Biz belki de günün birinde bizden çıkacak olan ruhların köklerinden başka bir şey değiliz. Ruhun gebedir belki de ve bir gün benim ruhumu dünyaya getirecektir, oma daha önce her ikisi de belli bir mesafeyi kat etmelidir.
Milorad Paviç
Evren farklılıklarla dolu. Hiçbir taş, çiçek ya da yüz, deniz kıyısında iki deniz kabuğu birbirinin aynısı değil. Dikkatle bakıldığında doğadaki farklılıkların dokusu ve çeşitliliği daha görünür hale gelir. Her insan, kalbinde bambaşka bir dünya yaşatır. Hayat hakkında ne kadar farklı hissettiğimize ve düşündüğümüze bakarsak birbirimizle konuşabilmemiz bile bir mucize; en yakın bilinenler arasında dahi uzun köprüler var. Bu da bizi birbirimiz için çekici ve büyüleyici kılıyor. İki insanın gözleri birbirine değdiğinde mucize başlar. Sonra sesler yakınlaşır ve şartlar el verirse ruhlar birbirine değer.
Her insanın kalbi özlemle doludur. “Ayrılık bağrım göz göz delsin de bir/ Sen o gün benden işit, özlem nedir/ der pirimiz Mevlânâ, Mesnevi’nin başlangıç dizelerinde.
Mutlu olmayı, anlamlı ve dürüst bir hayat yaşamayı, aşkı bulmayı ve kalbinizi birine açabilmeyi arzularsınız. Hayat yolculuğunda kim olduğunuzu keşfetmeyi, kendi acılarınızı nasıl iyileştireceğinizi öğrenmeyi, anlaşılmayı istersiniz. Hayatta olmak özlemle dolup taşmaktır, özlemin sesleri bizi canlı ve uyanık tutar. Bazen de bilmediğimiz yerleri, tanımadığımız insanları, olmamış hadiseleri özleriz. Sanki başka bir yer, başka bir insan, başka bir olay bizim eksikliğimizi tamamlayacakmış gibi gelir. Dünyadan sığınacak yerlerimiz olsun istiyoruz, kendimiz olmaktan utanıp gocunmadığımız aidiyet sığınakları. O çadırın altında maskesiz, sadece kendimiz kalarak huzurla yaşayabiliriz. Bize göz ve yüz aydınlığı olan dostlarla çevrelenmek içimizi sevinçle dolduruyor. Yaşamınızın aidiyet sığınağım keşfedemezseniz, özleminizin kurbanı haline gelebilir, hiçbir yere demir atamadan bir serseri mayın gibi oradan oraya sürüklenebilirsiniz. “Evimiz ya içimizdedir ya da hiçbir yerde,” der Herman Hesse. Her birimizin dünyanın büyük bağrında yaşıyor ve hareket ediyor olması teselli edicidir. Bu aidiyet sığınağından asla kovulmazsınız. Modem dünyamızda bu kadar yalnız olmamızın bir nedeni de ağaçlan, dağlan ve ırmakları dinleme yeteneğimizi yitirmemiz, yeryüzüne ait olma duygusunu kaybetmiş olmamız, tnsan tabiata dost olmadan kendisine dost olamaz, kendisine dost olmadan gaynya da dost olamaz.
Kutsal Tabiatın Uzağında
Bilincimiz yaşamın geniş ağından öylesine kopmuş durumda ki yeryüzünün cömertliğini, kâr amacıyla meta- laştıracağımız kendi kaynaklarımız olarak görmeye başladık. Bizi destekleyen ve yaşatan o büyük bedene yabancılaştık. Esenliğimizi ve tokluğumuzu başkalarının feda edilmiş yaşamlarına borçlu olduğumuzu artık göremiyo-
Şimdi bu tek yanlı, bireyci ideolojinin sonuçlarıyla karşı karşıyayız. İklim değişikliği, deniz ve bava kirliliği, doğal kaynakların tükenmesiyle birlikte, gezegenimiz kitlesel bir yok oluşla karşı karşıya gelmiş bulunuyor. İnsan uygarlığı toprağın üzerindeki çiy tanesi gibi kaybolup gidecek mi? insan açgözlülüğü ve müdahalesinin doğrudan sonucu olarak türlerin hızla azalmasına ve ekolojik felaketlerin sayısının artmasına rağmen, şaşırtıcı bir şekilde, hâlâ bu yavaş kıyametteki sorumluluğumuzu inkâr eden insanlar var. Nasıl oldu da bu büyük yeryüzü bedeninin bir parçası olmaktan çıkıp ondan ayn hissetmeye başladık? Kendimizi kutsal tabiattan nasıl sürgün ettik ve onu bir parçamız olarak değil de yağmalanacak bir hammadde deposu olarak görmeye nasıl başladık? Kendimizi tekrar nasıl ekosistem denilen bu büyük âleme ait kılabiliriz?
Akılcılığa yaptığımız aşın vurgu hislerimizin körelme- sine yol açtı; oysa bizi empatiye bağlayan şey, duygu yete- neğimizdir. Bu duygudaşlık, birbirimizle ve tüm canlılarla olan karşılıklı ilişkimiz için elzemdir. Bizi bir topluluğa ya da bir mekâna bağlı hissettiren şey, ona dair sevinç ve kıvanç yüklü sorumluluk duygumuzdur. Hayatlarımızla ona hizmet etmeye çağnlınz. Tagore’un da dediği gibi “Kuvvetimi onun emrine, aşk ile ferağ ettirecek kuvveti ver,” diye niyaz ettiğimiz şeyedir aidiyetimiz. Kendimizi diğer yaşam formlarıyla bir bağ içerisinde hissetmiyorsak hayatı ve tabiatı kutsaldan soyar, başka hayatlan harcanabilir nesnelere dönüştürürüz. Bizim kendi sürgünümüzün kökeninde de bu harcanabilir olma hissi yatmıyor mu? Bizim büyük yabancılaşmamız. İnsanın büyük ıssızlığı.
Materyalizm kültürü, mitsel büyük anlatılarla olan zihin bağımızı kesip kopardı. Kadim efsaneler aracılığıyla aktarılan yeryüzü bilgeliği olmadan, amaç ve bağlam duygumuzu kaybettik, bir çıkmazda sıkışıp kaldık. Kıssadan hisse alamayan nesiller, tüketimciliğin ve boş imgelerin anaforunda sersemliyor. Dünyayı yeniden tamlığa kavuşturan şey, varlığı birbirine bağlayan görünmez anlam sicimleridir. Kalpten kalbe giden yol gibi, bir varlıktan diğerine uzanan yollar var. Bir ormanın ağaçlan, beynin sinir hücreleri daima birbiriyle rabıta halinde. Birbirlerini işitebiliyorlar. Yalnız insan hemcinsini işitmekte bu kadar sağır. Birbirimizden ayrı gibi görünen yaşanılanınız, birbirimize ne kadar gerekli olduğumuzu keşfettikçe daha anlamlı hale geliyor. Kurduğumuz bağların her biri, dünyanın bir eksiğini yerine koyar, bir gediğini kapatır.
Kıssadan hisse alamayan nesiller, tüketimciliğin ve boş imgelerin anaforunda sersemliyor.Açgözlülüğün bariz tezahürü, sonsuz zenginlik ve güç arayışında görülebilir. Çok zenginlerin çoğu için hiçbir miktar paranın yeterli olmadığı gerçeğinden ne anlamalıyız? Hiçbir güç miktarı hırslıları tatmin edemez, “yeter” orada adeta unutulmuş bir kelimedir. Halbuki “kâfi” diyebilenden daha zengini yoktur. Gerçek zenginliğin gözütokluk olduğunu, gönül zenginliğinin maddi zenginlikle mukayese edilemeyecek kadar üstün olduğunu fark edebildiğimiz gün; dünyayı kasıp kavuran tamahkârlığın, bu gözü dönmüş biriktirme ve harcama çılgınlığının da üstesinden gelebileceğiz.
Ayrılık yarası, dünyanın acısı, her birimizin üzerine farklı bir şekilde düşüyor. “Her kim aslından uzak düşsün arar/ Canana dönmek için bir uygun gün arar.” Sadece hayatta kalmak için değil, var olmak için bile diğer varlıklara olan derin karşılıklı bağımlılığımızı kabullenme- liyiz. Varlıklararası bir âlemde yaşıyoruz, her varlığın bir diğerinin iyiliğini ve esenliğini etkileyebildiği bir karşılıklı etkileşim âleminde yaşıyoruz. Her birimizin iyilik ve esenliği, ötekinin iyilik ve esenliğinde yatar.
Aidiyet özlemi
însan kalbinde pek çok farklı özlem yaşar. Her biri kendi sesiyle hayatınızı çağırır. Bazı özlemler kolayca fark edilir ve sizi çağırdıkları yön açıktır. Diğer sesleri çözmek, hakkıyla işitmek daha zordur. Hayatınızın farklı zamanların- da, size beklenmedik şekillerde fısıldarlar. Sizi tam olarak nereye çağırmak istediklerini duyabilmeniz için yıllar geçmesi gerekebilir. Ahmet Kutsi Tecer’in dizelerindeki gibi, “Elverir ki bir gün bana, derinden,/ Ta derinden, bir gün bana ‘Gel’ desin,” diye bekleyerek tüketirsiniz aziz ömrü. Belki de özlemlerin en yakıcılarından biri aidiyet özlemidir. Ruhu sağlam bir limana demirleme arzumuzdur.
Her birimizin derinliklerinde büyük bir aidiyet arzusu var. Bu arzunun emzirmediği bir yaşam huzursuz rüzgârlarla uğuldayan boş bir kabuk gibi. Sırtımızı bir yurda, bir tarihe, bir topluluğa, bir hatıraya yaslamak isteriz. Ait olduğunuz güzel zamanlara ayak bastığınızda, doğanızın gereği olarak oraya demir atıp dinlenmek istersiniz. Şair İbrahim Tenekeci’nin mısrasındaki gibi, “Duralım burada, güzel esiyor!” diye mırıldanırsınız. Böyle zamanlarda kalbiniz sakinleşir. Vardığınızı hisseder, rahatlar ve tüm kalbinizle kendinizi o eşsiz sükûnet tarafından sarmalanmaya bırakırsınız. Sonra muzır bir ses fısıldar, bir şeylerin eksik olduğunu hissettirir ve ahenginiz kopar. Neyin sesidir bu? Mutluluğumuza nasıl da böyle sinsice sızar? Sevdiğiniz her şey elinizin altında ve ihtiyaç duyduğunuz herkes hayatmızdayken bile, dilinizin ucuna kadar gelip ad veremediğiniz şeyler eksikliğini hatırlatır. Adım söyleyebilseydiniz, onu elde etmek için yola düşebilirdiniz, ama bir başlangıç noktası olsun, yoktur. Sizin için hayati önem taşıyan bir şey, ulaşamayacağımz bir yerde, bilinmezlikte yatmaktadır. Bu yokluğu doldurma özlemi bazı insanları hakikatten ve aşkın sığınağından uzaklaştırır; eksik olanın peşinde hiç bitmeyecek bir yolda, uğur yıldızının görülmediği bir yolculuğa çıkarlar. îç huzursuzluğu mu diyelim adına? Yaslanacak bir duvar, sırtım verecek bir dağ, içinde çocuklaşacağınız muhibban kalmadıysa eğer, nasıl dinecektir o muttarid uğultu?
İnsanlar genellikle ferdi yaşamlarında bir aidiyet geliş* I türemedikleri için dışsal bir sisteme ait olma ihtiyacı duyar. Bir gruba, bir topluluğa, bir ideolojiye bitişmekle varlığın sancılarından azat olmak isteriz. Bizden daha güçlü bir yapının içinde eriyerek o gücün bir parçası olmayı arzulayabiliriz. Oysa aidiyet özlemle ilişkilidir, otoriteyle değil, özleminizin ta kendisi olun. Baştan aşağı özlem kesilin. özlem ruhun değerli bir içgüdüsüdür. Ait olduğunuz yer, her zaman saygınlığınıza, kanat genişliğinize layık zirveler olsun. Ustamız Fuzûlî’nin kavlince, “Cîfe-i dünyâ değil kerkes gibi matlubumuz/ Bir bölük ankâlanz Kâf-ı kanâ’at bekleriz.” Önce kendi içselliğinizin göğünü genişletin. Eğer oraya aitseniz, kendinizle ahenk içindeyseniz ve içinizdeki o derin, eşsiz kaynağa bağlıysanız, o zaman dışarlıklı aidiyetler elinizden alındığında asla naçar kalmazsınız. Daima kendi ruhunuzun zemininde, kiracısı olmadığınız, size ait olan yerde dinlenirsiniz. Içselliğiniz, kimsenin sizi uzaklaştıramayacağı, dışlayamayacağı ya da sürgün edemeyeceği bir zemindir. Bu sizin hazinenizdir.
Pek çok ruhani gelenek “sonsuz acıya” neden olduğu için arzu duyan doğamızdan kopmanın gerekliliğine vurgu yapar. Ancak bu genellikle özlemi gömmemiz, bastırmamız veya onun üstesinden gelmemiz gerektiği şeklindeki sakıncalı bir yoruma yol açıyor. Arzudan farklı olarak, özlem bastırılması gereken bir şey değildir. Niyâzî-i Mısrî “Sûrette nem var benim sîrettedir madenim/ Kopsa kıyâmet bugün gelmez perişân bana” diyordu. Sufi bakış açısına göre, özlem ilahi bir eğilimdir ve bizi Sevgili’ye doğru çeker. Tüm varlık, var edene Özlemle döner, ona müştaktır, tıpkı âşık ve maşukun birbirlerinin kollarında olmayı arzulamaları gibi. Bu durum insanla murad edilmiş hayat arasında da geçerlidir. Güneşe doğru büyüyen bir bitki gibi; özlem de yaşamın hakkını ve şükrünü eda edebilmemiz için, doğamızın yüzümüzü ihtiyaç duyduğumuz ışığa doğru yönlendirmesidir. Pirimiz Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin yazdığı gibi, “Aradığın şey de seni arıyor.” özlem, yalnızca kavuşma arayışının niteliği değil, bizi arayan bir şeyin sesidir: Evin dinmeyen çağrısıdır.
Bağlılıklar, sevgi verdiğimiz ve aldığımız damarlardır. İnsanla, Tanrıyla, âlemle kurduğumuz bağlar canlılığımız için elzem. İnsan bağ kuran canlıdır, beşikten mezara bağlanmakla hayat buluruz. Kendimizi sevdiğimiz şeylerden, kalbimizi kırabilme gücüne sahip şeylerden kopardığımızda, yaşamdan da yalıtmış oluyoruz. Böyle bir durumda usul usul çürümeye başlıyor, içeriden yavaş çekim bir ölüme duçar oluyoruz. Çünkü kendimizi acıya karşı zırhla kuşattığımızda, bizi diri kılan başka canlılıkların üzerine beton dökmüş oluruz. Hayatla alışverişimiz azalır, hayatın canlılığından beslenemez hale geliriz. O yüzden yaşamak incinmeyi göze almaktır. Kırılganlığa, incitilmeye açık olmakla varlığımızı ötekine de açıyoruz. Dünya sadece bir gül bahçesi değil, gül de yapraklarından ve kokusundan ibaret değil. Bir gülü koklamak için eğildiğimizde, dikeni parmaklarımızı kanatabilir.
Yakınlığa ancak uzaklığımızdan doğan özlem aracılığıyla ulaşabiliriz. Tıpkı bir balığın kıyıya vurana kadar içinde yüzdüğü suyun farkına varmaması gibi, bilinmeyene kulaç atmak için aşina olanın kıyılarından ayrılmamız gerekir. Sevgiliye duyduğumuz özlem, kalplerimizdeki merakı harekete geçirir ve bizi onunla karşılaşmak için
yola çıkarır. Mistik yol, ayrılığın acısı dayanılmaz olduğunda bile özlemimize sadık kalmayı, onu asli yurt bilip ona geri dönmeyi salık verir. Yol menzilin ta kendisi olur, işte bu yüzden aidiyetin kökeninde özlem vardır. Ruhun açlığını çektiği şeyin özlemini duymak, bu açlık tatmin edilemese bile, gerçekten hayatta olmaktır; paradoksal olarak, en derin mevcudiyetimizin bütünlüğüne hayatımızdaki eksikliğin alametlerini izleyerek geri döneriz.
İngiliz şair ve yazar Toko-pa Tumer, Belonging (Aidiyet) kitabında meta anlatılarla, ilahi ve mitsel olanla bağımız kalmadığında yaşamlarımızın anlamını yitirerek, küresel sistemin rekabetçi piyonlarına dönüştüğümüzü, oysa gerçek mutluluğun, içine gömülü olduğumuz, ait ve borçlu olduğumuz yaşam çevremizle olan karşılıklı bağımlılığımızda olduğunu yazıyor. İngilizcede “belonging” kelimesinin özlem duymaya (be-longing) dair kökeni, etkileyici bir gösterge. Bizim kullandığımız “ait” kelimesi ise geri dönmek manasındaki “avdet” ile aynı kökenden geliyor.
“Dışarıda” Kalmak
Birçok insan aidiyet duygusunu kabul görme, dahil edilme, anlaşılma, hoş karşılanma, beğenilme ve takdir edilme ile ilişkilendirir. Literatürde, başkalarıyla bağlantı kurma özlemi ve saygı ihtiyacı olarak tanımlanıyor aidiyet kavramı. Aidiyet, bir fotoğraf şeridinin negatifi gibi yalnızlık kavramının ayrılmaz gölgesidir, her ikisi de etrafınızda devinen kalabalığın niceliğine bağlı değildin İlişkilerin niteliği, anlamı, kişinin bunlardan duyduğu memnuniyet, hissettiği duyguyla ilgilidir Sosyal medyadaki takipçi sayınız veya etrafınızdaki kuru kalabalık, size bir aidiyet hissi vermez. Sosyal ağlarda yoğun bir arkadaş ve takipçi çevresine sahip olmanıza rağmen, kendinizi yalnız ve köksüz hissetmeniz gayet mümkün.
Hepimizin garipliğin acısını hissettiği anlar olmuştur. Yabancı bir ülkede ya da şehirde, yeni bir sınıfın, yeni iş yerinizin kapısından girdiğinizde, bir eve ilk kez davet edildiğinizde, eski arkadaşlarınızın tanımadığınız dostlarıyla ilk kez karşılaştığınızda; sizi dikkatle süzen, dışarıda bırakan, sürgüne gönderen kayıtsızlık dolu bakışlar herkesin canını yakar. Selamlamak için tebessüm ettiğiniz birisi sizden bakışını kaçırdığında veya bir ortamda kimse selamınızı almadığında acıyı kemiklerinize kadar hissedersiniz. Dışlanmış hissetmek, fiziksel acıya benzer şekilde yaşanır ve her ikisi de beyindeki aynı sinir ağlarını harekete geçirir. Psikologlar buna “sosyal acı” diyor. Bu acıyı dindirmek, türümüz için fiziksel acımızı, açlığımızı yahut susuzluğumuzu gidermek kadar elzem.
Araştırmalar, aidiyet duygumuz anlık olarak tehdit edildiğinde bile, kendimizi daha kötü hissettiğimizi, yeteneklerimizin zayıfladığım, daha dürtüsel davranıp başkalarını düşman gibi görmeye teşne olduğumuzu gösteriyor. Öte yandan, önemsedikleri kişilerin fotoğraflarım görmek “aidiyet hissinin güçlenmesiyle beraber” olumlu yönde etkileyebiliyor insanları. Hoşgörü ve merhamet hisleri, kendilerini güçlü bir şekilde bir yere ve/veya kişiye ait hisseden insanlarda daha güçlü. Aidiyet hisleriyle daha insancıl oluyoruz.
Ait Olunmayan: “Öteki”
Doğamız farklı şartlarda değişkenlik gösterir. İnsan tekâmül ve tefessüh edebilen, olumlu veya olumsuz yönlerde değişebilen bir varlık, öyle bir donanımla doğuyoruz ki binlerce farklı hayat yaşayabilirdik ancak sonunda tek bir ömür sürüyoruz. Binlerce seçenek içinde tek bir hayat. Tabiatımız bulunduğumuz çevrenin etkileriyle de şekillenebildiği için anahtar soru şudur: Kendi tabiatımızın iyi melekelerini ortaya nasıl ortaya çıkarabiliriz?
Ait olmak istediğimiz grup, ideal benlik/referans grubumuz, üzerimizdeki en güçlü etkiyi sağlar. Sosyal psikoloji alanında yapılan pek çok çalışma, grup üyelerinin beklentileri karşılamak için güçlü bir zorunluluk hissettiğini göstermektedir. Yahudi soykırımı konusunda saygın bir uzman olan tarihçi Christopher Brovvning, Nazi Al- manyası’nda binlerce Yahudiyi öldüren bir polis taburunu nitelerken, orta sınıf hayatlar süren sıradan adamlar tabirini kullanıyor: Çoğu yirmili, otuzlu yaşlarında, evli, çocuklu terziler, bahçıvanlar ve pazarlamacılar. Bu memurlar toplu katliam planları hakkında ilk bilgilendirildiklerinde, “kendilerini göreve hazır hissetmemeleri halinde” herhangi birinin “çekilebileceği” söylenmiş, beş yüz subaydan sadece on ikisi ayrılmış aralarından. Brovvning, durumun belirsizliğinin yanı sıra, “uyum baskısı- üniformalı erkeklerin yoldaşlarıyla temel özdeşleşmesi ve dışarı çıkarak kendilerini gruptan ayırmama yönündeki güçlü dürtü” nedeniyle ayrılmaktan çekindiklerini yazıyor. Kurt Vonnegut da Gece Ana adlı romanında kişinin insanlığa karşı işlediği suçların en temelinde “kendine karşı işlenmiş suçlar” olduğu sonucuna varıyordu: “Ne imiş gibi davranıyorsak oyuz, o yüzden ne gibi davrandığımıza çok dikkat etmeliyiz.” Bir Sufi deyişi de “Dinin elinde nefsi kar gibi erimeyen kimsenin elinde dini kar gibi erir,” diyor. Aidiyetimizi, hakikate sadakatimizi yönlendiren ve tanımlayan şeyler söylemlerimiz değil eylemlerimizdin
Bir gruba adeta kendimizden kaçarcasma duyduğumuz güçlü aidiyet, diğer gruplara karşı bir önyargıca dönüşebiliyor. Zihnimizin önyargıları sadece hatalara neden olmakla kalmıyor, aynı zamanda bizi bu hatalara karşı körleştiriyor da. Pek çok çatışmanın kökeninde bir ahlaki yozlaşmışlıktan ziyade bu türden önyargılar bulunuyor. Kendimizi kandırmaya adeta meftunuz; zihnimiz bize benzemeyeni kolayca gözden düşürebiliyor. Kör noktalarımız Önyargılarımız. Hakikati onlarla eğip büküyor ve işimize gelen bir şekle sokuyoruz. Bu kör noktanın üstesinden gelebilmek için daha alçakgönüllü, anlayışlı ve iletişime açık olmalıyız. Başkaları da bizim kadar kaygı dolu bir dünyada yaşıyor ve onların bizim şu ana dek fark etmediğimiz çok isabetli bakış açılan olabilir.
İnsanları tanıyıp anlayabilmek için mümkün olduğunda yüz yüze görüşmeye çalışmalıyız. Önyargıların izale edilmesi için, “ete kemiğe bürünmüş karşılaşmalar” gerekli. Beden dilimiz ve göz temasımız, nezaket, samimiyet ve saygımız hakkında çok şey ifade eder. Gözümüzü kaçırmadan veya gözümüzü muhatabımızın gözlerine dikmeden konuşmak. Bütün varlığımızla dinlemek, muhatabımız sözünü bitirmeden ona nasıl bir cevap yetiştireceğimizi düşünmemek. Tabiri caizse can kulağıyla dinlemek, bir insanı işitmeye can atmak. Araştırmalar, karşıt inançlara sahip insanların kutuplaştıncı siyasi konularda karşılıklı sesli ifadeyle konuştuklarında daha az karalayın olduklarını gösteriyor. Birisine kendimizi ve görüşlerimizi anlatmak istiyorsak alabildiğine sahici ve içten, olduğumuz gibi davranmaya özen göstermeliyiz. Üstenci, saldırgan veya aşın çekingen tutumlar sahici bir iletişimin önünü tıkayacaktır.
Birimiz Hepimiz, Hepimiz Birimiz İçin
İnsan olmak zor şey. Modem metropol kültürünün yoksullaştırın koşullarında, zayıflığımızdan utanmamız ve başkasının yükünü paylaşmak şöyle dursun, kendi acımızı inkâr etmemiz öğretiliyor. Birbirimize bağlı olmamız gereken yerlerin etrafına dikenli çitler ördük. Pek çoğumuz evin dönüş yolunu arıyoruz. Kayıtsızlık, alaycılık ve ilgisizliğin başını çektiği bir dizi düşmanlığa karşı şiiri, nezaketi, şefkati yedeğimize alarak çarpışıyoruz. Bize yolumuzu kaybettiren inatçı bir sisin üzerimize çöktüğünü hissettiğimizde, başkalarının yüreklerinde sevgi ateşleri yatmalıyız. Korumak için cansiperane direndiğimiz küçük alevin, apansız bir rüzgârla sönüvermesi işten değil, işte o zaman kendimizden daha fazlasını düşünmek, insanları bir ağdaki iplikler olarak görmek yardımcı olur. Tek başımıza kırılgan telleriz, dinleyicisi olmayan şarkılarız, ama birlikte aman vermez bir ağız biz.
Güney Afrika’nın Nguni Bantu geleneklerinde, top- lumlanmn aidiyet kavrayışını ifade eden kelime, ubuntu: “Ben neysem, hepimiz o olduğumuz için oyum.” Zulu dilindeki tam karşılığı olarak “Bir insan diğer insanlar sayesinde insandır.” anlamına gelen bu kelime, Desmond Tutu’nun apartheid sonrası Güney Afrika’nın yeniden inşası sürecinde sık sık paylaştığı bir ifade. Ubuntu insan olmanın özünden bahseder. Yani, benim insanlığım sizin- kine ayrılmaz bir şekilde bağlıdır. Biz bir yaşam demetine aitiz. Hepimiz kaçınılmaz bir karşılıklılık ağına yakalanmış, tek bir kader giysisine bağlanmış durumdayız. Birini doğrudan etkileyen her şey, dolaylı olarak herkesi etkiler. Gerçekliğin birbiriyle ilişkili yapısı nedeniyle birlikte yaşamak için yaratıldık. Ubuntu; grup dayanışması, merhamet, insan onuru ve kolektif birlik değerlerine atıfta bulunur. Bu ilkeler kavramın kalbini oluşturur. Ortak insanlığa dair bu değerler daha fazla öne çıksa da “ubuntu” kavramında bireysel aidiyet ile toplumsal aidiyet arasındaki ilişkiye de vurgu vardır. Benim, tam anlamıyla ben olabilmem için sana ihtiyacım var! Şöyle de söyleyebiliri»: Ben seninle kendimim. Kendimizi sadece kendi içimimde değil, ancak başkalarında bulabiliriz. Dolayısıyla, başkalarına gitmeden önce kendimizi bulmuş olmalıyız.
Birbirine bağlılık tanımlarını genellikle teknolojiyle sınırlayan küresel bir toplumda, insani armağanlarımızı tanımak ve bunları sağlıklı yollarla paylaşacak gücü bulmak zor olabilir. Yolculuğumuz boyunca, içsel aidiyetin ayrılmaz bir şekilde başkalarına ait olmakla bağlantılı bulunduğunu görürüz. İçimizdeki aynlık yanılsamasını, varlığımızın özündeki temel birliği ortaya çıkardıkça ‘diğerini kendimiz gibi görme” yeteneğimiz derinleşir. Başkalarım iyileştirme kapasiteniz, bazen sadece varlığınızla, kendinizi iyileştirdikçe genişler. Bizim Koca Yûnus, çok güzel söyler: “Senlik benlik olucağız, iş ikilikte kalır/ Çıktık ikilik evinden, sen beni yağmaya verdik.”
Aidiyet Dairesinde Düş Kırıklıkları
Bazen çağırdığınız, ait olmak istediğiniz kişi sizin kırılganlığınıza yankı verecek cevherden yoksundur, korkunç bir keder vardır bunda. Isınmak için el uzattığınız ateş sizi yanıklar içinde bırakabilir. Güven duygunuz köklerine kadar kararabilir acının şiddetinden. Ama korkmayın, hangi sevgi ziyan olmuş ki? Denemelerinden birinde şöyle yazıyor Ralph Waldo Emerson, “Karşılıksız sevmenin utanılacak bir şey olduğu düşünülür. Fakat yüce kimseler gerçek sevginin karşılıksız bırakılmayacağını anlarlar. Gerçek sevgi, ona layık olmayan nesnesini aşar, sonsuzda mesken tutar ve aradaki zavallı maske parçalanıp gitti diye üzülmez. Aidiyet, dönüşümlü olarak ayrılık ve beraberlik dönemleri gerektiren dinamik bir süreçtir. İşte o zaman, “hiç buluşmamışız gibi buluşur, hiç ayrılmamışız gibi ayrılırız.”
Uzun beraberliklerden sonra gelen ayrılıklar, şu soruyu sorduruyor: Bunca yıl heba olup gitti mi, bunca zaman boşuna mı yaşanmış oldu? Her birimizin içinde harabeler var ama onlar bize bir zamanlar ne kadar çok sevmiş olduğumuzu kanıtlıyor. “Bir zamanlar olan”ın yankısı, hayatın mirasıdır o viraneler. Bize kalanların kıymetini bilmek için hatırlatıcıdır. İnsanlar, aşklar, umutlar gelir geçer ve biz elimizde kalanlarla hayata devam ederiz. Yıkıntıların içinden yeni bir hayat, yeni imkânlar, yeni görme biçimleri filizlenir. Ama vedalaşmaya bile zaman ayıramadığımız, birden sırra kadem basarak ilişkilerden “kaybolduğumuz” günlerden geçiyoruz. Bir ilişkiyi, hiçbir açıklama yapmadan sona erdirmek anlamına gelen “hayaletleşmek” (ghosting) sanal iletişimin de etkisiyle giderek yaygınlaşan modem bir olgu. Oysa iyi bir şekilde aynlmak, ilişkinin size kazandırdıklarını kabul ederek onu onurlandırmaktır. Hayalet gibi ortadan kaybolmak, üzerinde bir etki yaratmaktan aciz olduğumuzu hissettiğimiz bir dünyaya layık gördüğümüz şeydir, ötekinin hayatındaki varlığınızın önemini yadsıyarak kendinizi de kendi hayatınızda bir hayalet haline getirmektir. Bu tavır, kendinizi ve çevrenizdekileri tek kullanımlık olarak görmektir. Biz insanlar harcanabilir nesneler değiliz. Size her an buruşturulup atılacak bir kâğıt mendil gibi davranan, sizinle olduğunuz/durduğunuz yerde buluşamayan bir kişiden/yerden aynlmak için attığınız her adım, ait olduğunuz yere doğru atılmış bir adımdır. Kendinizi size ihtiyacı olanlara adayın. İnsan olsun ya da olmasın; sesi olmayanlan, sesi kısılmıştan arayın ve onlara bir ses olmaya gayret edin. Hepimiz bizi ruhunda barındıracak, hikâyelerimize seda verecek, bize bu hayatta gerekli olduğumuzu hissettirecek bir başkasını anyoruz.
Nasıl Ait Oluruz?
Aşağıdaki reçete Geoffrey Cohen’in Belonging adlı kitabından bir özet. Anahtar adım, aidiyeti destekleyen düşünme ve davranma biçimlerine dair bir farkmdalık gen liştirmektir. Bunun için değiştirmemiz gereken şeyler var:
Temel Atfetme Hatasıyla Mücadele Edin: Bir durumu daha iyi hale getirmek için onu gerçekten de ne ise o olarak görmemiz gerekir. Başkalarının davranışlarının muhtemel nedenlerini göz önünde bulundurmalıyız; bizim algıladığımız değil, onların algıladığı haliyle.
Bakış açılan edinin ve empati geliştirin: Başkalarının kendileri ve bizim hakkımızda ne düşündüklerini tahmin etmek yerine sormayı denemeliyiz. Bizi kıran insanlarla empati kurmaya çalışırken, onların durumunda nasıl davranacağımızı hayal etmek yerine, onlara duygularını sormak daha isabetli bir yorumda bulunmamıza neden olur.
Otoriter olmaktan kaçının: Otoriterleri kibirli ve güçlü siyasi liderler olarak düşünme eğilimindeyiz. Ancak kabul etmek istemesek de hepimiz günlük yaşamlarımızda otoriter olabiliriz; kendi yolumuzun doğru yol olduğunu ve aynı fikirde olmayanların ikna edilmeleri ya da dışlanmaları gerektiğini varsayarız. Ve bu yaklaşım hemen her zaman şaşmaz şekilde geri teper. Bunun yerine kendi hikâyelerimizi paylaşabilir ve onlardan da hikâyelerini anlatmalarım isteyebiliriz. Hikâyeler iyidir, herkes kendisini görür. Birine “hatalısın” demek yerine “bana kendine dair daha fazla şey anlat” demek, bir konuşmanın dinamiklerini yeniden inşa eder, o insan savunma mevzisinden ayrılıp, görülmek ve işitilmek için size yaklaşacaktır. Anlayış sunmak, birini onurlandırmanın en kolay yoludur. Bazı durumlar, mesela, cinsiyetçi, ayrımcı, şiddet ve horlama yüklü muameleler sert bir direnci hak eder. Ancak bu tür sıkmtıh durumlarda bile, diğer kişinin aidiyetine en az zarar verecek üslup ve yöntemle mukabelede bulunmak, ortak iyiliğin açığa çıkması için gereklidir.
Düşündüğünüz her şeye inanmayın: Bir şeyi düşünmemiz ya da görmemiz onu doğru yapmaz. Düşüncelerimizin, duygularımızın ve algılarımızın zihnimizin güvenilmez yapılan olduğunu fark etmeyiz, zihnimizden geçen duygulara ve dürtülere çok fazla değer atfederiz. Zihnimizin rüyalarımızda olduğu gibi uyanık yaşamda da gerçekliğimizi yaratma gücünü anladığımızda, önyargılai nmızı sorgulamak ve değerlerimizle daha uyumlu, daha erdemli biri olmak için değişebiliriz.
Ne yaptığınız kadar neden yaptığınız da önemlidir: Araştırmalara göre, kendimizi en çok bağlı hissetmemizi sağlayan şey, görüldüğümüzü ve bize layıkıyla yanıt verildiğini hissetmek. Bilge müdahalelere açığız, ama manipüç lasyona değil.
Zamanlama hakkında düşünün: Genellikle doğru | şeyleri yanlış zamanda yapanz. Eleştiri, onaylama, tavsiye ve güvencelerin hepsi zaman seçimine bağlı olarak etkili olabilir. Tüm zamanlar arasında, aidiyeti desteklemek için bir zorluğun veya geçişin başlangıcı genellikle en etkili olandır.
Sosyal trafikte gözünüzü dört açın: Bir sürücünün en önemli müttefiki, gelişmiş sürüş teknikleri eğitimi değil, uyanık kalmaktır. Öngörülü ve uyanık olmak pek çok kazanın önüne geçer. Sosyal hayatın trafik koşullarını etkileyen amiller genellikle görünmezdir ve bu da günlük yaşamlarımızı istenmeyen çatışmalara açık hale getiriyor. Bunların tamamından kaçınmak mümkün değilse de süreci öngörebilir ve böylece direksiyon hakimiyetimizi kaybetmeden yönetebiliriz.
İnsanları sadece okumayın; durumlarını değiştirin: “Doğru” insanları aradığımız kadar, herkesin en iyi halii nin, en uygun koşullarda ortaya çıkma ihtimalinin kısmen bitim elimizde olduğunu unutmamalıyız.
Dayanın: Sabır, bir bilgenin erdemidir. Büyük ruhsal dönüşümler genellikle gözlerin seyrine açık değildir ve davul zuma eşliğinde gerçekleşmez. İnsanların uzaktayken kat ettiği mesafeler karşısında kendimizi şaşırmış bulabiliriz. Nelson Mandela’nın dediği gibi, “Bir azizin denemeye devam eden bir günahkâr olduğunu düşünmüyorsanız, ben bir aziz değilim.”
Bağlantı kurma potansiyelini ve bağlantı kurmanın gücünü hafife almayın: Araştırmalar insanların görüşlerini değiştirmenin ne kadar zor olabileceğini gösterse de bilgelik dolu müdahaleler bağlantı köprüleri kurabilir. Başkalarına içten bir şekilde ilgi ve saygı gösterdiğinize dair sözsüz işaretler göndermek güçlü bir bağlayıcı güç olabilir; baş sallamak, gülümsemek, eğilmek, göz temai sı kurmak gibi. Kendimizi tehdit altında hissettiğimizde, değerlerimizi, kendimizin ve dünyanın nasıl olmasını istediğimizi gözden kaçırırız. Oysa kendi aidiyet duygumuzu ne kadar geliştirirsek, başkalarında bu duyguyu o kadar iyi besleyebiliriz. Böylece klişe, senaryo ve normlara uyma ihtimali o kadar azalır.
Yeryüzünün Misafirleri
İçinizdeki ebediyet özleminin sesi, yeryüzünde bir yolcu olduğunuzu doğrular. Yeryüzünde misafirliktesiniz. Mev- lânâ, öylesine temel bir aidiyetten söz eder ki orada ne “içerisi” ne de “dışarısı” vardır; ötekinden ayn bir benlik, Sevgiliden ayn bir seven yoktur. Walt VVhitman’ın dizeleriyle, “Çünkü bana ait her zerre sana da ait.” tnsan hareket halinde olan varlık. Şairin söylediği gibi, enginiz ve içimizde kalabalıklar banndınyoruz. Kendi şarkımızı söyleyelim, dünya misafirliğimizi kutlayalım.
Yüreğin hiçbir aşinalık bulamadığı yerde dünya yaban bir bakıştan başka nedir ki? İçinizde, kimsenin ya da hiçbir şeyin teselli veremediği ya da duyuramadığı bir şey var. Böyle bir huzursuzluğun, uyanmış her ruh için doğal olduğunu fark ettiğinizde, bu sizi geçici ve kısmi tatminler peşinde koşmaktan kurtaracaktır. Bu ebedi özlem, ait olduğunuz tüm sığınakların bir yerlerinde bir kapının açık bırakılmasında ısrar eder. Bu özlemle dost olduğunuzda, sizi aleladeliğin yapay dünyasına karşı uyanık ve tetikte tutar. Özlem asla bu ufak ve kısa dünyada tatmin edilemez, o susuzluğun giderilmesi ancak ebediyetle mümkündür. Özlemin çınlayan sesi ancak sonsuzlukta yankısını bulur. “Duralım burada, güzel esiyor,” sonra dengimizi alıp rüzgârların en güzel estiği o derin vadiye doğru yola koyulalım.
Kemal Sayar – Kendi Işığına Yürü,syf:162-180
0 Yorumlar