Sağlıklı Aşkın İlk Şartı:Sevme Becerisi
Hepimiz bir sevgi potansiyeli ile mi doğuyoruz? Haset hissiyatının tam karşısmda doğuştan bir sevgi ve şükran kutbumuz var mı dünyaya geldiğimizde? Bu sorulan kesin biçimde cevaplamamıza imkân yok ama sevme becerisini ve ortaya çıkıp gelişmesine mâni olan hâlleri daha net biçimde gözlemleyebiliyoruz. Sevme becerisinin oluşup gelişmesinde yaşamın ilk yılı çok önemli. Bebeğin çevresine temel güven içinde olabilmesi için öncelikle annesinin kucağında sevginin sıcaklığım, gözlerinde onaylanmanın, takdir edilmenin ışıltısını hissetmesi gerekli. Bir sevgi ve kabul edilme ortamında büyüyen, sevgi sayesinde çevresine güvenen bir bebek, kendini açabilir, karşılık beklemeden sevgi ışınlarını yayabilir. Sadece insanlara değil, tüm doğaya, hayvanlara, çiçeklere de sevgi verebilir; dünyaya açabilir duyularını. Ama sadece onların istediği gibi olduğu takdirde ihtiyaçları karşılanan, sevgiden yoksun bırakılmakla tehdit edilen bir ortamda büyürse çevresine güvenmez, anne babasından korkarsa, kendini açmaya cesaret edemez, kendisini geri çeker, davranışlarında vefa değil hesapçılık egemen olur. Çaresizlikten, çevresinin sevgisini kazanabilmek için her şeyi yapabilecek hâle gelir. Başkalarının onu yönlendirmesine ses çıkarmaz.
Demek ki sevme becerisinin gelişiminde asıl önemli olan şey, çocuğun içinde yetiştiği aile ortamı. Aile, çocuğun duygusal gelişimine özel bir önem veren, çocuktan sürekli “mantıklı” olmasını istemeyen, aklı duyguların karşısına dikmeyen, duyguları ve duyarlılığı ciddiye alan tutumlar gösterirse gelişebiliyor sevme becerisi. Duyarlılık ve sevme becerisi birbirlerinin olmazsa olmazı. Duyarlı insan, çevresinde olup bitenlere, son derece tarafsız bir biçimde kulak kesilen, algılamasını ön yargı molozlarından arındırabilen, her anı yerinden yakalayan, gerçekliğin her seferinde benzeri olmayan bir tazelikle önünde açıldığını gören ve işiten kimsedir. Duyarlı bir insan için sevgi, karşı cinsten birine yönelik hisler toplamı değil, çevremizdeki her şeye her an yönelebilen genel bir yaşam ilkesidir. Sevgi ancak duyarlılık varsa, içimizde dünyaya bir açıklık varsa doğabilir; yaşamımıza canlılık, coşku ve mutluluk katışmdan anlarız onun geldiğini. Gerçeği, dünyaya duyarlı bir algılama ile kavradığımızda, orada kendimiz için birçok güzellik keşfederiz. Hayatın ayrıntılarını, dünyanın muhteşem güzelliğini, estetiğini görürüz. Duyarlılık sayesinde hayat içimize dolar. Dünyanın, insanların, canlıların muhteşem güzelliklerine baktıkça gözlerimizin, içimizin de güzelleştiğini hissederiz. Âşık insanın, sevdiğini dünyalar güzeli mertebesine çıkarmasındaki estetik zarafetin sırrı, sevme becerisinin sağladığı duyarlılıktadır. Dünyayı, hayatı, güzellikler içinde gözlemlemek, ruhumuza da çok iyi gelir; bizi yatıştırır, sakinleştirir, yaşama sevinciyle doldurur, mutluluk kapısını bizim için aralar.
Sevme becerisinin bazılarının sandığı gibi zekâyla, okul eğitimiyle ilişkisi yok. Zekâ, bırakın sevgi için bir temel sağlamayı, sevme becerisini kavramaktan bile âciz. Zaten sevmek de, aşk da zekâdan ve düşünceden bağımsız gelişen süreçler. “Şunu sevsem iyi olurf” diye mantıklı düşünceye dayalı bir sevgi olmayacağını, hiç kimsenin sevmeye zorlanamayacağını biliyoruz. Sevgi, düşünceden kaynaklanan bir istem değil. Sadece beynimizle değil tüm psikolojik varlığımızla ilgili. Duyarlılığın, sevme becerisinin gelişebilmesi için, insanın düşünme yeteneğinin birazcık sessiz kalması, ne düşündüğüne değil ne hissettiğine odaklanılabilmesi gerekiyor.
Düşünme de zekâ da insan yaşamında çok önemli. Uygarlıkların temeli olan, hayatımıza birçok olumlu, kolaylaştırıcı katkı yapan bilim ve teknolojiyi düşünme gücümüze borçluyuz. İnsan, bu özellikleri nedeniyle de diğer canlılardan ayrılıyor. Bu nedenle olsa gerek, çocuklarımızda duyarlılıktan ziyade düşünce gelişimine önem veren bir eğitim sistemimiz var. Elbette, okul eğitiminde hiç değilse zekâ kadar sevme becerisini de geliştirmeye özen gösteren müfredatlar olsa, okul da sevme becerisinin güçlendirilmesine, pekiştirilmesine çok hizmet edebilir. Ama sadece zekâyı ve yarışmayı esas alan müfredatlar yüzünden şimdi bu imkânı konuşmaktan çok uzağız. O yüzden okul eğitimi, hiç değilse ailede sevme becerisi gelişmiş çocuklarımızda, bunu kemirmesin, köreltmesin yani gölge etmesin yeter demekle yetiniyoruz.
Daha önce de sevme becerisinin cinsellikle ilişkisi olmadığını söylemiştik. Sanıyoruz şimdi daha iyi anlaşılıyor bu ilişkisizlik. Sevme becerisi, cinsellikten çok daha önce gelişiyor. Büluğ çağında, ergenlik döneminde cinsel his ve duygular uyanmaya başlayınca, insan için yeni bir duyum alanı açılıyor. Sevme becerisine sahip, kendisini dünyaya, insanlara açmaktan kaçınmayan bir genç için cinsellik yeni bir coşku alanı oluyor, o daha insanileşiyor, güzelleşiyor. Sevme becerisine sahip olmayan gençler içinse cinsellik, karşılaşmaktan çekindikleri yeni bir güvensizlik ve korku alanıdır. Onların cinsellikle karşılaşmaları aslında korku ve güvensizlikle doludur ama cinsel hazzı keşfettikten sonra bu kimseler, cinsel haz peşinde koşar dururlar. Hazzın asla sevginin yerini tutmayacağını bilmediklerinden doyumsuz biçimde ortalıkta dolanır dururlar. Onların sevgisiz cinselliğinde güzellik, rahatlık, ışık ve sevinç eksiktir. Bu güvensizlik ve korku, kadm-er- kek ilişkilerindeki olumsuzluklar, iletişimsizlikler, içe kapanmalar ve çekinmeler için olduğu kadar hoyratlık ve zalimlikler için de iyi bir gübreli toprak vazifesi görür.
Sevme becerisine yeterince sahip olan bir insan, büyük ihtimalle sevgi yaşantıları sırasında iyi bir iletişim becerisine sahip olacaktır. Zira o karşısındakine saygılı olduğu kadar kendisine de güvenlidir. Sevme ilişkisi sırasında partnerinden sadece sevmenin gereklerini bekler. Onu özgüven kazanmak ya da yalnızlık korkusunu bastırmak için baston veya dayanak olarak kullanmaz. Sevdiğini sürekli kendisine iyi hissettirmesi, iltifatlar etmesi için sıkboğaz etmez. Sevgi, yetersiz özgüveni ve yalnızlık korkusunu tedavi etmek için bir yöntem değildir. Olgun sevgi ilişkisi, karşılık beklemeden kendini ortaya koyabilen, yalnızlıktan, yalnızlığıyla, kendisiyle baş başa kalmaktan korkmayan yüksek bir öz güven gerektirir. Bunu da ancak sevme becerisi yeterince gelişmiş insanlar yapabilir.
Aşkı konuşurken ilk yapılması gereken, tüm bu anlattıklarımız nedeniyle, aşk yaşantısıyla karşı karşıya veya iç içe olan kimsenin sevgi becerileri bakımından hangi konumda, ne düzeyde olduğunun belirlenmesidir. Ancak bundan şöyle bir sonuç çıkarılmamalı: Mademki aşk sevginin yoğun bir türü ve sevme becerisi de herkesin psikolojik gelişimine göre değişiyor, o hâlde sadece psikolojik gelişimde belli bir olgunluk düzeyi yakalayan insanlar aşk yaşantısıyla ödüllenirler. Hayır, elbette böyle değildir.
Hep söyleyegeldiğimiz gibi şu veya bu ölçüde sevme becerisine sahip olan herkes, bir gün aşk yaşantısı imkânıyla karşı karşıya kalabilir, aşka düşebilir Sevme becerisi, aşkla karşılaşıp karşılaşmama ihtimali için değil, gelen aşkı ne ölçüde sağlıklı yaşayabileceği için bir ölçüt sunar.
Şüphesiz bazı insanlar ömürleri boyunca diğerlerine göre çok daha fazla âşık olabilirler ya da tam tersi bazı insanlar ne yaparlarsa yapsınlar aşk pınan onlar için kupkurudur. Niye böyle olduğunu psikolojik bir bakışla çözüme kavuşturmamız şimdilik imkânsız gibi duruyor. Aşk konusunda bunun gibi daha birçok cevabını bilmediğimiz soru var. Zaten gündelik hayatın ilişkiler alanındaki birçok sorunu da (ayrılmalar, aşk kırgınlıkları, aşk cinayetleri, kıskançlık krizleri, itiraflar, iftiralar vs.) bu sorulara doğru düzgün bir cevap bulamayışımızdan kaynaklanıyor. Ortada insanların romantik-duygusal ilişkileri alanında, “aşk” sıfatıyla anılan birçok olgu ve sorun var. Ama “aşk” adına kimi zaman “popüler”, “kişisel gelişim” gibi adlar altında, kimi zaman “bilimsel” kılıklarda arzıendam eden bilgi, üzerindeki yaftalara rağmen güvenilmez, çoğunlukla da “aşk”ı anlama konusunda bir işe yaramaz nitelikte. Hâlimiz bu.
Aşk güvercininin kimin başma konacağı belli değilse, daha doğrusu aşk güvercini herkesin başına konabilecek kadar insan tercihinde özensiz ise, “insan olsun yeter” diyorsa, o hâlde önümüzde mutlaka cevaplanması gereken bir soru vardır: “Birisine niye tutkuyla bağlanırız, tüm duygusal enerjimizi ona yatırır ve onunla neredeyse yapışık olmayı isteriz?” Bilimin ve felsefenin yardımıyla bu soruya bir cevap verebilirsek eğer, belki aşk konusunda cevabını bilmediğimiz sorular için de hiç değilse belli bir bakış kazanabiliriz. Henüz tanım konusunda bile üzerin- de anlaştığımız bir zemin yoksa magazin dünyasının, büyücülerin, falcıların, insanı kelebek ruhunu kanat çırpışı sanan kerameti kendinden menkul aşk danışmanlarının, “aşk, aşk aşk” diye oburca tükettiği olgulardan sıyrılıp en sağlam bilginin üretildiği yer olan bilimin bulgulan ve titiz felsefi düşünceler üzerine kafa yormamız en doğrusu.
Erol GÖKA – Aile ve Aşk Üzerine,SYF: