Bir tanıma göre medeniyet, insanın tabiat üzerinde hakimiyet kurma ameliyesidir. Toynbee medeniyeti çevre şartlarının insanları değil, “insanların çevrelerini kendi arzularına göre düzenleme süreci” olarak tanımlar. Böylece insan-tabiat ilişkisinde tabiatın “mekanik kuralları” değil, giderek insan iradesi temel belirleyici faktör haline gelir. Barınma, korunma ve çoğalma gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak isteyen insan, bunun için birtakım araçlar geliştirir. Temel manasıyla teknik ve teknoloji, bu ihtiyaçtan ortaya çıkan araçların bütününü ifade eder. Fakat bu araçlar bir defa ortaya çıktıktan sonra insan ile tabiat arasındaki ilişki niteliksel bir dönüşüme uğrar. Tabiattan bir adım uzaklaşmış ve ona yabancılaşmış olan insan, artık tabiatı kontrolü altına alabilcek güce de ulaşmıştır.Varlık ve tabiat,anlam ve değerden arındırılıp araçsal akıl ile izah edilen bir nesne haline geldiğinde insan-tabiat ilişkisi bir mülkiyet ilişkisine dönüşür.Bu noktada medeniyet,insanın tabiattan yabancılaşma sürecini ifade eder.
Tabiatı dönüştürme ve aşma aracı olarak teknik ile medeniyet arasındaki ilişkiye dikkat çeken Lewis Mumford, alet ve makinelerin insanlık tarihinin her aşamasında bulunduğunu söyler. Bugün farklı olan, makinelerin ve teknolojik aletlerin organize bir şekilde hayatımızın her alanına nüfuz etmesi ve bireysel ve sosyal yaşantımızı kökten dönüştürmesidir. Kendi elimizle ürettiğimiz alet ve makinelerin hayatımızda bu kadar geniş bir yer işgal etmesi, varlıkla olan ilişkimizin araçsallaşmasının ve mekanikleşmesinin bir sonucudur. Çağımıza hakim olan varlık tasavvuru, araçsal akıl ve bunlardan beslenen toplumsal muhayyile, araçsal- faydacı olmayan ve tahakküme dayanmayan ilişki biçimlerini giderek imkansız hale getirmektedir. Teknik ve teknolojinin hayatımızdaki yeri eşyayla olan ilişkimizi gölgelemekte ve varlığın “açık ufku”nu daraltmaktadır. Mumford’a göre teknik ve medeniyet, “insanların bilinçli ve bilinçsiz olarak yaptığı seçimlerin, sahip olduğu tutumların ve verdiği mücadelelerin bir sonucudur. Bunların en nesnel ve bilimsel olduğu durumlarda, bu tercihler aynı zamanda irrasyoneldir”. Modern teknolojiyi kontrol edemez hale gelen insanın kendi eliyle ürettiği şeylere karşı yabancılaşması, Mumford’ın “irrasyonel tercih” tespitini doğrulamaktadır.
Medeniyetin maddi-teknik yönü, insanın tabiat üzerinde tasarrufta bulunma ve tahakküm kurma çabasının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Descartes “İnsan, tabiatın efendisi ve sahibidir” dediğinde bu ilişkiye atıfta bulunuyordu. Modern hümanizmin sunduğu indirgemeci varlık tasavvuru ve fizikalist tabiat anlayışı, insan-tabiat ilişkisinin giderek bir çatışma ve tahakküm ilişkisine dönüştüğünü göstermektedir. Weber in “evrenin büyüsünün bozulması” {disenchantmerıt of the world} olarak tarif ettiği büyük dönüşüm sonucunda varlık, anlamdan yoksun bir nesne haline gelirken insan da bu varlığa anlam kazandırma tasarrufuna sahip tek özne olarak kendini konumlandırır. Weber’in tanımı, insanın evrenle olan ilişkisini ve modem medeniyet tasavvurunu çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır:
‘’(…) prensipte esrarengiz ve hesaplanamaz güçler yoktur artık; tersine, insan artık “hesap etme” (calculation)121 yoluyla her şeyin üstesinden gelebilir. Bu demektir ki artık dünyanın büyüsü bozulmuştur. Esrarengiz güçlerin var olduğuna inanan yabani insanların tersine, bizim ruhlara hükmetmek yahut onlara yalvarmak için büyü gibi araçlara ihtiyacımız kalmamıştır. Teknik araçlar ve hesap işlemleri artık bu görevi yapmaktadır. Aklîleşmenin (intellectualizatiorı) birinci anlamı işte budur.’’
“Büyüsü bozulmuş” ve sırrı çözülmüş bir âlemde yaşamak, bir tarafta insanı kozmik bir yalnızlığa iterken, öbür tarafta onun varlığa ve hayata ilişkin bütün anlam formlarını hiçbir harici kaynağa başvurmadan kendisinden devşirme arzusunu tahrik etmektedir. Fizikalize edilmiş, sırlarından ve manasından arındırılmış ve ölü madde haline getirilmiş bir evrende bulunmak, insanı kendi kendine var olan, kendi kendine yeten, kendi kendini tanzim eden, kısacası kendine atıfla vücut ve mana bulan (self-referential) bir varlık olduğu vehmine götürür. Evrene yönelik tasarrufunu hiçbir harici kaynağa ve aşkın ilkeye dayanmadan gerçekleştirme arzusu, modern birey ve toplum tasavvurunun temel güdülerinden biridir. Böyle bir bireyin var olabilmesi ve onun ürettiği medeniyetin ve siyasal düzenin meşruiyet kazanması için evre- nin zati anlamından ve değer-yüklü niteliklerinden arındırılması zorunlu hale gelmektedir. Bu sebeple Newton devriminden sonra madde, kuvvet ve hareket kavramları, varlık ilkelerini kendilerinden devşiren ve harici bir kaynağa ihtiyaç duymayan cevherler olarak tanımlandılar.
Aristo’nun “hareket etmeyen hareket ettiricisi”, tabiattaki süreklilik ve değişim ilkesini tabiatın dışında aşkın bir ilkeye bağlarken, aydınlanma ile beraber güç kazanan bilimsel mekanizm ve felsefi materyalizm, bu ilkeyi nesnelerin kendisine irca edecek ve maddenin ötesindeki her tür referansı, Laplace’ın meşhur ifadesiyle “gereksiz bir hipotez” haline geti recektir. Bu yüzden aydınlanmanın en radikal ateisti olan Julien Offray de La Mettrie, ünlü eseri L’homme machine’de (1748) şöyle diyecektir: “İnsan bir makinedir ve bütün evrende muhtelif bi çimlere giren tek bir cevher vardır.” Mettrie’nin bu prometyen ilanı, Guenon’un “niceliğin egemenliği” olarak tasvir ettiği varlık tasavvurunun ve evren anlayışının aydınlanma dönemindeki ilk habercilerinden biridir.
Aydınlanmanın duygularından arındırılmış, rasyonel, matematiksel, mekanik ve bilimsel araştırmaya konu olabilen insan tasavvuru, Avrupa’nın medeniyet tasavvurunu da tayin etmiş ve mekanik-teknik bir medeniyet kavramının temellerini atmıştır. Prometyen, rasyonalist, faydacı, çıkarcı, ilişkilerinde araçsal ve ayakta kalma güdüsüyle hareket eden insan tipolojisi, tabiatla ve başka toplumlarla ilişkisinde çatışmacı ve tahakküm edici bir pozisyona sürüklenmiştir. Aydınlanmanın bu soğuk ve yapmacık bireyine karşı Rousseau, aklen nakıs ama tabiatla ve çevresiyle barışık “asil yabani” (noble savage) tipolojisini romantize etmiş ama bu, insan ile tabiat, medeniyet ile çevre arasında giderek derinleşen ayrımın ve çatışmanın önüne geçmeye yeterli olmamıştir. ‘Tabiatın efendisi” olarak kurgulanan yeni insan kavramıını temellendirmek için inşa edilen varlık tasavvuru ve evren anlayışa insanlık tarihinin yakın dönemdeki en büyük kırılmalarından birine tekabül etmektedir. Varlık ile insan, insan ile tabiat arasındaki asli bağı kopartan bu bakış açısı, modern mekanistik medeniyetin arka planında yatan dünya görüşünü teşkil etmekte ve bilen özneyi, neredeyse keyfi bir şekilde varlığın tek anlam kaynağı haline getirmektedir.
Bu yaklaşımın varlığa, tabiata ve son tahlilde diğer insanlara ve kültürlere karşı nasıl bir istiğna ve tekebbür tavrına yol açtığı aşikâr olsa gerek. Bu aynı zamanda “dünyevileşme” anlamında sekülerleşme sürecinin de önemli kaynaklarından biridir. Harici ve aşkın bir anlam çerçevesini reddeden modern birey, anlam üretmek için kendine dönmekte ama bu içe dönüş manevi bir arayış değil, bireyin benlik formlarının varlığa ve evrene yansıtılması ve empoze edilmesi olarak tezahür etmektedir. Modern Batı medeniyetinin dayandığı bu seküler kozmoloji, “bilimsel muhayyile”yi kökünden değiştirmiş ve aşkın referansları olmayan seküler-hümanist bir dünya görüşünün doğmasına neden olmuştur.
Bu noktada “varlığa anlam veren varlık olarak insan”, kendine yarı-tanrısal bir nitelik bahşetmekte ve varlık ve tabiatla olan ilişkisini tek yönlü, araçsal ve statik şekilde tanımlamaktadır. Heraklit’e atfedilen “Tabiat kendini gizlemek ister” sözü, insanın ürettiği bilimsel ve teknolojik araçlar sayesinde anlamını tamamen yitirmekte ve modern-teknik medeniyeti sırlarından arındırılmış bir yaşam biçimi haline getirmektedir. Bu varlık tasavvurunun sonucu olarak ortaya çıkan teknikalist medeniyet, Heidegger’in Letterorı Humanism’inde de dikkat çektiği gibi, varlığı maddeye, insanı da beşer’e indirgemekte ve böylece hakikati ve gerçekliği, varlığın en asgari unsurlarıyla tanımlamaya çalışmaktadır.
İbrahim Kalın-Akıl ve Erdem
0 Yorumlar