Soru
1-Sahih hadisle, mezhebimizin içtihadı tearuz ederse hangisine göre amel edeceğiz? Ebu Hanife, “Benim içtihadım sahih bir hadisle çelişirse içtihadımı terk ediniz sahih hadisi alınız” demiştir. Bu söz ne demektir? Ebu Hanife bu sözü müçtehit olan talebeleri için mi, yoksa bizim için mi söylemiştir? Yani “hadisi alınız”dan maksat “o hadisten hüküm çıkarınız” demektir her halde. Hadisi alıp ta öyle zahiri manasına göre amel ediniz demez İmam Ebu Hanife. Haddizatında İmam’ın r.a. bu sözü müçtehit talebeleri içindir diyebilir miyiz?
2-Bir hadisi işitmeyip te kendi içtihadıyla amel eden müçtehit velev ki hadisle çelişse dahi mesul olur mu, yoksa yine sevap alır mı? Böyle bir olay hiç bir müçtehit için olmuş mudur?
3-Usul-i hadis ilmine göre, resulullah efendimizin kavli ve fiili hadisi tearuz ederse hangisi tercih edilir?
4-Bir alim bir hadise mevzu dese diğeri de değildir dese, müçtehit te mevzu diyenin sözünü hüccet kabul edip hadisi bırakıp kendi içtihadına göre hüküm verse bu müçtehit sünneti bırakıp, içtihatla hüküm vermiştir denilir mi?
Cevap
1-Bu sorunun cevabıyla ilgili olarak şunları söyleyebiliriz:
A. Sahih bir hadisle herhangi bir mezhebin hükmünün çeliştiğinin söylenebilmesi için, öncelikle hem mezhebin hükmünün, hem de hadisin sübut ve delaletinin tesbiti noktasında yeterlilik gerekir. Öyle durumlar vardır ki, mezhebin birden fazla görüşü/hükmü söz konusudur ve bunlar arasında hangisinin fetvaya esas olduğunun tesbiti özel bir donanım ister. Keza hadisin delaletinin de (ne anlattığının da) çok iyi tesbiti zaruridir. Bir alimin “a” sonucunu çıkardığı bir rivayetten, öbürü “b” sonucunu çıkarmış olabilir; bunun pratik örnekleri çoktur.
B. Hadisin, mezhebin sıhhat ölçütlerine göre sahih olduğunun tesbiti gerekir. Bilindiği gibi mezheplerin, hatta Hadis ulemasının hadislerin sıhhati için öngördüğü şartlar değişiktir ve içtihadîdir. Bu bakımdan bir hadisin bir mezhebi ilzam ettiğinden bahsedebilmek için, o hadisin, o mezhebin sıhhat kriterlerince sahih olduğunun ortaya konmuş olması gerekir. Yoksa Hadis alimlerince sahih kabul edilmiş bir hadis, herhangi bir mezhep imamının sıhhat kriterlerine uymadığı için amele konu edilmemiş olabilir. (es-Süyûtî, Hz. Peygamber (s.a.v)’in ebeveyninin durumunu tartıştığı risalelerinden “Mesâliku’l-Hunefâ”da (“el-Hâvî” içinde, II, 353 vd.; “er-Resâilu’t-Tis'” içinde, 11 vd.) dört mezhebin amele konu etmediği bu türlü hadislere örnekler zikretmiştir; ilginç bir bahistir…)
C. Hadisin bu özellikte olması yeterli değildir; aynı zamanda “ma’mulun bih” (başta Sahabe olmak üzere örnek nesil ve kişilerin o hadisle amel etmiş) olması gerekir. Bir çok muteber Hadis kitabında “ma’mulun bih” olmayan hadislere rastlamak mümkündür. Mensuh rivayetler bu bağlamda ilk akla gelenlerdir.
D. Muarazadan salim olması gerekir. Yani sübut ve delalet noktasında en az kendisi kadar güçlü bir hadisle tearuz halinde olmaması gerekir. Tearuz durumunda nasıl hareket edileceği, ilgili kaynaklarda detaylı olarak anlatılmıştır.
Özetle aktardığım bu özellikleri taşıyan bir rivayet mezhebin görüşüyle/hükmüyle çeliştiği zaman, mezhebin o konudaki delili araştırılır. Eğer mezhebin delili o rivayetle tearuz edebilecek güçte değilse terk edilir ve o rivayet esas alınır. Burada mezhep imamının o hadise muttali olamadığının bilinmesi son derece önemlidir. Bunun tesbiti ise ancak o imam ile uzun zaman birlikte olmuş önde gelen talebelerinin yapabileceği bir iştir.
Burada “ilke olarak” belirttiğim hususların bugün bizler için ne ifade ettiğine gelince, hemen şunu belirtelim: Takarrur etmiş her mezhep, oturmuş bir sistemi ifade eder. O sistem, kendi içinde oluşturduğu mekanizmalarla, yani her tabakadan alimler vasıtasıyla en ince noktalarına kadar –tabir yerinde ise– gözden geçirilmiş, noksandan arındırılmış ve devamlılığını bu şekilde muhafaza edegelmiştir. Böyle bir sistem içinde önceki kuşakların, özellikle de mezhep imamının öğrencilerinin ve onların öğrencilerinin gözünden, dikkatinden kaçmış bir rivayeti bugün bizim tesbit etmemiz “aklî bir imkân” ile mümkün ise de, “adeten” mümkün değildir.
Bu meseleyi, zaman zaman kaleme aldığım yazılar yanında, İmam Ebu’l-Hasan el-Kerhî’den “Mezhebimizin hükmüne aykırı düşen her ayet veya hadis ya mensuh veya müevveldir” şeklinde nakledilen söz üzerinde durduğum seri yazıda detaylı biçimde ele almıştım.
2. Bir müçtehid, işitmediği bir hadise aykırı içtihadda bulunduğu zaman, hadisten haberdar olmadığı için sorumlu olmaz. “Hakim içtihad edip de isabet ettiği zaman iki, hata ettiği zaman bir sevap alır” mealindeki hadis, bu hususu da kapsamına alır. Dolayısıyla hadise aykırı içtihadda bulunan müçtehid, yanıldığı, hata ettiği halde, içtihadının karşılığı olarak yine sevap alacaktır. Çünkü “içtihad” Din’de övülmüş, terğib edilmiş bir faaliyettir.
“Böyle bir olay fiilen vuku bulmuş mudur? ” sorusuna cevap olarak ilgili kaynaklarda yaygın olarak verilen bir örneği zikredebiliriz. Buna göre İmam Ebû Hanîfe, vakfın satılabileceğini kail olmuş; bilahare İmam Ebû Yusuf, vakfın satılamayacağını hükme bağlayan rivayete muttali olduğu zaman, “Eğer Ebû Hanîfe bu hadisten haberdar olsaydı, vakfın satılabileceği görüşünden dönerdi” demiştir.
Burada dikkatimizi çeken bir husus var: Bir önceki yazıda da değindiğim gibi, herhangi bir hadisin bir mezhep imamına ulaşıp ulaşmadığının tesbiti oldukça güç bir meseledir. Bunu en iyi yapabilecek nesil, mezhep imamının birinci kuşak talebeleridir.
Hanefî Tabakât kitaplarında ve İmam Ebû Yusuf’un tercemesini (biyografisini) veren eserlerde, onun –anlam olarak– şöyle dediği zikredilir: “Ebû Hanîfe bir meselede hüküm verdiği zaman bütün Kûfe’yi dolaşır, o içtihadı destekleyen rivayetleri toplar ve kendisine getirirdim. O, bu rivayetlerin her birinin taşıdığı illetleri zikreder ve “Şunu şu illetinden, bunu bu illetinden dolayı almadım” derdi. ”
Burada birkaç nokta dikkat çekmektedir:
1. İmam Ebû Hanîfe, kendi içtihadını desteklediği halde önüne gelen her rivayetle amel etmemiştir. (Mezhebin Usul kitaplarında İmam’ın rivayetleri kabul şartları zikredilmiştir. Zâhid el-Kevserî merhum “Fıkhu Ehli’l-Irâk ve Hadîsuhum”da bunları topluca zikreder.)
2. İmam Ebû Yusuf’un Kûfe’yi dolaşarak topladığı rivayetler İmam Ebû Hanîfe’ye daha önce ulaşmıştır.
Hadis kitaplarının –özellikle “Kütüb-i Sitte” ve benzeri çalışmaların– mezheplerin takarrurundan daha sonra oluşturulduğunu, dolayısıyla Müçtehid İmamlar’ın bu eserlerden ve içerdikleri rivayetlerden haberdar olmalarının mümkün olmadığını öne sürerek, mezheplerin, bu kitaplar merkezinde yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini düşünenler şu noktayı gözden kaçırıyor:
Müçtehid İmamlar’ın rivayet senetleri, Hadis İmamları’nın senetlerine göre daha “âli”dir (aradaki ravi sayısı daha azdır); dolayısıyla rivayetleri ve senetleri kontrol noktasında Müçtehid İmamlar daha avantajlıdır.
Senet uzadıkça yani senetteki ravi adedi arttıkça rivayetlerin metinlerinde yanılma, mana ile rivayet vb. gibi arızalara daha fazla rastlandığı vakıasını göz önünde tutarsak, Müçtehid İmamlar’ın doğruya isabete daha yakın olduklarını anlamamız kolaylaşır.
Bunun yanında Müçtehid İmamlar’ın elinde Sahabe ve Tabiun fetvalarının (mevkuf ve maktu rivayetlerin) oluşturduğu geniş bir külliyat bulunduğunu da dikkatten uzak tutmamalıyız. Bu fetvalar/rivayetler, ilk nesillerin içtihad ve amel tarzlarını yansıtması bakımından son derece önemlidir.
Yukarıdan beri yapılan açıklamalar, aynı zamanda 4. sorunun cevabı için de zemin oluşturmaktadır. Şöyle ki;
Müçtehid İmamlar, hadislerin senet ve metinlerini değerlendirmede başkalarını taklid etmez. Onların kendi değerlendirme kriterleri vardır ve ellerindeki rivayetleri o kriterler doğrultusunda kabul veya reddederler.
Şu halde bir müçtehid imamın, bir hadise “mevzu” (veya “sahih”, “hasen”, “zayıf”…) diyen bir başkasının sözünü hüccet kabul etmesi diye bir olgudan söz etmek yanlıştır.
Unutmayalım ki –bazı çevreler tarafından Hadis ilminde yetersiz!! olduğu ileri sürülen İmam Ebû Hanîfe de dahil olmak üzere– bütün Müçtehid İmamlar, aynı zamanda birer Cerh-Ta’dil otoritesi, Hadis tenkitçisidir.
(İmam Ebû Hanîfe’nin Hadis’te yetersiz olduğu iddiasını öne sürenler ya gerçeği bilerek saptıran, ya da bu işi bilmeyen kimselerdir. Gerektiğinde bu konuyu müstakil bir yazı halinde ele alabiliriz…)
Dolayısıyla bir müçtehid imamın, Hadis kritiğinde bir başkasının görüş ve hükmüyle amel etmesi bahis konusu olmadığı için, “… müçtehid, mevzu diyenin hükmünü kabul edip hadisi bırakıp kendi içtihadına göre hüküm verse, bu müçtehid sünneti bırakıp içtihadla hüküm vermiştir denir mi?” tarzındaki soru, yanlış bir sorudur.
3. Usul-i Hadis ilmine göre Efendimiz (s.a.v)’in kavil ve fiilinin tearuzu halinde hangisinin tercih edileceği sorusunun cevabına gelince, bu da yanlış bir soru. Zira Kavlî Sünnet ile Fiilî Sünnet tearuz ettiğinde hangisinin tercih edileceği problemiyle Usul-i Hadis ilmi değil, Usul-i Fıkıh ilmi ilgilenir.
Bu soruyu doğru sorulmuş kabul ederek meselenin Usul-i Fıkıh merkezli cevabına gelecek olursak, öncelikle belirtmek gerekir ki, deliller arasındaki tearuz babında söz konusu edilen, sadece fiil ile kavlin tearuzu değildir. Emirle nehyin, isbatla nefyin, fiille fiilin, kaville kavlin… tearuzu gibi geniş bir sahanın sadece bir bölümüne taalluk eden bu sorunun bir tek cevabı yoktur.
Cevabı soruda zikredilen kısımla sınırlı tutarsak, başlangıç olarak şunu söylemeliyiz: Efendimiz (s.a.v)’den sadır olan ve birbiriyle tearuz halinde bulunan kavil ve fiilin durumu ve özellikleri burada çok önemlidir. Kavil ve fiilin hususi mi, umumi mi olduğu, “vücub” (bağlayıcılık) mu, “nedb” (teşvik) mi ifade ettiği, aralarında takdim-tehir (öncelik-sonralık, nesh ilişkisi) bulunup bulunmadığı… gibi hususlar behemehal bilinmelidir.
Mütearız kavil ve fiilin durumu şu dört halden birine girer:
1. Fiil, mükerrer olarak işlendiğini veya Ümmet tarafından uyulması gerektiğini gösteren delil-ler-le birlikte rivayet edilmiştir.
2. Bunu gösteren delil-ler- mevcut değildir.
3. Fiilin Efendimiz (s.a.v) tarafından tekrar tekrar işlendiğine dair delil-ler- vardır; ancak Ümmet’in uyması gerektiğini gösteren delil-ler- yoktur.
4. Fiilin uyulması gereken bir fiil olduğunu gösteren delil-ler- vardır; ancak Efendimiz (s.a.v) tarafından tekrar tekrar işlendiğine dair delil-ler- yoktur.
Birinci durumda eğer kavil Hz. Peygamber (s.a.v)’e has (O’na mahsus bir durumu ifade ediyor) ise, –hükmün bize yönelik olması bakımından– fiil ile aralarında tearuz yoktur; fiil tercih edilir. Eğer kavil de fiil de bize yönelik ise aralarında nesh ilişkisi cereyan etmiş demektir. Hangisi muahhar ise o tercih edilir. Eğer tarih bilinmezse, çoğunluğu teşkil eden ulemaya göre kaville amel edilir. Zira kavlin delaleti fiilin delaletinden daha açıktır. İbnu’l-Hümâm, bu durumda ihtiyata muvafık olanın tercih edileceğini söyler.
Kavil münhasıran Ümmet’e yönelik ise veya hem Ümmet’e, hem de Hz. Peygamber (s.a.v)’in bizzat kendisine yönelik ise, Hz. Peygamber (s.a.v)’e has fiillerde Ümmet’in O’na ortaklığı olmadığı için bu durumda da tearuz yoktur; kavil fiile takdim edilir.
İkinci durumda söz de fiil de Hz. Peygamber (s.a.v)’e has olabilir. Bu durumda kavil daha sonra sadır olmuşsa tearuz yoktur; o tercih edilir. Kavil daha önce sadır olmuşsa fiil onu nesh etmiş sayılır. Tarih bilinmezse, Hz. Peygamber (s.a.v)’e hürmeten tevakkuf edilir.
Üçüncü durumda kavil bize yönelik olabileceği gibi, hem bize hem de Efendimiz (s.a.v)’in bizzat kendisine yönelik olabilir. Bu durumda fiile uymamız gerektiğini gösteren bir delil bulunmadığı için fiil Hz. Peygamber (s.a.v)’e has olarak kabul edilir. Dolayısıyla bu durumda da tearuzdan bahsedilmez; kavil tercih edilir.
Dördüncü durumda ise eğer kavil Hz. Peygamber (s.a.v)’e has ise tearuz yoktur; fiil tercih/takdim edilir. Ancak eğer hem fiil, hem de kavil bize yönelik ise, hangisi sonra sadır olmuşsa diğerini nesh etmiş demektir. Hangisinin sonra sadır olduğu bilinmezse, tercih edilen görüşe göre kaville amel edilir. Ancak bu durumda da İbnu’l-Hümâm’ın tavrını tercih etmenin (yani ihtiyata uygun olanı tercih etmek) daha doğru olduğunu söylemekte bir beis olmasa gerektir.
“Fevâtihu’r-Rahamût”da (“el-Müstesfâ” ile birlikte, II, 202 vd.) bu mesele geniş olarak ele alınmıştır. Daha başka Usul kitaplarında da bu meseleyle ilgili mebhasler mevcuttur. Oralara bakılarak ayrıntılı bilgi edinilebilir. Ayrıca çağdaş araştırmacılardan Muhammed Süleyman el-Eşkar’ın “Ef’âlu’r-Resûl” isimli iki ciltlik çalışmasında da bu mesele alabildiğine detaylı bir şekilde işlenmiştir. İstifadeye şayan bir çalışmadır.
| Facebook-Ebubekir Sifil Hoca
0 Yorumlar