Sosyal sistemde kimi zaman toplumu rahatsız edecek aksaklıklar oluşur. Örneğin belediye hizmetleri kötüleşebilir, okulların eğitim kalitesi düşebilir, ekonomik sıkıntılar baş gösterebilir, boşanmalar artabilir, sağlık sistemi kötüleşebilir, aile kurumu çözülebilir, biyolojik çeşitlilik azalabilir, organik gıda bulmak zorlaşabilir. Ancak toplum bunlardan etkilense de bu olumsuzlukların hiç biri kültürel travmanın semptomları olarak algılanmayabilir.
Travmanın Kültürel Anlamını Ortaya Çıkarmak
Kültürel travma bir grubun acı çekmesiyle oluşmaz. Bu acmın “kimlik” duygusuna sirayet etmesiyle; toplumun kendini ait hissettiği kutsal bir değerin yara almasıyla oluşur. Toplumun kendini özdeşleştirdiği kültüre yönelik bir tehdit algılaması ve bunun onda negatif bir duygu (utanç, aşağılanma, kaygı gibi) uyandırması gerekir (Smelser, 2004: 40). Eyerman (2004: 61) da fiziksel ve psikolojik travmanın aksine kültürel travmanın yaşanabilmesi için maruz kalman olayın bir grup tarafından anlam ve kimlik kaybı olarak yorumlanması gerektiğini ifade eder. Dolayısıyla kültürel travma herkes tarafından fark edilebilen, hissedilebilen bir travma değildir. Kültürel travmanın fark edilmesi her zaman bir “anlam mücadelesi” gerektirmektedir (Eyerman, 2004: 62). Örneğin evliliklerin azalması toplumda bir rahatsızlığa neden olsa da bu kültürel travma olarak algılanmayabilir. Bunun kültürel bir travma olarak kavranabilmesi için evlilik oranlarındaki düşüşün aile ve aileyle ilişkili değerleri hedef alan bir ideolojiyle kavramsal düzeyde ilişkilendiril- mesi gerekir.
Kültürel travmada genelde dışsal bir olay olsa da travmayı olaylar yaratmaz. Olay her ne kadar travmatik olursa olsun, bu olay travmatik olarak anlamlandırılmaz ise toplumsal bir travma gözlenmeyebilir. Travmatik bir olay, her ne kadar acı verici olursa olsun “normal” “rasyonel” “faydalı”, “gerekli” olarak yorumlanırsa travmatik deneyim fark edilmeyebilir. Dolayısıyla kültürel travmaların algılanması her zaman bir yorumlayıcıya ihtiyaç duyar. Örneğin kadın ve aile politikalarının merkezî kavramlarından biri olan “toplumsal cinsiyet eşitliği” kavramı bazı siyasal ve kültürel elitler tarafından yanlış olarak yorumlanmış; bazıları tarafından ise yorumlanmamış, bu kavramla ne anlatılmak istendiği hakkında düşünülmemiştir. Eğer topluma bu kavramın anlamı yorumlanmazsa, toplum bu kavramdan kaynaklanan bazı acıları yaşayabilir ama bunun kaynağını bilemez.
Diğer taraftan bir olay toplumun bir kesimi tarafından “travma” olarak deneyimlenirken, diğer bir kesim için “gelişme” ya da “fırsat” olarak görülebilir. Bu noktada sorulması gereken soru şudur: Bu olay ya da yenilik hangi değerleri besliyor, hangi değerler için bir tehlike oluşturuyor? Örneğin Rönesans’la birlikte kilisenin ve din adamlarının etkisinin azalması dindarlar için bir travma olarak deneyimlenirken; burjuvazi ve kimi entelektüel çevreler için fırsat olarak görülmüştür (Lotman, 2019). Sztompka da “kimin için travma?” sorusunu sormakta ve benzer bir gözlemde bulunmaktadır. Sovyetler Birliğinin dağılması rekabet gücü olan, liberal kültüre yatkın ve sermaye çevrelerine erişim imkanları olan kesim için bir fırsat olarak görülürken; piyasa ekonomisinin işsizlik, eşitsizlik, enflasyon gibi sonuçlarıyla sert bir şekilde yüz- leşenler için travma yaratmıştır (Sztompka, 2004: 164,165). Nitekim komünist ideolojiden vazgeçip Batılı liberal piyasa ekonomisine geçtikten sonra Polonya’da yapılan bazı anketler eğitim ve sağlık gibi temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorluk çeken halkın önemli bir kesiminin eski düzene özlem duyduklarını göstermiştir (Sztompka, 2004:178-181).
Kültürel Travmanın Kavranmasında Taşıyıcı Grupların/Kanaat önderlerinin Rolü
Kültürel travmanın kavranması genelde bir “iddia”, “yorum” ve “anlamlandırma” ile başlar. Toplum üzerinde etkili olan bir kişi, grup ya da kurumun, topluma dayatılan yeni bir kavramın, yeni bir teknolojinin ya da yeni bir ideolojinin “önemli kültürel kayıplara” neden olacağım fark etmesi ve açıklaması gerekir. Alexander (2004) bu iddia sahiplerine -Weber’den alıntılayarak- “taşıyıcı gruplar” (kanaat önderleri denilebilir) demektedir. Taşıyıcı gruplar elitler, dini liderler, entelektüeller, gazeteciler, politikacılar ya da sivil toplum kuruluşu liderleri olabilir. Eğer taşıyıcı gruplar toplumu olayın travmatik anlamından haberdar etmezse ya da travmatik olaya ilişkin duyarlılık oluşturma yeteneğinden yoksunsa yaşanacak travmanın kültürel dinamikleri kavranmayabilir. Alexan- der (2004:12) şöyle yazar:
Daha geniş bir kitlenin, kendilerinin de bir deneyim ya da olay nedeniyle travmatize olduklarına ikna olabilmeleri için, taşıyıcı grubun başarılı bir anlam çalışması yürütmesi gerekir.
Stzompka (2004) kültürel travmaların farkına varılmasını sağlayan bir çekirdek grup olduğunu, buna karşın bu olayı önemsiz bulan çevresel gruplar olduğunu söyler. Smelser de (2004: 38) kültürel travmanın kolektif bilince taşınmasında kasıtlı çabanın önemine vurgu yapar.
Stzompka (2004: 169) kültürel travmaların farkına varılmasında en önemli etkenin, travmaların algılanması, tanımlanması ve aktif olarak yüzleşilmesine yardımcı olan eğitsel, siyasi ve ekonomik kaynaklara erişim olduğunu belirtir. “Eğitim” ona göre merkezi faktördür. Ancak eğitim kültürel travmalara karşı “yatıştırıcı” rol üstlenmişse kültürel travmanın farkına varılmasında engelleyici de olabilir. Nitekim Stzompka (2004: 169) insanların eğitim seviyesi yükseldikçe kültürel travmalara daha anlayışlı hâle gelebileceklerini de vurgular. Özellikle daha incelikli ve örtülü travmaların diğer insanlar tarafından algılanmasında sosyal bilimcilerin, filozofların, entelektüellerin ve alimlerin kritik bir rolü vardır (Stzompka, 2004:169). Öte yandan “taşıyıcı gruplar” travmatik olaydan zarar görmeyen kişiler olabilir ve bu yüzden travma mağdurlarına ilgisiz kalabilirler.
Travmanın Yatıştırılması
Bazen kolektif acıların şiddeti yükselir ve toplum bu acıların kültürel kaynaklarım anlamaya motive olur. Böy- lesi durumlarda taşıyıcı grupların (kanaat önderleri) yaşadığı acının kültürel temellerini anlaması için topluma yardımcı olması gerekir. Fakat kanaat önderleri bunu yapmak yerine kolektif acıyı yatıştırmayı tercih ederse, acılar yaşanmaya devam edecek ama bunun kaynağı anlaşılmayacaktır.
Kolektif acıların kültürel travma olarak algılanmasını önleyici bir teknik, yaşanan acıların mağdurların kavramsal düzenine ve anlam sistemine uyumlu hâle getirilerek aktarılmasıdır. Diğer bir ifadeyle olumsuz bir olay “olumlu” hâle getirilir (Smelser, 2004: 54). Ülkemizdeki sosyal tartışma noktalarına baktığımızda genelde bir anlamlandırma mücadelesi” olduğunu görürüz: AB’ye girmek iyi midir, kötü müdür? NATO’da kalmak Türkiye’nin yararına mı zararına mı? GDO’lu ürünler güvenli mi, tehlikeli mi? Toplumsal cinsiyet politikaları kadına yönelik şiddeti önler mi yoksa artırır mı?
Geçmişte olup bitmiş ve sonuçları da yaşanmış bazı olaylar hakkında bile anlamlandırma mücadelesi sürmektedir. Örneğin Kore Savaşı bunlardan biridir. Bu savaş yaşandığı yıllarda Demokrat Parti hükümetinin savaşa katılma kararı -küçük bir azınlık hariç- hem dindar hem de seküler kesim tarafından “olumlu” şeklinde anlamlan- dırılmıştır. Seküler kesim bu savaşı “Batı medeniyetine” ya da “NATO’ya girmenin anahtarı” olarak yorumlayıp olumlarken, dindar kesime “iman-küfür mücadelesi” şeklinde anlatılıp rızası alınmıştır. Nitekim Diyanet İşleri Başkanlığı 1950’de bir basın açıklaması yaparak Kore’de ölenlerin şehit sayılacağına dair bir fetva yayımlamıştır.[12] Yine örneğin ülkemizde toplumsal cinsiyet eşitliği politikaları siyasiler tarafından dini kurumların da aracı kılındığı bir süreçle uygulamaya konulmuştur. Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğünün yayımladığı 2008- 2013 yılları arasını kapsayan “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Ulusal Eylem Plam’nda işbirliği yapılacak kurumlar arasında Diyanet İşleri Başkanlığı da yer almıştır. Ancak ilginç olan, altıncı bölümde daha ayrıntılı açıklayacağımız gibi, bugün feminizm içindeki önemli bazı öncüler bile “toplumsal cinsiyet” kavramının kadının güçlendirilmesine değil, kadın kategorisinin zayıflatılmasına hizmet ettiğini ifade etmeleridir.
Özetle travmatik gelişmelerin verdiği acının yatıştırıl- masında seküler kesimler için “gelişme, büyüme, güçlenme, başarı” gibi faktörler yatıştırıcı olarak kullanılırken, dindar kesimler için “dinî yorum” iyi bir yatıştırma yoludur. Kur’an buna ilginç bir örnek vermektedir. Müşrikler putlara tapıyorlar ama bunu “Allah” ile anlamlandırıyorlardı: “Bunlar, Allah yanında bizim şefaatçilerimizdir” (Yunus Suresi, 18) diyorlardı. Putlara ilişkin yapılan bu yorum Allah’a inanmak ile putlara tapmak arasındaki çelişkiden kaynaklanan travmayı yatıştırmaktadır. Onuncu bölümde anlatacağımız Samiri kıssası da buna örnek olarak verilebilir.
Son olarak şunu da vurgulamakta fayda var: Travma- tize olmuş toplumların travmalarıyla yüzleşmek istememeleri ya da kısa sürede “rahatlama” ihtiyacında olmaları da travmanın kültürel dinamiklerine inmeyi zorlaştırmaktadır. Çünkü kültürel travmanın açığa çıkarılıp sökülmesi ve yerine yeni kültürel dinamiklerin yerleştirilmesi zorlu ve uzun bir mücadeleyi gerekli kılmaktadır.
Farkındalık ve Anlamlandırma:
Travmanın Açığa Çıkarılması
Deneyimlenen travmanın farkına varılması ve mağdurlar tarafından anlamlandırılabilmesi travmanın başarılı bir şekilde anlatılmasına bağlıdır. Başarılı bir anlam çalışması için dört soruya tatmin edici cevaplar verilmesi gerekmektedir (Alexander, 2004).
Acının Doğası: Biz Ne Yaşadık, Gerçekte Ne Oldu?
Eğer yaşanan acının yaygınlığı ya da şiddeti yeteri kadar açığa çıkarılmamışsa toplum travmatik olayın ehem- miyetini fark etmeyebilir. Holokost gibi bazı travmatik deneyimler çok boyutlu (akademik, kültürel, sanatsal, siyasi vb.) işlendiği için holokostu yaşamayanlar bile onu yaşayanların travmalarını paylaşabilmektedir. Nitekim Norman Finkelstein Holokost Endüstrisi kitabında holo- kost anlatısının başarısı hakkında şunları yazar:
Soykırım keyfi değil, içsel tutarlılığa sahip bir kurgudur; temel dogmaları önemli politik ve sınıfsal çıkarlara güç verir. Aslında soykırım vazgeçilemez bir ideolojik silah olduğunu kanıtlamıştır: Bu silahın kullanımıyla korkunç bir insan haklan siciline sahip dünyanın en ürkütücü askeri güçlerinden biri ‘kurban’ devlet rolü oynayabilmekte, ABD’nin en başarılı etnik grubu da yine aynı şekilde kurban statüsü elde edebilmektedir (Finkelstein, 2001:11)..
Diğer taraftan bazı acılar ise pek bilinmez. Örneğin 1904’1909 yıllarında Almanya’nın Namibya’da gerçekleştirdiği soykırımda yaklaşık 100 bin kişi katledilmiştir. Almanya bununla da yetinmeyip öldürdükleri kişilerin cesetlerini ırkçı deneyler için ülkelerine taşımıştır. He- rero (%80’i katledilmişti) ve Nama (%50’si katledilmişti) katliamları olarak bilinen bu soykırım dünya kamuoyu tarafından neredeyse hiç bilinmemektedir. Soykırım somut felaketlerin en acı vereni olmasına rağmen üstü örtülebilmekte, tarihte saklı bir şekilde kalabilmektedir. Dolayısıyla kültürel düzeyde meydana gelen travmaların anlatılabilmesi daha kapsamlı ve nitelikli bir çabayı gerekli kılmaktadır. Joseph Massad’m Liberalizmde İslam kitabı bu bakımdan olumlu bir örnek sunmaktadır.
Üçüncü dünya ülkelerinin sömürgeleştirilmesin- de “kadın hakları” kavramının rolüne değinen Massad (2020:183) şöyle yazar:
…kadınları kurtarma işinin hükümet meselesi hâline getirilmesi, hem Avro-Amerikan hem de Avrupalı devletleri ve Batılı ve yerel STK’ları başlıca emperyalist aktörler hâline getirmektedir. Aynı zamanda bu aktörler, yere/ devletlerin Avrupa normlarına paralel bir şekilde yasama yapıp uygulamasındaki rollerini sınırlayarak, onlara baskı yapmaktadır. Neoliberal düzenle uyum içinde bunu zorlarken halka ekonomik ve sosyal hizmetler sağlama da yine bu devletlerin faaliyet atanını daraltmaktadır.
Massad’m yine kitabın başka bir yerinde vurguladığı gibi feminizm İslam toplamlarında ve Üçüncü Dünya ülkelerinde gelenek ve dinin baskısı altındaki “kurban kadın” imajını yaygınlaştırırken, bu söylem Batılı beyaz kadının konumunu meşrulaştıran, onların sömürgeleştirilmesin! örtbas eden bir işlev görüyordu.
Bir başka başarılı örnek ise beşinci bölümde daha ayrıntılı ele alacağımız hayvan hakları aktivizmidir. Hayvan haklan aktivistleri hayvanlara uygulanan şiddeti görsel ve yazdı araçlarla iyi belgeledikleri, medyanm desteğini alabildikleri ve hayvan haklarını teorileştirip, kavramsal düzeyde iyi savunabildikleri için faaliyet yürüttükleri ülkelerde mevzuatlara etki etmeyi başarabilmişlerdir. Şüphesiz buna hâkim kültürün desteğini de eklemek gerekir.
Mağdurun niteliği: Travmadan kimler etkilendi?
Bazen geniş bir halk kitlesi travmanın mağduru olabilir ama gerçek rakamlar bilinmeyebilir; küçük bir grubun etkilendiği düşünebilir. Bu yaşanan travmanın büyüklüğünün doğru bir şekilde algılanmasını engeller. Diğer taraftan rakamların doğru bir şekilde ortaya çıkarılmasına ek olarak bu rakamların travmanın kültürel kaynaklarıyla ilişkisinin de kurulabilmesi gerekir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında dramatik bir şekilde artan “kadın intiharları” bu bakımdan dikkat çekici bir örnektir. 1916 yılında Türkiye’de 5 kadın intihar etmişken bu rakam 1926’da 64’e çıkmıştır. Hükümet bunu önlemek için harekete geçmiş ve İstanbul Üniversitesinden bir profesörü görevlendir- mıştir. 1926-1929 yılları arasında Türkiye’de dersler veren Max Bonnafous konuyla ilgili bir araştırma yapmıştır. Elde ettiği bulgulardan vardığı sonuç yaşanan buhranın kültürel temellerine de işaret etmesi açısından çarpıcıdır:
Millî kuvvetlerin iktidara gelmesi ve laik cumhuriyetin kurulması gibi büyük dönüşümler gelenekleri, günlük alışkanlıkları ve yaygın fikirleri kökten değiştirmiş ve intihar hadisesini kaçınılmaz şekilde etkilemiştir. Yansımasını en çok Türk-Müslü- manlar arasında bulan artış, ilginç biçimde Batılılaşmaya (l’oc- cidentalisation) ve modern hayatın (la vie moderne) etkilerine en fazla açık olan ilçelerde, Üsküdar ve Kadıköy’de görülmüştür. Tersten söylemek gerekirse, bu etkilere görece kapalı kalmayı sürdüren Eyüp’te böyle bir artış yaşanmamıştır (Maksudyan, 2009).
Nitekim Zafer Toprak da (2019) Türkiye’de Yeni Hayat: İnkılap ve Travma kitabında benzer bir gözlem yapar. Fakat yöneticiler Bonnafous’un ortaya koyduğu neticeden pek memnun kalmaz. Resmî söylemde daha çok sorunun sebebini bireye indirgeyen psikiyatrik açıklamalar tercih edilir. İntiharın nedenlerine ilişkin “delilik, cinnet, nöropati, psikopati” gibi sebepler gösterilir. 1931 yılında çıkarılan matbuat kanunuyla da intihar vakalarının izin alınmadan yayımlanmasına yasak getirilir.
Bu örneğin de gösterdiği gibi, mağduriyetin yaygınlığını tespit etmek kadar bu mağduriyetin kültürel kaynaklarını ortaya koymak da önemlidir.
Travma Mağdurunun Daha Geniş Kitlelerle İlgisi
Travmaya şahit olanlar mağdurla ne ölçüde özdeşim ve bağ kurmaktadır? Travma gözle görülür bir hâle geldiğinde bile mağdurun “kim” olduğu travmanın toplum tarafından paylaşılıp paylaşılmayacağım belirler. Genellikle travmanın yarattığı acıyı doğrudan hissetmeyenler mağdurlara karşı ilgisiz kalabilirler. Mağdurla paylaşılan değerlerin gücü ve sayısı travmatik deneyime ortak olmayı kolaylaştırmaktadır.
Bazen travmatik bir dönüşüm, toplumun farklı kesimlerini farklı zamanlarda etkisi altına alır. Örneğin 2004 yılında çıkarılan Hayvanları Koruma Kanunu neredeyse hiç tartışılmaksızm Meclis’ten geçmişken, 2021 yılında bu kanunda yapılacak değişikliğe ilişkin yasa tasarısı kamuoyunda çeşitli tartışmalara yol açmıştır. Bunun temel sebebinin başıboş köpek saldırılarından etkilenen kişi sayısının artmasıyla ilişkili olduğu söylenebilir. Beşinci bölümde de ele alacağımız gibi, özellikle 20101u yılların ortalarından sonra bu saldırılara ilişkin haberler basında yer almaya başlamış, bu saldırılardan etkilenen kişiler sosyal medyada konuyu işleyen platformlar oluşturmuşlardır. Bunun sonucunda kamuoyunda tanınan gazeteciler sorunu gazete köşelerine^ televizyonlara ve YouTube kanallarına taşımışlardır.
Bu noktada travmanın fark edilmesinde ve toplumun diğer kesimlerinin travmatize olmuş kişilerle empati kurmasında medyanın önemini ayrıca vurgulamak gerekir. Medya yaşanan travmanın kültürel temellerine ilişkin farkındalık sağlayabileceği gibi, bunu örten ya da bu travmayı yatıştıran bir rol de oynayabilir.
Travmanın sorumlusu: Fail Kim?
Travmatik olaya kim sebep oldu? Failin kimliğinin tespiti etkili bir travma anlatısı için kritik bir öneme sahiptir. Bu, travmanın şiddetini etkilediği gibi, yaşanan felaketin travma olarak deneyimlenip deneyimlenmeyeceğini de belirler. Örneğin daha önce de söylediğimiz gibi travmatik olayın doğal mı,” yoksa “insan eliyle mi,” gerçekleştiği travmatik tepkinin niteliğini etkiler. Bir felaketin “doğal”olduğunu düşünmek acının dozajını azaltırken, insan eliyle gerçekleştiğini düşünmek tersi sonuç yaratır.
İnsan eliyle gerçekleşen travmalarda ise failin nasıl tanımlanacağı yaşanan acının travmaya dönüşüp dönüşmeyeceğini, ne şiddette dönüşeceğini ve travmanın türü hakkındaki algıları etkiler. Örneğin Epstesin Vakasını[13] düşünelim. Bu vakada fail kimdir? Bir kişi mi, bir grup mu? Eğer bir grupsa bu grubun başka gruplarla ilişkisi var mı? Siyaset ve bürokrasi suça ortaklık etti mi? Bu sorulara verilecek cevaplar travmanın şiddetini etkileyecektir. Eğer fail “küçük, sapkın bir grup” olarak tanımlanırsa bu grubun ceza alması travmatik tepkiyi yatıştırabilir. Ancak bu kişi ya da küçük grup daha geniş bir organizasyonun parçası olarak düşünülürse travma daha derin yaşanacak; tepki daha sert ve uzun süreli olacaktır. Ancak böyle olduğunda bile bu bir kültürel travmaya dönüşmeyebilir. Epstein Vakası’nın kültürel bir krize dönüşmesi için şu sorunun cevaplanması gerekmektedir: Fail hangi değerler sistemine aittir? Eylemini hangi kavramsal temele dayandırmaktadır? Suç bir düşünce biçiminin, bir bakış açısının, dünya görüşünün ürünü müdür?
Yine örneğin feminist bakış açısı kadına yönelik şiddeti yer, zaman ve kişi ya da kişilerle sınırlamayıp “aile” gibi kültürel bir kavramla kodlamaktadır. İlkkaracan ve arkadaşlarının (1996: 22) yayımladığı Sıcak Yuva Masalı: Aile İçi Şiddet ve Cinsel Taciz kitabında şöyle denilmektedir:
Nitekim feminist bir bakış açısı, kadına uygulanan şiddetin, toplumdaki erkek egemen ideolojiyi aile içinde yeniden üreterek meşrulaştırdığını ve yine erkek egemen ideolojinin ürettiği yasalar ve hukuk düzeni tarafından desteklendiğini varsayar.
Nitekim TC Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğünün 2009’da yayımladığı Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet araştırmasının “Aile Ortamı Kadınlar İçin Ne Kadar Güvenli” başlığının altında şöyle yazmaktadır:
Araştırma sonuçları hem kadınlar hem de toplum tarafından en güvenli ortam olarak düşünülen aile ortamının aslında kadınlar için güvenli bir ortam olmadığını göstermektedir. 10 kadından 4’ünün birlikte yaşadıkları erkekler tarafından şiddete maruz kalmaları, aile ortamının kadınlar için tehdit edebilecek bir kurum hâline dönüştüğünü göstermektedir (s.189).
Travma Düzeni: Kültürel Travmaların Yönetimi
Sztompka (2004) kültürel travmanın kaynaklarım “kültürler arası temasın yoğunlaşması” “mekânsal hareketlilik” “temel kuramların değişmesi” ve “inançların/ ideolojilerin/doktrinlerin değişmesi” olarak tespit eder. Sztompka kültürler arası temasın dayatmacı (kültürel emperyalizm, kültürel saldırganlık, toplumun McDo- naldslaştırılması gibi kavramlarla ifade edilir) ve barışçıl yollarla (ekonomik güç, teknolojik üstünlük, yabancı kültürü cazipleştirme gibi) travmaya yol açabileceğini belirtir. Göçmenlerin, mültecilerin ve turistik ziyaretler gibi mekânsal hareketliliklerin de bir dönüşüm kaynağı olduğunu ifade eder. Gerekli kültürel alt yapıdan yoksun olunmasına rağmen ekonomi, hukuk, sanayi gibi temel kurumların değişmesi de bir diğer kültürel travma kaynağıdır.
Sztompka (2004) “inançların/ideolojilerin/doktrinle- rın değişmesine ise evrensel insan hakları kavramının doğuşunu, ekolojik bilincin yükselmesini, feminist perspektifin yerleşmesini örnek olarak verir.
Sztompka Polonya örneğini merkeze alarak “bireycilik” “özgürlük” “tolerans”, “demokrasi” “özel teşebbüs ve rekabet” gibi liberal kapitalizme ait değerlerin komünizm sonrası toplumlarda nasıl bir kolektif travmaya yol açtığını anlatır. “Eşitlik” “kamuculuk” “paternalist devlet anlayışı” gibi değerlerin temel olduğu gelenekten gelen bir toplum için liberal kapitalist değerler travmatik bir rol oynamıştır. Bununla birlikte liberal kapitalist ideolojinin ürettiği travmayı sadece bu değerlere uyum sağlayamayan toplumlarla sınırlı tutmak doğru değildir. Liberal kapitalist ideolojinin “anlam yıkıcı” doğası kültürel travmalar yaratmaya uygundur. Nitekim Patrick Deneen Liberalizm Neden Çöktü? kitabında liberalizmi bir “anti- kültür” şeklinde ele alır ve toplumların “doğa-zaman ve mekan” algılarım dönüştürüp onları “anlamsız” bıraktığını söyler:
Liberal antikültür üç temel direğe dayanır: Birincisi, doğayı en nihayetinde insanlığın kavramsal olarak yok oluşuyla kurtarılması gereken bağımsız bir nesneye dönüştüren doğanın top- yekûn fethidir; İkincisi, geleceğin âdeta yabancı bir ülkede olduğu yeni bir geçmişsiz şimdiki zaman deneyimidir; üçüncüsü de mekânı mübadele edilebilir kılan ve tanımlayıcı bir anlamdan yoksun bırakan bir düzendir (Deneen, 2022:100).
Bunların anlamını yıkan liberalizm bunula yetinmez; yıktıklarının yerine kopyalarını yerleştirerek kültürel bir yanılsama oluşturur. Deneen şöyle devam eder:
İnsan deneyiminin bu üç köşe taşı -doğa, zaman ve mekân- kültürün temelini oluşturur ve liberalizmin başarısı da bunların köklerinden sökülüp yerlerine aynı adlarla anılan kopyalarının konmasına dayanır.
Liberal kapitalimin yarattığı travmaların kültürel dinamiklerinin yeterince kavranamaması başarılı bir trav~ fna yöMeh’mıyle ilişkilidir. Travma yönetimi; travmayı eğlenceli hâle getirme, travmayı umuda ve vaade dönüştürme, dikkati ve hafızayı yönetme becerilerini içerir.
Travmayı Eğlenceli Hâle Getirmek: Travmanın Şova Dönüştürülmesi
Liberalizm anlamsız bir dünya inşa etmez bilakis, yaşadığımız hayatı anlamlandırmak için kullanılan tanım ve kavramların nüfuz etmediği hemen hiçbir ayrıntı yok gibidir. Liberalizm bunun yerine Deneen’in de ifade ettiği gibi daha çok sahte anlamlar üretir ve anlamı akışkanlaştırır. Bauman ve Donskis (2022:11) şöyle yazar:
Akışkan kötülük, tüm akışkanlar gibi, karşısında yükselen veya duran engellerin etrafından akabilme kapasitesine sahiptir. Diğer sıvılar gibi yolundaki engelleri ıslatır, nemlendirir, sırılsıklam eder ve çoğu zaman aşındırıp çözer; kendi bünyesini daha da geliştirmek için çözeltiyi yapışı içine absorbe eder.
Bu akışkanlık mağdurun faili görmesini, kavramasını zorlaştırır. Anlam takip edilemez hâle gelir. Nitekim “hakikat ötesi” yaşadığımız çağı tanımlayan kavramlardan biri olarak öne çıkmıştır. Oxford Sözlüğü’nün “Nesnel olguların, kamuoyunun bilinçlenmesinde duygulardan ve kişisel inançlardan daha az etkili olduğu durumlar” şeklinde tanımladığı hakikat ötesi, gerçekliğin reddine değil önemsizliğine vurgu yapmaktadır. Anlam, Neil Postman’ın yerinde tespitiyle, bir yüzün görünüp kaybolduğu “ce-eee!” oyunu gibidir. Liberal düşünce bu yönüyle travmayı eğlenceli hâle getirir.
Hayat; herkes için, hemen her şeyin “görünüp-kaybol- duğu bir Instagram sayfasına dönüştürülür. Yürek par- Çalaya*1 bir intibar videosunu kaydırdığınızda ardından nar gibi kızarmış bir “kuzu şiş keyfi” sizi bekliyor olabilir; onu kaydırdığınızda algoritmaların size ne sürprizler hazırladığını bilemezsiniz: 3-5 saat süren hazırlıkların 3-5 saniyelik showlara dönüştürüldüğü durmak bitmek bilmeyen; ilgisiz, bağlantısız, aralarında hiçbir anlamsal ilişkinin bulunmadığı yüzlerce görsel şov. Ekranda geçirilen onca saatten sonra, küfürlerin ilahilere, gece kulüplerinin engin denizlere, şaklabanlıkların acılara; her şeyin her şeye karışabildiği bir kakofonidir geriye kalan. Mesaj şudur: Hayatta her şey her şeyle iç içe geçebilir; durgunluk, sabitlik, kalıcılık, tutarlılık, kararlılık aramayın. Kendinizi akıntıya bırakın. Sizin için hazırladığımız her ne varsa bakmaya, almaya, kabul etmeye hazır olun. Liberal kapitalizm bağımlılıkların adrenalin ve dopaminin salgılanmasına dayalı mekanizmasında olduğu gibi, acımn ve keyfin birbirine bağlı olduğu bir davranış kalıbını pekiştirir.
Bağımlılık tarihi üzerine çalışmalarıyla tanınan Prof. David Courtwrigth liberal kapitalizmin dopamin ve adrenalinle ilişkisini “limbik kapitalizm”[14] şeklinde adlandırır. Bağımlılık Çağı kitabında şöyle tarif eder Courtwri- ght (2021:195) bu kavramı:
Limbik kapitalizm, küresel endüstrilerin, genellikle onların suç ortağı olan hükümetlerin ve suç örgütlerinin yardımıyla aşırı tüketimi ve bağımlılığı teşvik eden teknolojik olarak gelişmiş ancak sosyal olarak gerileyen bir iş sistemini ifade eder. Bunu, serinkanlı düşünmeden farklı olarak, beynin duygulardan ve hızlı tepki vermekten sorumlu olan limbik sistemini hedef alarak yapar.
Travma düzeni sefalet ve sefahat, stres ve rahatlama, ölüm ve eğlence arasında travmayı pekiştirecek bir denge kurmuştur. Kitabının başka bir yerinde şöyle yazar Courtwright (2021:195):
1990’lardaki marketler bira, tütün, sigara sarma kâğıtları, piyango biletleri, prezervatifler ve pornografi ile 1890’lar Amerika’sındaki herhangi bir batakhane kadar iyi stoklanmıştı. ABD askerî gazinoları, sarhoş askerlerin her yıl 150 milyon dolara denk parasını emen otomatlara sahipti. Kültüre tezat ve itibarsız olan şey, ticari olarak normal ve sosyal olarak her yerde bulunur hâle geldi.
Liberal kapitalizm acıyı ve eğlenceyi bir arada yaşatarak travmatik deneyimin mağdur tarafından gerçekçi bir şekilde algılanmasını engeller. Yaranın büyüklüğü ve derinliğine oranla yaranın verdiği sızı aynı değildir. Travmanın nesnel etkisi ile’bu etkinin öznel deneyimi arasındaki mesafe açılır. Mağdur, başına ne geldiğini sahici bir şekilde ölçümleyemez. Ödediği bedel ile ödediğini zannettiği bedel arasındaki fark büyüktür.
Travmanın eğlenceli hâle getirilmesi tutarsızlığın, aşırılığın, güvensizliğin verebileceği rahatsızlığı hafifletir; yalancılık, sahtekârlık, riyakârlık, faydacılık, fırsatçılık hepsi mazur, makul ve makbul karşılanabilir.
Travmanın eğlence formuna bürünmesi, kişisel ve toplumsal travmayı bir gösteriye dönüştürür. Niedzvie- cki (2010) Dikizleme Günlüğü kitabında Padme adındaki bir ev hanımının açtığı kişisel bloğu anlatır. Padme, kocasıyla yaşadığı her şeyi bloğunda yazmaktadır. Yazmakla kalmamakta, kocasıyla yaşadığı en mahrem görüntüleri videoya kaydedip kamuya açmaktadır. “Pek çok insan şeffaflığımızdan hoşlanıyor.” diyen Padme 1 milyon 600 bin takipçiye ulaşmış; ekonomik gelir de elde etmeye başlamıştır. Fakat Padme’nin böyle bir bloğu olduğundan yakın çevresinin haberi yoktur. Padme bir taraftan bloğunu güncellemeye devam ediyor “bir yandan da yazdıklarından utanç duyuyordu” (s. 35). En büyük korkusu ise bir çocuklarının bloğunu ziyaret etmesiydi: “Umarım hiçbir zaman bloğu ziyaret etmezler. Hakkımdaki mahrem de- taylan öğrenmelerini hiç istemem” (Niedzviecki, 2010: 35).
Yaratıcı Yıkım: Travmanın Umuda ve Vaade Dönüşmesi
Liberal kapitalizm travmayı eğlenceli hâle getirmekle kalmaz, bir umuda ve vaade de dönüştürür. “Yaratıcı yıkım” kavramı bu düşünceyi çarpıcı bir şekilde yansıtır. Avusturya kökenli Amerikalı ekonomist Schumpeter’in (1974: 140) teorize ettiği bu kavram kapitalizmin temelidir. “Ekonomik büyüme yalnızca daha fazla ve daha iyi makinelere, daha fazla ve daha iyi eğitime dayalı bir süreç değildir, aynı zamanda geniş çaplı bir yaratıcı yıkımın eşlik ettiği dönüştürücü ve istikrarsızlaştırıcı bir süreçtir de.” (Acemoğlu ve Robinson, 2014: 86). Yaratıcı yıkım bitimsiz bir mutasyon sürecini ifade eder. Buna göre yeni, eskinin imha edilmesinden doğar. Liberal kapitalizm yıkmayı vaat eder ve umudu yıkıma bağlar. Bu felsefe zihinleri hastalıktan sağlık, depresyondan mutluluk, esaretten özgürlük, kölelikten efendilik, kötülükten iyilik doğabileceği düşüncesine hazırlar. Batılı liberal düşünce esenlik, güvenlik ve huzur vaat etmez; yıkım, kriz ve travma vaat eder. Çünkü esenlik, güvenlik ve huzur bu vaadin içindedir, Bitmeyecek bir kriz, bitmeyecek bir travma, bitmeyecek bir yıkım toplumların kaderi kılınırken bütün bunlara umut eşlik eder.
Liberal özgürlükler “kutsal” düşüncesini patolojik bulur. Çünkü kutsallık; durmayı, sabitlemeyi, dokunulmaz kılmayı içerir. Liberal özgürlüklerde diktatörlüğün tanımı demokrasiyi ve insan haklarını hedef almaktan çok; anlamı sabitlemeyi, kalıcı tanımlara ve dokunulmaz değerlere sahip olmayı ifade eder. Bu sebeple Batılı liberal özgürlükler “kök” ve “öz” bağıyla kurulmuş kimlik düşüncesine karşı çıkar. Kimlikler olabilir ama onlara bir kök ve öz atfedilemez. Cinsiyetin sabitlenemeyeceğine vurgu yapan Hines (2019: 9) bunu şöyle ifade eder:
…toplumsal cinsiyetin değişken veya şekillendirilebilir olduğu söylenebilir veya bir başka deyişle, akışkan olarak düşünülebilir. Cinsiyetin akışkanlığı fikri toplumsal cinsiyetin biyolojiyle sabit olmadığını; sosyal, kültürel ve kişisel tercihlere göre değiştiğini ileri sürer.
Dikkatin Yönetimi
İnternetin hayatımıza girmesiyle birlikte dünyada mu- azzam miktarda veri akışı gerçekleşiyor. 2022’de yayımlanan bir makaleye göre günde yaklaşık 2,5 kentrilyon veri üretiliyor.10 İnsanlık tarihinde enformasyonun bu denli hızlı üretilip, tüketildiği başka bir dönem yoktur. (2019: 49) 2 bin yd içinde toplam 2 eksabayt (2 milyar gigaby- te) bilgi üretildiğini, günümüzde bu verinin tek bir günde üretildiğini yazar. Uberl’in aktardığına göre 2000-2015 arasındaki 15 yılda, insanlığın başlangıcından bugüne kadar üretilen bilgiden 4 bin kat daha fazla veri üretilmiş.
Buna karşın teknoloji şirketleri daha fazla miktarda veriyi depolayabilmek ve daha hızlı bir şekilde işleyip dağıtabilmek için yeni teknolojiler üzerinde çalışmaya da devam ediyor. Davenport ve Beck’in Dikkat Ekonomisi başlıklı kitaplarında belirttikleri gibi, bant genişliği artık sorun değil, ama insanın dikkatinin sınırlı olması önemli bir sorun. Şöyle diyor yazarlar:
Hepimiz bir dikkat ekonomisinde yaşıyoruz. Bu yeni ekonomide sermaye, işgücü, enformasyon ve bilginin hepsi oldukça verimli bir kaynak oluşturuyorlar. Bir iş kurmak, müşterilere ve pazara ulaşmak, bir web sitesi hazırlamak, ilan ve reklam tasarlamak çok kolay. Yetersiz olan insan dikkati (Davenport ve Beck, 2010: 14-15).
Psikolojide dikkat kavramının otuza yakın tanımı yapılmıştır. Bunlar içinde, William James’in yaptığı tanım ilginç ve çarpıcıdır. Ona göre dikkat, kişinin ilgisiz uyaranları eleyebilmesi, kendini “diğer uyaranlardan” uzak tutabilme becerisidir. Başka bir ifadeyle dikkatli kişi, olur olmaz şeylerle dikkati çekilemeyen kişidir. O, gerçekten ilgilenmesi gereken şeye odaklanmasını engelleyecek şeylere dikkat etmeyen kişidir. Başka bir ifadeyle dikkat, bir şeye yoğunlaşmaktan daha çok binlerce şeye “dikkat etmeme” becerisidir. Biz bir şeye dikkat etmeyi tercih ederken, pek çok şeye dikkat etmekten vazgeçeriz. Tam da bu noktada ikili bir tasnif yapmak mümkündür belki: Dikkat edenler ve dikkati çekilenler.
Dikkat ekonomisi kitlelerin dikkatini nereye, hangi oranda, hangi duyarlılıkla çekileceğini yönetmekle birlikte dikkatin nasıl dağıtılacağım içeren bir süreci ifade eder. Dikkatin gasbı liberal özgürlükler dünyasının uzmanlaştığı konulardan biridir. Nitekim dikkat eksikliği ya da dikkat dağınıklığı günümüzdeki en yaygın sorunlar arasındadır. Ne var ki bu sorunlar bireysel düzeye indirgenerek ve medikalize edilerek tanımlanmaya, çözümlenmeye çalışılır. Hâlbuki liberal kapitalist özgürlükler felsefesinin amaçladığı bir sonuçla karşı karşıyayız. Jo- hann Hari (2022: 19-20) Çalınan Dikkat kitabında bu noktayı gayet güzel bir şekilde açıklar:
Dikkat becerimizin gitgide azalmasının öncelikle benim, sizin ya da çocuğunuzun kişisel hatası olmadığına dair kuvvetli kanıtlarla karşılaştım. Hepimize yapılan bir şey bu. Çok güçlü kuvvetler tarafından yapılan bir şey. Aralarında teknoloji devleri de var, ama onların da çok ötesine uzanıyor bu kuvvetler. Ortada sistemik bir sorun var. Aslına bakarsanız dikkatinizin üstüne günbegün asit boşaltan bir sistemin içinde yaşıyorsunuz; sonra da suçu kendinizde aramanız, dünyanın dikkati eriyip giderken kendi alışkanlıklarınızla ilgilenmeniz gerektiği söyleniyor.
Hari’nin kitabın başka bir yerinde aktardığı gibi yetişkinlerin bile tek bir işle ortalama “3 dakika” uğraşabildiği bir dünyanın var edilmiş olması, liberal kapitalist düzeneğin teklemeden çalışmasını sağlar. Liberal kapitalist özgürlükler dünyasında hiç kimsenin bir sorunun dinamiklerini anlamaya, mekanizmasını çözümlemeye ne vakti ne de buna yoğunlaştırabileceği bir dikkati vardır. Toplumlar sorunlara tepki verirken sorunların kültürel temelleri hakkında yeterince düşünemez. Bireysel özgürlük düzeniyle, ödenen bedeller arasındaki ilişki kimi zaman o kadar dolaylıdır ki kişi ödediği bedel ile içinde hareket ettiği yapı arasındaki ilişkiyi göremez hâle gelir. Örneğin obezite ile hareketsizlik arasındaki ilişki kolaylıkla kurulabilirken, obezite ile aile kürumunun çözülmesi, gıda endüstrisinin üretim anlayışı, dijital teknolojilerin bağımlılık üreten yapısı arasındaki “sistemik” ilişkiyi görmek çok zorlaşır. Zira bu ilişkiyi görmek ve çözümleyebilmek için Newport’un (2018: 8), ifadesiyle sadece dikkate değil “pür dikkat”e ihtiyacımız vardır.
Kur’an Müzzemil Suresi’nde Hz. Peygamber e önemli bir çağrıda bulunur. Gündüzleri dikkati bölen, konsantrasyonu engelleyen uğraşılardan dolayı gece kalkmayı, Kur’an’ı “tertil üzere” tane tane, anlamına nüfuz ederek okumayı emreder:
Ey örtüsüne bürünen (Peygamber)! Kalk, birazı hariç olmak üzere geceyi; yarısını ibadetle geçir. Yahut bundan biraz eksilt. Yahut buna biraz ekle. Kur’an’ı ağır ağır, tane tane oku. Şüphesiz biz sana (sorumluluğu) ağır bir söz vahyedeceğiz. Şüphesiz gece ibadetinin etkisi daha fazla, (bu ibadetteki) sözler (Kur’an ve dua okuyuşlar) ise daha düzgün ve açıktır. Çünkü gündüzün sana uzun bir meşguliyet vardın Rabbinin adını an ve bütün benliğinle ona yönel (Müzzemil Suresi,1-8).
Kur’an’ın bu öğüdü, iletişim teknolojileri tarafından dikkatin an be an gasp edildiği bugünün dünyasında kuşkusuz çok daha anlamlı, çok daha değerlidir.
Hafızanın Yönetimi
Psikoloji dünyasının tartışmasız en büyük isimlerinden birisi kabul edilen Jean Piaget düşündürücü ve bir o kadar da şaşırtıcı bir olayın ardından psikolog olmaya karar verir. Olay kısaca şöyledir:
Piaget henüz daha 2 yaşında bir bebekken, bakıcısı onu bebek arabasına koyup, gezdirmeye çıkar. Bakıcısı tedbirli bir kadındır. Piaget’nin güvenlik kayışım da bağlamayı unutmaz. Gezi esnasında aniden bir adam gelir ve Piaget’i kaçırmaya çalışır. Ama Piaget kemerle bağlı olduğu için adam çocuğu hemen alamaz. Bakıcı adamla mücadele eder ve bağırır, kadının çığlıkları ve mücadelesi adamın amacına ulaşmasını geciktirir. Bu arada da polisler gelir ve küçük Piaget kurtulur. Piaget’nin ailesi bakıcıyı çok değerli bir saatle ödüllendirirler. Aile meclislerinde, eş ve dostlarla bu hikâye yıllar boyu anlatılır. Kadın bir kahraman gibi anılır. Piaget bu olayı birçok kez dinleyerek büyümüştür. Piaget 15 yaşlarına geldiğinde bu olayı bütün ayrıntılarıyla hatırladığını söylemektedir
Ne ki gerçekte böyle bir olay olmamıştır. Bakıcı bu olayı uydurduğunu yıllar sonra söyleyecektir. Vicdan azabından kurtulamayan kadın, aldığı ödülü geri getirir ve gerçeği açıklar. İlginç ve şaşırtıcı olan bakıcının böyle bir yalan uydurması değil, Piaget’nin bu yalanı bir ‘gerçek’ olarak bütün ayrıntılarıyla hatırlıyor olmasıdır. Bu nasıl mümkün olabilir? Hiç olmamış bir olayı Piaget bütün ayrıntılarlyla nasıl Hatırlamaktadır? Bu sorunun cevabı Piaget’yi psikoloji alanına yöneltir. Piaget aslında “olayı bütün ayrıntılarıyla hatırlıyordum” derken, olayı değil yıllar boyunca defalarca dinlemiş olduğu hikâyeyi hatırlamaktadır. Olay o kadar çok anlatılmıştır ki, Piaget’nin zihni bu anlatıların canlı bir hatırasını oluşturmuştur.
Kolektif bellek üzerine ilk çalışmaları yapan Durkhe- im’ın öğrencisi Maurice Halbwasch, bireyin öznel hafızasının, kendi tecrübelerinden ziyade toplumsal bir çerçeve içinde geliştiğini söyler. Neleri hatırladığımız, çevremizin neleri hatırladıklarıyla, neleri konuştuğu ve önemsediğiyle ilişkili bir şeydir; tabii ki neleri unuttuğumuz da…
Hafıza doğrudan “kim” olduğumuzla ilgilidir. Kolektif hafıza bireysel hafızadan farklı olarak sosyal kimliğin inşa edildiği bir kaynaktır. 1980 Nobel ödülü sahibi Czes- law Milosz ödülünü alırkenki konuşmasında yaşadığımız çağı “hatırlamayı reddetme”[15] ile tanımlar. Çünkü “hafıza” günümüzde egemen güçlerin sorumlu tutulabileceği travmaların deposudur.
Siyasi elitler, öngördükleri kolektif kimliği güçlendirecek belirli bir hafızayı kurumsallaştırmak için tarih eğitimini kontrol etmeye çalışır (Shibata, 2015). Geçmiş bu denetimin filtresinden süzülerek ders kitaplarına, ulusal bayramlara, anma törenlerine yansıtılır. Dolayısıyla toplumsal bellek seçici bir dikkatle inşa edilir. Nitekim günümüzde önemli tarihi olayların devlet tarafından onaylanmış yorumunu ifade eden “hafıza kanunları” (memory laws) devletin kolektif hafızayı disiplin altına almasını ifade etmektedir. Hafıza yasalarının ilk örneği Fransa’da Holokost inkârını suç sayan 1990 tarihli Gayssot Yasa- sı’nın çıkarılmasıdır (Barkan ve Lang, 2022). Ancak “hafıza yasaları kavramı 2005 yılında Fransa’nın tarihle ilgili yapılacak yasa tartışmaları esnasında çıkmıştır (Ledoux, 2022). Pek çok devlet, özellikle Avrupa’da kendi ulusal tarihini makbul bir şekilde kurgulamak için hafıza kanunları çıkarmıştır. İsrail’in 2011’de çıkardığı Nekbe Kanunu bunun bir örneğidir. Bu kanun İsrail’in kuruluşunu “matem, yas” olarak anılmasını ve dolayısıyla Filistinlilerin katledilmesini, vatanlarından sürülmesini ve mülk- süzleştirilmesini anmayı yasaklamaktadır.[16] Baranowska ve Jankiewicz (2020) Orta ve Doğu Avrupa’da hafızanın hukuki yönetiminin katlanarak arttığını belirtmektedir. Nitekim Avrupa Birliği 2018’de “hafıza denetimi-ifade özgürlüğü” tartışmalarına ilişkin belge yayımlamıştır.[17]
Hz. İbrahim’in Baltası: İyi Travma Olur mu?
Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız gibi “sarsıcı”, “yaralayıcı”, “silinmez izler bırakan”, “çaresiz bırakan” “korku ve kaygı verici” gibi anlamları içinde barındıran travma kavramının tecrübe etmeye başladığımız bu gelişmeleri açıklayabilecek bir kavram olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca travma kavramının fiziksel, psikolojik, sosyal ve kültürel boyutları olan kuşatıcı bir kavram olması da bu kavramın açıklama gücünü artırıyor. Özellikle “anlam kaybı”, “kimlik kaybı”, “yerleşik fikir ve inançların sarsılması” gibi bir anlam alanına sahip olan kültürel travma kavramı bu kitabın derdini anlatma açısından iyi bir çerçeve sunuyor.
Buraya kadar anlattıklarımızdan da anlaşılabileceği gibi biz bu kitapta travma kavramını “olumsuz” bir kavram olarak ele alıyoruz. Fakat her ne kadar maruz kalanlar için “negatif” bir anlama sahip olsa da şu soruyu da sormamız gerekir: Travmatik deneyim insanlar için “pozitif” olabilir mi? Diğer bir ifadeyle travmatik deneyimi olumlu ve olumsuz olarak ikiye ayırabilir miyiz? Bazı travmatik deneyimler toplumun hayrına olabilir mi? Hatta bazen travma gereklilik hâlini alır mı?
Kur’an’da aktarılan Hz. İbrahim’in “putları kırma” örneğine bu açıdan bakabiliriz* Olay Enbiya Suresi’nin 58 ve 66. ayetlerinde anlatılmaktadır:
58.Derken (İbrahim) belki kendisine başvururlar diye içlerinden bir büyüğü bırakarak onları (putları) paramparça etti. 59. Onlar, ‘Kim yaptı bunu tanrılarımıza! Muhakkak o zalimlerden biridir’ dediler. 60. İçlerinden bazıları), ‘İbrahim denilen bir gencin onları diline doladığını duyduk’ dediler. 61.(Bir kısmı da) ‘0 hâlde haydi, onu insanların gözü önüne getirin. Belki (bu konuda) şahitlik ederler’ dediler. 62.(İbrahim gelince) ‘Sen mi yaptın bunu ilahlarımıza ey İbrahim’ dediler. 63. Dedi ki, ‘Hayır! Bunu şu büyükleri yapmıştır. Konuşabiliyorlarsa onlara sorun, bakalım!’ 64. Bunun üzerine kendi vicdanlarına başvurdular da; ‘Gerçek şu ki, zalim olanlar sîzlersiniz (biziz)’ dediler. 65. Sonra tekrar eski kafalarına döndüler: ‘Bunların konuşamadığını sen gayet iyi bilirsin!’ dediler. 66. İbrahim şöyle dedi: ‘Öyle ise siz, (hâlâ) Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda, hiçbir zarar veremeyecek şeylere mi tapacaksınız?’
Bu kıssada 63. ayet Hz. İbrahim’in kavmi için travmatik bir anı simgeliyor: Yaşam tarzlarını üzerine bina ettikleri merkezi inancın dağılma anı. Bu inancın boş, temelsiz bir inanç olduğunu fark ediyorlar. 64. ayet ise bu inançla yüzleştikleri anı temsil ediyor. Gerçeği fark ediyorlar ve hayatlarını tanzim ettikleri doktrinin yanlış ve hükümsüz olduğunu kendilerine itiraf ediyorlar. Bu, kolektif dönüşüme imkân veren eşsiz bir an. Fakat bir sonraki ayet bu itirafın kamusal bir söyleme, kamusal bir düzene dönüşmediğini gösteriyor. Mealde “eski kafaları” olarak tercüme edilen kavramın orjinali “ruûsihim” re’s kökünden geliyor; “baş, kafa” anlamında. “Reis” (baş, yönetici, önder) kelimesi ve re sen” (kendi başına) kelimeleri de buradan geliyor. Diğer bir ifadeyle yaşam tarzlarını şekillendiren, yöneten eski düşünme biçimlerine geri dönüyorlar. İtiraf ettikleri an ile eski kafalarına döndükleri an arasında ne geçtiğini Kur’an bize anlatmıyor. Anladığımız kadarıyla bu öylesine sarsıcı bir gerçek ki, kabul ettikleri takdirde köklü bir dönüşümü gerekli kılıyor ve bu kolay bir şey değil. Belki alışkanlıkları, gelenekleri, belki gurur/kibir sahibi olmaları ve belki de vazgeçmek istemedikleri menfaatleri dönüşümün gerçekleşmesine izin vermiyor. Fırsatı kaçırıyorlar. Dahası bu travmatik anı yaşatan kişiyi, kendilerini travmalarıyla yüzleştiren Hz. İbrahim’i ateşe atmaya karar veriyorlar.
Bu örneğin de gösterdiği gibi, Hz. İbrahim’in kavmi- nin travmatik bir şok yaşadıkları kesin. Bu travma onların pozitif anlamda dönüşmelerine imkan veren, “ıslah edici” bir travma. Travmatik olayın planlayıcısı Hz. İbrahim de muslih bir fail. Öyleyse travmaları ıslah eden ve ifsat eden travmalar olarak ikiye ayırmamız mümkündür.
***
Rönensans ve sanayi devriminin toplumlarda meydana getirdiği kültürel sarsıntı büyük acıları beraberinde getirdi. Bunların bir kısmını da sekizinci bölümde ele alıyoruz. Bu sarsıntıların arkasında hümanist dünya görüşü, pozitivist bilim anlayışı ve modernite projesi vardı. Fakat 1930’lu yıllarda Batı’nın kendi içinden aydınlanma düşüncesine, akılcılık, pozitivizm ve ampirizme eleştiriler yükselmeye başladı. Bu eleştiriler zamanla “postmo- dernizm” diye isimlendirilen entelektüel bir mecranın oluşmasına yol açtı. O yıllarda fizik biliminde paradig- matik bir dönüşüm yaşanıyordu. Max Planck, Niels Bohr, Werner Heisenberg gibi fizikçiler kuantum fiziğinin temellerini atmıştı. Fizikteki bu gelişmeler sosyal bilimleri de etkiledi. Modernite Newton fiziğinin determinist ikliminde kök salmıştı. Postmodernite ise kuantum fiziğinin ihtimalli ikliminde büyüyüp gelişti. Modernite kesinlikler dünyasının eseriydi, postınodernite ise olasılıklar dünyasının eseri. Modernite ojeni, soykırım, sömürgecilik gibi travmalar üretmişti. Postmodernizmle birlikte bunlara yenileri eklendi. Posthümanizm, toplumsal cinsiyet, qu- eer ideoloji, hayvan hakları gibi yeni sosyal hareketler postmodern iklim içinde gelişti. Hemen her şeyin “mutlak bir kesinlikle” bilinebileceği düşüncesi yerini belirsizliğe ve bugünlerde “hakikat sonrası” olarak isimlendirilen döneme bıraktı. Bir sonraki bölümde kısaca postmoder- nizm ve hakikat sonrası çağ kavramlarını ele alıyoruz.
Mücahit Gültekin – Travma Düzeni(İnsanın, Ailenin ve Toplumun Dönüşümü),syf:76-101
0 Yorumlar