İnsan güzelliği salt görme duyusuyla anlayamaz. Güzellik çok dilli bir sözlük. Belki de bu yüzden güzelliği bir bütünlük içerisinde kavramak için görme dışındaki duyularımıza daha çok özen göstermeliyiz. Güzel’in muhtevası; sesi, tavırları, sözleri, tebessümü, yürüyüşü, bakışı, huyu gibi ona güzellik veren birçok hususiyet ile birlikte okunur. Güzellik görülünce anlaşılan, idrak edilince bilinendir. Kimsenin fark etmemesi güzelliği anlamdan koparmaz, onu anlamsız kılmaz.
Güzel, bizatihi anlamlıdır. Fark edilmeyen güzellik, değerinden bir şey yitirmez. Şairin bakışıyla sorarsak, Leyla leylaktan yaratılmışsa, üstünden rüzgâr geçti diye leylağın rengi değişir mi? Kıymeti bilinmediğinde güzele de, güzelliği anlayana da acı verir güzellik. Nerede heba ve heder edilmiş bir güzellik görsek Yunus’un “Saçın çözüp benim için yaşın yaşın ağlar mısın” deyişini hatırlamaz mıyız?
Güzellik, fiziğin konusu olmaktan çok metafiziğin konusudur. Fizik, güzelin özellikleri hakkında bir fikir verebilir. Güzel’in muhtevasını, asıl manasını, özünü anlamak içinse fizik çok yetersizdir. İnsana güzellik edasından gelir. ‘Güzel ama…’ diye başlayıp itici, soğuk, güven vermiyor, ısınamadım deyişimiz o güzellikte bize, kendimize dair bir ifade bulamayışımızdandır. Muhabbet duyduğumuz insanın her tavrı, bize bu yüzden güzeldir.
Güzel, görücüye çıkmaz, rekabetin konusu olmaz, kendini başkalarıyla yarıştırmaz. Güzel kendi mahiyetine tutunur ve onu sadakatle korumak için güzelliğini sakınır. Değil mi ki insan, güzelliğinin sahibi değil, emanetçisidir. Her Güzel’in kendi güzelliği şahsına münhasırdır; onu ispat etme, gösterme kaygısı taşımaz ve “gibi olma” isteği duymaz. Hem zaten hiç kimse aynı güzelliği aynı eda ile taşıyamaz. Sıcakkanlılık kimine sempati duymamızı sağlarken kimine de mesafe koymamıza sebep olur. Soğuk bir yüz ifadesi, kiminin duruşuna asalet katarken kimine sıkıcı bir kişilik havası verir.
Gözün badem, kaşın keman, kirpiğin ok, burnun fındık gibi olması güzelliğe yeter mi? Yüzü güzele doyulur da huyu güzele doyulmaz niye demişlerdir? Neden bir de baht güzelliği istenmiştir? Fiziki açıdan çok güzel olanlar hep mutlu mudur? Dünyaya peşinen kabul edilmiş bir güzellikle gelmek her şeyin anahtarı mıdır? İnsanın güzelliği, duygu ve düşünceleriyle tazelenmez mi?
Güzellik sabit kalmaz, değişir, dönüşür. Nehir her zaman aynı dinginlik ve coşkuyla akmaz. İnsanın güzelliği de zamana, yaşa, ruhsal durumlara göre değişir. Çocukluktaki sevimli sima ve masumiyet, değişime uğramadan gelemez gençliğe. Gençliğin göz ışığı, yaşlılıkta tecrübe dolu bir yüze evrilir. Güzellik deforme olur, incinir, kırılır, belki bozulur. Her ne gelirse gelsin başına, yaşlılık çizgilerinde yine de gösterir kendini. Güzellik en çok da hüzündür.
Çiçekler solar, hayatın ışıltısı bir yerde söner ve hayat sona erer. Ancak güzellik, hiçbir zaman kayıplara karışmaz. Ölüm, ruhu çevreleyen güzelliğe kıyamaz. Ruhun güzelliği ebedidir.
İnsanın kapitalizmin vaat ettiği sahteliğe kanarak ölümsüzlük gibi güzelliği istemesi, ölümü unutuşundan ve yaşlanmayı kendi tabiatının bir gereği olarak kabul etmeyişindendir.
Güzellik bakışa sarhoşluk veren, aklı iptal eden değil; bakışı olgunlaştırandır. Sezai Karakoç’un Leyla ve Mecnun’unda Kays, Leyla’nın aşkıyla kendinden geçse de gözü ve gönlü kör olmaz. Leyla’nın aşkı ona güzelliği, güzel olanı sevmeyi, kıymet bilmeyi öğretir. Leyla, Kays’ı arındırır. Kays, Leyla’nın güzelliği karşısında daha iyi bir insan olmaya azmeder. Yaşadığı yerde bambaşka, umut dolu bir değişim başlatır. Güzellik, yüksek bir ruh olgunluğu bahşeder insana. Gözlere bakış inceliği ve insana davranış inceliği verir. Şairin dediği gibi güzellik, ruhtur ve ruhu ölçecek hiçbir ölçü yoktur.
Güzellik ruhtan gönülden bağımsız, tensel, maddi bir olgu değildir. Endüstri ya da kapitalizm teni cilalayarak, bedeni metalaştırarak insana özellikle kadına ruhunu boş ver, raf ömrünü uzat demektedir.
Kadını maddi ve manevi açıdan sömüren endüstri, özünde güzel olmayan fakat kendini dışarıya güzelmiş gibi gösteren bir kadın var eder. Sadece dışını süsleyen ne kendi ruhuna eğilir ne de başka bir kalbe nüfuz eder. İyi görünmek elbette ki en tabii arzusudur insanın. Endüstri iyi görünmek ve daha da güzelleşmek uğruna insanın kimyasını bozar.
Estetik operasyonlarla güzelleştiğini düşünen bir kadın, kendinden ne kadar kaçabilir, ne kadar kurtulabilir? Doğacak çocuk, annenin cerrahi estetik operasyon ile aldığı şekli kalıtsal miras edinemeyeceğine göre anne hem kendini hem herkesi kandırmış olmaz mı?
Endüstri, kadının “kadınlık kimliğini” alır odağına. Kadını kadın yapan duyguları, inceliği, zarafeti ve en önemlisi de anneliği ikincil önemde hedefler. Kadınlığı, anneliğin önüne geçirir. Kadın çocuk doğursa da üzerine bir türlü annelik gelmesin ister. Kadın anne olmanın sorumluluğundan daha çok mermer gibi bir cilde sahip olmakla meşgul olsun ister. Yaşını göstermesin, olduğundan daha genç görünsün ister. Kadınlar, kendilerine dayatılan yaş baskısını ve hep genç görünme dayatmasını önce kendileri reddetmelidir. Rilke, anne olmuş bir kadının güzelliğini, kendini çocuğunun hizmetine adamış olmasında görür. Yaradılışın gereği de budur.
Endüstri, her yıl kozmetik ürünlerinin, kremlerin içeriğini değiştirerek kadına güzellik pazarlar. Bu pazarda, güzellik sektörüne akıtılan servetler, uzman hesaplarına göre yeryüzünde açlığı tamamen ortadan kaldırabilir ama tüketim nesnesi olmaya rıza gösteren, ruhunu boş veren kimseye bunu anlatabilir misiniz?
“Boya desteğinde ne kadar yürünebilir ki?” diye sormuştu Edebiyat Kulesi’nde Nuri Pakdil. Sahi, esas yüzlerini, edalarını estetik cerrahi masalarına bırakan insanlarla nereye kadar? Kapitalizm, plastik güzellik satabilir ama güzelliğin kendisi asla satın alınamaz.
0 Yorumlar