Prof.Dr.Zekeriya Güler – Hadis Günlüğü ”Alıntılar”

select-189x300 Prof.Dr.Zekeriya Güler - Hadis Günlüğü ''Alıntılar''
Bir İhtisas Dalı Olarak Hadis

İçinde bulunduğumuz asırda, ihtisaslaşma hızla yayılmış ve “ihtisâsa hürmet esastır” anlayışı saygınlık kazanmıştır. Şüphesiz bu durumun bir takım avantajlar yanında dezavantajlar yaşadığı ve yaşattığı görülmüştür, görülmektedir.

Araştırma sâhası dışına çıkarak konuşan veya yazan eski-yeni nice âlimlerin müşkil ve gülünç duruma düştükleri çok olmuştur. “Adam, ihtisâsı dışına çıkıp konuştuğu zaman işte böyle acâib-garâib şeyler söyler!”53 diyen meşhur hadis âlimi İbn Hacer Askalânî (v. 852/1448) bu noktaya işaret eder. Onun, Kirmânî (v. 786/1384) gibi bir hadis âliminin hadis usûlü ile ilgili yaptığı teknik bir hata üzerine bu serzenişte bulunduğu düşünülürse, konu daha da bir önem kazanıyor demektir.

Muhammed Hamîdullah’ın (v. 2002) yaptığı şu tesbit ve mukâyese gayet yerindedir:“Nasıl tababet, mimari, fizik vs. uzun bir çıraklık isteyen ihtisas kolları ise, din ve hukuk için de mesele aynıdır. Bu mevzuda da ne maceraperestlere ne de amatörlere salâhiyet tanınır”54.

Erol Güngör (v. 1983) tarafından yapılan şu sosyolojik tahlil de aynı noktayı vurgular:“Ulemânın taşlaşması karşısında uzun yıllardan beri dinle ilgili konularda herkes kendini söz sahibi görmeye başlamış, belki buna mecbur olmuş bulunuyor. O kadar ki, Türkiye’de eski yazı bilen kimseler bile kendilerini İslâmiyet üzerinde salâhiyetli görmeğe başlamış, üstelik yeni nesiller onların gerçekten birer din mütehassısı olduğu fikrine kapılmıştı. Ulemâ sınıfının say gıdeğer bir sosyal grup olarak aramızdan çekilmesinden bu yana sâdece eli kalem tutan değil, ayağı iktidarda olan politikacılar da birer din reformcusu veya müctehid hüviyetinde ortaya çıkmaya tereddüt etmediler”55

****

53 İbn Hacer, Fethul-Bârî, III, 683. Mısırlı hadis ve fıkıh âlimi Ahmed Muhammed Şâkir (Kelimetü ’l-hakk, s. 131), bu cümleden “hakîmâne bir söz, eşine nâdir rastlanan bir hikmet” diye sözeder.

54 Hamîdullah, Kuran Tarihi, s. 34. Dilimizde “ne … ne…” den sonra gelen fiil olumlu olarak kullanılır. Nakil yapılan tercüme eserde “tanınmaz” şeklinde olumsuz geçmesine rağmen burada “tanınır” şeklinde verilmesi uygun görülmüştür.

55.Güngör, îslâmın Bugünkü Meseleleri, s. 239-240.

—————————————
Sünnetin Fonksiyonu

Hadis ve sünnetin, Kur’ân-ı Kerîm karşısında başlıca dört fonksiyon icra ettiği kabul edilir: Tekîd, tebyîn, teşri ve tatbik. Muhaddislerin de içinde bulunduğu âlimler arasında kabul gö ren bu tasnifin özetle açıklanmasında fayda vardır.

a) Te’kîd: Hadis ve sünnetin, perçinlemek, desteklemek ve altını çizmek anlamına gelen bu vazifesi, Kur anda zikredilen bir hüküm ve muhtevayı aynı veya benzer mânaya gelen ifadelerle vurgulamaktan ibarettir.

Mesela Kuran, “Birbirinizin mallarını haksız şekilde yemeyin!”49 talimâtını verir. Rasûl-i Ekrem de “Hiçbir Müslümanın malı, kendi gönül rızası olmadan helâl olmaz”50 buyurarak ilgili âyeti te’kit ve teyit etmiş olur.Bu fonksiyon, sünnetin Kuranın muhatapları üzerinde icra ettiği eğitime yönelik tesir bakımından değerlendirilme-lidir.

b) Tebyîn: Sünnetin, Kuran’da geçen bir hükmü ihtiyaca binâen açıklaması demektir. Namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetlerin tatbik şeklini açıklayan hadisler, sünnetin bu vazifesini gösterir.

Yukarıda verilen rivâyette görüldüğü üzere, Rasûl-i Ekrem’in, âyetinde geçen zulüm kelimesinin şirk mânasına geldiğini söyleyerek tefsir etmesi, bu madde ile alâkalı bir misaldir. Buna banzer misaller hayli fazladır. Zaten, sünnetin fonksiyonu daha çok tebyin sâhasında göze çarpmaktadır.

İmam Ebû Hanîfe’nin (v. 150/767) “Eğer sünnet olmasaydı, hiçbirimiz Kuranı anlamazdık!” şeklindeki sözü, sünnetin daha ziyade bu kısmıyla alâkalı olmalıdır.

c) Teşri: Kur anın hiç temas etmediği, herhangi bir hüküm veya düzenleme getirmediği bir mevzuda sünnetin hüküm ortaya koyması demektir.Mesela nineye ve baba tarafından akrabaya düşecek miras, alkollü içki kullanana verilecek ceza, yırtıcı hayvanların, karga ve şahin gibi tırnaklı kuşların etlerinin haram olması, şüf’a hakkı ile ilgili hükümler bizzat sünnet tarafından belirtilir. Halbuki bu mevzuların hiçbirisi Kur’an’da yer almaz.

Esasen Rasûlullah’ın (s.a.v), Yüce Kur’an’ın umumî prensipleri ışığında bir şeyin helâl-haram olup olmadığını söyleme salâhiyeti yine Kuranın şu açık beyanına dayanır:“O Peygamber onlara temiz ve hoş şeyleri helâl, pis ve çirkin şeyleri haram kılar”51.

d) Tatbik: Hz. Âişenin ifadesiyle, “Ahlâkı Kuran olan Hz. Peygamber”, hep Kur an ile hemhâl olmuş, onun iman, ibadet ve ahlâk esaslarını hayat tarzı olarak uygulamış ve ümmetine örnek olmuştur. Muallim Nâcî (1849-1893), Rasûlullah’ın (s.a.v) Kuran ile olan münasebetini şöyle terennüm etmiştir:

“Hüsn-i Kurân’ı görür insan olur hayrân sana
.Dest-i kudretle yazılmış hilyedir Kur’ân sana”.

49 Bakara 2/188

50 Ebû Dâvud, Menâsik, 56.

51 A’râf7/157

—————————————

Aslında Rasûlullah’a (s.a.v) âidiyeti kesin olarak tesbit edilen bir hadisin son tahlilde Kuran ile tezat halinde olması mümkün değildir. Kurana rağmen yani, onun esaslarına muhalif düşecek şekilde sünnetin bir beyanda bulunması veya bir hüküm koyması düşünülemez…

Ne var ki, Kur’an-sünnet münasebetinde, İlâhî murâdın ve nebevi maksadın tam olarak tesbit edilmesi gerekmektedir.Görünüşte aralarında zıtlık bulunan bazı âyet ve hadislerin, mâna ve maksatlarının keşfedilmesiyle birlikte onların problem olmaktan çıktıkları görülür.

Hadis âlimi îbn Huzeyme’nin (v. 311/923) özgüven yüklü şu mesajı, bu yüzden anlamlı olmalıdır: “Rasûlullah’tan sahih isnadla birbirine zıt iki hadis rivâyet edildiğini bilmiyorum. Kim böyle iki hadis biliyorsa, getirsin de aralarını telif edeyim!”.

Hz. Ömer’in, Kur’an’ın müteşâbih âyetleri karşısında izlenecek yönteme dair şu uyarısı da unutulmamalıdır:“Sizinle Kur’an’ın müteşâbihlerini tartışacak insanlar gelecektir. Onları sünnetlerle durdurun (ilzam edin). Zira sünnet ashâbı (ehl-i hadîs) Allah’ın kitabını daha iyi bilmektedir”(Dârimî, Mukaddime, 17.)

—————————————

Sünnetin sahibi olan Hz. Peygamber, Kuran vahyini Yüce Allah’tan alan, onu ümmetine ulaştıran (mübelliğ), açıklayan (mübeyyin-müfessir), öğreten ve eğiten (muallim-mürebbî) bir elçidir. Son İlâhî mesaj, onun şahsiyetinde tecessüm etmiş, hayata geçirdiği vahiy sâyesinde o canlı bir Kuran, insanlık için bir örnek ve model olmuştur.Bu itibarla, “Peygamber dinlenmeden ve onun sünnetine tâbi olunmadan İslâm’ı yaşamak” iddiası, hiçbir değeri olmayan yanlış bir düşüncedir. Elçisiz ve sünnetsiz bir İslâm tasavvuru mümkün değildir.

Allah Teâlâ, “Ey insanlar! Sizi de sizden evvelkileri de yaralan Rabbinize ibadet edin”29, “Ey iman edenler! Allah’tan korkun, sizi O’na yaklaştıracak vesile arayın”30 ve “Allah nezdinde sizin en üstün olanınız, en takvâlı olanınızdır”31 buyurur. Bu âyetlerde, Allah’a yaklaştıran ibadet ve takvânın mahiyeti şüphesiz Rasûlullah (s.a.v) tarafından açıklanabilir.

Yine Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen namaz, oruç, zekât ve hac ibadetlerinin yerine getiriliş şekli, kabir/ berzah hayatı, düzenli ve huzurlu bir aile hayatı için gerekli ölçüler ve davranış biçimleri, Rasul-i Ekrem’in sünnetiyle öğrenilebilir. Ayrıca, sosyal, idârî ve ticârî ilişkileri düzenleyen birçok hüküm ve prensip hakkında geniş bilgi, yine sünnet sayesinde elde edilebilir.

29.Bakara 2/21
30.Mâide 5/35
31 Hucurât 49/13

—————————————
Sünnete Duyulan İhtiyaç

Muâz b. Cebel’in (r.a) ashabından rivâyet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.v) Muâz’ı görevli olarak Yemene göndermek istediğinde şöyle buyurdu:

-Muâz, önüne bir dava geldiğinde nasıl hüküm verirsin? Muâz,

-Allah’ın kitabı ile hüküm veririm, dedi. Rasûlullah (s.a.v),

-Peki Allah’ın kitabında bulamazsan? suâlini sordu. O,

-Rasûlullah’ın sünnetiyle, cevabını verdi. Rasûlullah (s.a.v),

-Peki Allah’ın kitabında da Rasûlullah’ın sünnetinde de bulamazsan? deyince Muâz,

-O zaman reyimle ictihad ederim ve bundan geri durmam, dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) onun göğsüne vurdu ve şöyle buyurdu:

-Rasûlullah’ın elçisini, Rasûlullah’ı hoşnut eden şeye muvaffak kılan Allah’a hamdolsun!

Ebû Dâvud, Akdıye, 11; Tirmizî, Ahkâm, 3; Dârimî Mukaddime, 20; Ahmed b. Hanbel, V, 230, 236, 242.

—————————————
Hadis İlminin Gayesi
Hadis ilminin gayesi, sahih/ sâbit olanını olmayandan tefrik etmek ve Hz. Peygamber’i kendisine yapılan yakıştırmalardan tenzih etmektir. Bu demektir ki, hadis ilminin asıl hedefi, doğru olan rivâyeti tesbit etmek ve onu sağlıklı biçimde uygulamaya hazır hale getirmektir. Yani nakledilen sözün Rasûl-i Ekrem’e diyetini ortaya koymak; ait ise gereğini, mâna va maksadını tesbit etmek, ait değil ise, söylemediği bir sözü Rasûl-i Ekrem’e isnad etme cinayetinden sakınmak ve sakındırmaktır. Hadis ilmi, kendisine bağlı bütün disiplinlerle birlikte işte bu gayeye hizmet eder.Müekked sünnet hatta farz-ı kifâye olarak görülen hadis ilmindeki isnad sistemi, mes’uliyet duygusunun bir tezahürü olarak işte bu hizmeti gerçekleştirmek için doğmuş ve gelişmiştir.
—————————————
Hadis İlminin Şümulu

Hatîb Bağdâdî (v. 463/1071), hadis ilminin şümul sâhası hakkında şu bilgileri verir:

“Hadis, usûl-i tevhid, vaad-vaîd, sıfâtullah, cennet ve cehennem tavsifi, ehl-i cennet için hazırlanan mükâfat ve ehl-i cehennem için verilecek ceza, Allah’ın yerlerde ve göklerde yarattığı ilginç varlıklar, melekler âleminin sıfat ve mâhiyeti hakkında bilgiler ihtiva eder. Hadiste peygamberlerin kıssaları, zâhitlerin ve Allah dostlarının haberleri vardır. Edip ve hatiplerin vaazları, fakihlerin sözleri, Arap ve Acem meliklerinin siretleri, geçmiş ümmetlerin hayat hikâyeleri ordadır.

.Rasûlullah’ın (s.a.v) gazvelerinin ve seriyyelerinin açıklaması, verdiği hüküm ve fetvâları, konuşmaları, hutbe ve vaazları, mucizeleri, nübüvvetini gösteren her türlü hali ordadır. Hanımları, çocukları, damatları ve ashabı, onların faziletleri, ibretâmiz hatıraları, ahbâr ve menâkıbı, yaşadıkları ömürleri ve neseplerine dair bilgiler hep ordadır. Kur’ân-ı Azîm’in tefsiri, ondaki haber ve hikmetli zikri orada bulursun. Sahâbenin ahkâma dair sözleri ve bilâhare onlardan herbirinin sözüne kâil olan müctehid imamların ortaya koydukları bilgi yine ordadır”7.

Bu demektir ki, hadis ilminin konusu Hz. Peygamber’dir. Teknik tabirle bu, râvi (hadisi rivâyet eden) ile mervî (rivâyet edilen hadis) demektir. Hadis ilminin gayesi ise, bazı hadisçi- ler tarafından “iki cihan saâdetine ulaşmak” şeklinde özetlenir.

—————————————
Hadis lügatte, “söz, haber, sonradan olan, yeni” gibi mânalara gelir. Hadisin, terim olarak yaygınlık kazanmış olan tarifi ise, Rasûlullah’ın (s.a.v) sözü, fiili, takriri yani, sahâbenin yaptığını görüp de reddetmediği hareket ve davranışları (kabul, takrir ve tasvibi), yaratılışı (fıtrî-fizyolojik özellikleri) veya ahlâkı ile ilgili intikal eden her türlü bilgi demektir.
—————————————

Dinin, İslâm âlimleri arasında hüsn-i kabul gören şu tarifi hayli meşhurdur: “Din, akıl sahibi insanların kendi tercih ve ihtiyarlarıyla bizzat hayırlı olan şeylere götüren, buna bağlı olarak hem dünyada hem âhirette huzur ve saâdet bahşeden İlâhî bir kanundur”.

İslâm dininin, iki temel kaynağının birisi Kur’ân-ı Kerîm, diğeri ise Hadîs ve Sünnet’tir. Hatta sahâbe ve tâbiîn neslinin telakkisine göre hadis ilmi dindir. Şu söz onlara aittir: “Hadis ilmi demek din demektir. O halde dininizi kimlerden alıp naklettiğinize iyi bakın!”.

İbn Abbâs’tan (r.a) rivâyet edildiğine göre Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Beş şeyden evvel beş şeyi fırsat bil: Ölümünden evvel hayatını, hastalığından evvel sağlığını, iş ve meşguliyetinden evvel boş vaktini, yaşlılığından evvel gençliğini ve fakirliğinden evvel zenginliğini.
****

Hâkim, Müstedrek, IV, 306; Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, 1,48; Münâvî, Fey- dul-Kadîr, II, 16. Irâkî, hadisin senedinin hasen olduğu kanaatindedir.

—————————————

en-Nu’mân b. Beşîr’den (r.a) rivâyet edildiğine göre Rasûlul- lah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Birbirlerini sevmekte, birbirlerine merhamet etmekte ve birbirlerine şefkat göstermekte müminlerin durumu, insan bedenine benzer. Ondan bir uzuv rahatsızlandığında, bedenin diğer uzuvları uykusuzluk, ağrı ve ateşle ona ortak olurlar”

Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66; Ahmed b. Hanbel, IV, 270.

İnceleyin:  İslam Medeniyet Tarihinde İlim Yolculukları
—————————————

Abdullah b. Mesud’dan (r.a) rivâyet edildiğine göre Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Kalbinde zerre kadar kibir olan cennete giremez”.

Bir adam, “İnsan, elbisesinin güzel, pabuç ve ayakkabısının güzel olmasını ister/ sever” deyince, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu:“Allah güzeldir (cemîl), güzelliği (cemâl) ister/ sever. Kibir ise, hakkı kabul etmemek ve halkı aşağılamaktır”421
……

Hadis-i şeriften, sanatçının/ sanatkârın, sanat kabiliyetini meşru çerçevede ve mütevazı üslûpla toplumun fertleriyle paylaşması, hiçbir zaman kibir ve gurura kapılmadan sanat faaliyetlerini yürütmesi gerektiği mesajı anlaşılır. “Cemâle bakma kemâle bak” veya “Sûrete bakma sîrete bak” atasözünün çağrıştırdığı nüktelerden birisi de bu nokta olmalıdır.Bu yüzden günümüz dünyasında, fazla pohpohlanıp şımar- tıldığından ve asla kaldıramayacağı şöhrete kavuşturulduğun- dan, halkı aşağılayanların, dinî, millî ve mânevî değerleri hiçe sayanların, kadınlaşan erkek ya da erkekleşen kadın tabiatların sanatçı/ sanatkâr kimliğine sahip olamayacakları açıktır. Müslüman, edep ve ahlâk fukarâsı bu tipleri şu âyet-i kerîme ışığında değerlendirmek durumundadır:

“İnsanlar arasında çirkinliğin (hayâsızlık ve edepsizliğin) yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada da âhirette de çetin bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz”(Nur,19)

****

421.Müslim, îman, 147; Tirmizî, Birr, 61; Ahmed b. Hanbel, 1,399, IV, 133,134,151;Yahyâ b. Maîn, Târih, III, 25; îbn Hıbbân, Sahih, XII, 280.

—————————————

Abdullah b. Ömer’den (r.a) rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Herbiriniz birer çobandır ve herbiriniz güttüğünden sorumludur. Devlet adamı çobandır ve idaresi altında bulunanlardan sorumludur. Erkek, aile fertlerinin çobanıdır ve onlar dan sorumludur. Kadın, kocasının evinde çobandır ve çocuklarından sorumludur. Hizmetçi/ işçi, efendisinin/ işverenin malının çobanıdır ve ondan sorumludur. Adam babasının malının çobanıdır ve ondan sorumludur. Hâsılı herbiriniz birer çobandır ve sürüsünden sorumludur”

Buhârî, Cuma, 11, Ahkâm, 1, Nikah, 81; Müslim, imaret, 20; Ebû Dâvud, İmâret, 1, Tirmizî, Cihad, 27; Ahmed b. Hanbel, II, 5.

—————————————

Ömer b. es-Sâib’den rivâyet edilen şu örnek de dikkate şâyandır:“Rasûlullah (s.a.v) otururken süt babası çıkageldi. Rasûlullah hemen elbisesinin bir tarafını ona serdi ve üzerine oturdu. Sonra süt annesi geldi. Elbisenin öbür yarısını da süt annesine serdi ve üzerine oturdu. Daha sonra (erkek) süt kardeşi gelince de ayağa kalktı ve onu önüne oturttu”(.Ebû Dâvud, Edeb, 120.)

Kadın-erkek her Müslüman, Rasûlullah’ın (s.a.v) bu tabii hâlini, tevazu ahlâkını ve nezâket anlayışını önemli bir görgü kuralı (âdab-ı muâşeret) olarak benimsemeli ve sosyal hayatında uygulamalıdır. Gündelik hayatta, işi icabı devlet dairelerine uğrayan vatandaşlar, çoğu kez asık suratlı, sert tabiatlı ve işi formaliteye boğan memurlarla muhatap olabilmektedirler. Halbuki devlet memurları, her türlü alâka ve hizmete lâyık olan insanın ve toplumun işini yerine getirmekle yükümlü tutulan ve onlara hizmet etmeleri emredilen kimseler demektir.

Bilinmelidir ki, güç ve iktidarı ellerinde tutanlara yaltaklanmak, güçsüzlere ve zayıflara zorbalık etmek, hem ahlâkî bir zaaf, hem de ciddi bir şahsiyet problemidir.Bu yüzden, tayin veya seçimle iş başına getirilerek kendilerine geçici hizmet makamı emanet edilen, ancak ahlâkî olgunluğa erişemediğinden, varlık sebebini kendisine borçlu bulunduğu vatandaşın yüzüne bile bakmak istemeyen soğuk ve öfkeli idareciler, Rasûl-i Ekrem’in bu ahlâkına çok daha muhtaç durumdadırlar.

Gerçi, içgüdüye bağlı fıtrî (doğuştan gelen) ahlâk ve karakteri değiştirmek zordur. Ancak, insanın kendisini hesaba çekmesiyle, otokritikle, eğitimle, işgal edilen makamın geçici olduğunu, emeklilik veya ölümle dünyevî imkanın sona erdiğini düşünmekle, bir çok kötü alışkanlık ve olumsuz davranıştan kurtularak erdemli insan olması mümkündür.

—————————————

Mizahın, hiçbir zaman asıl gaye değil, mubah ve meşru bir vasıta olarak görülmesi gerekir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şu tesbi- ti, bu noktaya işaret etmesi bakımından kayda değer nitelik taşır:

“Mizah, meslek olmamak şartıyla güzeldir. Onu her şeyin yerine koyduğunuz zaman, kâinat bir sırıtmadan ibaret kalır”.

“Latîf olsa latife hoştur elbet,
Velâkin hâriç olmaya edepten”.

—————————————

Yaşlı bir kadın Peygamber’in (s.a.v) yanına gelerek, “Yâ Rasû- lallâh! Beni cennete koyması için Allah’a dua et” dedi. Peygamber (s.a.v) ona “Yaşlı kadın cennete giremez” deyince, (latifeyi farkedemeyen) kadın üzülüp ağladı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), “Ona haber verin, yaşlı olarak cennete girmez. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Şüphesiz biz onları yepyeni bir hayatta tekrar var etmiş olacağız ve onları sevgi dolu, uyumlu bakire eşler olarak yaratacağız”385.

Rasûl-i Ekrem’in ve ashâb-ı kirâmın yukarıdaki söz, hareket ve davranışları, meşru ve makul çerçevede yapılan ölçülü şakalaşmaların mümkün olduğunu gösterir.Ne var ki, latifelerin kıymeti latif olmasıyla ölçülür. Aslı olmayan komik ve yalan sözlerle, vakarı yok eden yüz kızartıcı konuşmalarla veya müstehcen fıkralarla muhatapları dinlendirme veya eğlendirme düşüncesi, İslâm ahlâkıyla bağdaşamaz, bağdaşmamaktadır. Çünkü sınırı aşan ve aşırıya kaçan mizâh anlayışı kahkaha ile çok gülmeyi beraberinde getirir. Çok gülmek ise insanın gönül dünyasını zayıflattığı gibi, vakarını da yok eder. Nitekim şu hadis, bu noktaya ışık tutan uyarılardan birisidir:

“Yazıklar olsun, topluluğu güldürmek için konuşup yalan söyleyen kimseye, yazıklar olsun, yazıklar olsun!”386.

*****

385.Tirmizî, eş-Şemâil el-Muhammediyye, s. 117-118; Gazzâlî, İhya, III, 184.Âyet için bkz. Vâkıa 56/35-37. Haşan Basrî’den hadisi tnürsel olarak tahriç ettiğini söyleyen Irâkî, Îbnü’l-Cevzî nin el-Vefada. zayıf senedle Enes’den müs- ned olarak rivâyet ettiğini belirtir.

386.Ebû Dâvud, Edeb, 80.

—————————————

Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebî Tâlib’den (r.a) rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Kişinin mâlâyaniyi terk etmesi, onun Müslümanlığının güzelliğindendir”
***

Muvatta’, Husnü’l-huluk, 3; Tirmizî, Zühd, 11; îbn Mâce, Fiten, 12. Tirmizî, hadisin Ebû Seleme – Ebû Hureyre – Peygamber (s.a) tarikine yer verdikten sonra, ez-Zührî – Ali b. Hüseyin vasıtasıyla gelen tarikin daha sahih olduğunu kaydeder.

—————————————
Aç canavara karşı tahabbüb (muhabbet göstermek), merhametini değil iştihâsını açar. Hem de diş ve tırnağının kirasını da ister.(Said Nursi)
—————————————

Geniş imkan ve iktidar sahibi olduklarından çok harcayan ve çok tüketen kimseler, Hz. Ömer’in aldığı şu karardan bir ibret dersi çıkarmalıdır:

Ömer b. el-Hattâb (r.a), tereyağı ile ekmek yerken bedevi bir adamı sofrasına davet etti. Adam ekmeğini tabağın dibindeki yağa sürüp (iştahla) yemeye başladı. Hz. Ömer, “Sen katığı olmayan birine benziyorsun” deyince, adam “Vallahi şu zamandan beri tereyağı yemedim ve onun yenildiğini de görmedim” diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer, “Halk eski refah ve bolluk günlerine kavuşuncaya kadar tereyağı yemeyeceğim” dedi336. Ayrıca onların, yaklaşık elli yıl önce dile getirilen şu tesbit üzerinde düşünmeleri gerekir:

“Eskiden ekser İslâm aç değildi; tereffühe ihtiyar vardı. Şimdi açtır; telezzüze ihtiyar yoktur”337.

336.Muvatta’, Sıfatu n-Nebî, 10.

337 Saîd Nursî, a.g.e., I, 574.

—————————————

Mehmed Akif Ersoy’un, marifet (bilgi, talim) ile faziletin (eğitim, değer, terbiye) milletlerin maddî-mânevî gelişiminde vazgeçilmez bir kudret olduğunu dile getiren şu şiiri önemlidir:

“Çünkü milletlerin ikbali için evladım,
Marifet bir de fazilet…
İki kudret lazım. Şimdi, Âsim, bana müfrit de, ne dersen de,
Marifetten de cüdâ Şark, o faziletten de”.

—————————————
Ebû Hureyre’den (r.a) rivâyet edildiğine göre Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu:“Şayet ben (farz ı muhal) birinin birine secde etmesini emredecek olsaydım, kadının kocasına secde etmesini emrederdim”(Tirmizî, Radâ’, 10.)
…..
Kadının kocasına secde etmesi, hakikî mânada anlaşılamaz, anlaşılmamalıdır. Bu ifadenin, aile efrâdı için maddî-mânevî her türlü meşakkate katlanan kocaya saygının gereğini, ona itaat ve teslimiyetin değerini vurgulamak için kullanılan edebî bir sanat, son derece mübâlağalı bir üslup olduğu izahtan varestedir312. Hadisin tercümesinde, parantez içinde “farz-ı muhal” denilerek kayıtlama cihetine gidilmesinde, İmam Ebû Hanîfe tarîki yanında, bu nokta-i nazarın da rolü olmuştur.Kadını kocasının kölesi gibi görmek ve onun kocasına secde etmesini beklemek, fevkalâde yanlış bir düşüncedir. Allah Teâlâ’yı tazim ve tevhid konusunda hassas olan kadın-erkek hiçbir selef-i sâlihin hayatında böyle bir düşünce ve davranış sergilendiği görülmemiştir. Böyle bir hareketin tevhidi zedeleyeceği, onun rûhuyla bağdaşmayacağı ve akl-ı selîm sahibi insanı rencide edici bir uygulama olacağı açıktır.

Bahse konu olan hadis, İslâm dininin kadınlara kazandırdığı hakları istismar eden veya kendilerine tanınan hürriyet havasını kötüye kullanan kadınları uyarı özelliği taşımaktadır. Çünkü şirki kökten reddeden tevhid dini, mutlak kudret sahibi Allah’tan başka bir varlığa secde edilmesini yasaklamış, birer fani varlık olan insanların birbirlerine secde etmelerine izin ver memiştir. Bu itibarla, hangi makamda olursa olsun diri veya ölü hiçbir insana/ mahlûka kadın veya erkek bir müminin secde etmesi, tezellül derecesinde, iki büklüm vaziyette izzet ve şerefini düşürmesi kabul edilemez.

Rasûl-i Ekrem’e nisbet edilen tabirle, “Mü minin, kendini zelil etmesi yakışık almaz”313. Kemâl-i inkıyâd anlamında secdeye layık olan varlık, ancak Allah Teâlâ’dır. Mutlak kudret sahibi Rabbimiz ve Onun Elçisi hiçbir kadının kocasına secde etmesini emretmediği gibi, bunun yapılmasına da izin vermemiştir.

Rasûlullah (s.a.v) bahse konu olan hadisiyle, kadınların kocalarını mutlu etmeleri, onların meşru taleplerini yerine getirmeleri ve onlarla iyi geçinmeleri gerektiği mesajını vermektedir. Nitekim içinde yine “secde’nin söz konusu edildiği başka bir hadisin sonunda şu cümle yer alır:

“Canımı elinde tutan Allah a yemin ederim ki, kadın kocasının hakkını yerine getirmedikçe Rabbinin hakkını yerine getirmiş olmaz”314.

Hadis-i şerifin sonunda kocaya secdenin (itaatin) gerekçesi olarak zikredilen “Çünkü Allah kadınlar üzerine kocalar için bir hak koymuştur” ifadesi, şu âyet-i kerîmeye işaret etmelidir:

“Erkekler, kadınların sorumlu yöneticisi ve koruyucusudur. Zira Allah insanlardan kimini kimine üstün kılmıştır. Ayrıca erkekler (eşlerine) mallarından harcamaktadır. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır”315.“Kadınlar, erkeklerin benzerleri ve öteki yarılarıdır”316 hadisi, evliliğin nihâî gayesinin, iki insanın huzur ve saadeti olduğunu düşündürür.

Evlilik kurumu, huzur ve saadetin köklü ve devamlı olabilmesi için eşlerden karşılıklı fedakârlık bekler. Tencere kapağa denk gelsin diye hep kadından fedakârlık istemek bir zulüm olduğu gibi, tek taraflı olarak kadının kocasını mutlu etme ve ona itaat etme görevi ileri sürülerek bunun “Allah’ın emri” olduğunu söylemek de apaçık bir istismar olur. Erkek de “Allah’ın emri” olarak karısını mutlu etmekle görevlidir.

Evlilik kurumunun sağlıklı yürüyebilmesi, her iki tarafın birlikte göstereceği anlayış ve nezakete bağlıdır.Asr-ı saâdetten bu güne ışık tutan şu beyanlar, iyi bir Müslüman kadının, kocasının maddî-mânevî başarısına ve kazancına önemli ölçüde katkı sağladığını göstermektedir:Ashâb-ı kirâmdan Sevbân (r.a) diyor ki: “Altın ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlara elem verici bir azabı müjdele!” âyeti nazil olduğunda Rasûlullah (s.a.v) ile beraber bir yolculukta bulunuyorduk.

Sahâbeden bazıları, “Âyet, altın ve gümüş hakkında indirildi. Hangi malın daha hayırlı olduğunu bilseydik de onu edinseydik!” deyince, Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:“En hayırlı mal (değer), zikreden bir dil, şükreden bir kalp ve imanı hususunda mümine yardımcı olan sâliha bir eştir”317.

“Allah kime sâliha bir kadın nasip ederse, dinin yarısında (bireysel ve toplumsal hayatta dinin hükümlerini uygulamada) ona yardım etmiştir. Artık diğer yarısında da Allah’tan korkup sakınarak görev ve sorumluluklarını yerine getirsin”318.

İnceleyin:  Medeniyet Olarak Sanat

******

312 Bkz. Aliyyü’I-Kârî, Mirkât, VI, 401; Mübârekpûrî, Tuhfetu’l-ahvezî, IV,323

313.Tirmizî, IV, 522; İbn Mâce, II, 1332; Ahmed b. Hanbel, V, 405.

314 İbn Mâce, Nikah, 1.

315 Nisâ4/34

316 Ebû Dâvud, Tahâret, 95; Tirmizî, Tahâret, 82; Dârimî, Vudû, 76; Ahmed b. Hanbel, VI, 256.

317 Tirmizî, Tefsir, 9; İbn Mâce, Nikah, 5; Ahmed b. Hanbel, V, 278.

318 Hâkim, Müstedrek, II, 175.

—————————————
Muhammedün beşerun lâ ke’l-beşer,
Bel huve ke’l-yâkûti beyne’l-hacerBeyit şu mânaya gelir: “Muhammed bir beşerdir. Alelâde beşer gibi de değildir. Aksine O, taşlar arasında yâkut gibidir”.

—————————————

“Az da olsa devamlılık” anlayışı, aşırı hırs ve yersiz rekabetten uzak okuma alışkanlığı, ilim ve düşünce hayatında başarılı olmak için de geçerlidir. Tıpkı amel ve icraat gibi, okumak ve düşünmek de dâimi bir süreçtir. Şu uyarı dolu tesbitlerin burada dikkatlere sunulmasında fayda var:

“Büyük îslâm feylesofu îbn Sina, dünyaca meşhur olan Kitâbü’ş-şifâ’sını hergün, sabah namazından sonra Bağdat’taki bir caminin büyük kandili altında oturarak, kuşluk vaktine kadar, yani takriben iki saat çalışmak suretiyle vücuda getirmiştir. Meşhur İngiliz feylesofu Spencer, muazzam eserlerini, günde iki saat çalışarak yazmıştır. Her sene bin, bin ikiyüz sahifelik eser veren Fransız edibi Emil Zola’ya bu muvaffakiyetinin sırrını sormuşlar: Hergün yalnız üç saat çalışır ve yazarım demiş263. Çalış, fakat haris olma. Haris insan, ciğer bulaşmış eğeyi yalayan aç kedi gibidir, dilinden akan kanı yalar da bilmez. Çalış, daima çalış, fakat hırsı bırak. Zira hırs, verimli çalışmanın, sağlık ve saadetin düşmanıdır”264.

***

263.Başgil, Gençlerle Başbaşa, s. 68.

264 Başgil, a.g.e., s. 74.

—————————————
İlim hak ile bâtılın, doğru ile yanlışın tesbitinde mihenk taşıdır. Tahsil edilen faydalı ilim, sahibi için olduğu kadar canlı-cansız bütün varlıklar için rahmet ve bereket kaynağıdır. Faydalı ilim, insanın maddî-mânevî dünyasına katkı sağlayan ve pratik kıymet taşıyan bir nimettir. Faydasız bilginin ise, hafızaya yük olduğu hatta işe yarar bilgilerin unutulmasına yol açtığı bilinir. Bundan dolayı Rasûl-i Ekrem, “Allahım, fayda vermeyen ilimden sana sığınırım!”(Müslim)diye dua ederek ümmetine yol göstermiştir.
—————————————

Abdullah b. Ömer’den (r.a) rivâyet edildiğine göre Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu:“Kim Allah’tan başka bir gaye için ilim öğrenir veya onunla Allah’tan başka bir maksat peşinde olursa, cehennemdeki yerine hazırlansın!”(Tirmizî, îlim 6. Tirmizî, hadisin senedinin hasen-garib olduğunu söyler.)

AÇIKLAMA

“Rabbim, benim ilmimi artır!”120 âyetinin muhatabı olarak ilim yolcusu, mâhiyeti ne olursa olsun kazandığı ilim ve mesleği, bütün bir beşeriyetin maddî-mânevî inkişafı için seferber etmelidir. Allah’ın rızasına ermek, ancak bu niyet ve gaye ile gerçekleşir. Aksi halde ilim yolcusu, kendisini, söz konusu hadisin ifade ettiği tehdit karşısında bulur.

Şüphesiz bu şuur haliyle tahsil edilen ilim, hayatı anlamlı kılacak, sahibine hizmet ve tevazu ahlâkını kazandıracak ve ona “Her bilgi sahibinin üstünde bir bilen vardır”121 ve “İşte siz böyleşiniz. Haydi, bildiğiniz konular üzerinde çekişip dururdunuz. Peki bilmediğiniz şeyler üzerinde ne diye çekişiyorsunuz? Halbuki Allah bilir, siz bilmezsiniz”122 âyetlerinde ifadesini bulan haddini bilme edebini öğretecektir.
….

****

120 Tâhâ 20/114

121 Yûsuf 12/76

122.Âl-i îmrân 3/66

—————————————

Açıktır ki, eğitimin gayesi insanı en mükemmel şekilde yetiştirmek ve onu insan yapmaktır. Dinin, “akıl sahibi insanların kendi tercih ve ihtiyarlarıyla bizzat hayırlı olan işlere sevkeden, buna bağlı olarak hem dünyada hem âhirette huzur ve saadet bahşeden İlâhî bir kanun” şeklindeki tarifi hayli meşhurdur. Bu tarifte görüldüğü gibi din eğitimi, insanın insan üzerine hâkimiyet kurma girişimini kökten reddeder.

“Dünyadaki bütün kötülüklerin temeli” diyor Mevdûdî (v. 1979), “doğrudan veya dolaylı olarak, insanın insan üzerine hâkimiyet kurmasıdır. İnsanlığın bütün felâketlerinin sebebi bu idi ve şimdi de aynı şey insanlığa hadsiz hesapsız sefâlet getirmiş bulunan bahtsızlıkların ve kötülüklerin başlıca sebebi olarak durmaktadır. Allah elbette ki insan tabiatının bütün sırlarına vâkıftır. (…) Tarih bize hiçbir şüpheye yer vermeden gösteriyor ki, eğer Allah’a inanmazsanız, düşünce ve davranışlarınızda onun yerini sun’î bir ilâh alacaktır”118

118 Güngör, İslâmın Bugünkü Meseleleri (Ebu’l-A’lâ el-Mevdudî, Islâm’da Siyaset Anlayışı başlıklı ek), s. 291-292.

—————————————

Abdullah îbn Mes’ûd (v. 32/652) der ki:

“Sahâbe, kalp yönünden ümmetin en iyisi, ilim bakımından en derini ve (davranış açısından) insanların en külfetsizi idi. Siz âlimleri çok, hatipleri (çok konuşanları, kıssacı ve lafazanları) az olan bir devirde yaşıyorsunuz. Sizden sonra âlimleri az, hatipleri çok olan bir zaman gelecektir. Kimin ilmi çok, konuşması da az olursa o memduhtur, her türlü övgüye ve takdire layıktır. İlmi az olduğu halde çok konuşan kimse ise mezmumdur, yergiyi ve tenkidi hak etmiştir”109.

Şu selef sözü de tahsil ettiği ilmi hayata geçirmesi gerekirken, lüzumsuz polemik yapan, münakaşa ve cedele dalan kimsenin hayırsız olduğunu öğretir:

“Allah bir kuluna hayır dilediğinde ona amel kapısını açar ve cedel kapısını kapatır. Allah bir kuluna şer dilediğinde de ona amel kapısını kapatır ve cedel kapısını açar”110.

Rasûl-i Ekrem, “Allah, hakkında hayır dilediği kimseye dinde derin bir anlayış verir”111 buyurarak İslâmî ilimlerde derinleşmenin önemine dikkat çeker.

*****

109 îbn Receb, Fadlu ılmi’s-selef alâ ılmi’l-halef, s. 41.

110 îbn Receb, a.g.e., s. 34.

111 Buhârî, İlim, 10; Müslim, İmaret, 175; Tirmizî, îlim 4; îbn Mâce, Mukaddime, 17.

—————————————

Hadisin bazı tariklerinde geçen “Çin’de de olsa ilim talep ediniz” kısmı ise, cerh-ta’dîl otoritelerinin neredeyse hepsi tarafından mevzû/ asılsız kabul edilir. Beyhakî (v. 458/1065)106 gibi onun zayıf olduğu görüşünde olan muhaddisler de vardır.

Şüphesiz bu noktada, “Hikmetli söz müminin yitiğidir. Nerede bulursa onu almaya daha layıktır”107 hadisinin dikkate alınmahalk arasında meşhur fakat kaynak değeri tartışmalı olan “Çin’de de olsa ilim taleb ediniz” tarzındaki haberi tekrarlayıp durmaktan çok daha güzel olacaktır. Kaldı ki, mâna itibariyle hikmet hadisi ondan daha şümullüdür.

****

107.Tirmizî, İlim, 19; İbn Mâce, Zühd, 15. Râvilerden İbrahim b. el-Fadl el-Medenî el-Mahzûmî, zabt yönüyle zayıf görüldüğünden hadisin senedinin hasen olduğu anlaşılır.

—————————————

İstikâmet, sırât-ı müstakim üzere olmak; sebatla doğru yolu izlemek, tevhidden sapmamak ve Allah’a kulluğu ilke olarak benimsemek demektir. Sırât-ı müstakim, Muhammed ümmetini diğer din mensuplarından, diğer felsefî ve ideolojik akımlardan farklı kılan en önemli niteliktir. Şüphesiz bu nitelik, sağa sola yalpalamadan apaçık ve berrak şer’î-ahlâkî çizgiyi takip etmekle korunabilir.

Hüsn-i niyet, doğru ve dürüst muamele, büyük günahlardan kaçınmak ve küçük günahlarda ısrar etmemek gibi hususlar, istikametin temel unsurlarıdır.İstikâmet hususunda gerekli titizliğin gösterilmemesi halinde ise savrulma (inhiraf ve ilhad) gibi olumsuz gelişme yaşanır. İlhad, hak ve istikâmetten sapmak demektir. Bu da doğrudan küfür olmamakla beraber, dolaylı olarak inkâra götüren bir harekettir.

—————————————

İnsan, ruh ve beden olmak üzere mâna ile maddeden meydana gelmiştir. Hava, su, ekmek gibi zarurî ihtiyaçlar, onun biyolojik varlığı için neyi ifade ediyorsa, iman, ibadet ve irfan hayatı da ruh için onu ifade eder. Onlardan birinin ihmal edilmesi, dengenin bozulması ve orta yolun aşılması/ aşınması demek olacaktır.

İslâm hukuk sisteminde, işlenen suç ve günahlardan ötürü verilen cezaların hikmetlerinden birisi, söz konusu dengenin korunması ve orta yolun gözetilmesi olmalıdır. Toplumun birlik ve beraberliği, sosyal barış, huzur ve dayanışma da ancak bu sâyede mümkündür. Allah ve Elçisi konusunda iman zaafı, önce ahlâkî çözülmeyi sonra da hukukî problemleri beraberinde getirecektir.

Nitekim Ali b. Ebî Tâlib (r.a) şöyle der: “Güzellikler üçtür: Allah’a iman, dinde derin anlayış, iyi (sâliha) kadın. Çirkinlikler de üçtür: Allah’ı inkâr, dini eksik anlamak ve ondan uzaklaşmak, kötü kadın”76.

Bilinmelidir ki, Yüce Yaratıcı ile alâkasını kesen insan mutlaka sapar ve hem kendini hem de içinde yaşadığı toplumu tüketir. Fransız düşünür Albert Camus’nün (v. 1960) şu sözü77, bahis konusu güzelliklerin yerini çirkinliklerin alması durumunda nelerin yaşanabileceğini çarpıcı şekilde dile getirmesi bakımından kayda değer niteliktedir:

“Mâverâ ile göbek bağını koparan bir dünyanın insanı ya intihar eder ya isyan!”.

—————————————

Enes b. Mâlik’ten (r.a) rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Üç şey vardır ki, onlar kimde bulunursa imanın halâve- tini/ lezzetini hissetmiş olur: Allah ve Rasûlünün, kendisine başkalarından daha öncelikli gelmesi, kişiyi ancak Allah için sevmesi, Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra ateşe atılmayı istemediği gibi tekrar ona (geldiği küfür bataklığına) dönmeyi istememesi.(Müslim,iman 67)

—————————————

Hâsıl-ı kelam, ulûhiyet, nübüvvet ve âhiret (meâd) gibi temel akidesi (inanç esasları) olan İslâm dini, fert ve toplum hayatında bunların tezahürlerini aktif olarak görmek istemektedir. Namaz, oruç, zekât, hac gibi vecîbeler, insanı maddî-mânevî her türlü günahtan uzak tutan ve onun kötülüğe meyilli yapısını iyiliğe yönlendiren amel ve ibadetlerdir. Rasûl-i Ekrem’in eğitiminden geçen her bir sahâbî tarafından dile getirilen, “Namaz kılmak, zekât vermek ve her Müslümana samimi davranmak üzere biat ettim” sözü, asr-ı saadete has bir sözleşme metni değil, bütün İslâm ümmetini içine alan bir amel ve ahlâk ölçüsüdür.Bu itibarla İslâm, hiçbir zaman dini sosyal hayattan tecrit eden seküler dünya görüşünü, gönül ve vicdanlara hapsolunan pasif bir inanç anlayışını benimsememiştir.

Erol Güngör’ün (v. 1983), İslâmiyet ile Hıristiyanlık arasında yaptığı şu mukayese dikkate şâyandır:

“İslâm, insanın dünyasını maddî ve manevî veya Kayserin sâhası ile İsâ’nın sâhası diye ikiye ayırmamıştır. Başka bir ifade ile, İslâm insanı maddî ve manevî bütünüyle kavramaya çalışan, onu topyekün ele alan bir sistemdir. Bu yüzden İslâm Hıristiyanlıktaki manâsıyla laik değildir. İslâm’da laiklik daha ziyâde vicdan hürriyeti şeklinde ortaya çıkmaktadır. Hıristiyanlıkta insanın günlük hayatına ait bâzı hükümler bulunmakla birlikte bunlar zamanla tamâmen geri plana atılmış, âdeta unutulmuştur. Halbuki İslâm daha başlangıcında hem inanç ve ibadete, hem günlük hayatın gidişine ait hükümler getirdi ve bu hükümler uzun yıllar, yüzyıllar içinde uygulandı, geliştirildi, bir hukuk külliyâtı meydana geldi”(.Güngör, Islâmın Bugünkü Meseleleri, s. 58.)

—————————————

Hadis ihtisâsına niyet eden ilim talibi, her şeyden evvel kendi sâhasını çok iyi öğrenmelidir. Çünkü kendine has usûlü, tarihi, dili, terminolojisi ve literatürü olan hadis ilmi, orijinal bir disiplindir. O, tefsir, fıkıh, kelâm, siyer, ahlâk/tasavvuf gibi ilim dallarının beslendiği temel kaynaktır.

“Hadîs” diyor, Bediuzzaman Said Nursî (v. 1960)56, “maden-i hayat ve mülhim-i hakikattir”.

Hadis ilmi, eğitim, tıp, hukuk, tarih, felsefe, psikoloji, sosyoloji gibi bilim dalları için önemli ölçüde malzeme sunmaktadır. Bu itibarla, Kuranın yanı sıra Sünnet’in hareket noktası ka bul edilmesi halinde, İslâm araştırmalarında doğru ve sağlıklı sonuçlar alınacaktır. Aksi halde araştırma faaliyeti eksik kalacak ve hata ihtimalleri artacaktır.

Tabii böyle bir durumda yapılan araştırma, tenkitlerin boy hedefi olacaktır. Zira altı çizilen usûl kâidelerinden birisi şudur: “Çürük temel üzerine bina edilen şey, aynen onun gibi çürüktür (Mâ buniye ale’l-fâsidi fehuve fâsidun misluh)”.

—————————————

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir