Zengin, ihtiyar ve son derece titiz bir paşa varmış. Bir gün heyecanlı bir kitap okurken yorulmuş, gözlerini biraz dinlendirmek için elindeki eseri masanın üstüne bırakmış. Bu arada gözlüğünü de alnının üstüne kaldırmış. Tekrar okumaya başlayacağı sırada bakmış ki gözlük masanın üzerinde yok. Cebine bakmış, sağa sola göz gezdirmiş, her tarafı aramış, yok oğlu yok! Derken cariyelerini çağırmış; “Gözlüğümü kaybettim, şunu bulun bakayım!” demiş.
Cariyeler bakmışlar ki gözlük paşa hazretlerinin alnında duruyor Duruyor ama hiç biri “İşte gözlük aklinızda” demeye cesaret edememiş. Çünkü paşa huysuzun, titizin biriymiş. Hatasının yüzüne vurulmasından hoşlanmayacak, gazaba gelecek, bunu söyleyen cariyeyi belki de güzel bir haşlayacak.
Kısacası cariyeler paşanın huyunu çok iyi bildikleri için bir türlü gözlüğünün alnında olduğunu söyleyememişler. Canı sıkılan paşa mırıldanmaya başlamış; “Yahu, bunu şeytan götürmedi ya. Beş dakika önce gözümdeydi!”
Öfkeden küplere binen paşa “Bana Gülnaz’ı çağırın.” diye seslenmiş. Gülnaz adındaki cariye içeri girer girmez, paşanın gözlüğünün alnında durduğunu görmüş. Akıllı cariye, paşaya demiş ki:
– Paşa hazretleri! kaybolan o gözlüğünüzü ben şimdi bulur getiririm. Lâkin o zamana kadar vaktinizin boş geçmemesi için lütfen aklinızdaki şu gözlükle idare edin!
– Dün gece oturdum, sabaha kadar Kur’an-ı Kerim yazdım!Bunu duyan muhatabı da aynı yönteme başvurur, abartılı bir karşılık verir:
– Geçen Ramazan ayındaydı, Boğaz’da oturan bir arkadaşıma iftara gidiyordum. Yolda öyle bir fırtına çıktı ki, dalgalar kayığı alıp sahildeki minarelerin şerefelerine kadar çıkardı. Biz böyle bocalayıp duruken iftar topu atıldı. Ben de sigaramı minarenin kandillerinden yakarak orucumu bozdum.Kendini tutamayan İzzet Efendi bağırır:
– Yalan!…
Arkadaşı susturucu cevabı hemen verir:
– Yalansa dün akşam yazdığın Kur’an-ı Kerim çarpsın!
Şurası bir gerçektir ki, her söylenen sözü kaale alırsanız, olur olmaz laflara karşılık vermek için zorlanırsanız kendi kendinizi telef etmiş, boşu boşuna yıpranmış olursunuz. Bu durum fiili hareketler için de -çoğu zaman- söz konusu olur.
Baba erenler yolun kenarındaki ağacın altında oturuyormuş. Oradan geçen bir adam kendisine bir tekme atıp yoluna devam etmiş. Manzarayı gören bir genç sormuş:
– Baba, sana tekme atan heriften daha kuvvetlisin. Niçin kalkıp onu ayağının altına almadın?Adamcağız:
Evlâdım, sana bir katır tekme atmış olsaydı ne yapardın, diye sormuş.
O gün ikindi namazında da Fatih Camiinde bulunmaları ve orada da diğer bir cenazeye katılmaları gerektiğinden yine Taha Toros’la birlikte hareket ederler. Yolda giderken, kendini yerden yere atan çocuğunu döven bir kadına rast gelirler. İbnülemin Bey çocuğu niçin dövdüğünü sorunca kadın öfkeyle anlatmaya başlar. Efendim, bu çocuk fena halde canımı sıktı. Az önce illâ çikolata alacaksın diye tutturdu. Aldım, yemedi. Şimdi de simit diye ağhyor. Gördüğünüz gibi yerden kalkmıyor.
Üstad “Peki hanım. Çocuğun adı nedir?” diye sorunca kadın “Vural” cevabını verir.
İbnülemin Mahmud Kemal Bey ünlü esprilerinden birini daha patlatır:
– Be kadın! Madem ki veledin adını Vural koymuşsun. Öyleyse dediğini yapmak zorundasın.
Hem vuracaksın, hem alacaksın. Vur-al!..
“El-Bâkî. Merhum ve mağfur, ilâ rahmeti Rabbi el – Gafur. Karı dırdırından vefat eden Es- Seyid Halil Ağanın ruhuna Fâtiha. Sene 1260. “Belli ki karısının düşük çenesi, Halil Ağayı sonunda buraya düşürmüş. Rabbimiz Teâlâ Hazretleri, hemân cümlemizi kadın şerrinden muhafaza buyursun. Tâife-i nisânın diline düşürüp akıbet mezarımızda dahî âleme gülünç düşürmesin! Âmin bi hürmeti Tâhâ ve Yâsin!
Dışarıdaki durum da kütüphanelerden farklı değil. Vaziyet o kadar hazin bir manzara arzediyor ki, gemide, otobüste, şurada, burada kitap okuyanlara, nesli tükenmekte olan kelaynaklar gözüyle bakabilirsiniz. Heyhat, bunların bile bazıları sizi yanıltabiliyor. Bir gün otobüste, yanımda oturan gencin elindeki kitaba merak saikasıyla şöyle bir göz attım. Kapağında “Sürücü Kursu” yazıyordu. Tesadüf bu ya, aynı gün gemide birkaç gencin elindeki kitap da aynı ünvanı taşıyordu.
Efendim, kitap karıştırmak elbette ki son derece faydalı ve zevkli bir iştin Fakat bugün öyle kitaplar yayımlanıyor, öyle eserler piyasaya sürülüyor ki, bu “sürü”ler sizin kafanızı karıştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Böyle kâğıt tomarlarına “kitap” veya “eser” değil, “yapıt” demek gerekir. Çünkü kitap yayımlamak, ortaya eser koymak son derece ciddi bir iştir. Oysa çapıt gibi yapıt üretmek kolaydır. Zaten şimdi moda oldu; erken kalkan kitapçı “yapıt” çıkarıyor. Bir takım haşarı yayımcılar, “başarı” dizisi adı altında piyasaya sürdükleri üçüncü sınıf yapıtlarla kâğıt israfına, kafa iğfaline sebep oluyorlar.
Bir zamanlar cins cins, çeşit çeşit müşterilerim vardı. Bir gün bunlardan biri dükkâna geldi ve dedi ki: Ferda beyciğim, şu üst raftaki yeşil ciltli Lügat-ı Naci’yi indirir misin? Kısa bir süre önce aynı kitabı kendisine sattığımı hatırlatınca da şu cevabı verdi: Evet, ama o kırmızı ciltliydi.”
İşte böyle kitap hastaları da var! Ciltlerin rengi kadar sağlamlığı da önemlidir. Günümüzde yapılan ciltler renk cümbüşünü andırsa bile ne yazık ki yeteri kadar sağlam ve dayanıklı değiller.
Eski “mütecellit” mücellitler bugün artık yok.Kütüphanemdeki kitaplar iki sıra halinde dizili olduğu için arkadaki kitapları alırken güçlük çekiyorum. Bazen de kitap kazalarıyla karşılaşıyorum. Geçen gün bunun bir örneğini yaşadım. Arkadaki bir kitabı almak için elimi uzatınca ön sırada bulunan müheykel ve müşekkel iki kitap pat diye yere düştü. Birinin alt tarafı iyice yamuldu. Diğeri kazadan yara almadan kurtuldu. Çünkü o bir Osmanlı cildiydi ve taş gibiydi.
Günümüzde olduğu gibi, az okuyup çok yazma sevdasına düşersek, yazdıklarımız okunmadığı gibi, kâğıt israfına da vesile oluruz.Bugün “telifat” namındaki telefatın bu kadar kalabalık olmasının sebebi, okuma hazzından, dinleme zevkinden mahrumiyettir.
Kâtip Çelebi’nin dünyaca meşhur “Keşfü’z-Zünûn’undaki hataları tashih etmek suretiyle ona güzel bir zeyl yazan, Avrupalı bilginleri karşısında el pençe dîvan durduran Bayezid Devlet Kütüphanesi hâfız-ı kütübü ve müdürü merhum ve mağfur İsmail Saib Sencer Hocaefendi, okyanuslar kadar geniş olan ilmine ve irfanına rağmen, neden eser yazmadığı kendisine sorulunca “Ne haddimize” demişti.
Güzel yazı yazmak sevdasına düşen genç kardeşim, önce “Yaratan Rabbinin adıyla oku!”
Merhum Cemil Meriç’e çok kitap okudum. Bir oturuşta saatlerce sayfaları çevirir, ciltleri devirirdik. Bazen günde beş altı saat, bilâ fasıla okuduğumuz da olurdu. Tabii ki o da pürdikkat dinler, esnemek de dahil, en küçük bir gaflet eseri göstermezdi. Benim dudaklarım yorulur, üstadın kulakları çanak anten gibi görevini yapmaya devam ederdi. Necip Fazıl’ın ifadesiyle “Allah’ın iç gözü daha iyi görsün diye dış gözünü kapadığı gerçek ve sahici münevver Cemil Meriç” tam bir dinleyiciydi.
Ebussuud Efendiye sorulan diğer bir soru, Hazret’in verdiği orjinal cevap ise şöyledir:
Soru: Afyon macunu ve afyon yutmaya müptelâ olan bazı kimseler, bu iptilâlarından (kötü alışkanlıklarından) kurtulmak için şarap içseler caiz midir?
Cevap: Afyon müptelâsı kimseler, insanlıktan çıkmışlardır. Ne poh yerlerse yesinler.
Haydi bir örnek daha verelim:
Soru: Bir mescitte imam olmakla, dülgerlik yapmaktan hangisi daha üstündür?
Cevap: Asla namazı bırakmadan, sanat işlemek daha makbuldür.
Derken lügat âlimi eserini hükümdara takdim eder. Hükümdar da tetkik etmesi için îbn-i Sina’ya verir. Böyle yaparak kitabın değerinin olup olmadığını, yazarın ödüle layık bulunup bulunmadığını öğrenmek ister. İbn-i Sina esere biraz baktıktan sonra şunları söyler: Bu kitap yeni değildir, eskiden te’lif edilmiştir. Bu lügatçi daha önceden kaleme alman bir kitabı kendisine isnat etmiş, böylece te’lif hakkını gaspetmiştir. Bunun delili de benim. Ben bu kitabı ezbere biliyorum. İstersen sen kitabını aç, ben ezbere okuyayım!
İbn-i Sina bunları söyledikten sonra kitabı başından, ortasından ve sonundan sayfalarca okur. Tabii ki lügat bilgini bu manzara karşısında son derece mahçup olur, aynı zamanda İbn-i Sina’nın, kendisinin ilk defa kaleme aldığı böyle bir eseri nasıl olup da ezberlediğini bir türlü anlayamaz.Aradan çok geçmeden mesele anlaşılır; İbn-i Sina lügati birkaç günlük gemi yolculuğu sırasında ezberlediğini, yazarın mükâfata lâyık olduğunu söyler.
1- Tilâvetu’ l-Kur’an
2- Mülâkatu ’r-Rahman
3- Müsâhabetü’l-İhvân
Kur’an-ı Kerim, Allah kelâmıdır. Dolayısıyla bu İlâhi kitabı okuyan kimse Cenab-ı Hak ile mülâkatta bulunmuş olur. Dostlarla sohbet etmek ise, fâni hayata ebediyyetin izlerini nakşeder. Hiçbir lezzet kalıcı değildir. Oysa gerçek anlamda dostlarla yapılan sohbetin tadına doyum olmaz ve böyle meclislerde söylenen sözler, hükmünü sürdürür. Böyle bir tane bile dostunuz varsa kendinizi mutlu insanlardan kabul edebilirsiniz.
Sultan Reşad da ecdadı gibi dini hassasiyet sahibi bir hükümdardı. Yaşlı başlı bir “şehzade” olarak tahtta çıkan Hünkâr’ın bir ara mesanesinde taş olduğu tesbit edilir. Cemil Paşanın da araya girmesiyle ameliyat kararı verilir ve Berlin’den İsrael adında ünlü bir cerrah getirtilir.
Gerekli hazırlıklar yapıldıktan sonra Yıldız Sarayfnda başarılı bir ameliyat gerçekleştirilinO sırada Mâbeyn Başkâtibi olan ünlü romancımız Halid Ziya Uşaklıgil hatıralarında manzarayı şöyle anlatır:“Bunu haber alınca Hünkâr’ın hatırını sormak için acele Yıldıza gittim. Her zaman olduğu gibi, Başmabeyinci Tevfik Bey’in odasına uğradım. Daha sonra Esvapçıbaşı Sâbit Bey de oraya geldi. ‘Efendimiz sizin geldiğinizi işittiler, pek memnun oldular. Kendileri yatakta yorgun bir haldedirler. Fakat mutlaka sizi görmek istiyorlar. Onun için hemen gitmelisin!’ dedi.
Büyük mabeynden Hünkâr’ın hususi dairesine kadar epeyce uzun bir yol vardı. Sabit Bey’le görüşerek yürüdük. O, bana Hünkâr’m tevekkülünden söz etti. Ameliyat başlamadan önce kıbleye dönerek dua etmiş, “Memleket ve millet için zararlı olacaksam Cenab-ı Hak beni bu ameliyat masasından kaldırmasın!” demiş ve etrafındakilerden helâllik diledikten sonra büyük bir metanetle yatarak kendisini tabiplere teslim etmişti.Sultan Reşad’in ne kadar mütevekkil ve mütedeyyin olduğunu bildiğim için bu hikâyeyi hiç hayret etmeden dinledim”
Mevlevi padişah bu ameliyattan sonra iki yıl daha yaşadı. Vefat ettiği zaman Eyüp’te bizzat kendisinin yaptırdığı türbeye gömüldü.
Tanıdıklarından birisi, Efendi’nin bu cevabından dolayı darılıp, “Demek bize bir kitabı bile emanet edemiyorsun?” şeklinde konuşunca da şunları söyler:
– Hayır, bu konuda bana gücenmeye hakkınız yok. Çünkü ben size değil, bizzat kendime güvenemiyorum. Meselâ, herhangi bir kimse bana iade etmek üzere kıymetli bir kitap verse, ben o kitabı geri veremem. Buna elimin ve içimin bir türlü varmayacağına eminim. Ne yapayım, kitap konusunda böyleyim. Herkesin de benim kadar kitaba âşık olduğunu, kıymet verdiğini umduğum için ödünç vereceğim kitabın geri gelmemesinden korkuyorum. Dolayısıyla kitap vermeyişim, dostlarıma emniyetsizlikten değil, aksine onların kitap sevgilerine karşı duyduğum emniyetten ileri geliyor.*
“Yazma kitaplarımızın başlarına, ortalarına ve sonlarına kitap sevgisi hakkında kaydedilen Türkçe, Arapça ve Farsça hem mensur hem manzum çok güzel sözler vardır. Kırk yıllık kütüphane hayatımda bulduklarımı topladım. Bunları Necati Lügal, Ahmet Remzi, Nazmi Tura gibi hocalarımıza ve üstadlarımıza tercüme ettirdim. En anlamlılarından bazılarını buraya aktarıyorum:
-Kitabımın kâğıdının bir köşesini her kim ki nişan için bükerse, bana hançer çekmiş, kanımı dökmüş bir katil olur.
-İade etmek için kitap verdiklerimden o kadar ziyan gördüm ki, muvakkat bile olsa, kimseye kitap vermemek için kendime söz verdim.
-Bu kitap benim ruhumun ve ömrümün mahsulüdür. Ben ölünce nâdân bir cahile kalacak diye korkarım.
-Kitabın yüzüne baktıkça gönlüm eğlenir, emdiğim şeker kamışının sütü gibidir. Sakın kitabımı benden isteme. Çünkü bu, elimden sevgilimi almak gibidir.
-Eğer kendine hilesiz dost istersen, yalnız olduğun zaman eline kitap al. Benim için dünyada en aziz, en mukaddes ve en hayırlı arkadaş ve dost kitaptır.
-Eğer okuduklarını hafızanda saklayamazsan, kitap toplamanın hiçbir faydası yoktur. İlmin evdeyken bir mecliste bulunmayı ister misin?
-Bu benim malimdir diye övündüğün bir şey hakkında herkesin, bu vaktiyle falan kimsenin elindeydi demesi, onun senin de elinde kalmayacağını göstermek için yeterlidir.
-Bu zamanda en hayırlı arkadaş kitaptır.
-Dostların kitabına tama’ etmek kötü huyluluktur.
-Okuyup geri vermemekse civanmertlik değil, namertliktir.
-Benim sevgilim kitap ve kalemdir. Geride kalanların hepsi mihnet, endişe ve gamdır.”
Okunmaz, bakılmaz dergilerle yayınladıkları birkaç yazı müsvet- tesini heveskârlar, allı pullu kapaklar içinde “global”lı, “bağlam”lı, “saptayım”lı, “yaşam”lı, “mega”lı “sözcük” lerle, kudret-i kalemiyeye sahip eski yazarların şaheserlerinden habersiz yeni yetmelerin ellerine tutuşturuyorlar. Cildine veya şatafatlı ismine aldanıp da elinize aldığınız zaman, bir çuval keçiboynuzuyla karşı karşıya kaldığınızı anlıyorsunuz.
..
Ferid Kâm’ı okuyunuz. Üstadın mânâ ve lafız dengesini son derece hassas terazilerle ayarladığını görürsünüz. Çünkü o hem İslam’ı iyi biliyor, hem de sözüne ve kalemine tam anlamıyla hakim oluyordu. Elmalılı Muhammed Ham di Yazır’ı inceleyiniz. Hak Dini Kuran Dilini mütalâa ediniz. Mükemmel bir tefsir örneğiyle karşılaştığınız gibi, muazzam bir üslubun cazibesiyle de âdeta kendinizden geçersiniz. Hele baş taraftaki dua bölümü tam bir şaheserdir. Babanzâde Ahmed Naim’i tetkik ediniz. Hadis edebiyatının en canlı örneğini, Sahih-i Buhari’nin satırları arasında müşahede edersiniz. Tanpınar’ı okuyunuz. Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihinin satırları arasında maziye seyahat eder, Beş Şehir’de gergef gergef dokunan İslami ve tarihi nakışları seyretmenin hazzını yaşarsınız.
Evet, “Üslub-u beyan, aynıyla insan’dır!…
Mütefekkir kelimesini ele alalım: Tefekkürde bulunan, derin düşüncelere dalan, eşyanın içyüzüne nüfuz etmek için çaba harcayan, hadiselerin seyrine bakarak sağlıklı neticeler elde etmek maksadıyla gayret gösteren, ulvî mânâları süfli manzaraların arasından çekip çıkarmak için uğraşan, didinen kimselere “mütefekkir” denir.
“Düşünür” sözü hiçbir zaman bu mefhumu karşılamadığı gibi, bu mânâyı da ifade etmez. İnsan yarın yapacağı işi düşünebilir, ama tefekkür etmez. Kişinin mütefekkir olması için aklını iyi kullanması, gönül dünyasını dalgalandırması, tecessüs ve tahayyül kuvvetlerine hâkim olması gerekmektedir. Düşünür, dar kalıpların ifade aracıdır.
Mütefekkir ise, engin denizleri andıran mânâ okyanuslarının dalgıcıdır. Bu izah tarzından yola çıkarak diyebiliriz ki, tefekkür kırıntısı taşıyan her düşüncede asâlet nişanı vardır. Başka bir ifadeyle, mütefekkirin sözü gibi kalemi de etkileyici bir cazibeye sahiptir. Hele bir de üslûp cilâsıyla cilâlanmışsa böyle yazıları okumanın keyfine diyecek bulamazsınız.
– Köpoğlusu! Sen hocadan iyi mi biliyorsun?
Beşerin böyle dalâletleri var
Putunu kendi yapar, kendi tapar.
Harun Reşit, bir gün yolda giderken, fidan diken bir ihtiyar görür. Yanma yaklaşır ve aralarında şöyle bir konuşma geçer:
– Kolay gelsin ihtiyar, ne yapıyorsun bakalım?
– Fidan dikiyorum efendimiz.
– Bu fidan kaç sene sonra meyva verir?
– Kısmet olursa beş yıl sonra.
– Ama siz ihtiyarsınız, bakalım daha o kadar yaşayacak mısınız?
– Ey müminlerin emiri! Bizden öncekiler bu bahçeyi bırakmışlar. Ben de fidanlarını dikeyim de bizden sonra gelecekler meyvalarından yesinler.
Bu cevaptan hoşlanan Harun Reşit ihtiyara bir kese altın verip uzaklaşmak ister. Ancak büyük bir sevinçle keseyi alan ihtiyar şöyle der:
– Efendimiz, az önce yanlış şöyledim. Diktiğim fidan beş yıl sonra değil, -keseyi göstererek- hemen meyvasını verdi.
Bu sözden de hoşlanan halife, bir kese daha altın verdi. İhtiyar sevincini katlayarak dedi ki:
– Şevketlû efendim! Sayenizde memleketimizin toprakları o kadar verimli ve mahsûldar bir hale geldi ki, bir fidan yılda iki defa meyva veriyor.
Harun Reşit aynı fidanın üçüncü defa meyva vermesini görmemek için vezirinin kulağına eğilir ve şöyle seslenir:
– Buradan çabuk uzaklaşalım, aksi takdirde bu ihtiyar bütün altınlarımızı alacak!
– Ne dediniz?
– Sersem!
– Öyle mi? Müşerref oldum! Bendeniz de Ahmet Rasim!
0 Yorumlar