İrfanın varlıktan devşirdiği diriltici nefeslenme, İnsan’ı hep harikuladeliğiyle görünür kılmıştır bu diyarda. İnsan; kardeşleriyle birliğinde, muhabbetinde, yapıp eylediklerinde, imar ettiklerinde, taşında toprağında, dahası tarlaya soğan dikişinde; her türlü hâl içinde bu eşsiz güzelliğiyle seyr olunmuştur. Ve [hâlâ baki kalanla bu kubbede] seyrine doyulmamıştır bu güzelliğin. Hâkim söylemin yeteneksizliği onu ifadeden acizdir.
İnsanlık macerası, gecesi de, gündüzü de aydınlık olan bu diyarda başlamıştır. Lakin insan; bilginin ve anlamın, aklın ve zekânın, tekniğin ve sayılamanın doygunluklarına ulaştıkça harikulade güzelliğinden beslendiği bu diyarda sadakatle huzurda bulunmaktan ve can sunan nefesiyle varlığın içine sinmiş asli temayı sürdürmekten çıkmış, ona el yordamıyla devşirdiğini zannettiği rengini ve şeklini vermeye kalkmıştır. O eşsiz diyar sırra kadem basıp gölgelere bürünmüş ve can suyundan yoksun çak çak olup kuruyup gitmiştir yer. Çölde, bir kol çengiye durmuştur şimdi aklı evvel kişioğlu.
Şekvânı dinledim, ezelî muztarip deniz!
Duydum ki rûhumuzla bu gurbette sendeniz.
Dindirmez anladım bunu hiçbir güzel kıyı;
Bir bitmeyen susuzluğa benzer bu ağrıyı.”
Yahya Kemal
Zuhurata tabi olmanın, bilmezliğiyle merak içinde bahşedilecek olanın müşahedesine açık olmanın, müşahedesinde samimi ve sadık olmanın ifadesidir. Bıçkın Anadolu insanının “Yuvarlanıp gidiyoruz” sözü ise, basit bir ifadeymiş gibi küçümsemeyle karşılanır, oysa “ne olup bittiğine dair pek bir fikrim yok, halden hale geçip duruyoruz, gücüm dışında bir gidişat var, vallahi bilmiyorum” demenin arifçesidir bu.
*.Kur’an; Şems; 9, 10.]
(**) Ölen için “artık yok” anlamında kullanılır olmuş bu kelime Anadolu irfanının şaheserlerinden biridir aslında. Ölüm, rahmetin dokunuşu olduğu gibi, ölen de tam da İbn Arabî hazretlerinin işaret ettiği duruma bizzat uyarak; rahmet dilenen değil “Rahmetli” olmuştur. “Rahmetli” ehli arasında özellikle bir önceki hâle atıf için nezaket içinde kullanılan bir ifadedir aynı zamanda.
“Gül niçin’sizdir, açar çünkü açar
Kendisini umursamaz, görülme arzusu yoktur”114
Burada olmak, olduğu yerde olduğu gibi olmak, sadakatle zuhurat keyfıyetine teslim olmak; asliyetiyle, varlığının özüyle özgüleyici bir zevk ve şevke düşürür:
“İşte şurada yeryüzünde gördüğün gül var ya Ta ezelden beri işte öylece açmıştır Allah’ta”
Varlık özüne özgüleyici işaretlerin izine insanı düşürebilecek zevk ve şevk, Sevgisi Sonsuz’un rahmet lütuflarından olarak âlemlerin güzellikleriyle de rızıklandırir kalbi, Sonsuz Güzellik tecellisiyle de:
“Bütün Mülk’ü ile birlikte Allah’ı ihata eder kalbin,
Yüzünü O’na çevirip, bir gül gibi açıldığın zaman.”116
Sonsuz Güzellik tecellisinin çiçek gibi kalpte açılışı âlemlerin konukluğuna çağırır insanı, bütün varolanla hemdem olur kalp, şefkatle sarıp sarmalar onları ve kendi gözünden bile sakınır. Sevgisi Sonsuz’un var tutucu ve güzellik verici rahmeti hiç eksik olmasın diye üzerlerinden ihtimamla titrer onlar için. Bu sevgiyle dolup taşmış bir kalbin vecdi, insanı nedensiz, niçinsiz fıtri ahenkle burada tutan vicdanıdır.
“[…] Sen kapsın; Bense Benim. Öyleyse sen Beni sende arama, yoksa boşuna yorulursun! Fakat Beni senin dışında da arama, yoksa rahata eremezsin! Beni aramaktan da vazgeçme, yoksa mutsuz olursun! Öyleyse Bana kavuşuncaya kadar Beni ara ki yükselesin! Fakat bu arayışında edepli ol! Yola başlangıcın esnasında hazırlıklı ol! Aramızdaki farkı iyi ayırt et! Hiç kuşkusuz sen Beni müşahede edemezsin; sen anacak kendi varlığım (Ayn) müşahede edersin! O hâlde bu ortaklık sıfatında dur; yoksa bir kul ol ve ‘idraki idrakten acizlik de bir idraktir’56 de ki bu hususta ‘Atik’e57 ilhak olasın ve herkesten ikram gören “Sıddık’58 olasın!”59
****
55. İbn Arabi, Harflerin İlmi. çev.: Mahmut Kanık. Asa Yayınları, Bursa 2000. s. 215.
56. Hz. Ebu Bekir’e nispet edilen söz.
57. Hz. Ebu Bekir’in lakabı.
58. Hz. Ebu Bekir’in bir niteliği.
59. İbn Arabi, Harflerin ilmi, s. 45.
Bu uykudan ey sevgili hiç uyandırma
Değil mi ki sayısız gözcün var senin
Gözcüsüz bir hayal birak geç bana.
Ahmed Gazzali,Aşkın Halleri,s.91
****
24.Ölmeden önce ölünüz.” Hz. Muhammed [sav].
[25]Bakara; 282.[Kur’an]
****
26.Dönmek ve terk etmek arasındaki tehlikeli fark.”a dikkat!
[27]“Biz o mutlu birliği, kelimenin tek anlamıyla Varlığı kaybetmişiz, onu elde etmemiz için de önce kaybetmemiz gerekiyordu… Tabiatla bozuşmuşuz… Bazen dünyayı her şey ve kendimizi bir hiç görüyoruz, yine bazen kendimiz her şeyiz de dünya bir hiç imiş sanıyoruz.”Hölderlin, Hyperion II, Önsöz, s. 113, MEB.
Yaygın olduğu gibi rüyada görülen süt, süt değildir ilimdir mesela. O zaman şeylerin oldukları, göründükleri gibi müşahedesi bize hakikati vermemektedir. Hiçbir şey hakiki kimliğiyle varolmuyor demektir bu. Kim olduğumuz, ne olduğumuz, nerede olduğumuz sorusu hep askıda kalacaktır işte. Söyleyebileceğin, bilebileceğin bir şey yok. Denildiği gibi sadece kendi gördüğünü, kendi zevkî müşahedeni söyleyebilirsin hepsi bu.
“Gizli Hazine” ezelden beri Zat’ta varolan “aslî kendilik[ler]de (A’yân-ı sâbite)” saklı kalmış İlâhî İsimler’in bilinmeyiş hüznünü Rahmânî Nefes’le salıvermiş, bu soluklanış tekil varlıkların tümünü varoluşa uyandırmıştır. Rahmân, Allah’ın en büyük ismidir ve Allah’ın bütün yaratıklarına koşulsuz merhameti demektir. Allah’ın bir şeye rahmet etmesi esasta ona varlık vermesidir ve Rahmân isminin hâli aslisi de eşyaya varlık vermektir. Nefesi Rahmânî, her şeyi var etmekle âleme engin bir rahmeti ve iyiliği de kazandırmıştır.
akıl, vehim gibi ona erişmekten uzaktır.
Davûd el Kayserî
İbn Arabi
******
16.William Chittick, Varolmanın Boyutları, İnsan Yayınları, s.347.
[17]Şemsi Tebrizî, gözü pek derviş coşkuyla varlık hakikatine dalıp o deryada sadakatle yüzüşünün başlangıç ahvalini şöyle anlatır: “Henüz ergenlik çağına girmemiştim. Aşk deryâsına daldım mı, hiçbir şey yiyemezdim; istekten kesilirdim, günlerce açlığa susuzluğa katlanırdım. Bir gün babam bana çıkıştı: ‘Oğlum, ben senin hâlinden bir şey anlamıyorum; bunun sonu nereye varacak? Bu davranışlar seni felâkete götürecek,’ dedi. Ben ona şu cevabı verdim: ‘Baba! Seninle benim, babalık ve evlâtlık münâsebetlerimiz neye benzer bilir misin? Bir tavuğun altına tavuk yumurtalarıyla beraber bir de ördek yumurtası koysalar; vakti gelince civcivler çıkar. Bu civcivler hep birlikte analarının arkasına düşüp giderler. Yolda bir göl kenarına rastladıklarında, ördek yumurtasından çıkan civciv, hemen kendisini suya atar. Bunu gören tavuk, eyvâh yavrum boğulacak der ve çırpınmaya başlar. Hâlbuki ördek yavrusu neşe içinde yüzmektedir. İşte seninle benim aramdaki fark da böyledir.”Şemsi Tebrizî, Makâlât.
****
28.Dirilirler dirilirler gelirler” diyen Karacaoğlan bakın ne söyler:
“Üryan geldim gene üryan giderim Ölmemeye elde fermanım mı var Azrail gelmiş de can talep eyler Benim can vermeye dermanım mı var”
“Ete kemiğe büründüm.
Yunus diye göründüm.”(Yunus Emre)
Şu hâlde Rahmani Nefes’in merhametine haiz bir söz için harici her türlü kanaat ve beklentiden kaçınmak gerekir. Bir tür zekâ, akıl, bilgi hattı bilim ve mantık iştihasına kapılmak hakikat izinin kendini geri çekmesine sebep olur.
Öyle bir kelime olmalı ki, hem sesi, hem görüntüsü, hem tınısı olmalı. Kelime işitilip, hissedilip görülünce kâinatın tenine, tinine değmiş gibi olmalı. Varlığı başlatan o sonsuz, sonrasız sesin bahşettiği temaya tutunmalı. İşte bu kelimenin kendisini değiştirmeden yer alabileceği tek yerdir şiir. Söylenen her kelime şiirden eksiltir, 0 “tek kelime” belirinceye dek.
“Değil mi ki bir şey kırar hayalin kolunu kanadını
Ezer her türlü kavrayışı da temessülü de,”117
Varlık’m can bağışlayan rüzgârı hiç kesilmemelidir. Şayet kesilirse insana ait tüm söylenmelerin katmanları insanın üzerine çöküverir. Bazen söylenmelerin sızlanan sünepeliği o rüzgârı kesmek ister. Gaflet uykusundayken çıkagelir Varlık teneffüsü; söylenmelerle dokunan bilgelik perdesini yıkmak için. Söylenmelerin bilge gafletine bir can vuruşu gerekir“. Öze özün bir parçasıyla, söylenmeye kelamın içinden bir vurguyla vurmalıdır. Bu, sözü, kelamın can veren söyleyişine, şiirin teneffüsüne döndürecektir.
Ve işte; o delişmen şiirle coşmalı, öyle yürekten, öyle gür çağırmalı ki Hasretliğimizi/Yâri; her şey önümüzde işte, her şey yerli yerinde.
Hayâl ilminin bir suretler ilmi ve bağlanma vasıtası olduğunu söyleyen İbn Arabî devamla şöyle der: “Duygular o âleme yükselir, mânâlar o âleme iner; bu, vatanından kesinlikle ayrılmaz; her şeyin meyvesi oraya gelir. O, bir iksir sahibidir; mânânın üzerine o iksiri taşır ve hangi sureti dilerse, mânâyı o suretle somutlaştırır […] Tam bir tasarrufla müşahede edilen bir âlemdir. Cisimlerle mânâların kaynaştırılıp birleştirilmesi ona aittir.”16
İnsan yalınlıkta bulmalıdır kendini. Yalınlık, kendin kadar olmaktır. Kendindeni saçmak, cümle âleme açık olmaktır. Paylaşmak, mütekabiliyet ve herkes için rahmet isteğidir. Kendinle olmanın, kendinde olmanın zenginliği ve zevkidir.
İnsan arta kalandır. Yaptığından, söylediğinden, yazdığından arta kalan. “Arta kalan” fazlalıkların hepsi çıkarıldığında, düşüldüğünde kalandır. Arta kalan, bir eşlik edişte, denklikte, eşlik edişi netleştirecek denkliğe ulaştıran çıkarımdır, eksiltmedir. Arta kalan, tüm gereklilikler, lüzumlu olanlar yerine koyulduktan sonra kendinde bulunandır. Arta kalan, bütünleyen, tamlığa ulaştıran, o şeyi yalnızca kendi kılan, hâkim olduğunda kendini gösterendir. Arta kalan, insan insan olarak kaldığında “insan kalan”a varan, ona eren aşk ve sanattır, oyun ve çağrıdır. Arta kalamayan insan”kendine” eksik kalandir.
Şiir bizden ne ister? “Temiz bir kalp” ister. “Temiz bir kalp” bir çırpıda söyleniverecek bir hâl değildir. Asliyete sadakat gerektirir. Fıtrata, varoluştan taşıdığımız “kendilik hakikati”ne uygunluk içinde olmaktır. Kalp kendine ait olan, asli olandan başka bir şey barındırmadığında temizdir. Kalp, akıl dâhil insanı insan kılan her şeyin mahallidir. “Akledecek [olan] kalp”tir, [Kur’an; Hacc, 46], görüşü keskinleştirecek olan odur, kalp körleşirse [Kur’an; Hacc, 46] insan olmanın bütün imkanları yitirilmiş demektir.
Bilinmeyenden gelen göçmen kuşlar olarak sıla hasretiyle yanıp tutuşanlar için “kendini bilmek” arzusu hep işlerlik hâlinde aslında. Lakin “kendini bilmek,” arzusunun insanı inşa konusunda kilit rolü oynayan bir ilke olduğunu öne sürmek durumunda bile, bunu yaşadıklarından gelir-gider hesabıyla bir “benlik” oluşturmak şeklinde tasavvur etmenin kişiyi “kendi” olmaya götüreceği şüphelidir.
“Bilgil kim Hak sübhanehu ve te’alâ bu âlemleri halk etmek diledi. Evvel bir taş cevher yaratdı, ululuğu yerlerden ve göklerden yüce idi. Pes diledi ki yerleri ve gökleri yarada. Ol taşa nazar eyledi. Ol taş, Hak hazreti heybetinden harekete gelip eridi, su oldu. Çalkandı, mevclendi, köpüklendi. Duhanı ve buharı çıkdı havaya girdi. Yeller peydâ oldu. Hak te’alâ ol buhardan gökleri yaratdı, biri biri üzerine yedi kat eyledi ve ol köpüğü dondurdu, yerleri yaratdı ve ol mevcleri dağlar, dereler, tepeler eyledi. Ol yelleri cem eyledi suyun altına kodu….” [Yazıcıoğlu Ahmed-i Bîcân,Dürr-i Meknûn, Çevirimyazı ve Notlar: Necdet Sakaoğlu, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1999, s. 23.]
Ben ormanın iniltisi, dalgaların sesiyim.
Ben direk, dümen, süvari ve gemiyim.
Ben geminin parçalandığı kayayım.
Ben kuşçu, kuş ve tuzağım…
Ben resim, ayna, ses ve aks-i sadâyım.
Ben sükût, düşünce, dil ve sesim.
Ben neyin sadâsıyım.
Ben insanın rûhuyum.
Ben taşlarda kıvılcımım.
Ben madenlerdeki altın damarıyım.
Ben gül ve gülün hayran bıraktığı bülbülüm.
Ben tabib ve hasta, zehir ve ilacım.
Tatlılık ve acılık, bal ve zakkumum.
Ben şehir ve muhafızı, muhasırı ve duvarıyım.
Ben bütün varlıkların zinciri,
âlemlerin dâiresi,
yaratılmışların mertebesiyim.”
Mevlâna
****
39.Şu benim dîvâne gönlüm,
Yine hûbdan hûba düştü.”
Kul Yusuf
(40) “Ey oğul, bağı çöz, özgür ol!”
Mevlâna
Bilgi, her şeyi bir çırpıda gördüğümüz, her şeyin “bizim gördüğümüz”den ibaret olduğu duygusuna da kapatabilir insanı. Kendi görmesine odaklanan, görüşe sunulanı görüşe sunuluşuyla neyse o olarak görme basireti olan‘ n‘azar”dan uzaktır. İnsani basireti“ ‘cehaletten kurtulmak, bilgiyi istemek, ” gibi makul gerekçelerle ve hiç hissettirmeden elden alıp görüşü körleştiren ve eşyanın hakikatini neyse o olduğuyla fark ettirecek “görü”den [düşünme, nazar] uzaklaştıran “kör şeytan” işte budur.
*****
189. Kur’an; Hicr, 22.
190. Dâvud El-Kayserî, Ledünnî İlim ve Hakiki Sevgi, çev.: Prof. Dr. Mehmet Baylidar, Kurtuba Kitap, İstanbul 2011, s. 35.
İnsan yalınlıkta bulmalıdır kendini. Yalınlık, kendin kadar olmaktır. Kendindeni saçmak, cümle âleme açık olmaktır. Paylaşmak, mütekabiliyet ve herkes için rahmet isteğidir. Kendinle olmanın, kendinde olmanın zenginliği ve zevkidir.
İnsan arta kalandır. Yaptığından, söylediğinden, yazdığından arta kalan. “Arta kalan” fazlalıkların hepsi çıkarıldığında, düşüldüğünde kalandır. Arta kalan, bir eşlik edişte, denklikte, eşlik edişi netleştirecek denkliğe ulaştıran çıkarımdır, eksiltmedir. Arta kalan, tüm gereklilikler, lüzumlu olanlar yerine koyulduktan sonra kendinde bulunandır. Arta kalan, bütünleyen, tamlığa ulaştıran, o şeyi yalnızca kendi kılan, hâkim olduğunda kendini gösterendir. Arta kalan, insan insan olarak kaldığında “insan kalan”a varan, ona eren aşk ve sanattır, oyun ve çağrıdır. Arta kalamayan insan”kendine” eksik kalandir.
“Cânıma bir merhaba sundu ezelde çeşm-i yâr
Şöyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim!”
Bu mestaneliğe canhıraş yangısını sunar Mehmet Akif:
“Ezelden âşinânım ben, ezelden hem zebânımsın
Berâber ahde bağlandık, ne olsan yâr-ı cânımsın
Ne olsam zerrenim, kalbimde hâlâ çarpar esrârın
Gel ey cânân, gel ey can, kalmasm ferdâya dîdârın.”
“Bir aşk oluver[miş]di[r] aşinalık.”92 O latif sesi, o sevgi ve merhameti arayarak başsız, ayaksız dönüp duruyoruz yeryüzünde şimdi çevgan topu gibi. Bütün insanların isteği fıtrattan gelen bu mutluluk, biraz güven ve biraz neşedir. Her şey böyle başlar. İstediğimiz şey[ler] yön verir hayatımıza. Başlangıcın derunumuzdaki sevki ve çocukluğun fıtri bilgeliğiyle her yere, her şeye koşturur, hep o çağrıyı işitip söyleşmek için yaşar dururuz. Koşuşturduğumuz, değdiğimiz, dokunduğumuz, gördüğümüz, işittiğimiz… Her şey o ezelî sesin insan kılan tınısını değirir kulaklarımıza; her şahitlik fer olur gözlerimize, hatıramızdaki her hayal, her imge aidiyetimize sadakatle insanlık durumumuzu perçinleştirir ve söyleşmenin cevşeni, insaniyet kollayıcısı şairane ikamet sürer yeryüzünde.
“Bir çağrı ulaştı Hiçliğe: Evet Evet (Belâ) dedi Hiçlik
Adımımı o tarafa atacağım, taze, yeşil, kıvançla!
Elest’i duydu; koşarak sarhoş geldi,
Hiçlik idi de lâlelerde, söğütlerde, fesleğenlerde Varlık oldu.”
“Kâinatın harflerini oku
Çünkü biz de bir zamanlar yüce harfler idik
Şimdi aşağıya indik
Kâinatın harflerini oku
Zira bu harfler sana
Okunmak üzere gelmiş birer mektuptur.”
0 Yorumlar