp visal alemine yükselsin. Ey (bu yolun) tâlibi olan kimse! Kötülerin sohbetinden çok ama çokça kaçın. Çünkü onlar, yol kesici (hedefe ulaşmayı engelleyen) kimselerdir. O halde Kur’an’m ve Hz. Peygamber’in hadislerinin ipine sıkıca sarıl. Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: “Şu üç sınıf insanın sohbetinden kaçının. Gafil zorba, yağcı kurrâ ve cahil mutasavvıflar.” O halde meseleyi anla ve hata etme. Zira din açıktır.

İmam Suyuti – Tasavvuf Risaleleri,Haz:Ferzende İdiz,syf.436-461

Dipnotlar:

720 Gazâlî, İhyâ, VI, 395.

721 Nesâî, Ebû Abdurrahman Ahmedb. Şuayb, Sünen, Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, 1421/2001, İşretü’n-Nisâ, 1; Ahmed b. Hanbel, el-M usnedXlX, 305.

722.Ebû Davud, Edeb, 86; Taberânî, Süleyman b. Ahmed, el-Mu ‘cemü’l-Kebîr, Musul: Mektebetü’l-Ulûm ve’l-Hikem, 1404/1983, VI, 277.

723 Hâtır: Arapça’da, akla gelen, hatıra gelen, hatırlayan gibi manaları olan bir kelimedir. Kâşânî’ye göre, kulun katkısı olmadan gelen, kalbe doğan şeye hâtır denir (bk. Kâşânî, Abdürrezzâk, Letâifü’l-A ‘lâm fîİşârâtîE hli’l-llhâm [çev. Ekrem Demirli], İstanbul: İz Yay., 2004, s. 229; Cebecioğlu, a.g.e., s. 255).

725 Hindî, Alâeddin Ali b. Hüsâmeddin, Kenzü’l-Ummâl (thk. Bekrî Hayyâtıî), Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, 1401/1981,1,242.

726 Müslim, Kader, 17; İbnMâce, İmân, Fezâilü’s-Sahâbe, 13;Ahmedb. Hanbel, el-MüsnedX1,130.

727 Gazâlî, İhyâ, c. IV, ss. 2-4.

728 Mevâcid : Vecd halleri, buluşlar anlamında bir kelimedir. İlham ve manevi tecrübe ile Allah dostuna açık olan hal ve makamlar demektir. Bu, vecdin kendisi değil sonucudur (bk. Cebecioğlu, a.g.e., s. 431).

729 Bakara 2/269.

730 Münâvî, Feyzü ’l-Kadîr, IV, 430.

731 Âyetin tamamı şöyledir:  “Derken îsrâiloğulları’nı denizden geçirdik. Firavun, askerleriyle takip ve taarruz etmek için derhal arkalarına düştü. Sonunda boğulma kendini sıkboğaz edince, ‘İnandım, gerçekten de İsrâiloğulları ’nın iman ettiği Allah’tan başka ilâhyok, ben de ona teslimiyet gösterenlerdenim! ’ dedi” (Yunus 10/90).

732 Mü’min 40/85.

733 Mü’min 40/46.

734 Hûd 11/98.

735 Beyhakî, Şuabü ’l-İmân, nr. 10590-91.

736 Bahsettiği eser, Tenvîrü ’l-Halekfîİmkâni Rü ’’yeti ’n-Nehî ve ’l-Melek adlı kitabıdır. Müellifin tasavvufî eserleri kısmında bu kitap hakkında bilgi verilmiştir (bk. Süyûtî, Celâleddin, Tenvîrü ’l-Halek f i İmkâni Rü’yeti’n-Nebî ve’l-Melek, Kütahya VâhidPaşaİl HalkKtp., nr. 43 Va 2282).

737 Söz ettiği eserinin ismi, el-Haberü’d-Dâl alâ Vücûdi’l-Kutb v e ’l-Evtâd v e ’n-Nücebâ v e ’l-AbdâFdir. Müellifin tasavvufî eserleri kısmında bu kitap hakkında bilgi verilmiştir. Bu eser için bk. Süyûtî, Celâleddin, el-Haberü ’d-Dâl alâ Vücûdi ’l-Kutb ve ’l-Evtâd ve ’n-Nücebâ ve ’l-Abdâl, Konya Bölge Yazmalar Ktp., nr. 07 Ak 232/4; Kâtib Çelebi, Keşfü ’z-Zunûn, I, 700; Bağdatlı, Hediyye, I, 283.

738 Isrâ 17/85.

740 Nahl 16/43.

741 Tirmizî, Menâkıb, 16; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned XXXVIII, 281; İbnü’l-Mülakkm, elBedrü ’l-Münîr, IX, 578.

742 İbnü’l-Mülakkm, el-Bedrü’l-Mürıîr, IX, 584; Askalânî, Fethu’l-Bârî, IV, 57; Sülemî, Ebû Abdurrahmân, Âdâbü ’s-Sohbe (thk. Mecdı Fethî), Mısır: Dârü’s-Sahâbe, 1410/1990,1 ,117.

743 Fâtır 35/6

744 Dârimî, Mukaddime, 34; Beyhakî, Şuabü’l-İmârı, III, 293; Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, İV, 512.

745 Kenânî, Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed, Tenzîhü’ş-Şerîati’l-Merfûa an i’l-Ehâdîsi’ş-Şenîat i ’l-Mevzûa, Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, ts., I, 289.

746 Hindî, Kenzü ’l-Ummâl, IX, 43; Münâvî, Feyzü ’l-Kadîr, IV, 22; Makdisî, Zahîre, III, 1395.

747 Münâvî, Feyzü ’l-Kadîr, VI, 525.

748 Aclûnî, Keşfîi’l-Hafâ, II, 332.

749 Süyûtî, el-Câmiu’s-Sagîr, II, 403; Hındî, Kenzü’l-Uummâl, XIV, 222; Makdisî, Zahire, V, 2797’.

750 Ali el-Kârî, Ali b. Sultân el-Herevî, el-Masnû ‘f i Ma ‘rifeti ’l-Hadîsi ’l-Mevzû ‘ (thk. Abdülfettâh Ebû Gudde), [baskı yeri yok], Mektebetü’l-Matbûâti’l-İslâmiyye, ts., I, 156.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir