Bildikçe İnsana Bir Şeyler Mi Oluyor?
Paylaş:

tasavvuf-420x330 Bildikçe İnsana Bir Şeyler Mi Oluyor?

Hangi Şeyin îlmi?

Bilmeyi değerli kılan unsurun ne olduğunu anlamak için “neyi, ne kadar, ne maksatla, hangi öncelik sı­rasına göre bilmek…” gibi temel soruların cevaplanması gerekir. Kötü amaçla kullanıldığında silaha ve sömürü aracına dönüşebilen bilginin bir taraftan sorun oluştu­rurken diğer taraftan da problemin çözümü için kaçınıl­maz olması ilginçtir.

Hakikat soruşturması içinde olmayan malumat sa­hipleri dünyanın sadece zahiri yönünü bilirler, varlığın iç yüzünü, hakikatini ve işaret ettiği manayı bilmezler, okuyamazlar. Kâinatı bir kitap gibi düşünecek olursak, bunların hali, kitabın harflerinden, cildinden, süslerin­den bahseden fakat içinde neler anlatıldığı hakkında hiç bilgi sahibi olmayan adamın durumuna benzer. Sıradan bir insan bir demir parçasına baktığında sert ve gri bir cisim görürken, bir fizikçi onun içindeki atomlar, kuark- lar vs. hakkında çok şey bilir. O halde bakılan şey aynı olmakla beraber görülen ve bilinen şeyler çok farklı ola­bilmektedir.

Bilinmesi ve görülmesi gereken şey fonksiyonel ve amaca yönelik olmalıdır. Kuru ve ham bilgi kişiyi ma­lumat sahibi yapabilir, fakat müspet maksada yönelik hikmet bağlantılı bilgi insanı âlim yapar. Uzun bir yolcu­luğa çıkılmışsa harita okumayı bilmek ve gidilecek yer hakkında doğru bilgiler edinmek önem kazanır. Mesela, yürüyerek çöl gibi bir araziden geçmeniz gerekiyorsa ya­nınızda şişme bot bulundurmanın, tabii ki, hiçbir yararı olmayacaktır./

Bilgisi ile övünen kibirli bir lisan âlimi karşıdan kar­şıya geçmek için bir kayığa binmiş ve kendi halindeki kayıkçıya küçümseyerek: “Sen hiç nahiv (dil bilgisi) oku­dun mu, bakalım?” diye sormuş. Adam “Yok beyim, biz o şeyleri bilmeyiz” deyince bizimki aşağılayıcı bir şekilde “Yazık! Ömrünün yarısı boşa geçmiş!” demiş. Kayıkçı adamın bu tacizine üzülmüş ama sabredip sesini çıkar­mamış. Bir müddet sonra rüzgâr çıkıp kayık sallanma­ya ve su almaya başlayınca kayıkçı lisan âlimine dönüp “Efendim siz yüzme bilir misiniz?” demiş ve “Hayır” cevabını alınca “Yazık! Gitti ömrünüzün tamamı!” diye karşılık vermiş. Asıl olan nahiv değil, mahivdir!

Bilgi – İlim

En fazla rağbet gören tanıma göre bilgi, süje ile kendisi dışındaki obje arasında kurulan bir bağlantıdan ibaret­tir. İbn-i Sina’nın, “bilgi, izafet durumunun bizzat kendi­sinden ibarettir. Yani bilen ile bilinen arasında bulunan  ilişki durumudur” şeklindeki tanımının modern felsefe­ciler tarafından asırlarca sonra aynen kabul edildiğinin altını çizmek gerekiyor. Söz konusu tanıma göre, bilme durumunda olan özne de aslında varlık âleminin bir par­çası olması açısından nesne konumundadır. Verilen bu tanım, bilme kabiliyetine sahip olan öznenin bu özelliği­nin nereden kaynaklandığını göz ardı etmesi sebebiyle sorunludur. Özneyi nesneden ayıran bilme yeteneğinin temelinde insanın fıtratına potansiyel olarak yerleştiril­miş “İlahi bir öz” bulunduğu gerçeği kasıtlı olarak gizlen­mektedir.

“A öznesi P önermesini biliyor” denildiği zaman kas­tedilen şey şunlar olabilir:

A öznesi, P önermesine inanmaktadır. (Psikolojik yön)

P doğrudur. (Metafizik içerikli iddia)

A öznesinin P önermesinin doğru olduğunu ileri sürme inanma hususunda haklı gerekçeleri (man­tıksal temellendirme) vardır.

Buradan anlaşılacağı üzere, bilginin oluşması için önermenin doğruluğunu benimsemenin ve inanmanın ötesinde rasyonel bir temellendirme yapılması gereki­yor. Fakat rasyonellik, doğrulama, deney, gözlem, se- bep-sonuç ilişkisi hakiki bilginin hasıl olması için yeterli değildir. Hiçbir bilgi kendini açık ve saf haliyle tezahür ettirmez. Belirli bir bilgi sahası ile ilgili çalışma yapan­lar o bilginin objektif olarak fotoğrafını çekmezler, kendi yorumlarına göre resmini yaparlar. Başka bir deyişle, her bilgi belirli bir öznenin yorumu neticesinde elde edilir. O halde hakikati yansıtan bir bilginin kendi içinde çelişki­li olmasından ziyade, o bilgiyi yorumlayan bilim adamı, aydın veya âlimin çatışmasından söz edilebilir.

Elde edilme yöntemi, kaynağı, metodolojisi, ispat tar­zı ve muhtevası açısından bilgiyi dini, felsefi, bilimsel olarak sınıflandırmak mümkündür. Ancak bu tasnif me­tot ve konular itibarıyla çeşitli kriterler göz önüne alına­rak yapılan bir kategorik ayırımdır. Bu durumu Batı dün­yasında karşımıza çıkan vahiy kaynaklı ilmin tamamen elimine edilmesiyle başlayan sekülerleşme sürecinin neticesi olan “bilginin parçalanması” durumu ile karış­tırmamak gerekir. Bilgi, bağımsız birimler haline gelin­ce farklı şeyleri bilenler bir bütünün parçası olmaktan ziyade birbirini dışlayan hasımlara dönüşmüştür. Eğer bilinmeye konu olan şey bir hakikatin ya da doğrunun yansıması ise âlimin, aydının, bilim adamının, entelektü­elin bakış açısının birbirini tamamlar mahiyette olması beklenir.

Bilim Adamı ve Âlim İkilemi

Dış dünya hakkında bilimsel yöntemlerle elde edilen bilginin insanın anlam arayışına kayda değer bir katkı­da bulunmadığının açığa çıkması bilimsel bilginin her derde deva olmadığı fikrini güçlendirmektedir. Bilimsel bilginin verilerinden faydalanmanın ötesinde farklı bir bilgilenme sürecine ihtiyaç olduğu anlaşılmaktadır. Ar­tık problem bilmekten ve bilimsel olarak açıklamaktan ziyade bilginin insan için ne anlam ifade ettiğini sorgu­lamakla ilgilidir. Sadece maddeye indirgenmiş bir bilgi anlayışının insanın ihtiyacı olan hakikat arayışına yar­dımcı olması beklenemez. Vahiyden bağımsız bir bilgi geleneği açısından bilginin kaynağı ve değeri meselesi içinden çıkılamaz bir problem olarak kalacaktır.

Her şeyi salt fiziksel faktörlere indirgeyerek açıkla­maya çalışan zihin açısından bakılırsa olgular arasında sebep-sonuç ilişkisinden öte bir gerçeklik söz konusu de­ğildir. Bu anlayışa göre, tüm fenomenler dizisi sonu gel­meyen ve herhangi bir amaca yönelik olmayan maddesel sebepler saikiyle vuku bulur. Bilimsel bilgi kendini sözü edilen fiziksel sebepleri açıklamak ve nasıl sorusuna ce­vap verme çabasıyla sınırlamıştır. Bu sınırlama sebeple­rin nihai ve hakiki açıklamalar ortaya koyduğu yanılgısı­na yol açmaktadır. Dolayısıyla, kendini bu sınırlar içine hapseden kişi ilim adamı olarak görülemez.

İnsan, fiziksel dünyanın sıradan bir nesnesi haline ge­lince hayatın sadece bir şekilde var olmaktan başka bir anlamı da kalmayacaktır. Görüleceği üzere, salt fiziksel dünyaya indirgenmiş bilgi ile hareket edenler insan ha­yatına ve değerine yönelik dolaylı bir tehdit oluşturmak­tadırlar. Bu türden bir bilgilenme herkesin içinde bulun­duğu statü, maddi durum ve hevesine göre farklı hakikat üretmesine yol açar. Netice ise hakikatin izafileştirilerek sıfırlanması ve bilginin suistimal edilmesidir?Açıktır ki, insan ontolojik durumu itibarıyla nihai ve kesin bilginin peşindedir. Her birey doğrudan ya da dolaylı olarak yer­yüzünün ebedi yurdu olmadığının ve buralardan gide­ceğinin farkında olduğundan daima bir arayış içindedir. İnsana bu arayışında çözüm olacak “bilgi” verilmediği zaman endişe ve bunalım devamlı hale gelecektir. İşte tam bu noktada devreye girerek salt bilim adamlarından farkını gösterebilen kişi âlimdir. Bilim adamı bilginin ötesinde anlam soruşturmasına girmezse âlim statüsüne çıkamaz, teknik eleman seviyesinde kalır.

Bilginin Unsurları

Bilindiği üzere, Aristo varlığı ve oluşu dört temel unsura bağlı olarak ele almıştır. Maddî, formel, gaye ve fail unsu­ru. Modern dönem bilginin oluşumunda sadece maddi ve formel unsuru dikkate almış ve gaye ile fail unsurları göz ardı etmiştir. Bilhassa pozitivist anlayış metafizikten kaçınmak için varlığın ve oluşun arkasındaki teleolojiyi ve fail unsuru gündeminden tamamen çıkarmıştır. Bir heykelin maddî unsurunu (mermer) ve formel unsu­runu (şekli) incelemeye tabi tutarken heykelin yapılma maksadını ve heykeltıraşı görmezden gelmek en cızından bilginin parçalanması gibi bir neticeyi ortaya çıkarmış­tır. Çünkü heykel ile onu inşa eden arasındaki ilişkiyi ko­parmak hakiki bilginin oluşmasına mani olacak kasıtlı bir davranıştır.

Tam bu noktada İslam düşüncesindeki “iman, bir in­fisahtır” tarifine yönelmek uygun olacaktır. İntisab, bilin­diği üzere bağ kurmak (münasebet) manasındadır; yani, varlık ile Allah arasında bir şekilde bağlantı kurulması­dır. İşte, gaye ve fail unsurlarının dikkate alınmaması bu intisabı bozmakta ve bilginin sadece bir yüzü gösteril­mektedir.

Bir şeyi gerçekten bilmek, o şeyle ilgili nihaî sebebi bilmek demektir. Mesela, bir cinayet olayını çözmeye ça­lışan bir dedektifin kurbanın kan kaybı sebebiyle öldü­ğünü anladığını varsayalım. Şimdi, ölüme sebep olan şey kan kaybıdır, o halde “problem çözülmüştür” denilebilir mi? Araştırmaya devam edilsin ve kan kaybına atılan kurşunun sebep olduğu tespit edilsin. Sonra kurşunun belirli bir tabancadan çıktığı anlaşılmış olsun. Ancak hâlâ problem çözülmemiştir. Soruşturma sürdürülür ve tetiği kimin çektiği bulunursa, işte o zaman katilin kim olduğu ortaya çıkmış ve mesele halledilmiş olur. Görü­leceği üzere, sorunun tamamen çözülmesi ancak nihai sebebe ulaşılması neticesinde mümkün olmaktadır. Eğer araştırma son noktaya kadar götürülmeseydi ölüme se­bep olan şeyin kan kaybı, kurşun ya da tabanca olduğu söylenerek soruşturma kapatılmış olacaktı!

îşte, canlılar, cansızlar, madde, insan vs. hakkında gerçekten bilgi sahibi olabilmek için varlık âleminin arkasında duran Hakiki Sebebe ulaşana kadar soruştur­mayı sürdürmek gerekir. Hâlbuki bilimsel bilgi soruş­turmayı kendini sınırladığı alanda sona erdirerek kesin hüküm verme iddiasındadır. Mesela, insanın toprak, su, elementler veya hücrelerden meydana geldiğini söyleyip o noktada kalmak, cinayete kurşunun neden olduğunu ileri sürüp soruşturmayı eksik bırakmak yanlış bilmeye yol açar.

Hakikati soruşturma noktasında deney, gözlem ve sebep-sonuç ilişkisi gibi faktörlerin önemi tartışılamaz. Fakat sebeplere takılıp kalan zihin daha ötelerde yatan hikmeti arama çabasına girmez. Hemen her meselede olduğu gibi hikmet de tabiatı gereği gizlidir ve kendini kolayca göstermez. Hikmetin üzerine sebepler elbisesini giydirmek bilginin anlam ve amacını örtmek manasına gelir. Hakiki âlim, bu örtüyü kaldırmakla kendini vazife­li bilen kişidir. Eğer eşyanın tabiatında ve fenomenlerin arkasında bir hikmet yoksa bilginin de yüce ve ahlakî bir tarafından söz edilemez. Mesele böyle kavrandığı zaman bilgi, hikmetten arındırılmış salt dünyevî içerikli bir ilgi alanı haline gelir ve bu bilginin sahipleri yeryüzünü di­ledikleri gibi değiştirme hakkını kendilerinde bulurlar.

İnceleyin:  Osmanlı Düşüncesinin Temel Meseleleri

İlim, İrfan ve Cehalet

Cehalet sathî görüşlülük, eşyanın ve olayların arkasında­ki ilahi iradeyi kavrayamama ve özellikle kâinattaki var­lıkların Cenab-ı Hakkı işaret eden semboller olduğunun idrak edilememesi halidir. Cehalet kelimesi Kuran’da bilgi eksikliği ve ilimden mahrum olma anlamında da kullanılmakla beraber farklı ve daha derin imalarda bu­lunacak şekilde yer almaktadır.’her şeyden evvel belirt­mek gerekiyor ki, asıl cehalet Cenab-ı Hakkı bilmemek ve inkâr etmektir. Bu haliyle cehaletin bilgili, kültürlü, tahsilli, entelektüel olmakla alakası yoktur; ayetlerden anlaşıyor ki, Allah’a ve peygamberlerine karşı direnç gös­terenlerin ve akla gelmedik itirazlarda bulunanların asıl sorunu bilgisizlik değil, itaat etmeme noktasında inat et­meleri ve kibir göstermeleridir.

Cehalet Allah’a itaate razı olmama, günah olduğunu bildiği şeylerden kaçınmama ve hakikate karşı alaycı ve umursamaz olmaktan kaynaklanan bir tavır bozukluğu halidir. Dolayısıyla küfür, şirk ve Allah’a isyanın her türü cahillik kategorisine girerMsyan ve iman konusunda yan çizme ile ilgili tavırlar Kur’an’da gökten meleklerin in­dirilmesini, ölülerin kendileri ile konuşmasını, Hz. Mu­sa’dan diğer kavimlerin tanrıları gibi tanrılar yapmasını istemeleri, Lût kavminin kadınları bırakıp erkeklere yak­laşmaları ve peygamberlere azabın bir an evvel gelmesi için ısrar etmeleri şeklinde sıralanmıştır. Bu tür taleple­rin peygamberlerin önüne getirilmesinin bilgi eksikli­ği ile bir alakası yoktur, çünkü teklifi yapanların hepsi peygamberlerin onları taptıkları batıl ilahları terk edip Allah’a yönelmeye davet ettiğini bilmektedirler. O halde cehaletin sadece bilgi eksikliği olarak algılanmaması ve hakikate karşı kasıtlı bir direnme tavrı şeklinde görül­mesi daha uygundur.

“İsrailoğullarını denizden geçirdik. Derken, kendile­rine ait putlara tapan bir kavme rastladılar. Israi- loğulları, “Ey Musa! Onların kendilerine ait ilâhları (putları) olduğu gibi sen de bize ait bir ilâh yapsana” dediler. Musa şöyle dedi: “Şüphesiz siz cahillik eden bir kavimsiniz.” (Araf; 138)

“De ki: “Ey cahiller! Siz bana Allah’tan başkasına ibadet etmemi mi emrediyorsunuz?” (Zümer; 64)

Görüleceği üzere, Kur’an’da bilme ya da cehalet kav­ramları bugün anlaşıldığı şekli ile bilimsel bilgi, entelek­tüellik veya kültürlü olma manasına gelmiyor. Kur’an en temel anlamda bilinmesi ve farkında olunması gereken şeyler olarak tevhit, risalet, ahret inancı, adalet ve ahlâk mevzularını sıralamaktadır. Bu sebeple de Kur’an’da hiçbir olay ve nesne bilgi ve vermek ve bilimsellik sade­dinde yer almaz; daima Allah’a ve var oluşa müteveccih yönü itibarıyla kullanılır. Asıl istenen şey, varlık ve olgu­lardan hareket ederek görünenin arkasındaki manaya ulaşılmasıdır.

Kur’an açısından bakıldığında, salt bilgiye takılıp ka­lanların sahip olduğu bilgiler hayatın özüne ve iç yüzü­ne değil, kabuğuna, dış yüzüne yöneliktir ve olanı tasvir etmekten ibarettir. Bu sebeple, her ne kadar bilimden ve akıldan bahsetseler de hiçbir zaman var oluşun esrarını ve anlamını yakalayamazlar:

“Onlar basit ve geçici olan hayatın sadece dış görü­nüşünü bilirler, ama ahiret hayatından tam bir gaf­let içindedirler” (Rum; 7)

Bu anlamda Allah’ın kelamı olan Kuran’ı ve tabiat kitabını okumayı bilmeyenler gerçekte okuma bilme­yenler sınıfından sayılır. Bu insanlar cehaletlerinin farkında olmadıkları ve kendilerini çok bilgili zan­nettikleri için din, toplum, ahlâk, iktisat, siyaset gibi konularda ileri-geri sürekli konuşurlar.

“Onların içinde bir de okur-yazar olmayanlar var ki, Kitabı bilmezler. Bütün bildikleri bir takım kuruntu­lardır. Onlar sadece zan içinde bulunurlar.” (Bakara; 78)

Bu tür insanlar idrak noksanlığı, manevi körlük, inat ve kendi bilgisine aşırı itimat sebebiyle sahip oldukları bilgileri doğru neticeye bağlayamaz, gerekli çıkarımları yapamazlar.

Adamın biri, pek basiret sahibi olmayan, kafası çalış­mayan ve hiçbir iş konusunda dikiş tutturamayan oğlu­nu bir meslek öğrensin diye uzaktaki bir remil ustasının (bir tür falcı) yanına götürür ve durumu anlatır. Usta,adamdan çocuğu bırakmasını ve bir yıl sonra gelmesi ister. Aradan bir yıl geçince adam ustanın yanına gelir ve çocuğun ne kadar mesleği öğrendiği denemek için gizlice parmağındaki akik taştan yapılma yüzüğü çıkara­rak avucunun içinde saklar. Sonra oğluna dönerek sorar: Söyle bakalım avucumun içinde ne var? Oğlu başlar say­maya: Avucundaki şey yuvarlaktır, ortası deliktir, taştan yapılmıştır… Çocuk lafı gittikçe uzatmaya başlayınca ba­bası: Tamam artık, söyle şunun ne olduğunu! der. Bunun üzerine oğlu neticeyi söyler: Bildim, değirmen taşı!

İşte kâinat hakkında fizik, kimya, biyoloji gibi bilim dalları vasıtasıyla bu kadar bilgi toplayan bazı bilim adamlarına “bütün bu olağanüstü durumlardan ve hari­ka düzenden çıkardığın neticeyi söyle” denildiğinde, alı­nacak cevabın “Allah” olması gerekirken “madde, tabiat, tesadüf!” şeklinde olması böyle bir basiretsizliktir. Bazı insanların kendisine en yakın olan şeyi (Cenab-ı Hakk’ı) bilememesi ve eldeki bu kadar veriye rağmen gereken doğru çıkarımı bir türlü yapamıyor olması ancak derin bir anlayışsızlığın neticesi olabilir. Kitabı kâtipsiz, fiili failsiz açıklamaya çalışan bir takım bilim adamları ve filozoflar basiretten ve hakiki bilgiden mahrum kalmış­lardır.

“İşte bu temsilleri biz insanlar için getiriyoruz. Onlar ibret alan ilim sahiplerinden başkasının aklı ermez.” (Ankebut; 43) |

“Faydasız ilimden sana sığınırım” (Müslim) hadisi kapsamına giren bilgileri iki şekilde düşünmek uygun olabilir. Birincisi, gerçekten faydalı muhtevaya sahip bil­gilerin o kişinin kendisine hiçbir hayrının dokunmaması durumudur. Cenab-ı Hakk’ı tanımayan ve reddeden bi­lim adamlarının hali, alnına lamba takılmış kör bir kişi­ye benzer. Başkaları faydalanmakla beraber, o ışığın kör adama bir yararı olmaz. Bu durumda kişinin ilmi kendisi açısından faydasız hale gelmiş olur. İkincisi ise, kişinin ürettiği malumatın insanlığa hiçbir faydasının olmaması hatta zehirleyici, ifsat edici, tahribe yönelik, hakikatten inhiraf ettirici ya da demagojik yapıya sahip olmasıdır. Hakikat soruşturmasına katkısı bulunmayan bilgi fayda­sızdır.

Âlim, Aydın, Entelektüel

Âlim, aydın, entelektüel gibi kavramların lügat manasıy­la pratikteki karşılıkları zamana, zemine ve bakış açısına göre değiştiğinden efradını cami bir tanım vermek yeri­ne durum değerlendirmesi yapmak daha münasip görü­nüyor. Bilindiği üzere münevver, nur aydın ise ay kökün­den gelmektedir ve iki kelime de gramatik olarak edilgen yapıdadır. Eğer ortada bir nurlanma veya aydınlanma durumu, yani güneş-ay ilişkisi varsa “bu ışığın kaynağı (faili) nedir?” sorusuna cevap vermek gerekir.

Tarihî açıdan bakılırsa her medeniyetin kendine mahsus yöntemleri kullanarak diğer milletlerin tecrübe ve bilgi birikimlerini tevarüs ettikleri kolayca görülebilir. Burada önemli olan husus söz konusu bilgi ve tecrübenin doğru anlaşılıp hazmedildikten ve yeniden kodlandık­tan sonra kullanılmaya başlanması gerektiğidir. Bilgiyi üretenler o bilgiyi isimlendirme, kodlama ve yorumlama hakkına sahip olur ve dolayısıyla bilginin fonksiyonunu ve kullanım şeklini belirler. Dolayısıyla bilginin kim tara­fından, hangi bağlamda üretildiğine ve nasıl kurgulandı­ğına dikkat etmek gerekir.

Batı Avrupa’da aydınlar gücü elinde tutan kilisenin yerini alarak maddeci dünya görüşünün rahipleri ola­rak sahneye çıkmışlardır. Aydın, Batı biliminin temel prensiplerinden biri olan “pozitivizm” ve “rasyonalizm” ilkelerine bağlı akılcı kişidir. Bu anlamda aydın, vahye ve nakle bağlı kişi değildir; modern ideolojilerin, bilgilerin taşıyıcısı ve yeniden üreticisidir, benzer şekilde, Fransız­ca “entelektüel” kelimesinin tarihi kökeni ve doğuş kay­nağına indiğimiz zaman, karşımıza “Varlığın düşünce­den doğduğunu, aklın sezgi ve iradeden üstün olduğunu ileri süren” ve “zihni, bilginin ve aksiyonun tek prensibi ve rehberi kabul eden felsefî bir doktrin” çıkmaktadır. Bilimsel bilgiye aşırı güvenerek ve çağdaşlık vurgusu yaparak aklını vahyin üstünde görmesi aydının topluma yabancılaşmasına yol açar. Bu grubun ürettiği bilgi fizik­sel faktörlerle sınırlı olup sömürüye, sermayeye ve güce hizmet etmeye yöneliktir. Eğer sözü edilen durumun farkına varılmadan bu insanların arkasından gidilirse, karşımıza ilim adamı yerine “düşünce üreten fail” yerine “vazifesini yapan ve kendine sunulan hazır fikrin savu­nucusu” olan bir tip çıkar.

Gerçek ilim sahipleri ise bilgiyi bir bütün olarak gö­rürler; bilgiyi dini ve dünyevi diye ikiye ayırmazlar. Bil­gilim parçalanması aynı zamanda zihnin de bölünmesi anlamına gelir. Bölünmüş zihin ise tevhidi yakalayamaz. Tevhitten uzak bilgi yarım yamalak olacağından hem o kişiye hem de başkalarına zarar verir. İlim adamının has ve hakiki olanı koyun gibidir, yani yavrusunu (talebele­rini ve diğer insanları) hazmettiği temiz sütü ile besler.

Yetersiz bilgi sahiplerinin hali ise kuşlara benzer, yani yavrusunu kendi hazmedemediği (geviş getirerek kus­muğu) ile besler.

Bilginin kontrol edilmeden olduğu gibi ithal edildiği durumlarda aydın tipinin toplumdan kopuk olması kaçı­nılmazdır. Böyle olduğunda aydın halkına bağlı ve yerli kalamaz, sadece yabancı kültürleri kendi insanına dayat­manın yollarını araştırmakla kendini vazifeli bilir. Var­lığını kendi kültür ve medeniyetine değil, güçlü olanın çıkarlarını meşru kılmak ve tasdik etmekten alır. Hakiki aydın içinde bulunduğu toplumun değerlerine, tarihi ko­numuna vakıf, geniş ufuklu ve başkasının aklıyla değil kendi diliyle konuşan kişidir.

Alim ise, bilgiyi orijinal kaynağından alabilen ve bu bilgiyi teori bağlamında üreterek zaman ve zemine mü­nasip hale getirebilen kişidir. Âlimin ürettiği bilginin tat­bikat sahasına konulması toplumun okur-yazar tabakası­nın vazifesi olarak görülebilir.

İnceleyin:  Cahil Bilgi

Aydının Yükselişi, Âlimin Düşüşü

III. Selim’den (1789-1807) itibaren Avrupa’da yaşanan ge­lişmeler artık Osmanlı dünyasını doğrudan etkiler hale gelmiş ve daha düne kadar adam yerine konulmayan küf- far bir şekilde İslam âlemine galebe çalmaya başlamıştı. Askeriye ve mühendislik alanında yapılan düzenlemeler ve yeniliklerin istenen neticeyi vermediği kısa süre son­ra anlaşılmıştı. Başarısızlıklar değişimin kültür sahasını da kapsayan top-yekûn bir dönüşüme ihtiyaç olduğu an­layışını dayatmaya başlamıştı. İlim dünyasının modernle karşılaşması çok sancılı olmaktaydı ve bu vetireden ule­ma halkasının da etkilenmesi kaçınılmazdı. Hızlı dönü­şüm, âlimin ilmini itibarsızlaştırırken diğer taraftan da yeni bir bilgi türüne sahip başka bir grubun popülaritesi­ni artırmaktaydı. Dönemin ulema sınıfı içinde bulundu­ğu tarihî süreci doğru okuyamadığından çözüm üretmek yerine dinî argümanlara sarılarak değişime mani olma­ya çalıştı. Bilimsel bilginin hem teorik hem de teknolojik bağlamda gösterdiği göz kamaştırıcı başarılar bilginin el değiştirmesine yol açıyor, klasik ulema açığa düşüyor ve bir aydın sınıfı yükseliyordu. Geleneksel ulema modern dünyanın son derece hızlı cereyan eden siyasî, İktisadî ve bilimsel gelişmelerine ayak uydurmayı başaramayın­ca İlmî otoritesini kaybederek koltuğunu aydın sınıfına bırakmak zorunda kaldı.

Aydın sınıfı medeniyetlerin ilerleme süreçlerini stan­dart ve sabit adımlar olarak gördüğü için halkı kendi de­ğerlerinden koparmaya ve onları adam etmeye çalışıyor fakat gelişimi sağlayan faktörlerin zaman, mekan ve kül­türel farklılıklara bağlı olarak her toplumda aynı netice­leri vermeyebileceği gerçeğini göremiyordu. Avrupa’nın çok özel şartlar altında geçirdiği aşamaları evrensel zan­nederek halkını standart bir değişime zorlamak “türedi aydın basiretsizliğinden” başka bir şey değildi. Hâlbuki hakiki bir ilim adamının bastığı zeminin farkında olarak modernleşmenin başka aşamalardan geçerek de sağlana­bileceğini akıl edebilmesi gerekirdi. Mesela Japonya’nın, OsmanlI’dan yaklaşık olarak bir asır sonra modernleşme sürecine girmesine rağmen neticede çok daha öne geçti­ğini görerek problemin sadece bir kronoloji meselesi ol­madığını ve farklı çözümlerin söz konusu olabileceğine işaret etmesi beklenirdi.

Batı dünyası karşısındaki geri kalmışlık sendromundan çıkmanın ve devleti kurtarmanın ancak “aydınlar ma” vasıtasıyla olacağı düşüncesi hâkim olmuştu. Bu yaklaşım bilginin İlahî referanslarının terk edilmesi, zihniyet olarak ahiret yerine maddi dünyanın esas alınması ve seküler aklın yol göstericiliğinin kabulü anlamın; geliyordu. Söz konusu dönüşümün âlimin eliyle sağlana mayacağı açık olduğundan “bilgi adamlarının” yeniden kurgulanması ve türetilmesi gerekiyordu. Devleti kurtaracak ve modernleşmenin taşıyıcısı olacak aydınların en azından başlangıç aşamasında yeni kurulan tıp fakültelerinde ve askerî okullarda yetiştirilmesi bu insanların devleti referans alması neticesini doğurdu. Dolayısıyla halkı, adaleti, hürriyeti öncelemek yerine sistemi meş­rulaştırmaya çalışan hegemonik bir tabaka oluştu. Bu sınıfın görevi toplumu zorla da olsa modernleştirmek, milleti ve devleti ulus haline getirmekti.

Cumhuriyet elitleri genel olarak halk kökenli olma­larına ve halk adına iktidarı ele geçirme iddiasında bu­lunmalarına rağmen kısa bir süre sonra halktan ayrı düş­müşlerdir. Sınıf atladığını düşünen, nispeten mürekkep yalamış ve kendini aydın olarak gören bu grup kökenini çabuk unutarak devlet safına geçmiş, vatandaşı devletin emrinde çalışması gereken mahkûmlar gibi değerlendir­meye başlamış ve sistemi fikren koruma vazifesini üze­rine almıştır. Tanzimat, ıslahat ve muasırlaşma ile baş­layan süreç devrim ve darbe ile varlığını sürdürmüştür.

Bilgi Ahlâkı – Ahlâk Bilgisi

Bilgi ve ahlâk ilişkisi bağlamında en önemli problem kişisel bağlamda “bilgilerimle nasıl yaşamalıyım?” so­rusuna tutarlı cevap vermektir. İnsanlar, hayvanlar ve bitkiler tabiatları nispetinde üretim yapabilen varlıklar olmakla beraber varlığının bilincinde olmak açısından insan diğer türlerden ayrılır. Bu farkındalık (self aware- ness) hali insanı mesuliyet sahibi yapar ve bu noktada ahlakî sorumluluk problemi kendini göstermeye başlar.

Baştan belirtmek gerekiyor ki, bilginin ahlâklı olması anlamlı değildir, çünkü hakiki bilgi zaten özü itibarıyla temiz ve ahlâka uygundur. Sorun, bilginin suistimal edil­mesi ya da ahlâka uygun olarak kullanılmaması mesele­sidir. Ahlâklı olmak ancak bir özneye atfedilebilecek bir özelliktir; bilgi ise bir ahlâk öznesi değildir. Dolayısıyla, bilginin değil bilim adamının ahlâkından bahsetmek daha uygundur.

Bilgiyi güç vasıtası olarak görmek modern düşünce­nin en belirgin ilkelerinden biridir. Burada güç kavramı kişiyi ya da toplumları faziletli kılmak, İnsanî değerlere katkıda bulunmak anlamında kullanılmıyor. Bilgi, doğ­rudan doğruya para, teknoloji üzerinden sömürü ve he­gemonya ve iktidarı elde tutma aracı olarak görülmekte­dir. Bu anlamda bilgi, tüketilecek bir metadır.

Bilginin ahlâksızca kullanıldığı zaman insanlığı teh­dit eder hale gelmesi bilgi çağının paradoksal ve trajik bir neticesidir) İnsanlığın kendi ürettiği bilginin altında ezilmesi ve kurban olması hazin bir durumdur. Bilgi, ah­lâkla mütenasip olarak kullanılmayınca insanın bilgisi artsa bile bu bilgiyle nasıl yaşayacağını bilemez oluyor. Kendisini ve varlığı anlamlı kılma çabası için vesile edil­meyen bilgi kişinin kendini tanımasına fayda sağlamı­yor. Böylece bilgiye dayalı bir sorgulamaya dayanmayan bir hayat yaşanma değeri taşımaz hale geliyor. İyinin kö­tüden ve doğrunun yanlıştan üstün olduğunu belirtme­yen bilgi faydasızdır.

Batı düşüncesinin bilgi meselesine bakışının ne dere­ce çarpık olduğunun en tipik örneği, Yunan mitolojisin­de Prometheus’un ateşi (bilgiyi) tanrı Zeus’tan çalarak insanlara vermesidir. Günümüz dünyasında da etkisini sürdüren bu anlayış insan-tanrı ve insan-bilgi ilişkisin­deki anlayışın bozuk bir zemine oturmuş olduğunu gös­termektedir. İnsan- tanrı ilişkisi iman, güven ve sığınma yerine insanın çaldığı bilgiye istinaden ve tanrıya rağ­men sonsuz gücü yakalama ve egemenliğini ilân etme noktasına gelmiştir.

Bilgi ilahi mesnedini kaybettiği zaman geriye sadece dünyevi maksatları olan tamamen fayda ve menfaate yönelik bir anlayışın hakim olacağı açıktır. Böyle olun­ca, insanın tabiata işkence yaparak bilgisinden menfaat elde etmesi legal görülmektedir. Teknolojik başarılar bağlamında inanılmaz ilerleme gösteren bu zihniyet hiçbir kutsal değeri tanımadığı için her şeyi çok çabuk tüketen bir bilgi canavarına dönüşmüştür. îçinde bulun­duğumuz çağda bilgiyi anlamlı kılan, ahlâk sınırlarının dışına taşmasına ve suiistimal edilmesine mani olması beklenen âlimlerin yerini endüstriye hizmet eden bilim adamları almıştır.

Bilgi, Allah’ın ilim sıfatının varlık ve dolayısıyla da insan zihni üzerindeki izdüşümü (tecelli) olarak değil de insanın kendi egemenliğini tanrıya rağmen ilan etme çabası şeklinde algılandığı sürece bilgi ahlâkı ile ilgili so­runlar çözümsüz kalacaktır. Âlimin ahlâk ile sınavı, niye­tini ve “her şeyi hakkıyla bilen” Yüce Yaratıcı karşısındaki duruşunu her daim gözden geçirmesini gerektirir. İnsan hangi seviyede olursa olsun ezeli ve ebedi hakikatin bil­gisine sahip olamayacağını bilmeli ve “kendisine ilimden pek az şey verildiğinin” (îsra; 85) farkında olmalıdır. Bil­gi elde etmedeki amacı, hakikati kavrayarak Hakk’a ya­kınlaşmak olmalıdır. Zira Allah Resulü’nün ifadesiyle, “A- ziz ve Yüce olan Allah’ın rızası için öğrenilmesi gereken bir ilmi, sırf dünya menfaati elde etmek için öğrenen bir kimse kıyamet günü cennetin kokusunu dahi alamaya- caktır”(Ebû Dâvûd, İlim, 12)

Bilgi, Allah’ın ilim sıfatının tecellisi olarak fayda ve hikmetle muttasıftır; onu seküler bakışla çarpıtarak kir­leten ve ahlak sorununa yol açan insandır. İnsanın akıllı ve şuurlu bir varlık olması açısından bilgi Allah tarafın­dan verilmiş büyük bir nimettir, Yunan mitolojisindeki gibi çalıntı ve gayri meşru bir şey değildir. O halde insa­na düşen vazife bilgiyi kendi gücü için suiistimal ederek tüketmek etmek değil insanlığın faydası için üretmektir. İnsanın varlığını anlamlı kılabilmesi için doğru bilgi ile beslenmesi gerekir; bilgi (ilim), varlık (âlem) ve işaret (alem) kelimelerinin aynı kökten müştak olması bilginin hakikate ulaşma vesilesi olduğunu gösterir. İnsanı diğer canlılardan üstün kılan ve her şeyin ona musahhar olma­sını sağlayan şey bilgiye sahip olabilmesidir.

Bilgili olmak; daha ahlâklı, daha erdemli ve daha doğ­ru olmak anlamına gelmemektedir. Aklı şaşırtan ve sınır­ları zorlayan ilerlemelere şahit olunan bu çağda akıl ve bilgi gibi nimetlerin kötüye kullanımına dair en vahim örneklerin görülmüş olması bir şeylerin yanlış gittiğini göstermektedir. Geçtiğimiz yüzyılda, bilim ve teknik alanında yaşanan gelişmeler barışa ve feraha değil, savaşa etmiştir. Bilgi sayesinde hilm, kemâl ve anlar yetiştirmesi beklenirken tüketim bencillik ve açgözlü tipler türemiştir. Ahlaktan uzak bilginin insanlığa huzur, emniyet ve saadet  vaat etmesi beklenemez. Ahlâki olgunluğa erişmemiş in­sanların eline gecen bilgi eşkıyanın elindeki silah gibidir.

Tahsili kemal eylemeyen adamı Mevlâ

Surette du pa etsede manada har eyler

ALi Emir

Seküler bilgi sadece silah üretip satarak maddi güç elde etmek icin değil, insanları doğrudan kontrol altında tutabilmek icin bir tür modern büyü aracı olarak kulla kullanılıyor.”Bilimsel olarak gösterilmiştir ki…” şeklinde baş- layan bir cümle sanki ilahi bir muhteva taşıyormuş gibi sunulmakta ve muhtemel itirazların önü kesilmektedir.Bilgi-ahlak uyumunun sağlanması için bilgiyi tekel altında tutanların baskışından kurtarmak ve bağımsız hale getirmek şarttır.

İlim,amel ve ahlak bütünlüğü olmayan, Allahı tanı­mayı doğrudan veya dolaylı hedef almayan bilgi nihai anlamda faidesizdir. Bilgili fakat ahlakî değerlerden mahrum olan insanlar tüm varlık âlemi için ciddi bir pozisyonundadır. Hakiki bilgi insanı üstün ve güçlü kıldığı gibi aynı zamanda ahlaklı bir varlık haline getirmesi gerekir.

Selçuk Kütük – Endişeye Mahal Yok,syf:17-36