Mâtürîdîyye ve Tasavvuf İlişkisi

maxresdefault-4-e1513107421135-1024x699 Mâtürîdîyye ve Tasavvuf İlişkisi

İslamî ilimler genel olarak ele alındığında Kur’an ve hadis, diğer İslamî ilimlere malzeme sunan ilimler olarak görülür. Bu malzemeleri alıp yorumlayan en önemli ilimler ise fıkıh, kelâm ve tasavvuftur. Cibril hadisi diye bilinen ve Cebrail’in Hz. Peygamber’e bazı sorularını içeren meşhur hadiste “İslam nedir? Sorusunun cevabı olan namaz, oruç, hac, zekat gibi konular sonraki asırlarda fıkıh ilminin konusu olmuştur. “İman nedir?” sorusunun cevapları olan Allah’a, meleklere, peygamberlere, âhiret gününe vs. inanmakla ilgili konular sonraki asırlarda akâid ve kelâm ilminin konusu olmuştur. “İhsan nedir?” sorusunun cevabı olan Allah’ı görüyormuş gibi (ihlas ve samimiyetle) ibâdet etme konuları da sonraki asırlarda tasavvuf ilminin konusu olmuştur. Bu durumda fıkıh, kelâm ve tasavvuf, İslam kültüründe birbirini tamamlayan üç ilim olarak ortaya çıkmaktadır.

Akâid ve kelâm ilmi, inanç konularını nasslar yani Kur’an ve hadis ışığında, ayrıca aklî izahlar yardımıyla açıklamaya çalışan bir ilimdir. Tarihte kelâm âlimleri, gerektiğinde bu İslamî inanç konularını gayr-i müslimlerin ya da zındık tâbir edilen grupların iddialarına karşı savunmak için mücadele etmiş, reddiyeler kaleme almışlardır. Bu sebeple kelam literatürünün önemli bir bölümü tartışma ve polemik edebiyatına dayanır. Kelâm âlimleri inanç konularını ve öteki âlemle ilgili metafizik konuları akıl yardımıyla açıklamaya çalışmışlardır.

İlk dönemlerde zühd, ahlak, takvâ, maneviyat ve ibadetlerin duygu boyutunu ele alan tasavvuf ehli, zamanla âyet ve hadislere tasavvufî yorumlar yapmaya başlamış, Allah, âlem, varlık gibi konularda da açıklamalar yapmışlardır. Ayrıca bazı mutasavvıflar, metafizik konuları anlamada salt aklın yeterli olmayacağını, ilham ve keşf gibi metotların yardımı ile bu meselelerin daha doğru kavranabileceğini düşünmüşlerdir. Kelâm âlimleri ise ilhamın bir bilgi aracı ve bilgi kaynağı olamayacağını söylemişler ve bu metot farkı kelâm ile tasavvuf ilimleri arasında temel bir fark ve ayrışma noktası olmuştur. Ayrıca kelam âlimleri: “Eşyânın hakikatleri vardır, sabittir” derken, sonraki dönemlerin sûfîleri: “Eşyânın hakikati Hak’tır”, “A’yân-ı sâbite varlık kokusu koklamamıştır” demişler ve ayrışma noktaları artmıştır.

Ehl-i Sünnet kelâm ekollerinin en önemlilerinden biri olan Mâtürîdiyye mezhebinin kurucusu “İmam Ebû Mansûr Mâtürîdî ve onun takipçileri olan Mâtürîdîyye âlimlerinin tarih içinde tasavvuf kültürü ve düşüncesi ile ilişkileri nasıl olmuştur?” sorusunun cevabı bu tebliğin konusunu oluşturmaktadır.

İmam Mâtürîdî ve Tasavvuf

İmam Mâtürîdî’nin (ö. 333/944) kendi eserlerinde tasavvuf hakkında fazla bilgi bulunmaz. Kendisine Pendnâme-i Mâtürîdî isimli ahlak ve zühde dâir Farsça bir eser nisbet edilmekteyse de(1), bu eser tasavvufun felsefî konularını içermez. Ayrıca İmam Mâtürîdî Kitâbu’t-Tevhîd isimli eserinde ilhamı bilgi kaynağı olarak kabul edenleri eleştirmiştir. Velîleri peygamberlerden üstün tutan bir kişiyle de tartışmış ve onu yenilgiye uğratmıştır(2).

Ancak sonraları yazılan bazı eserlerde İmam Mâtürîdî kerâmet sahibi bir zât olarak takdim edilmiştir. Meselâ Ali Şîr Nevâî (ö. 906/1501) tasavvuf ehlinin menkıbelerine dâir kaleme aldığı Nesâyimü’l-mahabbe isimli eserinde İmâm Mâtürîdî’ye özel bir bölüm ayırmış ve onun şöyle bir kerâmetini nakletmiştir:

“İmam Mâtürîdî bir gün avlusunda oturuyormuş. Önünde tefsir varmış. İki tane sarhoş ve berduş bahçe kapısına gelmişler. Birisi içeriye girip İmam Mâtürîdî’ye söz ve hareketleriyle saygısızlık etmiş, diğeri ise dışarıda beklemiş. Mâtürîdî bu duruma öfkelenmiş, orada bulunan ahşap testiyi adamın kafasına vurmuş. Adamın beyni dağılıp ölmüş. Mâtürîdî adamı ayağından sürüyüp oradaki bir çukura atmış. Bir süre sonra dışarıdaki arkadaşı bahçeye girip: Benim arkadaşım buraya girdi, bir daha çıkmadı, nerede şimdi? diye sormuş. İmam Mâtürîdî: Buraya adam girmedi, bir köpek girdi, delilik (kuduzluk) yapıyordu, vurup öldürdüm, şu çukura attım, demiş. O sarhoş çukurun yanına gelince içinde beyni dağılmış ölü bir köpek görmüş. Sarhoşluk ve delilikten tevbe edip doğru yola girmiş.”(3)

İmam Mâtürîdî’nin sonraki dönemlere ait eserlerde kerâmet sahibi bir sûfî gibi gösterilmesi, Orta Asya’da zamanla birçok Hanefî-Mâtürîdî âliminin tasavvufa sempatiyle yaklaşması sonucu oluşan atmosfer ile açıklanabilir. Öte yandan Kelâbâzî’nin muâmelât konusunda eser yazan sûfîler arasında zikrettiği Hakîm Semerkandî’nin, İmam Mâtürîdî’nin yakın arkadaşı olması, aralarında fikir alışverişi ve yakınlık olabileceğini akla getirmektedir(4). Nitekim Cemâl el-Karşî’nin el-Mülhakât bi’s-Surâh isimli eserinde naklettiği şu rivayet, Mâtürîdî’nin mütevâzı ve gönül ehli bir insan olduğunu göstermektedir:

“Bağdat’tan halifenin emri ile fetvâ sormak üzere bir elçi Semerkand’a İmam Ebû Mansûr Mâtürîdî’nin yanına gelmişti. O vakit bağında eski bir elbise içinde olan Mâtürîdî’yi gören elçi: Mevlânâ (Efendimiz) nerede? Diye sordu.
Mâtürîdî: Mevlâmız Allah’tır, diye cevap verdi.
Elçi: Hâce (Hoca Efendi) nerede?
Diye sorunca,
Mâtürîdî: Hâce (Efendi) Mustafa (a.s)’dır, dedi.
Elçi: Ebû Mansûr nerede? diye sorunca, Ebû Mansûr bu yaşlı fakirdir, diye cevap verdi”(5).

b) Sonraki Bazı Mâtürîdî Âlimleri ve Tasavvuf

Mâtürîdî âlimlerinden Ebû Hafs Ömer Nesefî (ö. 537/1142) Risâle fî beyâni mezâhibi’t-tasavvuf isimli eserinde tasavvufî grupların oniki fırka olduğunu, bunlardan sadece bir tanesinin doğru yol üzere bulunduğunu, diğerlerinin ise bid’at ve dalâlet içinde olduklarını söyledikten sonra bâtıl yoldaki grupları şöyle sayar: Habîbiyye, Evliyâiyye, Şümrâhiyye, İbâhiyye, Hâliyye, Hulûliyye, Hûriyye, Vâkıfiyye, Mütecâhiliyye, Mütekâsiliyye, İlhâmiyye. Nesefî, doğru yolda olan sûfîleri ise Ehl-i Sünnet ve’l-cemâat mezhebi olarak adlandırmaktadır(6).

İnceleyin:  Tasavvuf Nedir? Tarikat Nedir? İslamda Yeri Nedir?

Ömer Nesefî’den yaklaşık iki asır önce bir mutasavvıf olan Ebû Nasr Serrâc et-Tûsî (ö. 378/988) el-Lüma’ isimli eserinde bazen grup ismi vererek, bazen vermeden yanlış yolda olan sûfîleri eleştirmiştir(7). Meşhur sûfîlerden Ebû Abdurrahman es-Sülemî’nin (ö. 412/1021) Galatâtü’ssûfiyye isimli eseri de bu konudadır. Dolayısıyla Mâtürîdiyye âlimlerinden Ömer Nesefî’nin eserini, sahte sûfîleri hakikî sûfîlerden ayırmak için bir çaba olarak yorumlamak mümkündür.

Mâtürîdî âlimlerinden Hüsâmeddin Hüseyin Sığnâkî (ö. 714/1314) Şerhu Dâmigati’l-mübtedi’în ve nâsırati’l-mühtedîn isimli eserinde gerçek sûfîleri överken, musiki dinleyen, def çalan, insanların karşısında secde edercesine eğilen sûfîleri tenkit etmiştir(8).

c) Sûfîlere Göre İmam Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik

Hoca İshak b. İsmail Ata isminde bir Yesevî şeyhi tarafından XIV. Yüzyılın ortalarında Çağatay Türkçesi ile kaleme alınan Hadîkatü’l-ârifîn isimli eserde Ebû Mansûr Mâtürîdî’nin şöyle dediği nakledilir: “Dünyada dört şey aradım, bulamadım: 1. Açgözlü olmayan âlim, 2. Uyumlu bir dost, 3. Gösterişsiz ibâdet, 4. Helâl lokma” (9).

Yesevî dervişlerinden Ahmed b. Mahmûd Hazînî (ö. 1002/1593’ten sonra) Cevâhiru’l-ebrâr min emvâci’l-bihâr isimli Türkçe eserinde İmam Mâtürîdî’yi şöyle anmıştır: “Hâcet namazı Hızır aleyhisselam’dan gelmektedir. Ebu’l-Kâsım Semerkandî, Ebu’l-Mansûr Mâtürîdî, Hâce Muhammed ve daha nice büyük zâtlar hâcet namazı kılmışlar, dünyevî ve uhrevî birçok murâdlarına ermişlerdir.”(10)

Bahâeddin Nakşbend’in mürid ve halifelerinden Hoca Muhammed Pârsâ (ö. 822/1419) Hakîm Semerkandî’nin (ö. 342/953) es-Sevâdü’la’zam adlı kelâm kitabının Farsça tercümesine bazı ekleme ve çıkarmalar yapmak suretiyle Risâle müntehabe min akîdeti Ebi’l-kâsım es-Semerkandî isimli eserini vücuda getirmiştir(11).

Nakşbendî şeyhlerinden Nizâmeddin Hâmûş (ö. 853/1449 ?) mânâ âleminde İmam Ebû Mansûr Mâtürîdî’nin ruhaniyetinin gelip kendisini Hakîm Tirmizî’nin yanına götürdüğünü ve sonra onlarla birlikte Hz. Peygamber’in huzuruna gittiğini anlatmıştır(12).

Semerkand’da medfun olan Nakşbendî şeyhlerinden Hoca Ubeydullah Ahrâr (ö. 895/1490) şöyle demiştir: “İmam Ebû Mansûr (Mâtürîdî), Şeyh Ebu’l-Kâsım Hakîm Semerkandî ve aynı asırda yaşayan diğer Mâverâünnehr büyükleri akâidi zabt etme ve bid’atları def etme konusunda çok çalışmış ve ihtimam göstermişlerdir. Onların ihtimamının bereketiyledir ki, bu vilâyet bugüne kadar sâlimdir (bozuk fikirlerden ve
bid’atlardan uzaktır)”(13).

Hindistanlı Nakşbendî şeyhlerinden İmâm-ı Rabbânî lakaplı Şeyh Ahmed Sirhindî (ö. 1034/1624) Mebde’ ve Me’âd isimli eserinde Mâtürîdiyye mezhebi hakkında şöyle der:

“Bu fakîre mânevî hâllerinin orta döneminde Hz. Peygamber (a.s) vâkıada (rüyada veya bir kendinden geçme ânında) buyurdu ki: “Sen kelâm ilminde müctehidlerdensin”. O zamandan beri kelâm (inanç) konularının her birinde bu fakîrin özel bir görüşü ve husûsî bir bilgisi vardır. Mâtürîdiyye ve Eş‘ariyye mezheplerinin tartışmalı olduğu konuların çoğunda ilk bakışta Eş‘arîler’in haklı olduğu akla geliyor, ancak firâset nûru ve keskin bir nazar ile derin düşünülünce Mâtürîdiyye’nin haklı olduğu ortaya çıkıyor. İhtilâflı kelâmî meselelerin hepsinde bu fakîr Mâtürîdiyye âlimlerine muvâfık ve onlarla hemfikirdir. Gerçek şu ki, bu büyük zâtlar (Mâtürîdîler) sünnet-i seniyyeye uymaları sebebiyle büyük bir değer sâhibidirler. Muhâlifleri ise felsefî konulara bulaştıkları için o değere ulaşamamışlardır. Her ne kadar iki grup da hak ve doğru yol üzere iseler de, durum böyledir”(14).

“Ehl-i Sünnet âlimleri arasında Şeyh Ebû Mansûr Mâtürîdî ashâbının yolu ne güzeldir. Maksadlar ile yetinmişler, felsefî incelemelerden yüz çevirmişlerdir. Ehl-i Sünnet ve Cemâat âlimleri arasında felsefî yolla düşünme ve aklî delil getirme metodu Şeyh Ebu’l-Hasan Eş‘arî’den doğmuştur. O, Ehl-i Sünnet’in inanç esaslarını felsefî delillerle tamamlamak istemiştir. Ancak bu iş zordur, din büyüklerini kötüleme konusunda muhâlifleri cesâretlendirmektir ve selefin yolunu terk etmektir. Cenâb-ı Hak bizi nübüvvet nurlarından alınmış olan Ehl-i Hakk’ın görüşlerine tâbî olmada sâbit ve dâim eylesin”(15).

Osmanlı döneminde Anadolu’da yaşayan Nakşbendî Müceddidî şeyhi Ebû Saîd Mehmed Hâdimî (ö. 1176/1762) el-Berîkatü’l-Mahmûdiyye fî şerhi’t-Tarîkati’l-Muhammediyye isimli eserinde mezheplerin ihtilaflarını ele aldığı bölümde Mâtürîdiyye ile Eş’ariyye arasında 72 konuda görüş farkı olduğunu söyleyip açıklamıştır(16).

Bir başka Nakşbendî şeyhi Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (ö. 1242/1827) el-Ikdü’l-cevherî fi’l-fark beyne kesbeyi’l-Eş’arî ve’l-Mâtürîdî isminde bir eser kaleme alarak kelâmdaki insanın irâde-i cüz’iyyesi ve kesb meselesi hakkında Mâtürîdî ve Eş’arî âlimlerinin yaklaşımları arasındaki farkları izah etmiştir(17).

Afganistanlı Nakşbendî şeyhlerinden Gavs Muhammed Nakşbendî Müceddidî Tarîkatü’r-râşidîn isimli eserinde Hz. Âdem’in mebde-i taayyününün (ayn-ı sâbitesinin) Allah’ın “tekvin” sıfatı olduğunu söyledikten sonra Mâtürîdî âlimlerinin doğru bir yorumla “tekvin” sıfatının ezelî olduğunu ve Allah’ın zâtî sıfatlarından olduğunu kabul ettiklerini, Ebu’l-Hasan Eş’arî’nin ise tekvini zâtî sıfat olarak kabul etmediğini ifade etmiştir.

İnceleyin:  Belli Sayıda Zikir Yapmak / Vird Var Mıdır ?

Tekvîn sıfatıyla ilgili Eş’arîler’in Mâtürîdîler’e yönelttiği eleştirilere de cevaplar veren Gavs Muhammed Nakşbendî, bu konuda Mâtürîdîlerin haklı olduğunu aklî delillerle ispat etmeye çalışmıştır(18).

Netice

Mutasavvıfların Mâtürîdiyye ile ilişkilerine dâir yukarıda verilen örnekler çoğaltılabilir. Bu örnekler dikkate alındığında bir Orta Asya tarîkatı olan Yeseviyye ile Orta Asya’da doğup Hint alt kıtasından Anadolu’ya kadar geniş bir sahaya yayılan Nakşbendiyye tarîkatlarına mensup sûfîlerin çoğunlukla Mâtürîdiyye mezhebine mensup oldukları, eserlerinde bu mezhebe veya onun kurucusuna temas ettikleri anlaşılmaktadır. Nakşbendiyye tarikatının önemli isimlerinden Hindistanlı İmâm-ı Rabbânî’nin Mâtürîdiyye mezhebine sıkıca bağlı olması ve onu övmesi, kendisinden sonraki Nakşbendî mensuplarının bu mezhebe daha fazla önem atfetmesinde bir miktar etkili olmuş olabilir.

Önceleri medrese âlimleri ile sûfîler arasında kısmen bir mesâfe olduğu, bazı Mâtürîdî âlimlerinin de sahte sûfîleri tenkit eden eserler kaleme aldıkları görülmektedir. Bunlardan biri olan Hüsâmeddin Sığnâkî’nin ayrıca Menâkıb-ı Ahmed-i Yesevî isminde Farsça bir eser kaleme almış olması, bu âlimlerin istikâmet ehli sûfîlere saygıda kusur etmediklerini îma eder(19). Öte yandan, ilme ve âlimlere yakınlığı ile öne çıkan Nakşbendiyye tarikatına bağlı bazı sûfî-âlimler Mâtürîdiyye mezhebiyle de yakından ilgilenmişler, eserlerinde bu mezhebe vurgu yapmışlardır. Nakşibendîler ile ulemânın yakınlığını gösteren örneklerden biri de, meşhur kelâm âlimi Seyyid Şerîf Cürcânî’nin (ö. 816/1413), Bahâeddin Nakşbend’in halifelerinden Alâeddin Attâr’a mürid olmasıdır. Cürcânî’nin: “Hâce Alâeddîn Attâr’ın sohbetine katılmadan Hak Teâlâ’yı tanıyamadım” şeklindeki sözü meşhurdur(20).

Orta Asya Türkleri ile Hindistan, Afganistan ve Anadolu’da yaşayıp fıkıhta Hanefî mezhebini benimseyen Müslümanların, itikâdî mezhep olarak da çoğunlukla Mâtürîdî mezhebini benimsedikleri anlaşılmaktadır. Özelde Türklerin din yorumu ya da bir “Türk İslâmı” tarif edilecek olursa, fıkıhta Hanefî, itikadda Mâtürîdî yoruma dayanan, ayrıca Yesevîlik ve Nakşbendîlik gibi bir tasavvuf ve maneviyat yoluyla harmanlanmış İslam yorumundan söz etmek mümkün olacaktır.

Prof. Dr. Necdet Tosun

Dipnotlar:

1- Îrec Efşâr, “Pendnâme-i Mâtürîdî”, Ferheng-i Îrân-zemîn, sy. 10 (Tahran 1345 hş.), s. 46-67.

2- Ebu’l-Hasan er-Rüstüğfenî’nin Fevâid isimli eserinden naklen, Sönmez Kutlu, İmam Mâturîdî ve Maturidilik, Ankara 2003, s. 26.

3- Alî-şîr Nevâyî, Nesâyimü’l-mahabbe min şemâyimi’l-fütüvve (nşr. Kemal Eraslan), Ankara 1996, s. 392-393.

4- Şükrü Özen, “Mâtürîdî”, DİA (Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi), İstanbul 2003, XXVIII, 148.

5- Cemâl el-Karşî, el-Mülhakât bi’s-surâh (İstoriya Kazahstana v Persidskih İstoçnikah, c. 1 içinde), Almatı 2005, s. CXXXI.

6- Ömer Nesefî, Risâle fî beyâni mezâhibi’t-tasavvuf, Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 2725, vr. 155-156. Eser ayrıca Ali Ekber Ziyâî tarafından yayınlanmıştır. Bk. et-Türâsü’l-Arabî, XII/46 (Dımaşk 1412/1992), s. 133-141. Türkçeye Süleyman Uludağ tarafından tercüme edilmiştir. Bk. Kelâbâzî, Doğuş Devrinde Tasavvuf: Taarruf (trc. S. Uludağ), İstanbul 1992, sonunda ek, s. 259-263.

7- Serrâc Tûsî, el-Lüma’ (nşr. A. Mahmûd- T.A. Sürûr), Kâhire 1960, s. 531-555.

8- Eserin metninin Hüsâmeddin Hüseynî’ye (ö. 715/1315), şerhin Hüsâmeddin Sığnâkî’ye ait olduğu söylenmektedir. Metnin ve şerhin aidiyeti tartışılmaktadır. Nüshaları için bk. Süleymaniye Ktp., Hz. Halid, nr. 153, vr. 1a-36a (şerh); İstanbul Belediye Ktp., Osman Ergin Yzm., nr. 1883, vr. 2b-6a (metin).

9- Hoca İshâk b. İsmail Ata, Hadîkatü’l-ârifîn, Özbekistan Fenler Akademisi Bîrûnî Şarkiyat Enstitüsü Ktp.,nr. 11838, vr. 89a.

10- Ahmed b. Mahmûd Hazînî, Cevâhiru’l-ebrâr min emvâci’l-bihâr, İstanbul Ün. Ktp., TY, nr. 3893, vr. 102a; a.mlf, Cevâhirü’l-ebrâr min emvâc-ı bihâr: İyilerin Dalgalı Denizlerden Çıkardığı İnciler (nşr. Cihan Okuyucu, Mücahit Kaçar), İstanbul 2014, s. 155.

11- Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 1663, vr. 213b-242b.

12- Mîr Abdülevvel Nîşâbûrî, Melfûzât-ı Ahrâr, Ârif Nevşâhî, Ahvâl ve Sühanân-ı Hâce Ubeydullâh-i Ahrâr, Tahran 1380 hş./2002, içinde, s. 280.

13- Mîr Abdülevvel Nîşâbûrî, Melfûzât-ı Ahrâr, s. 208.

14- İmâm-ı Rabbânî, Mebde’ ve Me’âd: Rabbânî İlhamlar (trc. Necdet Tosun), İstanbul 2005, s. 80-81.

15- İmâm-ı Rabbânî, age, s. 111.

16- Bk. Philipp Bruckmayr, “The Particular Will (al-irâdat al-juziyya): Excavations Regarding a Latecomer in Kalâm Terminology on Human Agency and its Position in Naqshbandi Discourse”, European Journal of Turkish Studies,13 (2011), s. 6.

17- Bu eser, Mevlânâ Hâlid’in mektupları arasında yayınlanmıştır. Bkz. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Bugyetü’l-vâcid fî mektûbâti Hazret-i Mevlânâ Hâlid (drl. Muhammed Es’ad Sâhibzâde), Dımaşk 1334, s. 88-104. Ayrıca bk. Abdülkerîm Müderris, Yâd-ı Merdân, Hevler (Erbil) 2011, c.1, s. 348-361.

18- Gavs Muhammed Nakşbendî Müceddidî, Tarîkatü’r-râşidîn ve huccetü’l-müsterşidîn, Türbet-i Câm 1386 hş., s. 262-264.

19- Necdet Tosun, “Ahmed Yesevî’nin Menâkıbı”, İLAM Araştırma Dergisi (III/1, 1998), s. 73-81.

20- Abdurrahman Câmî, Nefahâtü’l-üns (nşr. Mahmûd Âbidî), Tahran 1382 hş., s. 394; Fahreddin Ali Safî, Reşahât-ı Aynü’l-hayât (nşr. A.A. Muîniyân), Tahran 1977 , I, 186-7.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir