Sadettin Ökten-Kemal Sayar – Aleme Bir Yar İçin Âh Etmeye Geldik -Alıntılar

wi_500-194x300 Sadettin Ökten-Kemal Sayar  -  Aleme Bir Yar İçin Âh Etmeye Geldik -Alıntılar

KS: Hayat, sonsuz bir koşuşturmaca içinde geçtiğinde içe bakışımız kayboluyor. Hep dışarıya baktığımız zaman, dışarıdan bir medet umduğumuz, alkış beklediğimiz zaman, iç âlemde yalnız kalıp kendimizle konuştuğumuz, dış âlemden saklanabileceğimiz zamanlar azalıyor. Ve bir istiridye kabuğunun içinde kum tanesi olarak kalıyoruz; inciye dönüşme fırsatını heba ediyoruz. Dolayısıyla insan iç âleminin gelişimine ihtimam göstermeli.

—————————————————————

Ayaşlı Şakir Efendi bu meyanda şöyle diyor:

“Her peri simâya bakmaz, dide-i nâdide-bin, Her sevâd-ı zülfe meyletmez dil-i sevdâ-karin, Âfitâb-ı hüsn-i hüban akıbet eyler ufül, Ben muhibb-i lâ-yezâl’im lâ-ühıbbü’l-âfilin”

Yani şair diyor ki: Ariflerin gözü her peri yüzlüye bakmaz, gerçek sevdalı olan, her zülfe gönlünü kaptırmaz. Çünkü güzellerin güzellik güneşi sonunda batacaktır. Ben, zevali olmayan, ebedi olarak var olan sevgiliyi seviyorum; ben, batanları sevmem.

—————————————————————

K.S:(…)Biz maalesef günümüzde hep kötü haberlerle, çirkinlikle, insanı demoralize eden haberlerle muhatap olduğumuz için hem kendimize hem dışarıdaki dünyaya hem de insan evladına karşı bir itimatsızlık geliştiriyoruz. Bu güvensizlik bir süre sonra insanı yoruyor. Geçtiğimiz senelerde bir çalışma yapıldı. Bu çalışma, insanın sürekli olumsuz haberlere muhatap olmasının onda ciddi bir şefkat yorgunluğuna, merhamet yorgunluğuna yol açtığını, insanın giderek empati melekesini kaybettiğini ve bu kadar yoğun bir kötülük karşısında kendini çaresiz hissettiğini dile getiriyor.

—————————————————————

Manevi hayatın güzel alanı da böyle; oraya her seyi sokmayacaksınız, onu her şeyle temas ettirmeyeceksiniz. Size verilen o büyük lütfu ona layık temaslarla besleyeceksiniz. Hasılı güzel insan ve güzel anlar çok önemlidir. Ben sanat eserini bu güzellik piramidinde üçüncü sıraya koyuyorum. Birinci sıraya güzel insanları ve onlara temas etmeyi koyuyorum. Devir itibariyle onları yakalayamamış olsak da kitaplarını okuyabiliriz; onlardan, kitapları vesilesiyle istifade edebiliriz. Sadece kitaplarından değil, ruhlarından da istifade edebiliriz. Kulağımıza güzelliği fısıldayabilirler. Nasıl yaşadıklarını, hayat hikâyelerini öğrenmeliyiz. Bu bir bilgidir ve bilmek sevmeye giden yoldur. Bilgiden sonra iş sevgiye, bir manada derinleşmeye dönüşür. Allah’ın yarattığı çevreyle ilişkimizi kesmemeli, onda güzelliği yakalamalıyız. Tecelliyat, güzeli yaratır.

—————————————————————

K.S:(…)Güzellikle karşılaşmak, bir nevi ruhun kendini evinde gibi hissetmesi, kendini ait hissetmesi gibi bir şey. Güzellikle karşılaştığımda aslında ruhumun yuvaya döndüğünü hissediyorum. Güzellik, bana sonsuzluktan bir esinti gibi geliyor. Haymana’nın o uçsuz bucaksız ovalarına, Boğaz’ın sularına, dağın ululuğuna, insanın duruluğuna baktığım zaman orada, mutlak güzelliğin bir yansımasını, Allah’ın güzelliğinin bir damlasını görüyorum.

Sayfa 52

—————————————————————

KS: Güzellik, güzeli tecrübe etmek, insanın içini canlılıkla dolduruyor ve insandan bir ilgi talep ediyor. Dikkati bizim üzerimizden çekip Allah’ın ayetlerine çeviriyor ve böylece insan kendini evrenin merkezi olarak görmemeye başlıyor. Ahlaki açıdan kendini evrenin merkezi olarak görmeyen bir insan, yüzünü Allah’ın ayetlerine, tabiata döndürdüğünde bir nevi iyiliğe ve adalete de yüzünü döndürmüş oluyor. Çünkü güzeli gören ruh, insan ilişkilerinden kurduğu mahallelere, inşa ettiği camilere kadar onun her yerde bir şekilde görünmesini, güzelliğin yaygınlaşmasını ister. Bence insanların, fikirlerin, ilişkilerin, bulunduğumuz muhitin güzelliği bize hep iyiliği ilham ediyor ve bizi adalet duygusuna çağırıyor.


K.S:(…)Günümüzde şöyle bir problem görüyorum: Materyalist dindarlık. Olaylarda gaybın tesirini ihmal eden, Allah’ın elini, Allah’ın muradını görmezden gelen, sebep-sonuç ilişkisini gayet materyalist bir şekilde kuran tuhaf bir dindarlık anlayışı var. Bu tuhaf dindarlık anlayışında hoyratlık ve nobranlığın da ön plana çıktığını görüyoruz. Bu dindarlık anlayışı; çirkinliği kabul eden, çirkinliği yaygınlaştıran, güzellik, estetik diye bir meselesi olmayan bir anlayış. Bu konuda hepimizin çok dikkatli olması gerek. Kendi nefislerimizi onarmamız gerek; çünkü içimizde göremediğimiz bir şeyi dışarıda göremeyiz. İçimizde o güzelliği bulamıyorsak, iç dünyamız vahşi ve kıyıcı olmuşsa dışarıda da o güzelliği göremeyeceğiz demektir.s.55

—————————————————————

K.S:Modern bilimin kökünde bir tür narsisizm var. İnsanı ilahlaştıran, Tanrı’ya meydan okuyan, O’na ihtiyaç duymayan bir düşünce… Kendini bilmek bir yandan da insanın ve insan aklının sınır ve sınırlamalarını bilebilmek anlamına geliyor. İnsan, kendini bildiği kadarıyla da ahlaki bilgiyi inşa etmeye başlıyor ve şu bilinç uyanıyor: Benim bir sınırım var ve her şeyi yapamam. Hatta durmam gereken yerler de vardır, uluhiyet taslamamalıyım. Allah’ın yaratmasına müdahale anlamına gelebilecek veya ona başkaldırma anlamına gelecek şeylerden uzak durmalıyım. Onun yaratışındaki güzelliğe müdahale etmemeliyim, demeyi getiriyor bence kendini bilmek anlayışı.

Bilim, kibirle beraber yürümüyor. Bilmek, insanı kibirlenmeye değil, tam aksine entelektüel tevazuya, benliğin küçülmesine, itidale sürükler. Allah’ın koyduğu kanunlar karşısında duyulan hayranlık, egoyu susturur ve epistemolojik olarak bizi dünyaya daha açık hâle getiren bir duygudur.
—————————————————————
SÖ: Tabii silah burada çok görünen, çok ekstrem bir şey. Efendimizin, “Düşmanın silahıyla silahlanın” hadisindeki silahın içine, ilim de giriyor, tefekkür de giriyor, hayatımızda var olan her türlü realite ve dahi şehir hayatı giriyor. Batı’da bir şehir kurulmuşsa ve o şehirde birtakım problemler belli şekillerde çözülüyorsa, mutlaka bizim de ona benzer bir problem çözme yeteneği geliştirmemiz lazım. Zaman akıyor ve dünyada da, hayatımızda da birçok şey değişiyor. Kendi medeniyetimizin özünden ve ana kaynaklarından yola çıkarak yeni yorumlar, yeni modeller geliştirmek mecburiyetindeyiz.
—————————————————————
SÖ: Bilgiyi ele alış tarzımız çok önemli. Yani bir atom fizikçisi bilgiyi insanları yok etmek için de kullanabilir, insanlığa hizmet etmek için de… Bilgiyle mağrur olmamak lazım. İnsana, insan bedenine dair çok fazla şey biliyor olabiliriz; ama bir küçücük pıhtı insanı felç etmeye yetiyor. Bilim o noktada işe yaramıyor, pıhtının sizi felç etmesini bilimsel olarak açıklarsınız, ama hiçbir açıklama bu gerçeği değiştiremez. İslami ilim ise, bu olaya hikmet nazarıyla bakıyor. Böyle baktığınız zaman mühim olan bilgiye nasıl yaklaştığınız ve onu nasıl ele aldığınızdır. Ona tahakküm olarak mı, hizmet olarak mı, yoksa benlik olarak mı yaklaşıyorsunuz? Bilgi, size ait olmayan, yalnızca anahtarı size teslim edilen bir hazine. Hazinenin ilk sahibi de Allahu zü’lCelâl’dir.
—————————————————————
Güzellik hayatın her alanına sinmiş, sadece bizden onu okumamız bekleniyor. Güzelliğin fark edilmesi için gözlerimize ihtiyacı var. Bir manzaraya veya gökteki yıldızlara baktığımız zaman bir huşu hissediyoruz. O hissettiğimiz huşu benliğimizi âdeta daraltıyor ve bizi dünya karşısında küçücük bir varlık hâline getiriyor. Etrafımızdaki dünyayı genişletiyor, bizimle dünya arasında yeni bağlar kuruyor. Böylece dünyayı yeni biçimlerde tekrar ve tekrar anlıyoruz.
—————————————————————
KS: Günümüz toplumunda ürettiğimiz bilgi, bazen çok bağlamsal olabiliyor. Yani bugünün doğru bilgisi, yarın boşa çıkabiliyor. Dolayısı hilim, sabır ve temkin, bilginin ihtiyatlı bir şekilde ele alınmasını gerektiriyor.
—————————————————————
K.S:…)Eğer adalet ve iyilik peşinde olmazsanız ilmi sadece kendi süfli, materyalist amaçlarınız için, diğer insanların haklarını gasp etmek için kullanırsınız.. s.77
—————————————————————
Sö:(…) Evi tekrar ihya etmeliyiz. Ben matbuattan, günümüz deyişiyle medyadan birtakım haberleri takip ediyorum. Çocuklar neden böyle, ebeveynler neden böyle diye bazı haberler okuyorum. Tüm bu çatışmamız, evi unutmamızdan kaynaklanıyor. Hâlâ birtakım torunlar, torunların çocukları postmodernist akımın maskarası olmuş durumdalar; ama buna rağmen kendi köklerine ve evlerine bağlılıklarını gösteren birtakım simgeleri de üzerlerinde taşıyorlar. Evin ne olduğunu tekrar hatırlayıp evlere dönmemiz lazım; çünkü dışarıda kurguladığımız hayat bize ait değil. Biz dışarıda Amerikan hayatı kurguluyoruz ve dahası da bunu fark etmiyoruz.!
—————————————————————
KS: Psikiyatr Viktor Frankl, bir kitabında şöyle bir anekdot anlatıyor. Gece yarısı telefonu çalıyor, bir hanımefendi ona Ben intihar etmek üzereyim. Telefon rehberinden psikiyatr olarak sizi buldum, sizi tanımıyorum; ama bana yardım edin” diyor. Frankl, gece yarısı bu hanımefendiyle konuşuyor ve telefonu kapatırken de “Kararınız değişti mi?” diye soruyor. Hanımefendi, Tabii değişti, hayat yaşamaya değer” diye cevap veriyor. Frankl, “Sizi buna ikna eden nedir?” diye sorunca hanımefendi de şöyle yanıtlıyor: Valla gece yarısı hiç tanımadığım biri, bir saat beni dinliyor. Bu dünya yaşamaya değmez mi?” Aslında mühim olan Frankl’ın söylemlerinden öte, karşısındakini dinlemesi ve ona değer vermesiydi./ SÖ: Şimdi kimse kimseyi dinlemiyor azizim. Biraz birini dinlediğinizde karşınızdaki acaba bu insan beni neden dinliyor diyerek şaşırıyor. s.88
—————————————————————
SÖ:(…(Günümüzde muazzam bir iletişim dönemi yaşanıyor. İnsanlar her an erişilebilir hâle geldi. Eskiden bilginin ve diğer haberlerin herkese erişmesi mümkün değildi; ancak meraklısı o bilgiye ulaşabilirdi. Şimdi öyle değil. Bir bilgi kirliliği var. Bu da insanların ister istemez kendilerinden dışarı çıkmalarına sebep oluyor. Bir başka aklın, kendi menfaatleri uğruna kurguladığı hayat tarzı, bütün insanlara erişilebilir kılındı. İnsanlar bu genel akımda kayboluyorlar. Biraz durup neyle meşgul olduklarının muhasebesini yapacak vakitleri yok. Ben şunu tavsiye ediyorum: Olabildiğince seçerek yaklaşın hayata ve iletişim devriminin size sunduğu imkânların üzerinde fazla durmayın. Aksi hâlde zamanı ve varlığı yitirmek, kaybolmak çok kolay. Sosyal ağlarda çok fazla zaman harcayarak rasyonalist ve egoist aklın kurguladığı o dünyanın içinde hapsoluyoruz. En kötüsü de bunun farkında değiliz. Bu kaybolma hâli, kendi Şahsiyetimizi, inanç ve eylem bütünlüğümüzü feci bir şekilde zedeliyor. Bu, çılgın bir şekilde akan nehrin kenarında durabilirsek kalbimizi kirlenmekten kurtaracağız!
—————————————————————
SÖ:(…)Yumuşak konuşan insanlarla, bağırarak konuşan insanlar arasında ciddi bir tavır farkı var ve bu, aile yapısından kaynaklanıyor. Eğer öğrenmeye açıksa, Bâyazid-i Bistâmi’nin de dediği gibi, “Elini cebine götürür ve oradan daha önce koymadığı bir şey çıkarır.” Belki bu insan, ailesinden terbiye görmemiştir; ama Allah, onu terbiye edecek kimseleri o kişiye göndermeye muktedirdir. Yeter ki ihlasla, samimiyetle bunu istesin!  s.97
—————————————————————
Sö:(…)Bir mevzuyu kendi kaynaklarından okumayı da yine Mehmet (Genç) ağabeyden öğrendik, bize dedi ki: “Eğer bir hakıkati araştırıyorsanız o hakıkatin bizatihi kendi kaynaklarına bakmanız lazım; tercümelere, aktarmalara, alıntılara değil.” Çünkü tercumeyi yahut alıntıyı yapan kışı kendı düşünce ve duygu dünyası içinden o meseleye yaklaşıyor. Bır de o metne kendi nazarımızla baksak kim bilir neler göreceğiz?., s.103
—————————————————————
SÖ:(…)Merhum Ali Nihat Tarlan ile pederin zamanından mülâki olmuştuk, babamdan daha gençti. Babama hediye ettiği imzalı kitabı durur hâlâ… Tarlan Hoca bana bir gün dedi ki, Evladım, bir muharriri okuduğunuz zaman tek bir kitabıyla iktifa etmeyiniz, külliyatını okuyunuz. Eğer bu şekilde yaparsanız o yazarın bütün ruhi cephesini, aynı zamanda yaşadığı toplumu hem sosyolojik hem de psikolojik olarak analiz edebilirsiniz.”  s.105
—————————————————————
SÖ:(…)Bir üniversite hocasının mutlaka ve mutlaka üniversite dışında bir başka muhiti olmalı. Bu muhit kendisine benzeyen insanlardan oluşmamalı, hocanın farklı insanlara temas edebilme imkânı olmalı. İşte Küllük Kahvehanesi, daha sonra Beyazıt Kahvesi, Aydınlar Ocağı, Milliyetçiler Derneği, daha sonra Türk Ocağı böyle yerlerdi. Bazıları bitti, bazıları devam ediyor. Bu mekânlarda, farklı kesimlerden birtakım insanlara temas ediyorsunuz, onları dinliyorsunuz, sorularına muhatap oluyorsunuz, onlara bazı sorular tevcih ediyorsunuz, böylece daha çok gelişiyorsunuz. Okuduğunuz, çalıştığınız alan bir başka istikamette büyüyor, gelişiyor. Eksikleriniz varsa onları görüyorsunuz, tamamlamak için gayret sarf ediyorsunuz. Böylece hayata daha bütüncül bakmaya başlıyorsunuz..s.108
—————————————————————
—————————————————————
SÖ:(…)Her yaşta insanın yapması gereken işler var; ancak bu işleri yaptığınız zaman o yaşın hakkını vermiş olursunuz. Gençlikte yapılması gereken işler var; dil öğrenmek gibi… O işler orta yaşta yapılamıyor. Zihin yavaşlıyor çünkü. Orta yaşın işi ise, gençlikte yapılmaz.  s.115
—————————————————————
K.S:(…)İnsan ancak sonsuzlukla temas hâlinde, sonsuzluğa dokunarak tamamlanıyor aslında. Bu cevabı da insana manevi arayışlar veriyor. İnsan niçin yaşamak zorunda olduğunu, hayatının neye hizmet etmesi gerektiğini bilime bakarak anlayamaz. O bir yaşantı işidir, bir vecd işidir, tecrübe işidir. Biz bu dünyadaki fâniliğimizi, acziyetimizi idrak edebildiğimiz kadarıyla batıp gitmeyecek, yitip gitmeyecek büyük bir kudretin parçası olduğumuzu idrak ederiz. Onu bulduğumuz zaman da zaten başka bir şeyi aramaya gerek kalmıyor.  s.117
—————————————————————
KS: Zihin ve dikkat, ekonomik kullanmamız gereken bir vasıta. Lüzumsuz olana çok fazla dikkat verdiğimiz zaman, lüzumlu olana kendimizi teksif etmekte zorlanıyoruz. Lüzumlu olanla ilgilenecek yerimiz kalmıyor, aşkımız, şevkimiz, irademiz kalmıyor. O bakımdan güzel zamanlarda güzel işlerle meşgul olmak, içimizdeki güzelliği büyütmek lazım, sadeliği baş tacı etmek lazım. Ahmet Hâşim’in Müslüman saatine içimizi, ruhumuzu ayarlamamız lazım,l.  s.131
—————————————————————
KS: Aslında insan, ancak içindeki aydınlık kadar dışarıda aydınlık buluyor, içindeki güzellik kadar dışarıda güzellik buluyor. Bizler güzel gören gözlere sahip isek dışarıdaki güzelliği de çok daha iyi idrak edebiliyoruz. İçimizde bir huzur varsa dış âlemin huzursuzluğu içimize girmiyor. O içsel huzur insana bir kalkan oluyor. Ben bu iç huzuru, insanın sadece maddi âlemde yaşamaması olarak anlıyorum. Yani bir ayağımız maddi âlemde durup öbür ayağımızla manevi âlemleri gezdiğimizde, Allah’ımızla birlikte olduğumuzda huzursuzluğumuz da azalıyor. Allah’ımız var ne gamımız var” demiş bir büyüğümüz. Tabii Allah’la beraber olmanın, manevi âlemde seyrüsefer etmenin modern dünyada yakalanması zor bir şey olduğunun da farkındayım. Çünkü bizi yolumuzdan alıkoyan, dikkatimizi dağıtan çok fazla unsur var. İnsan ister istemez daha maddeci bir hayatın içine çekiliyor, tamahkârlığın, bencilliğin kölesi hâline gelebiliyor. Sadece silkinip kendine bakabildiği zamanlarda bu hâllerden kurtuluyor ve kendi özüne, cevherine yaklaşabiliyor. O anları yakaladığımız kadar hayatın içinde itminan ve huzur bulabiliyoruz.  s.135
—————————————————————
Bir insanı en çok rencide eden şey, ummadığı kişiden ummadığı bir söz işitmesidir. Şayet o kişiden o sözü umsa belki o kadar rencide olmayacak, ummadığı için rencide oluyor. İşte hayat da böyle… Birçok insanla, eşyayla temas hâlindeyiz ve akan bir zaman içerisindeyiz, hiç ummadığımız bir anda hiç ummadığımız şeyler yaşayabiliriz. Bize ait olduğunu düşündüğümüz her şey bize verilen birer emanettir, tıpkı hayat gibi. “Bunu ben kendim yaptım” dediğiniz anda büyük bir kırılmayla karşı karşıya kalabilirsiniz.  s.142
—————————————————————
K.S:(…)Günümüzde şükür duygusu içerisinde yaşamını idame ettiren insanı mumla arıyoruz. İnsanlar hep şikâyet ediyor, ben de kendimi zaman zaman şikâyet ederken buluyorum. Ülkemizden, çevremizden, başımıza gelen her türlü olaydan şikâyet ediyoruz, fakat yaşamlarımıza daha dikkatli bakarsak minnettar olmamız gereken pek çok nimet göreceğiz. Bize sunulduğu, bağışlandığı için kendimizi iyi hissetmemiz gereken o kadar çok şey var ki… Bunları görmezden geldiğimiz zaman hayatı kendimiz için bir cehenneme çeviriyoruz. John Milton’ın Kayıp Cennet’te şöyle meşhur bir dizesi vardır: “Akıl, cenneti cehennem, cehennemi de cennet kılabilir; o, kendi mekânını kendi oluşturur.” Sahip olduklarımızdan dolayı minnet duymak ve olumlu duyguları büyütmek için adım atmamız lazım. Kıskançlık, kızgınlık, pişmanlık gibi olumsuz duyguları belki şükürle izale etmeliyiz. Bize sunulanlara minnettar olabildiğimiz zaman hayatın zorluklarına daha kolay tahammül edebiliyor ve o zorlukları daha kolay aşıyoruz. İtikadımız daha da artıyor.  s.156
—————————————————————
SÖ:(…)Kadim insanlar, hiç olmadık yerlerde, olmadık şartlar altında, Şairlerin, evliyaların sözü sohbetiyle manevi bir dünya kuruyorlardı kendilerine. Bir şairin bir beyitini okuyorsunuz, size ufuk oluyor, içinizdeki bir derde derman oluyor. Eğer buna bir de musikiyi eklerseniz âlâ oluyor. Bulunduğum muhitte hava biraz kapalı; ama bir ilahi tutturdum, gönlümdeki bulutlar dağıldı, bir anda hava değişti. Eskiler her an okuyabilmek için bir şiiri, güfteyi ezbere alırlardı.  s.160
—————————————————————
SÖ: Kalp eğer tevazuyla tanısırsa her an şükreder, her an teŞekkür eder. İnsanlar bir vesiledir çünkü. Esas teşekkürün sahibi Allahu Teâlâ’dır. Allah, insanları vesile kılarak bize birtakım lütuflarda bulunur. O lütuflara karşı kalp, tevazuyla teşekkür etmeli. Eğer kula teşekkür, Allah’a da şükredenlerden olursak manevi olarak önümüze nice kapılar açılır. İyiliği yaymak, çoğaltmak bizlerin asli vazifesi olmalı.  s.162
—————————————————————
SÖ:(…)Cenab-ı Allah bazen lütfunu araya vesileler tayin ederek verir. Bir kulunu bilabedel bir diğer kuluyla vazifelendirir, o kul aracılığıyla lütufta bulunur. Bunun en küçük numunesi tebessümdür. Biriyle karşılaşırsınız, o kişi size tebessüm eder, bir anda gönlünüz aydınlanır, içiniz ferahlar. Modern insan gaybın dokunuşlarını hissetmiyor. Hissetmediği için de hayatında şükre yer olmuyor.  s.166
—————————————————————
KS: İlme iltifat etmek bir medeniyetin borcudur, ödevidir. Bizim yeniden o sistemi kurmamız lazım. Bir zamanlar elimizde olan şey şimdi elimizin altında yok. İlim ve bilimle uğraşan kişilere destek sağlanması lazım. İlim insanının maişet telaşı olmaması lazım ki rahat rahat üretsin. Bu düzeni biz maalesef kuramadık. Avrupa üniversiteleri bunu sağlıyor oysaki. Öğretim üyesini gölün kenarına gönderiyor, masraflarını karşılıyor ve ondan bir kitap yazmasını talep ediyor. Üretken insanların kendi hayatlarında ağır bedeller ödeyerek yazmamaları lazım. Bizim memleketimizde bu bedelleri ödeyerek sanatını icra eden ve ilimle uğraşan nice insanlar var; ama devletin destek olması gerekiyor. Mesela Mehmet Genç Hoca bu bedelleri ödeyerek ilmi çalışmalarına devam etti, ölene kadar kirada oturdu. Oysa devletin onu baş tacı etmesi gerekir.  s.176
—————————————————————
SÖ: Divan şiiri gençken öğrenilecek bir şiir değil, bütün bir hayata sirayet edecek ve yaşanacak, hissedilecek bir şiirdir. Gençlikte kıymetiharbiyesi takdir edilmiyor; çünkü gençken başka ilgiler söz konusu. Genç bir insan, Tevhid Kasidesi”nden, bir münâcattan ne anlayabilir? İnsan, ancak yaşı ilerleyip hayatın farklı veçheleriyle karşılaştığı zaman o şiirin ne demek istediğini anlar.  s.183

İnceleyin:  Siber Zorbalık

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir