Ali Ömer Akbulut – Hû Konşu ”Alıntılar”

EPtN45-XkAEfiVH-300x225 Ali Ömer Akbulut - Hû Konşu ''Alıntılar''

İrfanın varlıktan devşirdiği diriltici nefeslenme, İnsan’ı hep harikuladeliğiyle görünür kılmıştır bu diyarda. İnsan; kardeşleriyle birliğinde, muhabbetinde, yapıp eylediklerinde, imar ettiklerinde, taşında toprağında, dahası tarlaya soğan dikişinde; her türlü hâl içinde bu eşsiz güzelliğiyle seyr olunmuştur. Ve [hâlâ baki kalanla bu kubbede] seyrine doyulmamıştır bu güzelliğin. Hâkim söylemin yeteneksizliği onu ifadeden acizdir.

İnsanlık macerası, gecesi de, gündüzü de aydınlık olan bu diyarda başlamıştır. Lakin insan; bilginin ve anlamın, aklın ve zekânın, tekniğin ve sayılamanın doygunluklarına ulaştıkça harikulade güzelliğinden beslendiği bu diyarda sadakatle huzurda bulunmaktan ve can sunan nefesiyle varlığın içine sinmiş asli temayı sürdürmekten çıkmış, ona el yordamıyla devşirdiğini zannettiği rengini ve şeklini vermeye kalkmıştır. O eşsiz diyar sırra kadem basıp gölgelere bürünmüş ve can suyundan yoksun çak çak olup kuruyup gitmiştir yer. Çölde, bir kol çengiye durmuştur şimdi aklı evvel kişioğlu.

———————————————-
Rûhunla karşı karşıya kaldım o med günü,
Şekvânı dinledim, ezelî muztarip deniz!
Duydum ki rûhumuzla bu gurbette sendeniz.
Dindirmez anladım bunu hiçbir güzel kıyı;
Bir bitmeyen susuzluğa benzer bu ağrıyı.”

Yahya Kemal

———————————————-
“Bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir,” diyor Sokrates. Lakin “bilmediğim” sözü “şimdilik” gibi bir ima taşıyor, az sonra bilebilirim [mi?] o zaman. Kendi kendini nakzeden bir şey olur ama bu. Burada ancak bilememenin bilgisi vardır: “Bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilemediğimdir,” olmalıydı doğrusu. Bilememenin bilgisi, bilgiyi imkansızlaştıran, yok eden bir bilme. “Kişi noksanını bilmek gibi irfân olmaz,” demiş irfan ehli. Ne kadar çabalasam da bilemeyeceğim. Bu hiçlik bilgisidir, bir yok bilme, a’ma… Dilsiz kulaksız bir bilme…
———————————————-
“Nasılsınız; haliniz, ahvaliniz nicedir?” diye sorulduğunda “İyiyim,”demek açık bir bilginin işaretidir; “ne olduğumu biliyorum.” “Ne olduğu”nu bilmek kendine, kendi haline ve varlığa topyekûn hâkim bir bilgi demektir ki herkes için pek mümkün görünmemektedir, hele “bir çırpıda söylemek” adeta imkansızdır. Bunu bir sağlık sorusu olarak almak yersiz bir alışkanlıktır. Zira sağlığı da içine alan genel bir hal ve varlık sorusudur bu. Bu “iyiyim”in önüne “elhamdülillah, şükür, hamdolsun” ifadeleri getirerek söyleyenler de olabilir ki bu şükür ifadeleri bir bilinmezliğe bağlar sözü. Nüfuz edemediği bir koruma altında oluşu ifade eder en basitinden. Bu bilinmezlik ardından nasıl “iyiyim” gibi çok “bildik” bir ifade gelebilir? Yalnız şükür ifadelerinde bulunmak, bahşedilenin huzuruyla sadakattir.

Zuhurata tabi olmanın, bilmezliğiyle merak içinde bahşedilecek olanın müşahedesine açık olmanın, müşahedesinde samimi ve sadık olmanın ifadesidir. Bıçkın Anadolu insanının “Yuvarlanıp gidiyoruz” sözü ise, basit bir ifadeymiş gibi küçümsemeyle karşılanır, oysa “ne olup bittiğine dair pek bir fikrim yok, halden hale geçip duruyoruz, gücüm dışında bir gidişat var, vallahi bilmiyorum” demenin arifçesidir bu.

———————————————-
Âlemin yaratılışındaki gaye kâmil insandır. Âlemin anlamıdır kâmil insan. Hakk ve âlem arasındaki “geçit varlık”tır. Nefs, Rahmânî Nefes’ten istiare olarak varlığın mahiyeti üzere bereketlenmektir. “…Nefsini aydınlığa çıkaran kurtulmuş, onu karanlıkta bırakan/örten kaybetmiştir.”* Açıklıkta görünen nefis Rahmete uğramış, rahmet edilmiş, Rahîm Olan’ın nefesiyle can bulmuş; merhûm** olmuştur. Merhûm, bilginin örtülerinden kurtulmuş, her dem bizi yeniden doğurup canlandıracak bir sevgiye tutulmuş, şefkatle kendine ve âleme Rahîm olmuştur artık. Merhûm hep “şeb-i arûs”14tadır işte o zaman. Şu halde Rahmet nefesini soluklama, merhûmiyet [ölüm] sürekli yaşanan bir haldir. “Her insan, her an ölümü zevkeder.”***

*.Kur’an; Şems; 9, 10.]

(**) Ölen için “artık yok” anlamında kullanılır olmuş bu kelime Anadolu irfanının şaheserlerinden biridir aslında. Ölüm, rahmetin dokunuşu olduğu gibi, ölen de tam da İbn Arabî hazretlerinin işaret ettiği duruma bizzat uyarak; rahmet dilenen değil “Rahmetli” olmuştur. “Rahmetli” ehli arasında özellikle bir önceki hâle atıf için nezaket içinde kullanılan bir ifadedir aynı zamanda.

———————————————-
Hayatta kaldığımız sürece hakikatin izini sürebileceğimizin de bir işaretidir. Burada insana düşen “olduğu yerde olmak”tır aslında. Neden’i, niçin’i bırakıp “burada” olmak:

“Gül niçin’sizdir, açar çünkü açar

Kendisini umursamaz, görülme arzusu yoktur”114

Burada olmak, olduğu yerde olduğu gibi olmak, sadakatle zuhurat keyfıyetine teslim olmak; asliyetiyle, varlığının özüyle özgüleyici bir zevk ve şevke düşürür:

“İşte şurada yeryüzünde gördüğün gül var ya Ta ezelden beri işte öylece açmıştır Allah’ta”

Varlık özüne özgüleyici işaretlerin izine insanı düşürebilecek zevk ve şevk, Sevgisi Sonsuz’un rahmet lütuflarından olarak âlemlerin güzellikleriyle de rızıklandırir kalbi, Sonsuz Güzellik tecellisiyle de:

“Bütün Mülk’ü ile birlikte Allah’ı ihata eder kalbin,
Yüzünü O’na çevirip, bir gül gibi açıldığın zaman.”116

Sonsuz Güzellik tecellisinin çiçek gibi kalpte açılışı âlemlerin konukluğuna çağırır insanı, bütün varolanla hemdem olur kalp, şefkatle sarıp sarmalar onları ve kendi gözünden bile sakınır. Sevgisi Sonsuz’un var tutucu ve güzellik verici rahmeti hiç eksik olmasın diye üzerlerinden ihtimamla titrer onlar için. Bu sevgiyle dolup taşmış bir kalbin vecdi, insanı nedensiz, niçinsiz fıtri ahenkle burada tutan vicdanıdır.

———————————————-
Neyi ediyorsan ümit,ölü neye teşneysen o kalır el’inde, [d]il’inde. Gönlü güzel olanın seyr’i de güzel olur. Gönlü heva ve tamahla deprenenin seyr’inden ne olur? Gözesinin her açılış ve kapanışına sadakatle gözünü diken, seyr’in hiçbir renginden yüksünmeden iz sürme şevkine düşen için vardır her daim bir nasip, bir zuhurat. Ehli desin diyeceğini şu hâlde:

“[…] Sen kapsın; Bense Benim. Öyleyse sen Beni sende arama, yoksa boşuna yorulursun! Fakat Beni senin dışında da arama, yoksa rahata eremezsin! Beni aramaktan da vazgeçme, yoksa mutsuz olursun! Öyleyse Bana kavuşuncaya kadar Beni ara ki yükselesin! Fakat bu arayışında edepli ol! Yola başlangıcın esnasında hazırlıklı ol! Aramızdaki farkı iyi ayırt et! Hiç kuşkusuz sen Beni müşahede edemezsin; sen anacak kendi varlığım (Ayn) müşahede edersin! O hâlde bu ortaklık sıfatında dur; yoksa bir kul ol ve ‘idraki idrakten acizlik de bir idraktir’56 de ki bu hususta ‘Atik’e57 ilhak olasın ve herkesten ikram gören “Sıddık’58 olasın!”59

****

55. İbn Arabi, Harflerin İlmi. çev.: Mahmut Kanık. Asa Yayınları, Bursa 2000. s. 215.

56. Hz. Ebu Bekir’e nispet edilen söz.

57. Hz. Ebu Bekir’in lakabı.

58. Hz. Ebu Bekir’in bir niteliği.

59. İbn Arabi, Harflerin ilmi, s. 45.

———————————————-
Aslî kendilik’imizin hayaliyle canhıraş koşuşturmalar, âlemlerin dört bir yanında çarh vurup her varolanla bir dem cem olup çark atmak bizi kendimizle; şiirimizle buluşturur. Bu bizi sıla’mıza, varoluş çağlayanımızın gözesine, yurdumuza döndürür. Döneriz; kendimize, en yakınımıza, şahdamarımıza koşarak düşeriz. Kendi kanımıza karışır, kendi damarlarımızda akarız. Evrenlerin şarkısına eşlik eden insanın dansı; aslî kendilik’imize iştiyakla çırpınan [şiire] özgü[r] koşu kendi[nihayeti]ne gelir böylece.
———————————————-
Harikulâde şeylerle kuşatılmış bu harikulâde evrende, harikulâde bir varlık olarak hayretimiz hep artıyor, ne diyeceğimizi bilemiyoruz. Ne tuhaf? Varlık her dem yeni bir iş ve oluşta olduğu için bir önce söyleyip işittiğiniz, hissettiğiniz uçup gidiyor. Artık ne sizin söylemeye çalıştığınız var, ne söylediğiniz. Varlık her dem, her olanı bünyesinde sırlayan bir harikulâdelikle yepyeni güzellikler katıyor âleme. Bir yok oluş ve yeniden oluş değildir bu. Hep BİR şeye, bir açıklığa doğru olagelen ve olagiden bir sürekli süreksizliktir.
Hayalin yâr ve yoldaştır uykuda bana
Bu uykudan ey sevgili hiç uyandırma

Değil mi ki sayısız gözcün var senin
Gözcüsüz bir hayal birak geç bana.

Ahmed Gazzali,Aşkın Halleri,s.91

———————————————-
Teneffüsün güçlü ve sağlıklı olmasının en önemli gereksinimlerinden biri de gözün nazar ettiği/bakışını doğrulttuğu alanı hakiki haliyle/basiretle görebilmesidir. Bu ise “okuma”dır. Bu tarz bir okuma, kendi olmaklığımızı/şahsiyet kesbetmemizi tetikler. Ma’rifetsiz ben’in işi değildir bu. Kendilik bilgisine/ma’rifete sahip olmayan kişioğlu, gerçekten uzak, gölge/sanal, fâni dünyalara hapsolmuş, taktığı maskeyle kâh gülen, kâh ağlayan bir oyuncu gibidir. Yalnızca âlemden benliğimize, benliğimizden âlemlere yüzünü döndüren kendilik bilgisi/ma’rifetiyle, sözün/yazının hakkaniyete tanıklığını kritik eder/eleştirir ve fıtratın evi, hakikatin nazargâhı kalbimizi mutmain eden anlama katılır, yakîn sahibi oluruz.
———————————————-
Kendi ölümüne bile açık bir kalple yönelmek şefkattir. Her tür bağdan/maddeden, cismaniyetten, “imek varlık” oluştan, elhasıl tüm yaşamsal kayıtlardan gözünü kırpmadan sıyrılabilecek feraseti göstermektir şefkat.[24] Şefkat, kendinde kendi ölümünü sürekli taşıma irfanıdır. Bunun için bilgiye sahip olabileceğini ve üretebileceğini “zann”eden bir akıldânelikten uzak olmak gerekir. Öğretilir olmaya açık olarak, öğrenebilir olmanın “yürekten” hazırlığıyla “yed-i kudretinde” bulunduğu ilahî zuhurun farkında olmak halidir bu: “Farkında ol; Allah sana öğretir.”[25]

****

24.Ölmeden önce ölünüz.” Hz. Muhammed [sav].

[25]Bakara; 282.[Kur’an]

———————————————-
Bilinmeyenden geldik, görünmeyenden. Şimdi bilinmeyeni bilmek, görünmeyeni görmek istiyoruz. Lakin varsa muradımıza erme imkânı görünmeyene, bilinmeyene dahil olmak, dönmek anlamına geliyor bu. Kendine dönmek, dil’i dönmek, eve dönmek.[24] Bunun için hal ve yol bilmeli. Evinin yolunu bilen kişinin yürüdüğü yoldur şefkat; eve götüren yol. Eve vardığında huzur ve sükûna erecektir. Eve vardığında artık kendi yalın hakikati içindedir. Geldiği yere, yola ait her şeyden soyunup dökünmenin, arınmanın yeridir ev. Kendi, sadece kendi olarak ikamet edeceğin yer. Yalın halde insan olarak. Bu gözümüzü göğe dikerek beklememiz gereken, iştiyakla gözlenecek bir hakikattir. Yâr’den, Yurt’tan ayrıldık bir kez.[25] Sıla hasretiyle yanıp kavruluyoruz. Hz. Peygamber; “İnsanlar arasına karışıp halkın içerisinde yaşamak buyurulmamış olsaydı bana, iki gözümü bu göğe diker, Tanrı canımı alana dek bakakalırdım,” buyuruyor.

****

26.Dönmek ve terk etmek arasındaki tehlikeli fark.”a dikkat!

[27]“Biz o mutlu birliği, kelimenin tek anlamıyla Varlığı kaybetmişiz, onu elde etmemiz için de önce kaybetmemiz gerekiyordu… Tabiatla bozuşmuşuz… Bazen dünyayı her şey ve kendimizi bir hiç görüyoruz, yine bazen kendimiz her şeyiz de dünya bir hiç imiş sanıyoruz.”Hölderlin, Hyperion II, Önsöz, s. 113, MEB.

———————————————-
Olan olduğu haliyle bir şey söylemiyor; söylemedikleriyle açık etmedikleriyle var söz. İşte burada şiir çıkıyor karşımıza. Bilgi, söz, logos kendini şiir halinde yok ediyor, hiçleştiriyor. Şiir dilin evi oluyor. Bilemeyen bilme rü’yetin, görülen rü’yanın ifadesi olarak remizler ve semboller halinde şiirde lemean ediyor. “İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar,” fehvasınca bir rüya içindeyiz demektir. Rüyada görülen gördüğünün kendisi değildir; öyle görünmekte, kendini öyle göstermektedir.

Yaygın olduğu gibi rüyada görülen süt, süt değildir ilimdir mesela. O zaman şeylerin oldukları, göründükleri gibi müşahedesi bize hakikati vermemektedir. Hiçbir şey hakiki kimliğiyle varolmuyor demektir bu. Kim olduğumuz, ne olduğumuz, nerede olduğumuz sorusu hep askıda kalacaktır işte. Söyleyebileceğin, bilebileceğin bir şey yok. Denildiği gibi sadece kendi gördüğünü, kendi zevkî müşahedeni söyleyebilirsin hepsi bu.

———————————————-
Asliyetimiz, kendilik’imiz insan oluşumuz içerisinde işlerlik halindedir. Varlık’ın şefkati varolanlar üzerinden asla eksilmez. Varolanlar varoluşlarını da, birlikte hayatta oluşlarını da şefkat üzere, şefkat içerisinde sürdürürler. Şefkat; hem kendi anlamına, hem de yöneldiği şeyin anlamına er[dir]en, “kendi”ni ve “ötekini” anlayıp benimseyebilen, aynı bütünün parçaları olarak görebilen bir haldir. Yalın haliyle kendilik’imizle buluşturur şefkat, orada hesap kitap işlemez. Şefkat “yaratıldığımız” gibi pür, üryan insan olma hâlidir. Bu varolanlarla birlikteliğimizin şekline yansımaktan tutun da; evden hayata [hayat evin kapısının açıldığı avludur aynı zamanda irfanımızda] çıkarken hangi adımla çıkacağınıza, yürüyüşünüze, konuşmanıza, gülmenize, ağlamanıza, gönülden geçecek şeylere, elhasıl her hâlimize, her durumumuza yansımalıdır.
———————————————-
Varoluş sürekli yenilenir.7 Hep yepyeni varoluşluklarda, yeni tecellilerdeyiz. İnsan “aslî kendilik”ine (A’yân-ı sâbite) nüfuz eden İlâhî İsimler’e iştiyakla bağlıdır. Hakikî insanî hâl, Rabbi Rahîm’in merhametiyle bağışladığı hayat veren nefesiyle zuhur eder. İlâhî İsimler’in her an, her dem yeniden tecellisiyle insan “aslî kendilik”ine, kemâle erer. “Bütün İlâhî İsimler [de] insanî hakikati isterler.”8 İsimlerin en seçkin parçasıdır insan. Rabbi Rahîm’in var edici Rahmânî Nefes’ini nefislere nefeslemesiyle varlık açığa çıkar. Füsûs’ta varlıklara “Rahmânî Nefes” diyor İbn Arabî.9 Rahmânî Nefes’teki belirme ve varlıkların kaynaklarına da “kelimeler.” Peygamberlere “Kelimetullah” denilmesi de buradandır, diyor.

İnceleyin:  Felsefe Herhangi Bir Ferdin Hayatını Tanzim Edebilir mi?

“Gizli Hazine” ezelden beri Zat’ta varolan “aslî kendilik[ler]de (A’yân-ı sâbite)” saklı kalmış İlâhî İsimler’in bilinmeyiş hüznünü Rahmânî Nefes’le salıvermiş, bu soluklanış tekil varlıkların tümünü varoluşa uyandırmıştır. Rahmân, Allah’ın en büyük ismidir ve Allah’ın bütün yaratıklarına koşulsuz merhameti demektir. Allah’ın bir şeye rahmet etmesi esasta ona varlık vermesidir ve Rahmân isminin hâli aslisi de eşyaya varlık vermektir. Nefesi Rahmânî, her şeyi var etmekle âleme engin bir rahmeti ve iyiliği de kazandırmıştır.

———————————————-
Sevgiyi dertli ve tutkun olandan başkası bilmez
akıl, vehim gibi ona erişmekten uzaktır.

Davûd el Kayserî

———————————————-
Hikmet sahibi kişi hikmetten bahseden yahut ondan faydalanan değildir; hikmet sahibi kişi kendisi farkında olmasa bile hikmetin yönettiği kimsedir.”

İbn Arabi

———————————————-
“Tehlikeye ne denli yaklaşirsak, çareye götüren yollar da o denli aydınlanmaya başlar.” (Heidegger) Çünkü, “Tehlikenin olduğu yerde, koruyucu güç [de] serpilip gelişir.” (“Hölderlin)
———————————————-
İbn Arabî, insanın aldığı ilk sûretin İlahî Misâk’ta olduğunu söyler.[16] Buradan başlayarak sürekli devr’le değişmez olan, hakiki kendiliğimize ereriz. Her ölüm yeni bir sûrettir. İbn Arabî’ye göre; “ölümdeki uyanış ilk uyanıştır. Dirilişte tekrar uyanılacaktır [Rüyada olanın uyanması]. Berzah sürekli gelişme yeridir, dirilişe hazırlanılır.” Uyanmak arzusu tereddütsüz oluşa sokar bizi. Ölüm; tavuk yavruları arasına karışan ördeğin hâlidir. Anne tavuk ne kadar korkarsa korksun yavru ördek suyu görünce korkusuzca hemen suya dalar.[17]

******

16.William Chittick, Varolmanın Boyutları, İnsan Yayınları, s.347.

[17]Şemsi Tebrizî, gözü pek derviş coşkuyla varlık hakikatine dalıp o deryada sadakatle yüzüşünün başlangıç ahvalini şöyle anlatır: “Henüz ergenlik çağına girmemiştim. Aşk deryâsına daldım mı, hiçbir şey yiyemezdim; istekten kesilirdim, günlerce açlığa susuzluğa katlanırdım. Bir gün babam bana çıkıştı: ‘Oğlum, ben senin hâlinden bir şey anlamıyorum; bunun sonu nereye varacak? Bu davranışlar seni felâkete götürecek,’ dedi. Ben ona şu cevabı verdim: ‘Baba! Seninle benim, babalık ve evlâtlık münâsebetlerimiz neye benzer bilir misin? Bir tavuğun altına tavuk yumurtalarıyla beraber bir de ördek yumurtası koysalar; vakti gelince civcivler çıkar. Bu civcivler hep birlikte analarının arkasına düşüp giderler. Yolda bir göl kenarına rastladıklarında, ördek yumurtasından çıkan civciv, hemen kendisini suya atar. Bunu gören tavuk, eyvâh yavrum boğulacak der ve çırpınmaya başlar. Hâlbuki ördek yavrusu neşe içinde yüzmektedir. İşte seninle benim aramdaki fark da böyledir.”Şemsi Tebrizî, Makâlât.

———————————————-
Anadolu’da halk arasında “ölüm iyiliği” tabir edilen bir durum var. Huzur ve sükûn içinde ölüme yol almak, ölümü karşılamak… İşte bu “ölüm iyiliği” şiirdir. Şiir, insanın göz nuruyla işlediği kadim gergefi şefkatle söküp söküp yeniden örmektir. Bu sökülüp yeniden örülme sürekli oluş ve ölüm halidir. İbn Arabî’nin işaret ettiği ölüm ve doğumun bir kez değil, birçok kez vuku bulacağı hakikati bunu ifade eder. Yaratıldığımız gibi insan olma hakikatine sadakat sözümüz [şiir] bizi şefkatle “kendilik”imize açar, hakikati hâl’imiz zuhur eder. Bu hakikati hâl ile zuhur eden insan oluş ölümle uyanışa, [yeniden] doğuşa ve başlangıca döner. Her bağdan azade yalın haliyle insanlık hâlidir, üryan kalıştır bu.[28]

****

28.Dirilirler dirilirler gelirler” diyen Karacaoğlan bakın ne söyler:

“Üryan geldim gene üryan giderim Ölmemeye elde fermanım mı var Azrail gelmiş de can talep eyler Benim can vermeye dermanım mı var”

———————————————-
“Tehlikeye ne denli yaklaşirsak, çareye götüren yollar da o denli aydınlanmaya başlar.” (Heidegger) Çünkü, “Tehlikenin olduğu yerde, koruyucu güç [de] serpilip gelişir.” (“Hölderlin)
———————————————-
Konuşma [ve yazma] insana ait bir tasarım değildir. Söz, İlâhî Rahmet’in her şeyde olduğu gibi insanı da insan olmaklığında devamlı kılan nefesidir. İnsanı insan olmaklığında tutarken zuhur eden söz, İlâhî Rahmet’in nefesi’nin bizatihi bir niteliği değildir. Bilakis O’nun insanı insan olarak tutmaktaki merhametinin kesintisizliğidir. Insan bunu fark edip buna dâhil olduğunda ve sadakatle bu zuhura hizmet ettiğinde söz üzerinde hakikatin izini taşıyabilir. Elhasılı insanın sözü kendine ait değildir, ona sahip çıkamaz. Sözün ait olduğu Kelami coğrafyı İlâhî Rahmet’in varolanları varoluşla tutan nefesinin merhamet serpilmesidir. Söz ancak böyle yerini bulur. Hakerenlerin “Bana yazdırıldı, bana söyletildi.” kabilinden ifadeleri bu hakikatin işaretidir, başka bir iddia taşımaz. Sözde hakikatin izinin görüntüsü ise insanın kendi şahsiyetine göre şekillenir. Herkes onu kendi rengiyle bezer:

“Ete kemiğe büründüm.
Yunus diye göründüm.”(Yunus Emre)

Şu hâlde Rahmani Nefes’in merhametine haiz bir söz için harici her türlü kanaat ve beklentiden kaçınmak gerekir. Bir tür zekâ, akıl, bilgi hattı bilim ve mantık iştihasına kapılmak hakikat izinin kendini geri çekmesine sebep olur.

———————————————-
Kendin değilsen dünya engeldir sana hep, sınırlandırıp durur seni. Dünyanın sınırlı, duvarın ötesini göstermeyen yapısı yaygın kanının aksine dünyevi yönelimlerde bir genişlik, fazlalık ya da tamlık sağlamaz. Zevkiniz, hazzınız da o kadardır ancak, gıdım gıdım alırsınız sefasını. Ancak kendilik tam olursa açılacaktır dünyanın menfezleri. Dünya, sınırlandıran güçleriyle sahneden çekilir işte o zaman. İnsani tamlığın, kemalin rahmetle beslenen kendilik hâli hayatiyeti başlar. Rahmetin dilini çözen, merhametin sökün edeceği bir kelime bulmalı, bir kelime olmalı, şefkatin şahikası olacak bir kelimeye sığınmalıdır bunun için.

Öyle bir kelime olmalı ki, hem sesi, hem görüntüsü, hem tınısı olmalı. Kelime işitilip, hissedilip görülünce kâinatın tenine, tinine değmiş gibi olmalı. Varlığı başlatan o sonsuz, sonrasız sesin bahşettiği temaya tutunmalı. İşte bu kelimenin kendisini değiştirmeden yer alabileceği tek yerdir şiir. Söylenen her kelime şiirden eksiltir, 0 “tek kelime” belirinceye dek.

———————————————-
İlâhî Rahmet’in varolanı yeryüzünde “olduğu yerde olduğu” gibi var tutucu nefesinin insanda tecellisi vicdandır. Vicdan, yeryüzünde yaratıldığın gibi “insan” olarak bulunuşun varlık özüyle [a’yân-ı sâbite] buluşmasından doğan vecd hâlidir. Vicdan insanın kendisiyle buluşup şahsiyete erme coşkusudur. İnsana kendi ve öteki hakkında doğruyu söyletip, doğru davranmasını sağlayan bu kendilik coşkusu; varlık özüne özgüleyen vicdan[ı]dır. Kendilik coşkusu sevginin kemalidir. Bu sevgi ya Yâr’in huzuruyla ya da Yâr’in huzurunun hayaliyle doğan vecd’dir ki, giderek belki de yokluk dışında nefes alacak bir yerin kalmaz:

“Değil mi ki bir şey kırar hayalin kolunu kanadını
Ezer her türlü kavrayışı da temessülü de,”117

———————————————-
Her an yeni şeyler söylemelisin. Kaldı ki, insanın kendi varlık keyfiyeti de her an yeni bir oluş ve mahiyet an eder. Zira, “Her can [her an] ölümü zevkeder.”64 Her insan bir önceki hâliyle tamamlanıp biten ve yepyeni bir hâl ile devam edendir. Bu sürekli ölüm hâli sürekli yenilenme, yeniden doğmadır. Şu hâlde “ölümü zevkediş” sürekli canlılıktır. İşte varolana varlığınca nüfuz etmiş can özü rüzgârının bağışladığı âb-ı hayat budur.

Varlık’m can bağışlayan rüzgârı hiç kesilmemelidir. Şayet kesilirse insana ait tüm söylenmelerin katmanları insanın üzerine çöküverir. Bazen söylenmelerin sızlanan sünepeliği o rüzgârı kesmek ister. Gaflet uykusundayken çıkagelir Varlık teneffüsü; söylenmelerle dokunan bilgelik perdesini yıkmak için. Söylenmelerin bilge gafletine bir can vuruşu gerekir“. Öze özün bir parçasıyla, söylenmeye kelamın içinden bir vurguyla vurmalıdır. Bu, sözü, kelamın can veren söyleyişine, şiirin teneffüsüne döndürecektir.

———————————————-
İbrahimî hakikatin 20. yüzyıl nefesleyicisi Said Nursî bu yaklaşımı sürdürerek derinleştirir ve keskinleştirir; kanı koyultan şerbet gibi. İbrahim (as)’ın temsil ettiği Şefkat hakikatidir; tefekkürle birlikte yol sürer, der. Varlık için yol vermiş Rahmet; fena bulmuş, aslolmuş, beka üzre Hakk’a ermiştir. Şefkat üzre… Hayranlık ve hayretten doğan, şiddetli aşk ile başlayan Hakk ile kul arasındaki sevgi ve yakınlık, kulun fenaya erip Hakk’ta beka bulmasıyla Şefkate dönüşür, şefkat kaplar her şeyi. Her şey O’dur. Kulun varlık gerçeğinin fenafillah makamında sabit ve baki olması Şefkat’tir. Varıp dönecekse de halka kul, şefkat ile, şefkatten, şefkatle, şefkat için, şefkate döner. Şefkat; kurtarıcı, erdirici, fena kılıp beka buldurucudur. Kulun Hakk’a erişi, Hakk’ın kula sirayetidir. Şefkat zamanı İbrahim (as)’ın zamanıdır: Oğlunu hakikate kurban eder. Rahmani nefesin esintisine uğramış, İlâhî İsimler’in tecellisine mazhar olmuş âdemoğlu nesnesi olduğu Rahmeti saçıverir varlıkların üzerine; şefkatle teneffüs eder durur Rahmânî Nefesi.
———————————————-
“Kapısız Köy”ler de varmış ya eskiden, mülkiyetin geçmediği mekânlarmış bunlar kadîm zamanlarda. Şimdi kentin bedene, mülke batmış sağanağından kurtulmak için evine sığınmak üzere geliyorsun, sığınacak ev yok ortada; “kapısız köy”ler tarumar. Kent bırakmıyor peşini, her şeyi benzeterek kendine. Çocuklar oyunlarından çıkıyorlar. Uzatmalı belki kırdaki geziyi, çocuk oyunlarına karışmalı, uzaklaşmalı çocukların oynamadığı sokaklardan. En insan yanımız çocuk yanımızdır zira. Dürr-i meknûn; saklı öz, o çınlayıp duran hafıza insanlığın son nüvesi gibi sahih kalmalı sözde. Sözü de “büyütmemeli”, aşmalı üstünden, iyice bir açılsın şöyle görüş alanımız. Evveli ve ahiriyle bir bütün olarak insan’ın hayatının, o asude bahar ülkesinin, o özge diyarın dilinin delisi olan bir şiir sökülsün sadrımızdan, canlara şifa olsun. Suyun gözü; kaynağı çağıldasın üstümüzden, fıtratın kokusu sinsin tenimize…

Ve işte; o delişmen şiirle coşmalı, öyle yürekten, öyle gür çağırmalı ki Hasretliğimizi/Yâri; her şey önümüzde işte, her şey yerli yerinde.

———————————————-
Yeryüzü konukluğu, vatandan uzak garip göçmenlere türlü kıyafetler sunar; hazırlıklı olsunlar diye gurbetin bilinmezliklerine. Mavi gökler altında yeryüzü insanı korur, gözetir daim; hep “kendi”nde kalsın için. Lakin insan gözü açılınca biraz, bu koruma sayesinde sağı solu azıcık fark etmeye başlayınca başlar hem kendine, hem çevresine nizamat vermeye. Oysa dünyada olanların hakikatini dünya gözüyle görebilmek için dünya kadar bir görüş açısı, dünyayı kuşbakışı görecek bir kamera olması gerekir. Zira “dünyalı” size yalnız bir yönüyle görünür. Her zaman, zemin; her bakış, bakış açısı; her durum, her hâl ve an nazarı celbedip belirleyen tek yönlü bir görüş oluşturur. Her bakışta gördüğünüz bir görmediğiniz demektir. Bakışa değen bakışı kaplar ve oluşan tek boyutlu bir görüntüdür. Bu tek boyutlu görüşe rağmen hakikati görüp bildiğini zannederek hâl-i hayatım buna göre tanzime kalkan, çevresini de bu nizama uydurmaya çalışan insan “kendi”nden uzaklaşır. Kendini kaybedip, kendinden geçer böylece.
———————————————-
Hayâl âlemi, berzah ve âlem-i misâl [benzeşimler evreni] olarak da isimlendirilir. Ancak buradaki hayâl gündelik algılarımız içerisinde ifadesini bulan görünenler [şehâdet/mülk] dünyasına ait tümüyle psişik [zihni] sanı ve kuruntulardan oluşan hayâl değildir. Romantik, sembolik ya da sürrealist imalar taşımadığı gibi, yanlışlıkla ruh diye adlandırılan duyusallık ve zihinsellikten [ki yanlış biçimde çoğu zaman şiirin buralardan çıktığı söylenir] de tamamen farklıdır. Bunlar da hayâle aittirler; cüz’ilikler olarak, ancak hayâl bunlardan ibaret değildir. Bunlar sadece nefse ait cismani gözle görülen “bitişik hayâller” arasında sayılabilirler.

Hayâl ilminin bir suretler ilmi ve bağlanma vasıtası olduğunu söyleyen İbn Arabî devamla şöyle der: “Duygular o âleme yükselir, mânâlar o âleme iner; bu, vatanından kesinlikle ayrılmaz; her şeyin meyvesi oraya gelir. O, bir iksir sahibidir; mânânın üzerine o iksiri taşır ve hangi sureti dilerse, mânâyı o suretle somutlaştırır […] Tam bir tasarrufla müşahede edilen bir âlemdir. Cisimlerle mânâların kaynaştırılıp birleştirilmesi ona aittir.”16

———————————————-
“Tehlikeye ne denli yaklaşirsak, çareye götüren yollar da o denli aydınlanmaya başlar.” (Heidegger) Çünkü, “Tehlikenin olduğu yerde, koruyucu güç [de] serpilip gelişir.” (“Hölderlin)
———————————————-
Hakikat hep açıktır, herkese. İnsan ise perdedir, kendisiyle perdelenmiştir. İnsan ile hakikat arasındaki en yüksek duvar yine kendisidir. İnsan, kendisinin en büyük engelidir. İnsanın hakikate açılışı ancak kendine rast gelişiyle mümkün olacaktır. Dünyanın köşe bucaklarında kendisiyle karşılaşmalıdır insan.

İnceleyin:  Nizam-i Âlem "İnsan" demektir

İnsan yalınlıkta bulmalıdır kendini. Yalınlık, kendin kadar olmaktır. Kendindeni saçmak, cümle âleme açık olmaktır. Paylaşmak, mütekabiliyet ve herkes için rahmet isteğidir. Kendinle olmanın, kendinde olmanın zenginliği ve zevkidir.

İnsan arta kalandır. Yaptığından, söylediğinden, yazdığından arta kalan. “Arta kalan” fazlalıkların hepsi çıkarıldığında, düşüldüğünde kalandır. Arta kalan, bir eşlik edişte, denklikte, eşlik edişi netleştirecek denkliğe ulaştıran çıkarımdır, eksiltmedir. Arta kalan, tüm gereklilikler, lüzumlu olanlar yerine koyulduktan sonra kendinde bulunandır. Arta kalan, bütünleyen, tamlığa ulaştıran, o şeyi yalnızca kendi kılan, hâkim olduğunda kendini gösterendir. Arta kalan, insan insan olarak kaldığında “insan kalan”a varan, ona eren aşk ve sanattır, oyun ve çağrıdır. Arta kalamayan insan”kendine” eksik kalandir.

———————————————-
Ne harikulâde bir kelimedir şu “bitmek” kelimesi. Elde bir şey kalmamış [bitmiş], takat kesilmiş [bitim], tam sona [bitme] gelmişken, birdenbire [bitiverme] bir umut uçverir [biter], bu harikulâde oluş ve güzellik karşısında kendinizden geçer [biter] bitme[z] tükenmez bir saadete erişirsiniz. Bu şiir değil de nedir? En “basit” en yalın insani hâl bile şiirdir. Buna karşın şiirden bunca uzaklık nedendir?

Şiir bizden ne ister? “Temiz bir kalp” ister. “Temiz bir kalp” bir çırpıda söyleniverecek bir hâl değildir. Asliyete sadakat gerektirir. Fıtrata, varoluştan taşıdığımız “kendilik hakikati”ne uygunluk içinde olmaktır. Kalp kendine ait olan, asli olandan başka bir şey barındırmadığında temizdir. Kalp, akıl dâhil insanı insan kılan her şeyin mahallidir. “Akledecek [olan] kalp”tir, [Kur’an; Hacc, 46], görüşü keskinleştirecek olan odur, kalp körleşirse [Kur’an; Hacc, 46] insan olmanın bütün imkanları yitirilmiş demektir.

———————————————-
Evrende bizi çepeçevre kuşatan, nazarımızı celbeden onca harikuladelik varken ümitsizliğe düşmek insana yakışmaz. Tabiatla bozuşmuşuz gerçi, Varlığı; o mutlu birliği kaybetmişiz. Sadrımızda saklı kalsa da aklımız ve zihnimiz, hatta efkârımız “olduğu şey olarak neyse o olmak”lıktan çoktan uzaklaşmış bir “ben”e sahip çıkıyor artık. Fıtri ve tabii oluş çocuklukta nispeten kendini koruyabilse de sosyal serüven başlar başlamaz içine sürüklenilen “yaşam alanı” sürekli gündelik kültürel formlar sergiliyor ve insan gelir-gider hesabıyla “benlik” üretme yoluna koyuluyor.

Bilinmeyenden gelen göçmen kuşlar olarak sıla hasretiyle yanıp tutuşanlar için “kendini bilmek” arzusu hep işlerlik hâlinde aslında. Lakin “kendini bilmek,” arzusunun insanı inşa konusunda kilit rolü oynayan bir ilke olduğunu öne sürmek durumunda bile, bunu yaşadıklarından gelir-gider hesabıyla bir “benlik” oluşturmak şeklinde tasavvur etmenin kişiyi “kendi” olmaya götüreceği şüphelidir.

———————————————-
Yağmur denizlerden çıkar, buharlaşarak göğe yükselir, bulutlarda tekrar yoğunlaşır ve sonunda asıl kaynağıyla birleşmek için saf bir istiridye tarafından gizemli bir inciye dönüştürülerek tekrar denize döner. İşte şiir eliyle insanın yolculuğu böyledir. Önce hayat verici bir şifa olsun için rahmetle yeryüzüne iner nisan yağmuru gibi, sonra âlemlerdeki bütün can suyunu, rahmeti toplar gizemli bir inci gibi sunar varlığa şiir. Bana düşünü söyle, sana şiirinden söyleyeyim! Âlemlerin özene bezene işlendiği dürr-i meknûn’dur bu şiir. Önce âlemler işlenir ondan, sonra âlemler işleye işleye özüyle buluşur onun:

“Bilgil kim Hak sübhanehu ve te’alâ bu âlemleri halk etmek diledi. Evvel bir taş cevher yaratdı, ululuğu yerlerden ve göklerden yüce idi. Pes diledi ki yerleri ve gökleri yarada. Ol taşa nazar eyledi. Ol taş, Hak hazreti heybetinden harekete gelip eridi, su oldu. Çalkandı, mevclendi, köpüklendi. Duhanı ve buharı çıkdı havaya girdi. Yeller peydâ oldu. Hak te’alâ ol buhardan gökleri yaratdı, biri biri üzerine yedi kat eyledi ve ol köpüğü dondurdu, yerleri yaratdı ve ol mevcleri dağlar, dereler, tepeler eyledi. Ol yelleri cem eyledi suyun altına kodu….” [Yazıcıoğlu Ahmed-i Bîcân,Dürr-i Meknûn, Çevirimyazı ve Notlar: Necdet Sakaoğlu, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1999, s. 23.]

———————————————-
Nefs, öz’ün teneffüsüdür. Nefs, öz’ü tezahür ettirme, karanlıktan aydınlığa çıkarma yoludur. İnsani öz’ün varolabilmesi, bir şahsiyet olabilmesi; ortaya çıkması, görünürleşmesi, yücelip yükseltilmesi, aydınlanması, tecrübe edilebilir oluşu ancak Nefs’in teneffüsüyle, Nefs’i teneffüsle/soluklamayla mümkündür. Nefs’in teneffüsü/Nefs’i teneffüs bilinçli bir yoldalıktır; özügürleşmedir. Dıştaki serin havanın içe alınması; içteki sıcak, sarmalayıcı havanın dışa verilmesi: Büyük Bütün’e katılma; büyük bütün’ün aynası; kendisi olma.
———————————————-
Ben seherin nûru, akşamın nefhasıyım.
Ben ormanın iniltisi, dalgaların sesiyim.
Ben direk, dümen, süvari ve gemiyim.
Ben geminin parçalandığı kayayım.
Ben kuşçu, kuş ve tuzağım…
Ben resim, ayna, ses ve aks-i sadâyım.
Ben sükût, düşünce, dil ve sesim.
Ben neyin sadâsıyım.
Ben insanın rûhuyum.
Ben taşlarda kıvılcımım.
Ben madenlerdeki altın damarıyım.
Ben gül ve gülün hayran bıraktığı bülbülüm.
Ben tabib ve hasta, zehir ve ilacım.
Tatlılık ve acılık, bal ve zakkumum.
Ben şehir ve muhafızı, muhasırı ve duvarıyım.
Ben bütün varlıkların zinciri,
âlemlerin dâiresi,
yaratılmışların mertebesiyim.”

Mevlâna

———————————————-
Hayretle başlayan tanıma iştiyakımız hayranlığa ve sükûnete dönüşmeden kurcalamaya başlarız yanımızı, yöremizi. Aslî kendilik’imizden getirdiğimiz sırrı arayıp dururuz bir ömür. Ondan bir işaret, bir îmâ görebilmek için çaresizce koşuşturur, her şeye sarılıp dururuz. “Hûbdan hûba düş”er39, her güzellikte bir iz ararız ondan. Kaybımızın izlerinde sürecek sonsuz koşumuz. Sıla’ya hasret koşusunu engelleyen bağlardan kurtulup özgür40 koşuyu sürdürmeliyiz. Kelimeler çağlayıp dökülmeli asli yurdun gözesinden. Zira kelam [ve şiir]; Rahmân’ın Nefesi’nden sonsuz kelimeler olarak bizi ayn’ımızla, aslî kendilik’imizin izleriyle buluşturur. Bundandır; dili çözülür çözülmez şiir söyler çocuk. Çünkü sıla’dan getirdiği de taptazedir.

****
39.Şu benim dîvâne gönlüm,
Yine hûbdan hûba düştü.”

Kul Yusuf

(40) “Ey oğul, bağı çöz, özgür ol!”
Mevlâna

———————————————-
Gördüğümüz, hatta deneyimlediğimiz şeyler, kimi unsurlariyla “belli bir biçimde” eşyaya “yaklaşma” mımızı sağlasa bile; bu yaklaşık olarak, yanlışlıkları da barındırabilecek bir yaklaşmadan [yaklaşım] ibarettir. Bu yaklaşık yaklaşmalar, “eşyanın kendi hakikatiyle gösterilmesini isteme,” fehvasınca, eşyanın künhünü bize veremez. Bilme ve malumat edinme özelliği insanın mahiyetine ve bedenine bahşedilenlerle gerçekleştiğinden zaten sınırlıdır. Öte yandan hem insanın kendisi bahşedilen tüm unsurlarıyla ve hem de eşya varoluşta tutan özellikleriyle âlemlerin [evrenlerin] her unsuruyla bağ içindedir, ortak bir seyr’e sahiptirler. Alemleri bütünüyle kuşatmak insan idrakini aşar. İdraki aşan diğer bir husus ise eşyanın künhü ve insanın asliyeti meselesidir. Varolanların İlâhî konulduktaki asliyetleri onlarin künhüdür. Bu zorunlu olarak İlâhî Zât alanına götürür ki, burada değil bilmek, bir fıkre kapılabilmek bile imkânsızdır. İdrak ettiğimiz şey, idrakimizin aczini idraktir’9′. Bu acziyet ve bilgiden fukaralık bizim felahımız ve huzurumuzdur.
———————————————-
İbn Abbas’ın “Gökten bir su indirdik.”189 ayetinde suyu ilim olarak yorumladığı gibi,190 hakikate ulaşma isteğini de barındıran ilim deniz olarak tabir edilir. Hakikate açılan bu uçsuz, bucaksız ilim denizini tüketmek ve kuşatmak imkânsız olduğu ve kolayca seyr’ediıeoek bir yolculuk olmadığı için, insan kıyıda olup “kumda oynamaya,” daha azimlidir. Kıyıda gözüne değenlerden ve kendi kelimelerinden yaptığı kumdan kaleleriyle daha güvende olacağını düşünür. Giderek kumdan kaleleri öyle murassa görünmeye başlar ki, yeryüzü krthğı ve bir çeşit varoluşsal vazgeçilmezlik bile ilan edebilirler.

Bilgi, her şeyi bir çırpıda gördüğümüz, her şeyin “bizim gördüğümüz”den ibaret olduğu duygusuna da kapatabilir insanı. Kendi görmesine odaklanan, görüşe sunulanı görüşe sunuluşuyla neyse o olarak görme basireti olan‘ n‘azar”dan uzaktır. İnsani basireti“ ‘cehaletten kurtulmak, bilgiyi istemek, ” gibi makul gerekçelerle ve hiç hissettirmeden elden alıp görüşü körleştiren ve eşyanın hakikatini neyse o olduğuyla fark ettirecek “görü”den [düşünme, nazar] uzaklaştıran “kör şeytan” işte budur.

*****

189. Kur’an; Hicr, 22.

190. Dâvud El-Kayserî, Ledünnî İlim ve Hakiki Sevgi, çev.: Prof. Dr. Mehmet Baylidar, Kurtuba Kitap, İstanbul 2011, s. 35.

———————————————-
Hakikat hep açıktır, herkese. İnsan ise perdedir, kendisiyle perdelenmiştir. İnsan ile hakikat arasındaki en yüksek duvar yine kendisidir. İnsan, kendisinin en büyük engelidir. İnsanın hakikate açılışı ancak kendine rast gelişiyle mümkün olacaktır. Dünyanın köşe bucaklarında kendisiyle karşılaşmalıdır insan.

İnsan yalınlıkta bulmalıdır kendini. Yalınlık, kendin kadar olmaktır. Kendindeni saçmak, cümle âleme açık olmaktır. Paylaşmak, mütekabiliyet ve herkes için rahmet isteğidir. Kendinle olmanın, kendinde olmanın zenginliği ve zevkidir.

İnsan arta kalandır. Yaptığından, söylediğinden, yazdığından arta kalan. “Arta kalan” fazlalıkların hepsi çıkarıldığında, düşüldüğünde kalandır. Arta kalan, bir eşlik edişte, denklikte, eşlik edişi netleştirecek denkliğe ulaştıran çıkarımdır, eksiltmedir. Arta kalan, tüm gereklilikler, lüzumlu olanlar yerine koyulduktan sonra kendinde bulunandır. Arta kalan, bütünleyen, tamlığa ulaştıran, o şeyi yalnızca kendi kılan, hâkim olduğunda kendini gösterendir. Arta kalan, insan insan olarak kaldığında “insan kalan”a varan, ona eren aşk ve sanattır, oyun ve çağrıdır. Arta kalamayan insan”kendine” eksik kalandir.

———————————————-
Elest bezmindeki Rabbanî lütfun kabımızı doldurduğu güzellikler ve sevgiyledir insanın yeryüzündeki şairane ikameti. Elest bezmindeki sevgi ve merhamet dolu selamm letafetini arar durur insan. Fatih Sultan Mehmet’in hocası şair Ahmet Paşa’yı söyleten de budur:

“Cânıma bir merhaba sundu ezelde çeşm-i yâr
Şöyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim!”

Bu mestaneliğe canhıraş yangısını sunar Mehmet Akif:

“Ezelden âşinânım ben, ezelden hem zebânımsın
Berâber ahde bağlandık, ne olsan yâr-ı cânımsın
Ne olsam zerrenim, kalbimde hâlâ çarpar esrârın
Gel ey cânân, gel ey can, kalmasm ferdâya dîdârın.”

“Bir aşk oluver[miş]di[r] aşinalık.”92 O latif sesi, o sevgi ve merhameti arayarak başsız, ayaksız dönüp duruyoruz yeryüzünde şimdi çevgan topu gibi. Bütün insanların isteği fıtrattan gelen bu mutluluk, biraz güven ve biraz neşedir. Her şey böyle başlar. İstediğimiz şey[ler] yön verir hayatımıza. Başlangıcın derunumuzdaki sevki ve çocukluğun fıtri bilgeliğiyle her yere, her şeye koşturur, hep o çağrıyı işitip söyleşmek için yaşar dururuz. Koşuşturduğumuz, değdiğimiz, dokunduğumuz, gördüğümüz, işittiğimiz… Her şey o ezelî sesin insan kılan tınısını değirir kulaklarımıza; her şahitlik fer olur gözlerimize, hatıramızdaki her hayal, her imge aidiyetimize sadakatle insanlık durumumuzu perçinleştirir ve söyleşmenin cevşeni, insaniyet kollayıcısı şairane ikamet sürer yeryüzünde.

———————————————-
Elest bezminde91 sevgiyle dolmuştur insan, elest.bezminde mutluluk ve neşeyle. Bu ebedi başıhoşluğun, bu ebedi: zevkin bozulmasını kim ister? Bunun için ağlar, bunun için güleriz yeryüzü konukluğunda. Ağlarız, bu letafetten uzak düştüğümüz için; güleriz, o latif hitabın yankısı hâlâ kulaklarımızdadır. Başlayan Varlık coşkusunu hemen şakımak için, gümrah ırmaklar gibi çağlaya çağlaya “Evet, evet!” diye aşkla çırpınan Kalbi Muhammedî’nin neşvesi hâlâ zamîrimizi beslemektedir. Bu Varlık coşkusu Mevlanâ’nm dilinde semaya evrilerek şöyle dile gelir:

“Bir çağrı ulaştı Hiçliğe: Evet Evet (Belâ) dedi Hiçlik
Adımımı o tarafa atacağım, taze, yeşil, kıvançla!
Elest’i duydu; koşarak sarhoş geldi,
Hiçlik idi de lâlelerde, söğütlerde, fesleğenlerde Varlık oldu.”

———————————————-
İnsan zarif bir varlıktır, eşrefi mahlukat’tır. Önü de, sonu da güzelliktir. Güzel’den gelmiştir; yolu da, varışı da Güzel’edir. Ana rahmine konukluğuyla birlikte âlemlerin, varlığın sırrı emanet edilen insan, doğumundan itibaren bu sırrı derununda saklar. Bir îması bin mânâ taşır. Bu bahçeden insanın devşirdiği sözler “şahsiyet kesbetmiş” [kimlik kazanmış değil] harf ve kelimelerden oluşur. Harf ve kelimeler her biri başka bir âlem olan, kendilerine ait hayatları bulunan varlıklardır. Rahmani Nefes’in rayihasıyla tebellür eden, doğan harfler “İsevî bir ilimdir,” der İbn Arabî. Hayatın ruhu olan ve kalbin en derin yerinden çıkan Diriltici Nefes’dir yani Harfler. Her biri bir âlemdir. Kendi asliyetleriyle görünür oldukları, yükselip ortaya çıktıkları, şahsiyet oldukları zaman kalb onları Şiir[le] terennüm eder. İnsanlar [da] özünü gürleştirmesi, kendilik’ini nefesleyerek aslî “kelimesini” bulması gereken harflerdir. Şöyle der İbn Arabî:

“Kâinatın harflerini oku
Çünkü biz de bir zamanlar yüce harfler idik
Şimdi aşağıya indik
Kâinatın harflerini oku
Zira bu harfler sana
Okunmak üzere gelmiş birer mektuptur.”

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir