Tevhid anlamı, dili, düşünceyi ve eylemi belirler. Anlamı aktarmak için kavramlara ihtiyacımız var. Kur’an’da geçen kavramların en meşhur etimoloji sözlüklerinden olan el-Müf- redât’ı yazmış olan Râgıb el-İsfahânî -rahmetullahi aleyh- bu hususta şöyle der: “Kur’an ilimlerinden öncelikli olarak meşgul olunması ve incelenmesi gereken ilimler lafzî ilimlerdir. Lafızlarla alakalı ilimlerden önde geleni ise lafızların kök mana ve etimolojilerini tahkik etmektir. Kur’an kelimelerinin kök manalarını bilmek, bir bina inşa etmek isteyen kimse için en başta gelen araçlar olan tuğla ve kerpiç mesabesindedir. Bu lafızlarla ilgili ilim ve kök manaları bilmenin faydası, sadece Kur’an ilimlerine has değildir, bütün İslâmî ilimler için geçerlidir.”
O halde biz de bahsimize önce “kavram” kelimesinin kökenine bakarak başlayalım. Bu kelime “kavramak” fiilinden gelir. “Bir şeyi kuşatmak, iyice elde etmek” demektir. O halde “kavram” bir anlamı tam içeren, kuşatan özgün kelimelere verilen addır. Kavram deyince bizim aklımıza genellikle bilim, hukuk, sanat, meslek terimleri gelir. Bu özgün terimlerin her biri bir kavramdır.
Kelimeler ayrı, kavramlar ayrıdır. Her kavram bir kelimedir. Aslında her kelime de yerine göre bir kavramdır. Mesela size “televizyon” desem bunu bir kavram olarak görmezsiniz. Çünkü somut bir şeydir, çok sayıda ve çok çeşitte vardır. Alınır, satılır. Üzerinde düşünmeyi, düşüncenizde soyut olarak kullanmayı aklınıza getirmeyebilirsiniz. Oysa her kelime gibi televizyon da yerine göre pekâlâ bir kavram olarak kullanılabilir. Mesela televizyonun teknik özelliklerini veya toplum üzerindeki rolünü anlatmaya başladığınızda televizyon da bir kavram haline gelir. Zira bir eşya olarak gördüğümüz o alet de birçok anlam içerir, insanları, toplumları ve dünyayı etkiler.
“Kavram” kelimesi nisbeten yeni bir kelimedir. Osmanlıca “mefhûm” kelimesini tasfiye etmek için türetilmiştir. “Mefhûm” kelimesi Arapça “fehm” kökünden gelir. Bu, “anlamak, kavramak” demektir. Ama öylesine veya yüzeysel anlamak değil; kavrayarak, kuşatarak, etraflıca anlamak demektir. Fıkıh usulünde “mefhûm”, “lafzın sözde zikri geçmeyen manaya delalet etmesi” demektir. Yani? Yani demek ki mefhum manayı barındıran bir kelimedir. O anlamı uzun cümlelerle anlatmak yerine tek bir mefhum veya kavram ile söyleyince maksat hâsıl olur. Kavram, büyük bir anlamı tek bir kelime ile derlemek, toparlamak, kuşatmak demektir. Bakın “mefhûm” kavramı bile tek başına ne kadar derin ve büyük bir anlamı ifade ediyor. İçerdiği büyük anlamlardan uzun uzun bahsetmeden… Mesela “takva” dendiğinde o bir kelimenin içinde çok büyük, derin, çok katmanlı ve boyutlu bir anlamı ifade etmiş oluruz.
Batılı dillerde “kavram” karşılığı olarak “concept” kelimesi kullanılır. Bu kelimenin ash Latince “conceptum” kelimesidir ki “taslak, soyut, kavranan şey” demektir. Bu kelime ise Latince “içine alıp tutmak, hamile kalmak” anlamındaki “con- cipere” fiilinden gelir. Buradaki hikmeti de görelim.
Kavramlar içlerine bir anlamı alıp saklarlar, tutarlar. Yani kavram, anlamın bir cenin gibi büyüdüğü, geliştiği rahimdir. O yüzden ne kelimeleri ne de kavranılan hafif görmemek gerekir. Anlama talip olan kişi kavranılan dikkatle ve ciddiyetle öğrenmeli ve kullanmalıdır. Bu konuda çok eksiğiz. Her toplumda az okumuş insanların kavram bilgisi olmaz. Bu onlara gereken bir şey değildir. Fakat okumuş insanların hangi kavramı hangi anlamda kullandıklarının farkına varması gerekir. Bizde okumuşlar maalesef bu konuda çok kötü bir durumda. Çoğu düzgün dil kullanımını, okuduğunu anlamayı, anladığını anlatmayı beceremiyor. Zira kelime ve kavram bilgileri çok zayıf. Çünkü okumuyorlar, okusalar anlayarak okumuyorlar. Dil bilinçleri yok. Kelime ve kavramları akıllarına geldiği gibi, herkesin kullandığı gibi kullanıp geçiyorlar.
Bir anlamı yanlış bir kavramla anlatmak; kavramayı, kuşatmayı, isabet kaydetmeyi, muhakemeyi, düşünmeyi, dolayısıyla düşünceyi işe çevirmeyi olumsuz anlamda etkiler. Mesela “ahlâk” anlamını kastederken “etik” dersek, “ahlâk” kavramının değil “etik” kavramının kuşattığı anlam dünyasını ifade etmiş oluruz. Yani Hakk’ı değil halkı esas alan bir doğruluğu savunmuş oluruz. O zaman kastettiğimiz ile ifade ettiğimiz arasında büyük bir fark ortaya çıkar. Bu da dinimizin gereği olan ahlâk yerine giderek seküler bir kavram olan etiği hayatımızda benimsememize yol açar. Hem bizim hem de bu yanlış kavramı kullandığımız her iş, her yer ve her zamanda başka insanların hayata bakışını ve iş yapışını tevhidden uzaklaştırır.
Böyle yanlış kullandığımız başka bir yanlış kavram var: “din adamı.” Tevhid ehli olan biri hiç “din adamı” der mi? Çünkü İslâm’da herkes din adamıdır, din kadınıdır. Peki, bu “din adamı” kavramı nereden çıktı? Belli ki bu kavram da dini aynen devlet gibi, piyasa gibi sınırlı ve işaretli bir alan ve kurum olarak tanımlayan Batı’dan tercüme edildi. Eğer “din adamı” derken dinî ilimlerde, daha doğrusu şefî ilimlerde söz sahibi olan kişileri kastediyorsak onlara “din adamı” değil “âlim” denir. Âlim olmak da bir sınıf veya kurumsal mensubiyet göstermez. Bir meslek değildir, bir vasıftır.
Kavramlar boş şeyler değil, her kavram bir anlam, aynı zamanda bir kurum…[“Din” yerine “diyanet”, “âlim” yerine “din adamı”, “ulûm-i diniyye” yerine “ilâhiyat” denince sadece dil değil din de allak bullak oluyor. Bu şaşkınlığın başı yine Tanzimat’tır. Yani kendimiz olmaktan çıkmaya başladığımız dönem… O dönemde başlayan aslî kavramlarımızı Batılı kavramlar ile eş görme kompleksi Cumhuriyet döneminde teslimiyete döndü. Tek parti sadece devleti tasfiye etmedi. Sadece vakıflar, medrese ve tekke gibi toplumun ilim, ihlâs ve ahlâkını inşa eden kurumları yıkmadı. Azm ü cezm ü kasd ile aslî kavramlara saldırdı ve onları devre dışı bıraktı. Israrla “ümmet”in yerine “millet”i, *bedîiyyât”ın yerine “estetik”!, “ahlâk”ın yerine “etik”i, “tasavvuf’un yerine “mistisizm”, “fi- kıh”ın yerine “hukuk”u ikame etmeye çalıştı. Tek parti döneminde dile yapılan saldınnın altında sadece Türkçe’yi öztürk- leştirmek garabeti yoktu. Temelinde tevhid diline karşı açılan savaş vardı. O yüzden rejim tevhid dilini de yasakladı. Yani kavramları kurumlar ile beraber hayattan çıkarmaya çalıştı.
Peki, bu tasfiyeye karşı dindarlar ne yaptı? Ulema ve ârif- ler mücadelelerine devam ettiler. “Muhafazakâr” dediğimiz kesim ise “köprüyü geçene kadar” mantığıyla bütün bu yanlışları meşrulaştırdılar. “Batı’da ne varsa vallahi billahi bizde de var” kompleksiyle bu tasfiyeye gönüllü omuz verdiler. O yüzden Kemalistler kadar muhafazakârlar da kendisi olmaktan çıktı. Onların da referansı kendimiz, tevhid değil.
Yanlış anlaşılmak istemeyiz. Bizim burada dert edindiğimiz sadece kelimeler değil. Yoksa “sandalye” yerine başka bir şey desek belki büyük bir kayıp olmaz. Gerçi “sandalye”nin de, her sıradan kelimenin de koskoca bir âlemi var, o ayrı… Fakat aslî kavramlar, tevhid kavranılan bambaşkadır. Çünkü her aslî kavram, bir anlama bağlıdır. Anlamlar ise insanları, toplumları inşa eden unsurlardır.
Kavramlar anlamlardan, anlamlar ise inançtan doğar. İnanç derken dinler kadar felsefe ekollerini ve ideolojileri de kastediyoruz. Zira bunlan takip edenler bunlara aynen bir din gibi bağlanırlar. Hayatı o ideolojiler ve felsefeler penceresinden anlamaya ve yaşamaya çalışırlar. Her medeniyetin özgün kavramları o medeniyeti doğuran inanca dayanır. Her medeniyetin özgün anlamlarını içeren özgün kavramları ve bu özgün kavramları içeren özgün bir medeniyet dili vardır. Batı medeniyetinde bu diller eski Yunanca ve Latince’dir. Çünkü Hıristiyanlık Avrupa’ya yayılmaya başladığında İncil Ârâmî dilinden önce eski Yunanca’ya, sonra da Roma İmparatorluğu’nun resmen hıristiyan olmasıyla beraber Latince’ye tercüme edilmiştir. Bunu bildiğimiz zaman bugün Batı’daki temel kavramların neden hemen hepsinin eski Yunanca veya Latince kaynaklı olduğunu da anlayabiliriz. Fakat Batı medeniyetinin yaslandığı inanç kaynağı sadece Hıristiyanlık değildir. Devirler içinde üst üste, yan yana, iç içe yığılmış mitoloji, Hıristiyanlık, Yahudilik, ideoloji gibi farklı inanç katmanları bu medeniyeti şekillendirmiştir. 16. asırdan sonra ise sekülerlik, yani “o iş ayrı, bu iş ayrı”, “Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya, Sezar’ın hakkı Sezar’a” gibi sözlerde özetlenen dünyevilik bütün bu inançları tasfiye etmiş, kendisi bir din gibi ortaya çıkmıştır.
Genellikle medeniyetlerin yaslandığı kutsal kitabın dili o medeniyetin dili, onun alfabesi de o medeniyetin alfabesi olur. Nerede, ne zaman yaşarsa yaşasın, müslümanların ortak dili Kur’an’m dili olan Arapça’dır. Bu yüzden Malezya’dan Moritanya’ya, Sibirya’dan Tanzanya’ya kadar müslüman top- lumların hepsinin dillerinde Arapça kökenli kavramlar çok fazladır. Arap alfabesinin Malayca’dan Tatarca’ya kadar, Boşnakça’dan Kürtçe’ye kadar her müslüman toplumun yazı sistemi olmasının sebebi de budur. Nitekim bizim Latin alfabesi dediğimiz alfabe de Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlığı resmî din olarak kabul etmesi aşamasında Latince’ye tercüme edilen Incil’in alfabesidir. Buna Batılılar “Roma alfabesi” de derler. Müslüman toplumların asırlardır kullandığı İslâm alfabesi 20. asırda müslüman toplumların İngiliz, Fransız, Rus, Hollanda sömürgesi olması sonucunda Latin alfabesine çevrilmiştir. Yani alfabe değişikliği Batılı sömürgecilerin aynı zamanlarda, aynı usullerle İslâm toplumlarına empoze ettiği bir şeydir. Diğer müslüman toplumlara bu hususta örnek olarak Türkiye’nin alfabe değişikliği gösterilmiştir. Böylece bütün bu toplumların ortak paydası olan hilafet kurumuyla beraber kavranılan da yok edilmiştir.
Peki tevhid dilinin kaynaklan nedir? Bunlar elbette Kur’an, sünnet, dinî ilimler ve örftür. Üstünlük sıralaması Kur’an’dan örfe doğrudur. Dinimizde hükümler, ölçüler ve ölçütler önce Kur’an’a, sonra Kur’an’a dayanan sünnete, sonra Kur’an ve Sünnet’e dayanan icmâya ve bütün bu esaslara uyan örfe dayanır. Bu usul müminlerin kendi kafalarına göre uydurduktan bir şey değildir. Rabbimiz’in âyetlerinde ve Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin hadislerinde buyurduğu silsile budur. Demek ki önümüze hazır konan bu ilkeler, ölçüler ve ölçütler boşlukta, binlerine göre, felsefe yapılarak keşfedilmiş şeyler değildir. Hepsi birbirine bir zincir halkası gibi sımsıkı bağlıdır. İnancımızın gereği olarak tercih ettiğimiz ve uyduğumuz anlayıştır.
Burada örfe değinelim. Örf bir toplumun âdetleri, gelenekleri demektir. Fakat her örf Kur’an ve Sünnet’e uymayabilir. Eğer bir toplumun bir âdeti veya doğru kabul ettiği bir şey Kur’an’a uymazsa, o âdet veya doğru sayılan şey ne kadar yaygın olursa olsun, hangi hukukla yaptıranı olursa olsun meşru değildir. “Kültürdür” diyerek meşru kabul edilemez.
Eğer “kültür” kelimesinden “örf, âdet, gelenek” anlaşmıyorsa bunun da ölçüsü ve ölçütü aynıdır. Kur’an ve Sünnet’e, bu kaynaklan bilgi ve ahlâk olarak içselleştirmiş ulemanın görüşlerine uymayan hiçbir kültür meşru sayılamaz. Mesela yakın zamanlara kadar ülkemizde yaygın olan başlık parası âdetini ele alalım. Aslında bu nikâhta kadına verilmesi gereken mehir vecibesinin bir ifadesi gibi görülebilir. Halbuki sık sık zulme dönen, insanları sıkıntıya sokan, hatta giderek cinayetlere bile yol açan kötü bir âdettir. Mehrin ölçülerine uymaz. O zaman “âdettir” diyerek bu çeşit başlık parasını iyi, doğru ve güzel bir örf olarak kabul edemeyiz. Aynı şeyi “kültürdür” diyerek top- lumlarda yaygınlık kazanan her türlü haram fiil için söyleriz.
Tevhid kavramlarının temel bazı özellikleri vardır. Tev- hid kavramları özgündür, tercüme edilemez. Bunlar tercümeye gelmezler, tarife gelirler. O yüzden sadeleştirilemezler. Kavram olduğu gibi kullanılmalı, ardından bilmeyenler için açıklaması verilmelidir. Bugün yapıldığı gibi “sadeleştirme” adı altında eş anlamlı veya uyduruk kelimeler ile değiştirilemez. “Takva” yerine “korku”, “ahlâk” yerine “etik”, “sadaka” yerine “bağış”, “tevfik” yerine “başarı” denmez. Bu karşılıkları özgün tevhid kavramlarının yerine kullananlar şöyle bir gerekçe sunuyorlar: “İnsanlar bu kelimeleri bilmiyorlar.” Peki bizler hayatımızda daha önce bilmediğimiz yüzlerce kavramı sonradan öğrenmiyor muyuz? “Kavram” kelimesini üç yaşındayken biliyor muyduk? Veya liseden önce öğrenmiş miydik? Demek ki özgün kavramlar da her kelime gibi öğrenilebilir, öğrenilmelidir. O zaman biraz emek verelim de imanımızdan doğan tevhid kavramlarını öğrenelim. Bu kavramları sıradan kelimeler gibi görmek bizi tevhidin kaynaklan olan Kur’an,sünnet, ilim ve irfan geleneğinden koparır. Bunlar herhangi bir Arapça kelime değildir. Rabbimiz’in kelâmından, Resûlullah’m mübarek dilinden bize bildirilen tevhid kavramlarıdır.
Batı’da yaşayan pek çok insan da eski Yunanca ve Latince kökenli birçok kavramı bilmeyebilir. Eğitimleri ve meslekleri ona uygun değilse düşünce, bilimler ve hukukta kullanılan çoğu kavramı anlamazlar. Ama mesleği, işi, ilgisi gerektirdiğinde sözlüğü açar, onları öğrenir ve kullanmaya başlar. Yoksa İngilizler ve Fransız- lar da analarından doğduğunda dillerindeki bütün kavranılan bilmiyorlar. Bu kavranılan hayattan ve eğitimleri ve meslekleri boyunca öğreniyorlar. Mesela Fransa’da veya İngiltere’de üniversite bitiren bir öğrencinin “istidâd” anlamına gelen Latince kökenli “predisposition” kelimesini bilmemesi düşünülemez. Bu arada “istidâd”, “herhangi bir şeye karşı doğuştan gelen yatkınlık, yetenek, kabiliyet” demektir. O Batılı öğrenci, “N’apayım, bu kelimenin kökeni başka dilden geliyor” diye bir mazeret ileri süremez. Söylese bile daha çok kınanır. Bizde ise bırakın öğrencileri, hocaların bile çoğu aslî kavramların çoğundan bihaberdir. Bundan da utanan pek azdır.
Başka yanlış bir davranışımız da bir kelimenin kökeni ile kullanımını birbirine karıştırmaktır. Mesela, “Edep Türkçe mi?” diye sorarlar. Bazıları da, “Edep Arapça bir kelimedir”derler. Çok yanlış. Bu kelime Türkçe’dir ama Arapça kökenlidir. “Televizyon” nasıl Fransızca kökenli ama Türkçe ise… Çünkü bir dilde kullanılan, benimsenen yabancı bir kelime artık o dilin kelime hâzinesine katılmıştır. Senin o kelimeyi bilmemen onun senin dilinde olmadığı anlamına gelmez.
Bizde başka bir sorun daha var. “Edep” kelimesinin bu şekilde yazılması da yanlıştır. Aslı “edeb”dir. Böyle okuyup böyle yazmak gerekir. Cumhuriyet döneminde imla ve telaffuz da kasten bozulduğu için sonu “b, c, d” gibi yumuşak harflerle biten Osıiıanhca kelimelerin son sesleri “ç, p, t” gibi sert seslere çevrildi. “Abdullah” yerine “Aptullah”, “Nureddin” yerine “Nurettin”, “hariç” yerine “hariç” gibi… Bu yanlış imlaya bir de bazı Latin harflerinin üstüne konan “şapka” meselesi eklendi. Tek bir şapka işaretiyle dört ayn harfi çıkarmak mümkün değildir. Bugün pek çok eğitimli insan “kâğıt” kelimesinin başındaki “k” harfini “ke” gibi ince değil de “ka” gibi kalın okuyor. Halbuki Türkçe’de “karga” ve “kerata” derken iki farklı “k” vardır. “Lâle” ve “lahana” dediğimizde iki ayn “1” harfi vardır. Hatta Anadolu’da yaygın olarak “n’idiyon” dediğimizde ilk “n” harfi ile sondaki “n” harfi de farklıdır. Sondaki daha çok “ng” şeklinde çıkar. Buna “nazal n” derler. Bütün bu farklı seslerin aslında alfabede farklı harflerle gösterilmesi gerekir.
Benzeri sorun birçok kelimedeki uzayan ünlüleri gösteren bir işaretin olmamasıdır. Mesela “tarikat” diye yazdığımızda burada hangi sesli harfin uzatılacağını tahmin etmek mümkün değildir. Çoğumuz *taarikat” diye okuyoruz, halbuki doğrusu “tariikat”tır.
Dil ile oynamak din ile oynamaktır. Tek parti döneminden günümüze kadar dil tasfiyesine çalışanların amacı da buydu. Ama onlar güya “dil devrimi”nin amacını halkın dilini esas almak olarak açıklarlar. Oysa her dilin esası halkın şivesi değil eğitimlilerin şivesidir. Bilmeyenlerin değil bilenlerin, cahillerin değil aydınların ölçüleri geçerlidir. Elbette bu Batı kölesi grupların asıl hedefi şehirlerde, eğitimde, hukukta, hayatta olduğu gibi dildeki İslâm etkisini de yıkmaktı. O yüzden bizde dil kasten bozulmuştur. Tek parti döneminde bir devlet politikası olarak Osmanlıca’nın zenginliğine saldırılmış, bu da dilimizi “arındırmak” olarak açıklanmıştır. Oysa yapılan şey arındırmak değil “yoksullaştırmak”tır.
Buna karşılık Batıcılar’ın örnek aldığı Batılı toplumlar dillerini tasfiye değil takviye etmeye çalışırlar. Mevcut kelimeleri atmak bir yana; dildeki eksik anlamlan gösterecek, nüansları ifade edecek, yeni buluş ve fikirleri beyan edecek kelimeleri ve kavranılan almaya ve türetmeye çalışırlar. Zaten İngilizce ve Fransızca’nın dil varlığının sadece yüzde onu kendi öz dillerinden gelen kelimelerden oluşur. Geri kalan yüzde doksanı ise başka dillerden alınan kelimelerdir. Bu onları daha fakir mi, daha güçsüz mü, daha yetersiz mi yapıyor? Elbette hayır. Bugün İngilizce ve Fransızca’nın bilim ve düşünce dili olmasında elbette benimsedikleri, kendileştirdikleri bu büyük kelime hâzinesinin büyük rolü vardır. Çünkü soyut bir düşünceyi ve duyguyu ne kadar çok kelime ile ifade edebilirseniz o dil o kadar güçlü demektir. Aynen insanlar gibi… Bir insan ne kadar çok insan tanırsa, diğer insanlardan ne kadar çok iyi şeyler alırsa o kadar yetkin, donanımlı, tecrübeli ve güçlü olur. Bir dildeki başka dillerden gelen kelimelerin çokluğu da o dilin zenginliğini gösterir.
Tevhid kavramlarının başka bir özelliği, mümin olmayanların ürettiği kavramlardan farklı olmasıdır. Burası çok önemlidir. Meselenin sadece dil değil anlam meselesi olduğunu gösteren bir noktadır. Çünkü tek bir anlam, her dilde o dilin kendi doğal mantığından doğan kelimeler ile ifade edilir. Mesela bizim “soyut” dediğimize İngilizce’de “abstract” derler. Fakat tevhid kavramları devreye girdiğinde meselenin sadece diller arasında aynı anlamın hangi kelimelerle ifade edildiğinden öte bir yanı olduğu görülebilir. Mesela bizim “edebiyat” dediğimiz kavram “edeb” kelimesinden gelir. Bu kelime lügat anlamı itibariyle “ince söz söylemek” demektir. Fakat bizim “edebiyat” dediğimize Batıhlar “harf” anlamına gelen “letter” kelimesinden türetilen “literatüre” derler. Yani biz edebiyat dediğimizde bir edep ilkesinden bahsederken onlar “literatüre” dediklerinde okunan metinleri kastederler. Aradaki fark bellidir.
Tevhid kavramlarının esası Kur’an ve Sünnet dili olan Arapça’dır. Fakat aynı Arapça kavramın, İslâm’dan önceki ve sonraki anlamının değiştiği çok görülür. Mesela Câhiliye döneminde Araplar “kerim” dediklerinde halka develer kesip ikram ederek, ziyafetler tertip ederek şan ve şeref kazanan insanları kastederlerdi. İslâm ile beraber bu kavram, “Allah için kendinde olandan insanlara karşılıksız veren kişi” anlamını kazandı. Yani aynı kelimenin tevhid ile beraber hem yönü, hem içeriği, hem önemi hem de değeri değişti. Yönü değişti çünkü artık “kerem” yani cömertlik halk övsün diye değil Allah sevsin diye yapılan bir iş oldu. İçeriği değişti çünkü cömertlik artık gösteriş için yapılan bir jest değil Allah rızası için yapılan bir amel haline geldi. Önemi değişti çünkü sadece zenginler değil artık herkes malıyla, vaktiyle, işiyle, sözüyle, tebessümüyle bile cömertlik yapabilir duruma geldi. Değeri değişti çünkü cömertlik artık zenginlerin yapması gereken bir âdet olmaktan çıkıp Rabbimiz’in insana ebedî saadet için verdiği “kasene” veya “sevap” olarak değer kazandı. Hatta Câhiliye dönemindeki gibi gösteriş için, “şanımız yürüsün” diyerek yapılan cömertlik değersiz, hatta zararlı bir iş haline geldi. Aksine gizli yapılan cömertlik en değerli iş olarak kıymet kazandı.
“Zekât” kelimesi de böyledir. Câhiliye döneminde herhangi bir şeyin artması, çoğalması anlamında kullanılan “zekât” kelimesi, Kur’an’da bu anlamı korunarak manevi yönden güzelliğin artması, çoğalması şeklinde yeni bir anlam kazanmıştır. Zekât ibadet adı haline gelmiş, bu ibadet de Allah’a yaklaşmaya vesile olduğu için “temizlenmek, temiz olmak, arınmak” anlamını kazanmıştır. Nitekim Rabbimiz buyurur: “Temizlenmek için malım hayra veren en muttaki (Allah’a karşı gelmekten en çok sakınan) kimse o ateşten uzak tutulacaktır. O, hiç kimseye karşılık bekleyerek iyilik yapmaz. (Yaptığı iyiliği) Ancak yüce Rabb’inin rızasını istediği için (yapar). Elbette kendisi de hoşnut olacaktır” (Leyi 92/17-21).
Bu kavramlar kadar “cihad”, “küfür”, “hasene” gibi daha pek çok kelime İslâm ile beraber köklü anlam değişikliğine uğramıştır. Başka bir deyişle bu kelimeler de hidayete ermiştir. Bu şekliyle bütün bu tevhid kavramları herhangi bir dil sınırım aşarak bir tevhid dilini oluşturmaktadır. “Sadaka” kavramına baksanız, “şehadet” deseniz, “emanet” deseniz, “hukuk” deseniz hep aynı şeyi görürsünüz. Bunlar hep tevhid üzerine tanımlanmış; bildiren, olduran, erdiren kavramlardır.
Her tevhid kavramının içerdiği anlamlar silsilesi bizi Mevlâmız’a kavuşturur. Yani tevhid dili kişiyi tevhide alıştırır, ulaştırır. Tevhid kavramları bizi hemen Rabbimiz’e bağlar. Oradan da kulluğun baş örneği olan Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin sünnetine bağlanırız. Mesela “ahlâk” kavramı… Bu kelime “hulk” yani “yaradılış” kelimesinin çoğuludur. Eğer “yaradılış” varsa elbette bir Yaradan, yani Hâlik vardır. Yani “ahlâk” dediğimiz anda doğrudan Rabbimiz’e bağlanırız. Şayet “etik” derseniz başka bir inancın başka bir kavramına bağlanırsınız. Çünkü “etik” kavramı eski Yunanca “bir halkın alışkanlıkları, âdetleri” anlamındaki “ethos” kelimesinden gelir. Demek ki “etik”, bir toplumun belli bir dönemde doğru ve iyi kabul ettiği şeylere uymak demektir. Yani etik halkın doğrusuna, ahlâk ise Hakk’ın doğrusuna uymaktır. Mümin yaşadığı toplumda ve zamanda doğru ve iyi kabul edilen her şeyi oto- matikman kabul edip uymaz. Bunların ne kadarı Rabbimiz’in ve Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin doğru ve iyi olarak tarif ettiğidir, ona bakar, ona göre davranır.
Buradan tevhid kavramlarının başka bir özelliğine ulaşmış oluyoruz. Tevhid kavramları sadece bir soyut anlamı değil, bir ahlâkı da barındırır. Çünkü bizler kavramları kullanarak hayatı yaşıyoruz. Tevhid kavramlarının yaslandığı anlamlar İlâhî anlamlardır. Bu anlamlar kavramlara, kavramlar düşünceye yön verir. Düşünce de bizim söz, davranış, tercih ve duruşumuzu şekillendirir. O halde kişi “etik” dediğinde bir yola, “ahlâk” dediğinde ise bambaşka bir yola gider. “Korku” dediğinde bir yola, “takva” dediğinde bambaşka bir yola girer. Doğru kavramlarla doğru yola, eğri kavramlarla eğri yola gideriz. Kültür dediğimiz de, medeniyet dediğimiz de anlam ile kavramlardan eylemlere aktarılarak şekillenmiş hayat tarzlarıdır.
Başka bir örnek verelim. Kur’an’da Hazret-i Şuayb aleyhis- selâmın dilinden “Vemâ tevfikî illâ billâh” ((Hûd11/88) âyeti vardır. Bu, “Allah’ın yardımı olmadan bir başarım yoktur” demektir. Ama biz bu anlamı verirken “tevfîk” kelimesi yerine “başarı” deyip geçersek “tevfîk” kavramının anlamına yabancı kalırız. Çünkü “tevfîk” herhangi bir başarı değildir. Aslı “vefk” kavramıdır. Bu ise “uyuşma, birbirine denk gelme” demektir. O zaman mümin ne zaman “muvaffak , yani başarılı olur? Kendi niyeti ve gayreti Allah’ın rızasına ve takdirine vefk ettiği, yani uyduğu anda… Demek ki “tevfîk” Hak yola kavuşma, Hakk’m rızasına ve takdirine uygun bir işi yapma demektir. Zaten bu âyetin devamı yine Hazret-i Şuayb aleyhisselâmm dilinden şöyledir: “Aleyhi tevekkeltü ve ileyhi ünîb.” Yani “Ben yalnız O’na (Allah’a) güvenip dayandım ve yalnız O’na dönerim.” Demek ki “tevfîk” ve “haşan” kavranılan eş anlamlı değildir. Burada yaptığımız izahat sadece bir dil tartışması değildir. Bir bilinç ifadesidir. Çünkü “tevfîk”in bizi Allah’a bağlayan anlamı ile bugün nefsin her İstediğini yerine getirebilmesi anlamında yüceltilen başarı” kavramı arasında uçurum vardır.
Şimdi de günlük hayatımızda karşımıza çıkan başka somut bir örnek verelim. Medeniyetimizin temel ilkelerinden biri olan “cemâl” veya “güzellik” kavramını ele alalım. “Allah Cemil’dir, güzelliği sever”[6] hadis-i şerifi bize güzelliğin kulda ne kadar esas olduğunu bildirir. Kul güzel olanı sever, tercih eder, eyler. Çirkin olan işlerden, eserlerden, fikirlerden ve davranışlardan da uzak durur. Peki, güzelliğin ve çirkinliğin kıstası nedir? Biz “güzellik” dediğimizde kafamıza veya birilerine göre değil, Rabbimiz’in ve Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi veselle- min bize verdiği ölçülere göre bu kavramı tarif ederiz. Batıhlar ise seküler yani dünyevî kriterlere, filozofların dediğine, kişinin nefisine göre bir şeyin güzel olup olmadığını iddia ederler. Mesela onların güzel gördükleri çıplak insan heykelleri bize göre güzel olmadığı gibi aksine çok çirkindir. Zira Allah’ın ölçüsüne göre bu insanın mahremiyetine ve izzetine ihanet etmektir.
Bugün kafası karışık olan, “Bu devirde kul gibi nasıl iş yaparız, nasıl yaşarız?” diye soran çok mümin var. Asıl mesele bu soruya cevap vermektir. Çünkü insanlar soyut inançları ve bilgileri ile somut hayatları arasında nasıl bir ilişki kuracaklarım bilemiyorlar. Onlar için okuyucularımıza tevhidin hayata somut olarak nasıl yansıdığını somut bir şekilde göstermek istiyoruz. Bunun için önce bugüne ulaşan tevhid medeniyeti eserlerindeki bu ilişkiyi göstermek gerekir. Öyle ki insanlar bundan örnek alarak hayatlarında ilkeler ve işler arasındaki ilişkiyi bugün de sağlıklı bir şekilde kurabilsinler.
Biz medeniyet eserlerimizin barındırdığı tevhid ilkelerini somutlaştırmak için bir tevhid ağacı görseli kullanıyoruz. Aşağıda tevhid ağacını görüyorsunuz:
Ağaç mecazı aslında bir hadis-i şerifte geçer. Abdullah b. Ömer’den -radıyallahu anh- nakledildiğine göre Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem bir gün ashabıyla birlikte otururken onlara şöyle bir soru sordu: “Bana müslümana benzeyen bir ağaç söyleyin. (Öyle bir ağaç ki) Rabb’inin izniyle her zaman meyve verir ve yapraklan da hiçbir zaman dökülmez.” Bunun üzerine orada bulunanlar bildikleri ağaçların isimlerini saymaya başladılar. Abdullah b. Ömer radıyallahu anh “hurma ağacı” demeyi düşündü. Ancak orada bulunanların en küçüğü olduğu için düşüncesini ifade etmekten çekindi. Doğru cevap bulunamayınca Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem, “O hurma ağacıdır”[7] buyurdu.
Yukarıdaki tevhid ağacına baktığımız zaman tohumunun iman; köklerinin ilim ve amel; gövdesinin kişilik ve ahlâk; dallarının, yapraklarının ve meyvelerinin de işler ve eserler olduğunu görüyoruz. Bunları teker teker açıklayalım…
Bildiğiniz gibi her ağaç aslında tek bir küçük tohumdan doğar. Tevhid ağacının tohumu imandır. Nasıl ağacın tohumu toprağa ekilmedikçe o ağaç yetişemezse, iman tohumu da kulluk toprağına ekilmedikçe büyüyemez. Ne kök salabilir, ne kişilik kazanabilir ne de âleme eserler ve faydalar verebilir. Ağaç tohumu toprağın altında uygun şartları bulduğunda filizlenir, kök salmaya başlar. îman tohumu da böyledir. Kulluk toprağında ilim ve amel ile yeşermeye, kök vermeye başlar. Ağacı sürekli besleyen, büyüten kökleridir. Kökler hasta olduğunda veya çürüdüğünde ağacın görünen gövde, dal ve yapraklan da solar, yaralanır, ölmeye başlar. Benzeri şekilde mümin kişinin imanında zayıflama olursa ilmi ve ameli de bozulur. Bunlar bozulursa gövdesi, yani kişiliği, ahlâkı ve yaptığı işler de bozulur.
Osmanlı çınarı da imanı ilim ve amel ile yaşatmada eksik kaldığında zayıfladı. Devlette, toplumda, ilimde, sanatta, evde, sokakta, ticarette, siyasette kendisi olmaktan çıktıkça, Batı’ya benzemeyi erdem gibi gördükçe kişiliği ve ahlâkı bozuldu. O yüzden eskisi gibi güzel ve doğru işler ve eserler ortaya koyamamaya başladı. Yaşlı çınarların içleri çürüdüğü halde hayatlarını devam ettirme özelliği vardır. Osmanh da uzun süre dışarıdan heybetli görünmesine rağmen içten içe çürüdü. Bunda ağacın içine zerkedilen Batıcı ağaç kurtlarının da etkisi büyüktür. Bu sebepten o yüce çınar, İttihatçılar’ın işbaşına gelmesinden sadece on sene sonra Batılılar’ın, özellikle İngilizler’in birkaç balta darbesi ile kolayca yıkıldı.
Ağaç kökleri topraktaki suyu ve mineralleri seçip alır. Gıdaları budur. Aynen bunun gibi kul da kendine ve ahiretine faydalı işleri ve kişileri dünyasına alır. Kendine ve ahiretine faydasız işleri ve kişileri de uzak tutar. Önüne konan her şeyi hemen kabul etmez. îsterse o önüne koyan iştah kabartan bir hayat tarzı, herkesin övdüğü bir bilgi, bir moda, bir meslek, bir ticaret olsun… İster bütün dünya onu vazgeçilmez görsün. Kul önce o şey Allah ve Resûlü’nün muradına uygun mu, ona bakar. Zaten kulun bu seçiciliği onu kul yapar.
Ağaç büyüdükçe köklerin uzunluğu, karmaşıklığı ve kapsadığı alan büyür. Bir yerde okumuştum, ağacın kök genişliği, genellikle dallarının en geniş kısmının, yani taç genişliğinin iki ila dört katı olurmuş. Aynı şekilde kişinin bağlandığı kök ne kadar engin ise işi ve eseri de o kadar engin olur. Demek ki iman parladıkça, güçlendikçe, kulun ahlâkı haline geldikçe, ilim ve amel çoğaldıkça insanın düşüncesi, niyeti, eseri ve kişiliği de aynı oranda parlamaya başlar. İmanından ne kadar çok şevk bulursa o kadar güzel ve doğru işler ortaya koyar. Bunlar da diğer insanları etkiler. Çünkü bütün insanlar güzel, doğru ve iyiye cezbolur, talip olur. Medeniyet Aklı ve Osmanh Aklı kitaplarımızda anlattığımız İslâm medeniyetinin dünyada hâlâ yaşayan etkilerinin sırrı buradadır.
Ağacın büyümesiyle incecik gövdesi de sağlamlaşmaya başlar. Ağaçta gövde ne ise, insanda da kişilik ve ahlâk odur. Mümin ilim ve amel üzerine yürüdükçe kişiliği ve ahlâkı özgün, belirgin ve sağlam hale gelir. O geniş ve ağır dallan, yapraklan, meyveleri taşıyacak kadar kuvvetli olur. Yani gövdesi sağlam olursa işleri de sağlam olur. Müminin bütün insanlara fayda veren işleri ve eserleri kişiliğinden ve ahlâkından doğar. Medeniyet, bu kişiliğin ve ahlâkın ortaya koyduğu bütüncül hayat tarzıdır.
Ağaç her mevsimde canlılığını kâh açılarak, kâh korunarak muhafaza eder. Mümin de öyle olmalıdır. Mümin tek mevsimin değil her mevsimin ağacıdır. Kulun hayatında sadece baharlar yoktur. Her bahardan sonra yaz, yazdan sonra güz, güzden sonra da kış gelir. Mümin bir fırtınayla, bir zemheriyle yıkılacak bir ağaç değildir. Hayatta karşılaştığı zorluklara karşı sabır ve tevekkül içinde olmalıdır. Sabrı ve tevekkülü de doğru anlayalım. Sabır yerinde durmakla değil durmadan akmakla olur. Tevekkül ise zorlukta ve kolaylıkta, nimette ve külfette Rabb’ine yaslanmaktır. Kul zorluklara karşı Allah için direnmeye, herkesin kapıldığı sele kapılmamaya ve hayır için gayret sarfetmeye devam eder. Şerri, küfrü ve fitneyi gördüğünde kendini sakınır. Güzellik, hayır ve iyilik gördüğünde ise açılır.
Bir ağaç her türlü yağmura, kara, fırtınaya karşı ayakta kalır. Bunda köklerinin sağlamlığı büyük rol sahibidir. Bir müminin imanı, ilim ve ameli ne kadar samimi ve sağlam olursa hayatta karşılaştığı zorluklara karşı o derece dirençli olur. Dünyada nereye giderse gitsin, kimlerin arasında bulunursa bulunsun imanı, ahlâkı, duruşu sarsılmaz. Aksine bulunduğu her çevreye doğruluğu, güzelliği, iyiliği yaymaya devam eder. Yoksa memleketlerinden binlerce kilometre uzağa gidip gayrimüslim topraklara yerleşen sahabi efendilerimiz, âlimler, ârifler, tüccarlar oralarda nasıl tutunabilirlerdi? Çin’den Kenya’ya, Sibirya’dan Latin Amerika’ya kadar bu böyledir. Bu büyük insanlar gittikleri her yerde ahlâkları ve kişilikleriyle milyonlarca insanın hidayetine vesile oldular. Mesela Türkler Anadolu’ya geldiklerinde burada öteden beri yaşayan gayrimüslimi toplumların içinde azınlıktaydılar. Peki o insanların çoğu birkaç asır içinde nasıl hidayete kavuştu? Osmanlı devrinde Boşnaklar, Arnavutlar nasıl toptan müslüman oldular? Misyonerlikle, dayakla-değnekle, rüşvetle olmadıklarına göre gerçek sebep neydi? Zira onlar müminlerin kişiliğinden, işlerinden, davranışlarından etkilendiler. Çoğu o zaman da bugün de sadece kitap okuyarak imana gelmiyorlar. İnsana, insan yol oluyor, vesile oluyor. O yüzden biz de bugün imanımıza yaslanarak ilim ve amelimizi çoğaltalım. Dünyanın neresine gidersek gidelim edilgen değil etken olduğumuzu unutmayalım. Çünkü her kulun sahibi ve yardımcısı Rabbimiz’dir. Hidayet de yalnız O’ndandır. Kulun bu gücünün yanında hiçbir güç yoktur. Her namazdan sonra okuduğumuz, “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi’l aliyyil-azîm” duası bu manaya işaret eder.
Ağacın hayat kaynağı sadece kökleri değildir. Güneş ışığını ve oksijeni aldığı dallan ve yapraklan da önemlidir. Mümin de aynı şekilde içine kapanık bir varlık değildir, olamaz. Hikmet ilkesine uyarak yaşadığı hayattan, karşılaştığı müslim ve gayrimüslim insanlardan, eserlerden, ilimlerden, fikirlerden, tabiattan, kısacası her şeyden ibret alır. Kime ait olursa olsun, nerede bulunursa bulunsun güzeli, doğruyu ve iyiyi seçer ve benimser. Peki güzeli, doğruyu ve iyiyi nereden bileceğiz? Hep söylediğimiz gibi bu bir sn- değildir. Bunlan belirleme ölçümüz Rabbimiz’in ve Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin buyurduklarıdır. Bu ölçüye uymayan ne olursa olsun, isterse bütün dünya onu güzel, doğru ve iyi kabul etsin, onu almayız. Bugün medeniyetimizi ihya edecek isek önce bu İlâhî ve nebevi ölçüleri bilmeli, onlan üstün tutmalı, onlara uymalı ve ahlâk haline getirmeliyiz.
Medeniyetimizin pek çok unsuru, eseri, usulü, sanatı tevhid kaynaklıdır. Kitabımızın sonraki bölümünde on medeniyet eseri üzerinden bunu ayrıntılı bir şekilde anlatıyoruz. Tev- hid ağacı mecazı da bize soyut ilkelerin nasıl somut eserlere yol verdiğini gösteriyor. Şimdi gelin, tevhid ağacı mecazını kullanarak medeniyetimizin bazı eserlerinin, geleneklerinin ve kurumlarının nasıl oluştuğuna bakalım.
Bu resimde ne görüyoruz? Ağacın toprak üstündeki kısmında gövde, dallar ve yapraklar var. Bu somut ve görünür boyutta yaşadığımız, yaşattığımız, gördüğümüz, haberimiz olan, bilgimiz bulunan bazı medeniyet unsurlarını görüyoruz. Bunlar komşuluk, imece, misafirperverlik, vakıf ve lonca gibi unsurlardır. Ama maalesef son bir asırdan beri, gerek Batıcılar’m tasfiyesi, gerekse muhafazakârların kalıpçılığının bir sonucu olarak bunların tevhid ile olan ilgisini bilmiyoruz. Hangi tevhid ilke ve kavramlarından doğduğunu düşünmüyoruz. Bunları yaşadığımız ülke sınırları ile sınırlı, “millî” veya “tarihî” gelenekler olarak sayıp geçiyoruz. Böyle sayınca bu güzellikleri bugün mümin olarak özümsememiz, benimsememiz ve kendimizden bir şeyler katıp yeniden yorumlamamız mümkün olmuyor.
O yüzden görünen gövdenin, dalların ve yaprakların görünmeyen temellerini de, yani köklerini de öğrenmemiz, düşünmemiz ve özümsememiz gerekiyor. Komşuluk, imece, misafirperverlik, vakıf ve loncanın bu ağacm meyveleri. Bu ağacın dalları ise tesânüd yani dayanışma. Gövdesi ise uhuvvet yani kardeşlik. Kökleri ise muhabbet ve emniyet.
Bu saydığımız tevhid ilkeleri birbirinden kopuk veya tecrid edilmiş değildir. Her biri diğeriyle ilgilidir, ilişkilidir, iç içedir. Mesela yaratana ve yaratılmışa muhabbet olmadan emniyet, yani güven de olmaz. İman eman veya emniyet, küfür ise korku ve nefret, yani güvensizlik üretir. Çünkü inanan kişi yaratana bağlı olduğu için tabii olarak diğer bütün yaratılanlara bağlıdır. Kâfir kişi ise evrenden, diğer yaratılmışlardan ve hatta kendisinden bile kopuktur. O kendinden başka hiçbir şeyi kendinden üstün ve sevgili tutmaz. O yüzden yalnızdır ve başka varlıklarla bir bağı olduğunu bilmez. O yüzden onlara ne muhabbet, ne hürmet ne de sorumluluk bağıyla bağlıdır. Zavallılığının, zulmünün, çıkarcılığının, yıkıcılığının sebebi budur. Tevhid ağacımızda gövdede uhuvvet, dallarda ise tesânüdü görüyoruz. Çünkü kardeşlik olmadan dayanışma olmaz. Ancak kardeş olduğunu bilenler diğerlerinin acılarına, ihtiyaçlarına, sorunlarına karşı duyarlı olabilirler.
Eğer bugün yaşattığımız veya bildiğimiz güzel âdetlerin, kurumların, uygulamaların ve geleneklerin altında yatan tevhid ilkelerini göremezsek onları yanlış sebeplere bağlayabiliriz. Misafirperverliği ele alalım. Çoğumuza sorarsanız bunu millî bir haslet olarak tarif ederiz. “Türkler çok misafirperverdir” veya, “Kürtler çok misafirperverdir” deriz. Doğrudur ama misafirperverlik geleneği bir milliyete, ırka, etnik kimliğe veya soya dayanmaz. Hangi soydan olursa olsunlar, nerede, ne zaman yaşarlarsa yaşasınlar müminler genellikle misafirperverdir. Bu onların etnik kökeninden değil imanından doğan bir özelliktir. Çünkü misafir ağırlamak İbrahimi bir sünnettir. Biz burada anlamı yanlış yere koyunca sözümüzde, davranışlınızda, işimizde yanlış sonuçlara sapıyoruz. Giderek ahlâkımız, oradan da itikadımız fesada uğruyor. Mesela misafirperverliği sadece kendi yaşadığımız topluma veya geldiğimiz soya bağlarsak, başka soydan gelen müminleri dışlamış oluyoruz.
Bizim tevhid ağacında gösterdiğimiz bu dört ilkenin ürettiği eserler sadece komşuluk, imece, misafirpervelik, vakıf ve lonca gibi eserler, âdetler ve kurumlar değildir. Daha onlarca işin, eserin ve geleneğin altında bu ilkeler yatar. Biz burada örnek vermek açısından bunları sınırlandırdık. Örnek olarak ağacımızdaki muhabbet ve emniyet ilkelerini alalım. Bu iki ilkeden doğan başka ilkeler yok mudur? Elbette var. Bu ilkelerden başka onlarca tevhid ilkesi doğar ve onlar da başka birçok somut eserin yapıtaşı olabilir. Mesela muhabbet aynı zamanda sadakate yol açar. Bu ilkeyi sadaka geleneğimizde, emanete sahip çıkmakta, devlet yönetiminde liyakat ile beraber sadakatin esas olmasında görebiliriz.
Tevhid ehlinin inancının hayatlarına nasıl yansıdığına dair başka bir örnek verelim. Tevhid medeniyetimizin somut yansımalardan kuş sarayı, mancacılık, kuş sebili, kamu yöneticilerinin zaman içinde çıkardıkları ve hayvanlan korumaya yönelik fermanlan düşünelim. Acaba bu eserler, âdetler, kurumları tevhid ağacında nasıl gösterebiliriz?
Ağacın yaprakları ve meyveleri olarak bütün bu kurumlan, eserleri ve âdetleri gösteriyoruz. Peki bu unsurları doğuran ama göremediğimiz tevhid ilkeleri neler? Bunlar hilkat, hilafet, emanet ve emniyet ilkeleridir. Yani Allah’ın yaratışı, o yaratışta insana verilen hilafet, yani en üstün mertebe, o mertebenin getirdiği bütün varlıkların insana emanet olduğu bilinci ve bundan doğan kulun emniyet, yani emin olma özelliği… Bunlardan hilkat ve hilafet, toprağın altında olan, yani doğrudan görünmeyen ilkelerdir.
Burada kadim ve çoğumuza göre “eski” örnekler vermemiz sizi aldatmasın. İki asırdır yapılan her şeye rağmen tevhid medeniyeti ölmüş-bitmiş değildir. Dünyada tek bir mümin kalsa bile tevhid medeniyeti ayakta demektir. Mancacılık gibi bugün yaşamayan unsurların temelinde yaşayan tevhid ilkelerini görmeye alışmalıyız. Böylece biz de Allah’ın halifesi olma makamına ulaşmada yeni birçok yol bulabiliriz.
Daha önce tevhid ehlinin sıfatlarını saymıştık. Madeni tevhid medeniyeti” diyoruz, o zaman tevhid ehlinin hayata,medeniyete yansıyan özelliklerine de dikkat çekmek gerekir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
- Güzellik
- Ölçü/düzen
- Doğallık/samimiyet
- Tevazu/sadelik
- Döngüsellik
- Emanet/diğerkâmlık
- Kesret-vahdet dengesi
- Ahenk
- Açıklık
- Yenilenme/yenileme
Bu ilkelerin bazılarını tevhid ağacı örneklerimizde gösterdik. Bu ilkelere bakınca aslında her birinin içinde başka onlarca ilkeler olduğu tahmin edilebilir. Mesela sadece “güzellik” dendiğinde bile Kur’an ve Sünnet’te yer alan yüzlerce özellik bu başlığın altında değerlendirilebilir. Kul oturuşu-kalkışı, yemesi-içmesi, ticareti-siyaseti, yazısı, bilgisi, tartışması, evi, sokağı, eşyası ile güzel insan olmalıdır. Çünkü Rabbimiz buyurur: “Allah, her şeyi güzel yaratmıştır” (Secde 32/7). Yine Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyurmuştur: “Allah güzeldir, güzeli sever”[8]. Güzelin ve güzelliğin kaynağı Rabbimiz’dir, onun en üstün örneği de Resûlullah Efen- dimiz’dir. Madem kul Mevlâmız’ın ahlâkıyla ahlâklanmalıdır, madem Resûlullah Efendimiz’de en “güzel örnek” vardır, o halde kulun her işi, düşüncesi, yaklaşımı, eseri, geleneği de bu ölçülere uyarak güzel olmalıdır. Demek ki güzellik kul için bir aksesuar değildir, bir kulun olmazsa olmaz özelliğidir. Her işi aynı zamanda doğru, iyi ve güzel olmalıdır. Tevhid medeniyetinin temelinde yatan bu güzellik ilkesinin hayata, insanların günlük işlerine ve eserlerine yansımaları saymakla bitmez.
Bu kitapta tevhidin sloganlarla, laflarla, klişelerle zorlama olarak değil doğal olarak medeniyetimize nasıl sinmiş olduğunu göstermeye çalışıyoruz. Medeniyetimizin bir tevhid medeniyeti olduğunu hatırlatmaya gayret ediyoruz. Zira bunu anlamadan bugünümüzü ve geleceğimizi kendimiz olarak, mümin olarak, kul olarak inşa edemeyiz.
Şimdi gelin, tevhid ehlinin ortaya koyduğu düşünceler, zevkler, işler, sözler, sanatlar tevhid medeniyetini nasıl oluşturuyor, ona bakalım.
Savaş Ş.Barkcin – Tevhid Medeniyeti,syf:55-83
[6] Müslim, îmân, 147.
[7] Buhâri, Tefsir, 14.
[8] Müslim, İmân, 147.
0 Yorumlar