Prof. Dr. M. Fuat Sezgin’in Hayatı Işığında Türkiye’de Üniversite ve Bilim
Erbâb-ı kemâli çekemez nâkıs olanlar
Rencide olur dîde-i huffaş ziyâdan.
Ziya Paşa
Türkiye’de Üniversite Hayatına Kısa Bir Bakış
Türkiye’de Batılı anlamda yükseköğretim/üniversite, Tanzimat Dönemi’nde devlet eliyle bürokratlar tarafindan planlandı ve ilk ders Derviş Paşa’nın refakatinde 1863’te yapıldı. Darülfünûn (fenler evi) adı verilen bu yeni okul, kısa bir süre sonra kapanmak zorunda kaldı. Aradan birkaç sene geçtikten sonra yeniden açıldı, yine kapandı ve nihayet 1900’de bir daha kapanmamak üzere kapılarını açtı. 1908 İhtilâli sonrasında en büyük tensikat (işten atma) işleminin görüldüğü kuramlardan biri de Darülfünûn oldu. II. Meşrutiyet Dönemi’nde Da- rülfünûn, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin düşünce örgütü gibi işlev görürken 1915’ten sonra ilk defa yabancı hocalar Türkiye’de eğitim vermeye başladı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Darülfünûn memlekette olup bitenlere çok da kayıtsız kalmadan inkılâpları zımnen desteklemesine karşın alkışlamadı. Oysa Ankara inkılâplara İstanbul Darülfünûnu’ndan kuvvetli bir destek bekliyordu. Neticede 1930’dan sonra üniversitede ciddi bir revizyon planlandı ve Reşit Galip’in başkanlığındaki heyetin marifetiyle 1933 yazında İstanbul Darülfunûnu lağvedilerek yerine İstanbul Üniversitesi kuruldu. Müderrislerden üçte ikisi işten atıldı. Onların yerini en azından sayı bakımından, ilmi yeterlilikleri tam da belli olmayan Avrupalı göçmen bilim adamları ve rejim taraftarı gençler doldurdu. Bu tecrübeler Türkiye’de ilim adamının siyaset gölgesinde ne kadar özgür davranabileceği noktasında geleceğe dönük bir tasavvur sunuyordu. Nitekim 1933 sonrasında bilim adamları derin bir inkisar ve güvensizlikle mesleklerini asgari şartlarda devam et- tirebildiler. Bu dönemde üretilen bilginin doğru olması değil işe yaraması, kullanışlı olması önemliydi. Bundan böyle tensikat, uzaklaştırma ve işsiz bırakma tehdidi, ruhunu kampüs içinde korkunç bir hayalet gibi daima gezdirmeye devam etti.
Cumhuriyet, Ankara’da birçok yeni fakülte açtı ve bunlar 1946’da bütünleştirilerek Ankara Üniversitesi oluştu. OsmanlIdan müdevver Mühendis Mektebi de İstanbul Üniversitesi ne katılmayı reddedince 1944’te İstanbul Teknik Üniversitesine dönüştü. Türkiye’nin ikircikli bir politika sergilemeye mecbur kaldığı II. Dünya Savaşı sürecinde üniversite öğretim elemanları bir kere daha savrulmaya tabi tutuldu. Önce Türk- çülük-Turancılık davası, ardından sol-komünizm kovuşturmaları sebebiyle 1947-8’de birçok bilim adamı üniversiteden uzaklaştırıldı. 1950’den sonra iktidara gelen Demokrat Parti ile de üniversitenin arası iyi olamadı. Buna karşın akademi siyaset/toplum ve ülke yönetiminde hâlâ etkiliydi ve bu belirgin bir şekilde hissedilebiliyordu. 1960 Darbesi diğer bütün kuramların üzerinden silindir gibi geçerken Beyazıt’tan da geçmeyi ihmal etmemişti. Darbe sonrasmda 147 bilim adamı, kadro harici bırakıldı. Listeyi hazırlayanlara bakılacak olursa kampüsten uzaklaştırılanların başta ilmi yetersizlik olmak üzere partizanlık, suç örgütlerine yakınlık, komünistlik ve adi suçlara katılma gibi kusurları bile vardı. İşte bu listeye girenlerden biri de İstanbul Üniversitesi Şarkiyat Enstitüsü öğretim üyelerinden Doç. Dr. M. Fuat Sezgin idi.
Anlatılanlara göre Fuat Sezgin, Demokrat Parti saflarında siyaset yapan iki kardeşi (biri bakan) olduğu için darbecilerin tensikat listesine girmişti. îhbarı yapanlar fakültedeki muhbirlerden başkası değildi. Fuat Hoca, 147’ler listesine girme meselesinin temelinde abisinin parti mensubiyeti değil, bizatihi kendisi olduğunu ima etmiştir. İnanılmaz çalışkanlığı, üretkenliği, kimsenin işine karışmaması, mesleğini hakkıyla ifa etmesi yakınında bulunanlara rahatsızlık vermişti.
Sezgin, 1960 Eylül’ünde İstanbul Üniversitesinden atıldığını haber alır almaz yıllardır zaten içinden çıkmadığı Süleymani- ye Kütüphanesi’ne gelerek Berkeley, Yale ve Goethe Üniversitelerine mektup yazmış ve onlarla çalışmak isteğini iletmiştir. Her üçünden de olumlu cevap almıştır. Fuat Sezgin, Türkiye’ye yakın olması ve İslam bilim tarihi araştırmaları için en iyi imkânlara sahip olmasından ötürü Almanya’yı tercih etmiştir. Çok sevdiği İstanbul’a bir akşamüstü Galata Köprü- sü’nden yaşlı gözlerle son bir kez daha bakarak sinematografik bir ayrılışla veda etmiştir. Yanında bir bavul dolusu fişten başka eşyası yoktur.
Almanya onun için hemen her bakımdan çok iyi bir akademik ortam olmuştur. Çalışmalarına kaldığı yerden devam etmiştir. Bu sırada önceden Müslüman olmuş bir şarkiyatçı olan Ursula Hanım ile tanışarak hayatını birleştirmiştir. Bu evlilik onun için büyük bir nimete dönüşmüştür. Zira Sezginin eserlerinin redaksiyonunu çoğu kere eşi yapmıştır. Yaklaşık on sene kadar önce yazmaya karar verdiği Arap-îslam Bilimleri Tarihi nin ilk cildini 1967’de kendi imkânlarıyla yayımlamıştır. Çalışmalar hız kesmeden devam etmiş ve 1978’de İslam dünyasının en büyük mükâfatı olan Kral Faysal Ödülü’nü kazanmıştır. Böylece rüyalarını gerçekleştirmek için büyük bir fırsat daha yakalamıştır. 1982’de uzun zamandır kurmayı hayal ettiği vakfı kurmuş ve ardından vakfa bağlı enstitüsünde eğitime ve araştırmalara başlamıştır. Yıllar birbirini kovalarken bir benzeri kolay gelmeyecek devasa eserler de ardı ardına vücut bulmaya başlamıştır. 2018 yazına gelindiğinde 17 ciltlik Arap-İslam Bilimleri Tarihi ile 1400 cildi bulan edisyon kritik yayınları dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir miras hâline gelmiştir.
30 Haziran 2018’de Fuat Sezgin bu fani dünyaya gözlerini yumarken, son nefesini veren aslında modern zamanların en büyük âlimiydi. Yetişmesine, yaşamasına ve eserlerini üretmesine Şükrü Hanioğlu’nun ifadesiyle ancak “hoyratlığımızla katkı verdiğimiz” bu büyük âlimin hayat ve birikimi Türkiye’nin siyasi ve akademik hayat tecrübesinin hazin/ibretlik bir numunesini temsil etmektedir.
Fuat Sezgin ve Temel Eserleri
Son dönem Osmanlı kadısı Mehmet Mirza Bey’in ve Cemile Hanım’ın oğlu olarak 24 Ekim 1924’te Bitlis’te dünyaya gelen Fuat Sezgin, ilk ve ortaöğretimini Doğubeyazıt ve Erzurum’da tamamladı. Bu süreçte babasından Sarf-ı Türkî dersleri aldı. Mühendis olmak niyetiyle 1943’te İstanbul’a gelen Fuat Sezgin, meşhur oryantalist Hellmut Ritter’in seminerine katılmasıyla yepyeni bir mecraya ve maceraya yelken açmıştır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap-Fars Filolojisi eğitimini 1947’de bitiren Sezgin, bir sene sonra İslam Düşüncesinin İlahi Tarafı başlıklı bir kitabı tercüme etmiştir. Bu arada bir sene kadar İstanbul Müftülüğü’nde müsevvid (kâtip) ve biraz da gezici vaiz olarak çalışmıştır. Ardından Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne asistan olarak girdiyse de kısa bir süre sonra İstanbul Üniversitesine geçmiştir.
Doktora tezi olarak Mecâzü‘l-Kur’an adında çok az nüshası olan bir eseri incelemiştir. Filolojik niteliği bakımından bu eseri tetkik ederken, iki önemli husus dikkatini çekmiştir. Bunlardan biri oryantalistik çalışmalarda temel kaynak ve otorite kabul edilen Cari Brokelman ın Geschichte der Arabi- schen Literatür (GAL) adlı eserinde birçok eksikliğin ve bazı hataların olmasıdır. Hocası Ritter’in de teklifiyle bu eserdeki eksikleri ilave cilt ve zeyillerle gidermek için çalışmalarını hızlandırmıştır. Hocası Ritter de bu yönde onu tasdik etmiş ve desteklemiştir.
Sezgin Buhârî’nin Mecâzü’l-Kur’ana sıklıkla referans verdiğini görmüştür. Bunun üzere XIX. yüzyılın sonunda Macar oryantalist Ignaz Goldziher tarafından başlatılan ve gün geçtikte güç kazanıp etki alanını arttıran hadislerin kaynağına ilişkin iddiaların gerçeklik değerine yönelik şüpheleri daha da artmıştır. Goldziher’e göre hadisler Hazreti Peygamber’in vefatından iki yüz sene kadar sonra derlenmiştir ve şifahî kaynaklıdır. Dolayısıyla da bu sözler Hazreti Peygamber’e ait değildir, derlendiği zamanın fikrîi ve içtimâi ekollerinin ürünleridir. Bu iddia İslam dünyasında hadislerin kaynağına ilişkin derin bir şüphe ve fesat hareketi başlatmıştır. Fuat Sezgin, Buhârî’nin kendisinden önce yazılan filolojik bir eseri kaynak olarak kullandığını görünce bunun tek kaynak olamayacağını başka kaynakların da olabileceğini düşünerek, merakını bu alana yoğunlaştırmıştır. Doçentlik tezi olarak Buhârî nin Kaynakları Hakkında Araştırmalar (1956) adlı konuyu seçerek Buhârî’nin şifahî kaynaklar yanında yazılı kaynaklara da dayalı olduğunu ispat etmiştir. Böylece Fuat Sezgin, Batı dünyasının eserlerinden ve metotlarından şüphe etmediği, çok güvendiği bir oryantalistin çalışmalarının yanlış ve yanlı olabileceğini ortaya koymuştur. Belki de hayatmın önemli buluşlarından biri, “altın vuruşu” budur ve bu iddiasına bugüne kadar cevap veren olamamıştır. Kesin olarak kabul edilmeyen Sezgin’in tezlerine bugüne kadar Batı dünyasından cevap da gelememiştir. Akademik araştırmalarda “bir bilimler tarihçisinin dediğine göre, “…’nm iddiası üzere” veya “Sezginian teoriye göre” denilerek, hem adının gizlenmesi sağlanmış hem küçültme hem de şüphe nazarıyla bakılmaya devam edilmiştir. Fuat Sezgin, askerlik görevini tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden İstanbul’a geçerek Zeki
Velidi Togan öncülüğünde kurulan İslam Araştırmaları Ens- titüsü’nde çalışmaya başlamıştır. Doktora tezini 1954’te savunduktan sonra 1956’da doçent olmuş ve İslam bilimler tarihinin izini daha sıkı ve titiz biçimde aramaya devam etmek için 1960’a kadar dünya kütüphanelerini gezmeye başlamıştır. GAL’ın eksiklerini gidermek ve yanlışlarını düzeltmektense yepyeni büyük bir İslam Bilimler Tarihi hazırlama fikrini hocasına açtığında “Böyle bir şey yapılamaz, bunu şimdiye kadar kimse yapamadı sen de yapamazsın, böylesi boş hayalleri bırak.” cevabını almıştır. Ancak Fuat Hoca bu çılgın fikrin ve idealin peşine düşmüştür. Bir taraftan ihtiyaç duyduğu dilleri hızla öğrenmiş diğer taraftan da başta Türkiye olmak üzere nerede bir yazma eser varsa peşine düşerek incelemeye ve ilmi değerini ortaya koymaya başlamıştır. Ancak hiç beklemediği bir anda 1960 Darbesi’yle üniversiteden atılınca Almanya’ya gitmek zorunda kalmış ve tutkularının peşinden gitmeye orada devam etmiştir.
Bu sırada Cari Brokehnan’m eserinin eksiklerinin giderilmesi ve daha geniş bir eser yazılması amacıyla UNESCO tarafindan bir heyet oluşturulmuş ve planlama başlatılmıştır. Sezgin bu heyetin toplantısına giderek böylesi bir çalışmanın heyet tarafindan yapılamayacağını, bunun bir ansiklopedi olmadığını, bütünlüklü bir eser olduğunu, dolayısıyla da tek bir kişi tarafindan yapılması gerektiğini ve bunu da kendisinin yapmaya başladığını bildirmiştir. Oradakiler, böylesi bir çalışmayı bir kişinin, hele bir Müslüman’m/Türk’ün asla yapamayacağını söylemişlerdir. Ancak Sezgin hayalini kurduğu, ideal hâline getirdiği Geschichte des Arabischen Schrifttums adlı GAS olarak kısaltılan Arapça Yazılı Bilimler Tarihi adlı eserinin ilk cildini 1967’de büyük ölçüde kendi imkânlarıyla bastırmıştır. Eserin yayımlanmasından haberdar olan UNESCO Bilim Heyeti bir anlamda ürpererek dağılmıştır. Bu tarihten sonra fasılalarla GAS yayımlanmaya devam etmiş ve Fuat Sezgin vefat ettiğinde 17 cildi bitmiş, bir cildi yayımlanmaya hazır devasa bir külliyat ortaya çıkmıştır. Fuat Sezginin “en önemli eseri” olarak görülebilecek bu yayın, bugün dünya bilimler tarihinin en parlak külliyatından biridir. Bu eser, dünya ölçeğinde Müslümanların bilime dair yazdığı kitapların ayrıntılı bir listesi mahiyetinde katalog çalışmasıdır. Sezgin, mevcut kitaplara ulaştığı gibi adı geçen ancak bugün ortada olmayan kitapların da listesini yapmış ve yazarları hakkında bilgi vermiştir. Elbette bu büyük eser sadece bir katalog çalışması değildir, özellikle harita, coğrafya ve matematiksel coğrafya ciltlerinde olduğu gibi, Sezgin özgün yorumlar ve iddialar da ileri sürmüştür. Onun en önemli iddialarından biri Batı dünyasının özellikle harita ve coğrafya konusunda XVII. ve XVIII. yüzyılda geldiği noktanın temelinin Müslümanlara dayanıyor olmasıdır. Rönesans denilen gelişme bir anda olmamış, Müslümanların çalışmaları üzerine gelmiştir. Ancak Batılılar bunu görmezden gelmiş, gizlemiş ya da düpedüz inkâr etmişlerdir. Artık bugünden sonra bilimler tarihinde, özellikle de İslam ın ilk üç yüz senesine dair konularda GAS’a değinilmeden yeni bir şeyin yazılması mümkün değildir. Almanca telif edilen, Arapça, Farsça ve Urducaya tercüme edilen bu devasa eser, henüz Türkçeye çevril(e)memiştir! (2014’te eserin ilk cildi tercüme edilmiştir ve bugünlerde kalan ciltlerin de Fuat Sezgin Bilimler Tarihi Vakfı tarafindan hazırlanmakta olduğu bilinmektedir.)
Fuat Sezgin 1982’de çalışmakta olduğu Goethe Üniversite- si’ne bağlı, İslam bilim tarihi çalışmaları yapacak olan bir vakıf kurmuştur. Vakfın imkânlarıyla bilim tarihi çalışmalarına devam ederken, diğer yandan İslam tarihinin en eski dönemlerinden bu yana üretilmiş değerli çalışmaların edisyon kritik dahilinde tıpkıbasımlarını yayımlamaya başlamıştır. Böylece Sezgin’in “ikinci büyük eseri” sayılan 1400 cilt kadar ilimler tarihinin kritik kitapları yeniden raflardaki yerini almıştır. Coğrafya, matematik, astronomi, tıp, askerlik, fizik, kimya, felsefe, dil bilimleri, islami ilimler, müzik gibi hemen her bilim alanında yüzlerce değerli eser, bu sayede yeniden gün yüzüne çıkarılmış ve araştırmacıların istifadesine sunulmuştur. Kitap üzerine değerlendirme yazmak, Batı dünyasında çok yaygın olmasına karşın GAS ve söz konusu edisyon kritikler üzerine neredeyse hiçbir değerlendirme yapılmamıştır. Bilim dünyasının Fuat Sezgin’in eserlerine neden böyle duyarsız davrandığı anlaşılır bir durum değildir.
Sezgin’in “üçüncü önemli eseri” olarak görülecek faaliyeti ise İslam Bilim ve Teknoloji Aletleri Müzesi’dir. îlki Almanya’daki enstitüde kurulan müzede İslam dünyasının birikimi olan yazmalarda yer alan aletler birebir modellemeyle yeniden hayata döndürülmüştür. Yazma eserlerde teknolojik aletlerin nasıl olduğuna dair çoğu kere çizim değil, anlatı vardır. Dolayısıyla da bunları üç boyutlu olarak modellemek son derece zor bir iştir. Buna karşm Sezgin, ilgili aletin bilimini farklı yönleriyle öğrenerek bu zor işin üstesinden gelmiştir. Aslında bilim tarihi kitapları içinde yer alan aletlerin planlarından onların modelini yapma işi, ilk olarak Alman bilim tarihçisi Alfred Wiedermann tarafından başlatılmıştır. Bu zat 25 kadar aleti yeniden modellemiştir. Fuat Sezgin ise toplamda 800 kadar aleti yeniden yaparak dünyada ilk ve tek olma özelliğine sahip sön derece hususi bir müze meydana getirmiştir. Sezgin, bu modelleri büyük gayretler sarf ederek, uzun zaman uğraşarak, yüksek miktarda paralar harcayarak yapabilmiştir. Bu noktada kendisine en büyük desteği bazı Arap devlet adamları ve iş adamları vermiştir. Adını vermediği bir Arap iş adamı Sezgin’in yaptığı her aletten bir tane de kendisi için yapılmasını sipariş etmiş ve neticede büyük bir birikim ortaya çıkmıştır. Arap iş adamı bu aletleri Amerika’ya götürüp orada sergilemeyi planlamıştır. Ancak 2001 krizinden sonra işler tersine dönünce ikinci kopya aletlerin Türkiye’ye bağışlanması ve İstanbul’da bir müzeye dönüşmesi gündeme gelmiştir.
Uzun uğraşlar, araştırmalar ve görüşmeler neticesinde özellikle İstanbul’da ve Gülhane Parkı’nda İslam Bilim ve Teknoloji Müzesi 2008’de dönemin siyasi iktidarının da kuvvetli desteğiyle kurulabilmiştir. Kuruluşundan vefatına kadar dikkatle bu müzeyle ilgilenen Fuat Sezgin’in “dördüncü en önemli eseri” olarak bu eşsiz yapı zikredilebilir. Bugün söz konusu müzenin bitişiğinde Sezgin’in bağışladığı kitaplardan müteşekkil gelişkin bir bilimler tarihi kütüphanesi de açılmıştır. Elbette bütün bunlar çok büyük gayret, sabır ve finans sayesinde gerçekleşebilmiştir. Arkasında, günde ortalama 17 saat çalışan bükülmez bir irade, sarsılmaz bir sabır ve ilimden başka hiçbir şey düşünmeyen gerçek bir ilim dervişi olmasaydı bu devasa eserler elbette ortaya çıkamazdı.
Fuat Sezgin ve Türkiye’de Üniversite ve Bilim
1933 Üniversite Reformu değerli beyinleri ve birikimleri bir çırpıda deyivermiş, ademe mahkûm etmişti. 1948’de Niyazi Berkes ve Muzaffer Şerif gibi isimler üniversiteden atıldılar ve onlar da hayatlarını Amerika ve Kanada’da devam ettirerek, hatırı sayılır sosyal bilimciler hâline geldi. Muzaffer Şerif sosyal psikolojinin bilinen en meşhur ismi hâline gelirken, Berkes tartışmalı da olsa, yakın tarihte çok referans alan eserlere imza attı. 1970’lerden sonra Şerif Mardin ve Halil İnalcık gibi isimler de Türkiye’den gitmek durumunda kaldılar ve her ikisi de hayli itibarlı bilim adamları oldular. İnalcık dünyanın itibarlı Osmanlı tarihçilerinden biri sayıldı. Bir Romanya göçmeni olan Kemal H. Karpat da 1970’te ODTÜ’deki görevinden istifa etmek zorunda kalarak Amerika’ya gitti, saygm bir tarihçi oldu. Bu beyin göçleri başta olmak üzere daha pek çok isim Türkiye’den farklı sebeplerle çıktıktan sonra Avrupa ve Amerika’nın imkânlarıyla dünyanın sayılı bilim adamları hâline geldiler (Pertev Naili Boratav, Gazi Yaşargil, Aziz Sancar, Hüseyin Yılmaz, Şinasi Tekin). Fuat Sezgin bu listeye eklenen en büyük ve en parlak yıldızlardan biridir. Bu bilim adamları niçin Türkiye yi terk etmek durumunda kalmış ve nasıl olmuş da dünya- nm itibarlı bilim adamlar, hâline gelmişlerdir? Onlar, meşhur eden ve nitelikli eserler vermeye yönelten sadece bir iç motivasyon mudur? Onlara nasıl bir imkân ve ortam sunulmuştur? Kuşkusuz bunlara verilecek cevaplar çok farklı ve fazladır.
Fuat Sezgin’e göre bilim hayatının verimli olabilmesi için gerekli şartların başında akademik özgürlük gelmektedir, tümler ve sanatlar ürkek bir kuş gibidir. Tedirgin olduğu ortamda asla barınamaz kendilerine güvenli yerler arar. Türkiye bu noktada Tanzimat’tan beri bir paradoksun ve sıkışmışlığın içindedir. Darülfünûn/üniversite “mütefennin zabit ve münevver bendegân” yetiştirme amacıyla devlet eliyle kurulduğu için onun menfaati, görüşü, isteği ve ideali dışında bir çalışma yapması yadırganmakta, hatta buna izin verilmemektedir. Bu durum yeniliğin, farklılığın, özgünlüğün önünde bir engeldir. Bilimsel özgürlüğü sınırlayan elbette sadece sistemin iskeleti bürokrasi değil, zihinsel kalıplardır ve bu çok daha ciddi felsefi bir meseledir. Ancak zihinsel özgürlük yolunda mücadele etmesi gereken bilim adamının kendisi ya da üniversitedir. Bir ülkede akademik özgürlüğün olması da orada tam bağmışız bilim yapılıyor anlamına gelmeyebilir, Fuat Sezgin 1960’ta üniversiteden atıldıktan sonra “Benim için yeni bir hayat başladı.” demiştir. Bu hayat onun rüyalarının gerçekleşeceği bilimsel bir ortam olmuştur.
Bilimsel araştırmalar hayli külfet isteyen süreçlerdir. Tabii bilimler için ileri teknoloji cihazlar, laboratuvarlar, yardımcı ekipman, hammadde vb. gibi çok sayıda materyal ve malzemeye ihtiyaç duyulur ve bunları temin etmek için yüksek miktarda finansa gereksinim duyulur. İktisat tarihçisi Mehmet Genç’in ifadesiyle, ilim biraz da israfla üretilebilir, ilim lüks bir iştir. Dar imkânlarla ilerlemek, özgün görüşler üretebilmek, yeni icatlar yapmak hayli zordur. Sosyal bilimler için en başta gelişkin kütüphaneler, zengin koleksiyonlar, seyahatler, dil öğrenimleri, müzakere ortamları, yayın platformları gereklidir. Bunları temin edebilmek iş birliği, nitelikli personel ve elbette yüksek finans sayesinde gerçekleşebilir. Fuat Sezgin çalışmalarını destekleyebilmek için başta finans meselesini ve diğer hususları nasıl çözmüştür?
Yukarıda değinildiği üzere Fuat Sezgin’in üç önemli eserinden bahsedilebilir: 1. Geschichte des Arabischen Schrifttums (GAS, Arapça Yazdı Bilimler Literatürü), 2. Goethe Üniversitesi ve İstanbul’daki İslam Bilim ve Teknoloji Müzesi 3.1400 ciltlik tıpkıbasım yazmalar kataloğu. Bütün bunların büyük finansla gerçekleştiği şüpheden hâli değildir. Fuat Sezgin GAS adlı eseriyle 1978’de Kral Faysal ödülü’nü kazanınca, Arap devlet adamları ve ileri gelenleriyle yakın ilişkiler kurarak onların maddi desteğini almayı başarmıştır. Bu sayede vakfinı kurmuş ve Hollanda’nın meşhur Brill Yayınevi’yle anlaşma yaparak eserlerinin neşrini ve dağıtımını onlara vermiştir. Ayrıca, Arapça eserlerin tıpkıbasım ve edisyon kritik yayınlarını da aynı yayınevine vererek kitapların finans meselesini hâlletmiştir. Müze için gerekli objelerin temini ve modelleme işinin kaynaklarını da Arap iş adamlarıyla karşılamıştır. 1980 sonrasında vakıf kurarak çalışma arkadaşlarını kendi kriterlerine göre belirlemiş ve böylece kendisine ideal bir çalışma ortamı oluşturmuştur. Bununla birlikte çalışmalarında en büyük destekçisinin eşi Ursula Hanım olduğu da unutulmamalıdır. Sezgin’in Türkiye’de tanınması, müze ve kütüphane açabilmesinde ise en büyük destekçisi kuşkusuz dönemin iktidarı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dır.
Tabii bilimler için laboratuvar ve deney aletleri ne kadar önemliyse sosyal bilimler için de kütüphaneler ve özel koleksiyonlar o kadar önemlidir. Bilimsel araştırmaların sağlıklı yapılabilmesi için mükemmel kütüphanelere ve arşivlere ihtiyaç vardır. Bir bilim alanının bütün birikimini barındırmayan, ana ve yan kaynaklara rahat erişim sağlayamayan bir üniversitede nitelikli bilim yapılması zordur. Batı dünyası bu realiteyi daha XVII. yüzyılda keşfederek mükemmel kütüphaneler oluşturmaya başlamıştır. Bugün Batı dünyasında orta düzeyli nitelikli bir üniversitenin kütüphanesinde Türkiye Millî Kütüphanesindeki kitaptan daha çok kitap vardır. Amerika’nın iyi üniversitelerinden birinin kitap sayısı Türkiye’deki bütün üniversite kütüphanelerinden çoktur! Fuat Sezgin 1960’ta üniversiteden atılınca ikisi Amerika’da, biri Almanya’da üç üniversiteden de çalışma daveti almıştır. Sezgin’in Almanya’yı tercih sebebi oranın İslam bilimleri ve filoloji konusunda dünyanın en iyi üniversitelerine ve koleksiyonlarına sahip olmasıdır. Bu realiteyi her zaman dile getiren Fuat Sezgin, Arapça ve Farsçanın vazgeçilmez olduğunu belirtirken onun İslam bilimler tarihinde çalışmalar yapmak için öncelikle Almancanın öğrenilmesini istemesi hayli manidardır. Sezgin, bilimsel araştırmalar için Türkiye’de yapılması gereken öncelikli işlerin başında İstanbul’da büyük bir kütüphanenin kurulmasını zikretmiştir. Türkiye’deki bütün yazmaları bir araya toplayan bir kütüphanenin olmasım da teklif etmiştir. Bütün bunlar içinde bulunduğumuz zamanda da ciddi ilim adamları tarafından dillendirilen ama netice alınamayan ihtiyaçlardır. Türkiye’de özellikle sosyal bilim yapılacaksa ilk iş nitelikli kütüphaneler kurmaktır.
Fuat Sezgin’in nitelikli bilim yapılabilmesi için olmasım gerekli gördüğü ihtiyaçlardan biri belki de en önemlisi bilimsel ortamdır. Bununla kastettiği, iyi örgütlenmiş bölümler, bilim dalları, enstitüler, geçimli insanlar, bütün niyetleri ve hedefleri bilim yapmak olan personel birlikteliğidir. Fuat Hoca’nın mühendis olma niyetini değiştiren, bir anlamda onun dünyanın en iyi bilimler tarihçisi olmasını sağlayan hocası Hellmut Ritter’dir. Sezgin, 1954’te kurulan İslam Araştırmaları Ensti- tüsü’nün ilk müdürü Zeki Velidi Togan’ın müdür yardımcılığını yapmış ve burada dar bir kadroyla sıcak ve samimi bir çalışma ortamı yakalamıştır. Ancak bu hasbi ve velut ortam binlerinin hoşuna gitmemiş, fakülte içinde haset edenler iftiralar atarak onun üniversiteden uzaklaşmasına sebep olmuşlardır. Ruhunu hiç kaybetmeyen bu tekinsiz tecrübe Türkiye’deki akademik ortamın ibretlik örneklerinden biri olmuştur.
Üniversitede aynı konuyu ya da yan dallan çalışan, İlmî konularda tartışma yapılabilecek, bir mesele olduğunda hemen görüşüne, bilgisine ve iş birliğine başvurulabilecek insanların olduğu bir koridor nitelikli akademik ortamın olmazsa olmazıdır. Fuat Sezgin Almanya’ya gittiğinde onu böylesi bir çalışma ortamının beklediği söylenebilir. Türkiye’de aynı bölümde çalışan bilim insanlarının kahir ekseriyeti yan odadaki meslektaşının ne yaptığına, yazdığına -en iyi ihtimalle- duyarsızdır. Aynı bölümde çalışanlar meslektaşlarının yazdıklarını genelde okumaz, kitaplarından, makalelerinden haberdar olmaz, ödül aldığında ya da başarılı olduğunda onu tebrik etmez. Kapalı kapılar ardında dedikodular, bölüm başkanlığı, dekanlık ya da başka makamlara ulaşmanın stratejilerine harcanan mesai asla bilimsel araştırma ve okuma için sarf edilmez. Yeni çıkan bir makalenin ya da kitabın heyecanına kimse ortak olmaz. Bilimsel çalışma yapan birileri varsa, onlar için farklı yaftalar üretilir, ilave ders yükleri ve işlerle mümkün olduğu kadar yıpratıcı/bıktırıcı, bezdirici bir ortam yaratılır, onları da kendilerine benzetmenin yolu bir şekilde bulunur.
Bilimler Tarihi, İlim Öğretimi ve Fuat Sezgin’in Yeri
Fuat Sezgin’in en çok üzerinde durduğu konulardan biri ilmin bir hocadan öğrenilmesi hususudur. Her ne kadar bilgi kitaplarda yazılıysa da ilim hocadan talep edilir ve öğrenilir. Bu ilke, İslam eğitim geleneğinde bir kaziye/ilke hâline gelmiştir. Otoriteye, üstada, bir öğreticiye vurgu yapmak ve bilginin elde edilmesinde onu hiyerarşinin tepesine konumlandırmak aslında skolastik tarzın bir ilkesidir. İslam âlimleri arasında çok tekrarlanan “Belanın en büyüğü sayfaları hoca edinmektir.” ifadesi kitabı, bireysel öğrenmeyi ikinci plana atıp hocayı başköşeye oturtan bir anlayıştır. “Hocası olmayanın dini de yoktur, üstadı olmayanın şeyhi şeytandır.” hükümleri ilim yolunda mutlak hiyerarşiyi ön görmektedir. İmam Şafî’ye atfedilen ilmi kitaplardan öğrenen kimse, ahkâmı öğrenmekten mahrum kahr.” tespiti de ilim öğrenmede hocanın önemini net olarak ortaya koymaktadır. İlimler dünyasının hakikat patikasında yol alabilmenin ancak sadık bir rehberle mümkün olabileceğini vurgulayanlardan Haşan el-Basrî de “İlim kalp gözüyle anlaşılır, amel baş gözüyle yapılır.” demiştir. Ayrıca “Muallim daima göz önünde bulundurulmalı ki kalp gözüyle görmeye alışılsın.” Uyarısında da bulunmuştur.
Fuat Sezgin ilim öğrenmede hocanın yeri ve önemine son nefesine kadar vurgu yapmıştır. Her ne kadar oryantalistlerin pek çoğunun Müslümanlar hakkında müspet tespit yapmadıklarını, yanh davrandıklarını belirtse de onların emeklerinin daima öncü rol oynadığını, dolayısıyla da onları saygıyla anmak gerektiğini, İslam ilimler tarihinin onlara çok şey borçlu olduğunu belirtmiştir. Bu sebeple Gülhane’deki kütüphanenin girişme İslam ilimler tarihine katkı veren bütün oryantalistlerin portrelerini asmıştır. Hocalarının eksiklerini ve yanlışlarını üşülünce dile getirmekten çekinmemiştir. Bununla birlikte onlara saygıda kusur etmemiş, onları yalancılık, sahtekârlık, ikiyüzlülük vb. sıfatlarla itham etmemiştir. Özellikle Helhnut Ritter’den daima saygı ve muhabbetle söz etmiş, hatta onun “gizli bir Müslüman olabileceğini” bile ima etmiştir. “Hocanızdan nasıl etkilendiniz, açıklar mısınız?” şeklindeki bir soruya “Bu anlatılacak bir şey değil.” diyerek cevap vermiştir. Eserlerinde, yazılarında ve konuşmalarında onlardan sitayişle bahsetmiş, adlarını vermekten asla çekinmemiştir. Fuat Hocaya göre ilim yolunda bir hocaya sahip olmak büyük şanstır, ancak talebe, hocasmı geçmelidir. Ya da hocasının çalışmalarına orijinal boyutlar, ekler getirmelidir. Aksi hâlde ilimler gelişemez.
Fuat Sezgin’e göre hocanın önemi ve ilmin ancak hocadan öğrenilebileceği ilkesi, İslam ilim geleneğinin getirdiği bir yeniliktir. İslam’ın ilk dönemlerinde iki önemli unsur benimsenmiştir. Bunlardan ilki, ilim kimden alındıysa onun adının mutlaka zikredilmesidir. Buna modern anlamda referans ya da atıf diyoruz. Bu konuda İslam âlimlerinin en ufak bir çekincesi, kompleksi ve bilginin asıl sahibini gizlemesi söz konusu olmamıştır. Antik Yunan’dan yapılan çevirilerde eser kime aitse aynen ismi korunmuş ve onlardan övgüyle, saygıyla bahsedilmiştir. Aristo “büyük üstad”, “hoca/muallim”, “şeyh” gibi sıfatlarla anılırken, onun ve diğer filozofların görüşlerine saygı duyulmuş, eksikler giderilirken şerh ve haşiyelerle ilimler zenginleştirilmiştir. İslam’ın ilk dönemlerindeki âlimlerin ilme getirdiği ikinci önemli yenilik ise, ilmin ancak bir usta, üstat önünde onun yardımıyla okunacak hâle büründürül- mesidir. Yazılan kitaplar, oldukça kısa ama açıklama ve derin yorum gerektiren bir mahiyette kaleme alınmıştır. Bu tür metinleri hoca olmadan okumak ve anlamak mümkün değildir.
Oysa Batı dünyasında bu ilkelerin tam tersi uygulamalar görülmüştür. XIII. yüzyıldan sonra İslam dünyasından çok sayıda eser başta Latince olmak üzere Batılı lisanlara tercüme edilmiş ve pek çoğunda yazar adı verilmemiştir. Hatta tercüme edenler kendi adlarını müellif olarak yazmışlardır. Bunun bariz örneklerinden biri İbn-i Sina’nın taşlar ve minerallerle ilgili eş-Şifa daki risalesinin Batı dünyasında 1930’lara kadar Aristo’nun adıyla yayımlanmasıdır. Pek çok Batılı, İslam âlimlerinden bahsederken onları oldukça ağır, kötü ve çirkin sözlerle, küfürler ederek anmışlardır. Bu tavır farklı biçimlerde Batı dünyasında hâlâ sürdürülmektedir. Fuat Sezgin’in bilimler tarihine getirdiği yeniliklerden bahsedilirken admm çoğu kere anılmaması da bu tavrın günümüzde hâlâ devam ettiğinin bir göstergesidir.
Avrupa üniversitelerinde özellikle modern dönemde, İslam dünyasında olduğu gibi hocanın ön plana çıkarıldığı da söylenemez. Batı üniversitelerinde hoca değil kurum ön plandadır. Bu sebeple eğitimi bitirme belgesi ya da ders okutma izni, İslam dünyasındaki gibi icazet şeklinde değil, kurum onaylı diploma biçiminde tezahür etmiştir. Bu sebeple kitapların hoca gerektiren mahiyette yazılması söz konusu olmamış, böylece bireysel çalışma ve öğrenmenin yolu kısmen açılmıştır. Ancak bu uygulama referans sistemini ortadan kaldırarak ilimlerin kime ait olduğunu, ilmin sahibini unutturma tehlikesini gündeme getirmiştir. Buna karşın oryantalist dünyada hoca-talebe ilişkisinin devam ettiğini ve önemli örnekler ortaya çıkardığını da Fuat Hoca zikretmiştir. Kendisi doksan yaşında bile nasıl ki daima hocasından saygı ve hürmetle bah- settiyse, hocası Ritter de kendi hocası Brockelmann’dan öyle bahsetmiştir.
Yabancı Diller ve Bilimler Tarihi Çalışmak
Aslmda sadece bilimler tarihi çalışmak değil ilmin hangi alanında olursa olsun, ciddi, detaylı ve kapsamlı araştırmalar yapabilmek için bir değil, birkaç dil bilmek şarttır. Konu ilimler tarihi olduğunda ise çok sayıda dil bilmenin zarureti daha belirgin olarak ortaya çıkmaktadır. Fuat Sezgin bu ihtiyacm hakkını fazlasıyla vermiş, hocaları gibi onlarca dil öğrenerek îslam bilimler tarihini özgün kaynaklarından araştırabilmiş- tir. Onun dil öğrenmeye yatkın üstün bir zekâ ve hafızaya sahip olduğu söylenebilir. 30’a yakın dil bildiği şeklinde bir söylenti olsa da o ihtiyacı olan dilleri kısa bir sürede öğrenebildiğini belirtmiştir. Kendisine “27 dil biliyormuşsunuz, doğru mu?” diye sorulduğunda “Biraz abartmışlar,” diyerek tevazuyla cevap vermiştir ve “Bu da bir şey mi, benim hocam (Ritter) 32 dil biliyordu.” demiştir. Ritter de kendisine bu kadar dili nasıl öğrendiğini soranlara, “Benimki de bir şey mi Ispanyol filolog Ninsen 52 dil biliyordu.” diyerek cevap verirmiş. Şu bir gerçektir ki Fuat Sezgin’i Fuat Sezgin yapan bildiği lisanlardır. Bu kadar çok lisan bilmese böylesi büyük bir âlim olamazdı. Bunu kendisi de zımnen ifade etmiştir.
Fuat Sezgin, İslam bilimler tarihinin anahtarı sayılan Arap- çayı öğrenmeye 1943’te hocası Hellmut Ritter’in tavsiyesi üzerine başlamıştır. Altı ay kadar bir sürede Arapçayı orijinal kaynaklar okuyacak kadar öğrenerek hocasının takdirini kazanmıştır. Hocası, “Arapça gibi zor bir lisanı bu kadar kısa sürede öğrenen bir başkasını bugüne kadar görmedim.” diyerek şaşkınlığını belirtmiştir. Sezgin’e göre dil öğrenmenin iki püf noktasından biri masa başında uzun süre sabırla çalışmaktır. İkincisi ise ana dilin gramerini iyi bilmektir. Sezgin’in kendisi de bu noktaya bir Osmanlı kadısı olan babasından sarf ve nahiv okuyarak ulaşabilmiştir. Ona göre dil öğrenmek sanıldığı gibi sokakta ya da yabancı ülkede değil, masa başında gerçekleşir. Belki konuşma yeteneği için ikinci bir şahsa ihtiyaç duyulabilir. Sezgin, uzun süre masa başında sabırla çalışarak onlarca dili öğrenebildiğini belirtmiştir. Akşam saat beşe kadar enstitüde çalıştıktan sonra eve gelip geç saatlere kadar bilmediği dilleri öğrenmiştir. Elli yaşmdan sonra İspanyolca, altmış yaşından sonra da Çekçe öğrenerek o dillerdeki yazmaları orijinal dilinde tetkik edebilmiştir. Rusya’dan aldığı bir davet üzerine altı ayda Rusçayı öğrenmiş, bildirisini bu dilde yazarak tebliğini Rusça sunabilmiştir.
Fuat Sezgin, yabancı dil öğrenemememizin önemli bir sebebini de aşağılık kompleksine bağlamıştır. Ona göre Türk insanı kendisine güvenmemektedir. Bu güvensizliğin altında cehalet yatmaktadır. Eğer insanlar biraz okusa, araştırsa, gayret etse aşağılık kompleksini yenebilecektir. Ancak cehalet buna izin vermemektedir. Cehaletin sebebi ise tembelliktir. Gerçekten de Türkiye akademisyenlerinin akademik araştırmaya, dil öğrenimine, laboratuvara, kütüphaneye yeteri kadar vakit ayırabildiğini söylemek güçtür. Bunun temel sebeplerinden en başta geleni, çalışan ile çalışmayanın ayırt edilmemesi, bilimsel çalışma ve performansın ödüllendirilmemesi ve teşvik edilmemesidir. Bu tembellik, akademisyenleri önemli hususları bilmekten alıkoymakta, bu da derin komplekslere dönüşmektedir. Şu hâlde mücadele edilecek ilk husus tembelliği yenmeye gayrettir.
Hedeften Yoksunluk, İstikrar ve Çalışma Ahlâkı
Fuat Sezgin Hoca’ya “Türkiye’de daha nitelikli bilim ve bilimler tarihi araştırması yapmak için neler yapılmalıdır?” şeklinde bir soru sorulunca şöyle cevap vermiştir:
Türkiye’de akademisyenlerin hedefleri yok. Yaklaşık dört yüzyıldan beri çalışıp duruyor bir şeyler arıyoruz ama belli bir hedef olmadığı için yol bulamıyoruz. Herkes kendi başına bir şeyler yapmak istiyor. Kurumsal süreklilik denilen bir şey yok. Çalışkan, gayretli ve üretken bir adamm halefi çıkmıyor. Bu şekilde bir yere varılamaz. Öncelikle hayatı bütünsel olarak kapsayacak hedef belirlemek lazım. Bazı çalışkan, gayretli ve meraklı bilim adamları var. Bunlar bir şeyler yapıyorlar, yazıyor çiziyorlar ama hedefleri yok. Sadece konuyu sevdikleri için, bazıları da hobisi olduğu için bir konuyla ilgileniyor ve araştırma yapıyor. Böylesi bir yol ve yöntemle bilim yapılmaz, nitelik ortaya çıkmaz. Önce çalışmak değil hedef koymak önemlidir, sonra çalışma gelmelidir. İnsanın kesin bir hedefi olması lazım ve o hedefe doğru başka hiçbir şey düşünmeden gitmesi lazım.
Fuat Hoca, “Ben bunu yaptım,” demiştir, “ben otuzlu yaşlarımdan itibaren hedefimi İslam bilimler tarihinin en gelişmiş literatürünü yazmak olarak belirledim ve ömrümün sonuna kadar da bu hedef uğruna yürüdüm.” demiştir.
İlim yolunda olmak isteyenlere Fuat Sezginin ikinci önemli tavsiyesi sabır olmuştur. “Sabrun cemîl ve Allah korkusu” olmadan nitelikli bilim yapılamayacağını söylemiştir. Bilim her şeyden önce bir istikrar ve sabır işidir. Bekleme, tekrar etme, gözleme, uzun süre ne olup bittiğini anlamaya çalışma ve neticelere saygı gösterme ameliyesidir. Oysa özellikle son zamanlarda kimse uzun süreli çalışmalara girişememekte, hemen bir şeylerin olup bitmesini istemektedir. Böylesi bir psikolojiyle, acelecilikle, sabırsızlıkla bilim yapılamaz. Bilim uzun süre sabretmeyi, düşünmeyi, defalarca deney yapmayı gerektirir. Bilim yapanlarda Allah korkusu da olmalıdır. Sezgin bu tavsiyeleriyle selefi Ahmet Cevdet Paşa ile tevafuk içindedir. Cevdet Paşa da şu sözleriyle çağları bizlere çağları aşan bir mesaj bırakmıştır:
Hayatım boyunca ‘en-nâs-ı fıs-sıdk’ (kurtuluş doğruluktadır) yolundan hiç şaşmadım, doğruluktan ayrılmadım. Allah’ın bir lütfü olarak da kirlenmedim. Allah da kullarını her hal ü kârda korudu. Dünyada korkulacak olan bir şey varsa o da yalnızca Allah korkusudur. Padişahtan korkmak, hikmettir. Anadan babadan korkmak hikmettir. Büyüklerden vesaireden korkmak, sakınmak, utanmak hikmettir. Ve cümlesinin başı Allah korkusudur.
İlim yolunda çalışacaklara Fuat Sezgin’in üçüncü tavsiyesi az yemek ve az uyumaktır. Bu ilkeler İslam ilim geleneğinde de daima revaç bulmuş tavsiyelerdir. Fuat Hoca vakit kaybı olmasın diye öğlenleri yemeğe gitmeyip evden getirdiği bir parça ekmek, peynir ve reçelle iktifa eden bir ilim dervişidir. Yemekli programlara ve resmî kutlamalara katılmayı genelde reddetmiştir. Kendi evinde eşi ve çocuklarıyla sadece yemekte bir araya gelerek sohbet edebilmekte, diğer zamanlarda daima çalışmaktadır. Az uyumak da onun günlük alışkanlıklarından biridir. Yakınları giyim kuşamda da onun son derece mütevazı olduğunu, vakit kaybı olmaması için genelde aynı elbiseleri giydiğini söylemektedir. Kırk yıl aynı paltoyu giydiği, yıkandığında ütüsü bozulmayan gömlekler diktirip vakit kaybetmediği de bilinenler arasındadır. Eşinin deyimiyle “Colombo pardesüsü”, her zaman odasında asılıdır.
Türk insanının okumadığını, kitaba verilen değerin Türkiye’de çok düşük olduğunu sitemle belirten Sezgin, bir uçak yolculuğunda kimin Türk, kimin tngiliz ya da Alman olduğunu rahatlıkla ayırabildiğini söylemiştir. Kendisi, dünyanın farklı bölgelerindeki yazma kitapların peşinden koşarken sürekli seyahat etmek zorunda kaldığından, uçaktaki vakit- lerı daima okumakla geçmiştir. Burada belirtilmesi gereken hususlardan biri de ciddi bilim adamlarının yalnız olması ve buna alışmasıdır. Yalnızlık her ciddi ve verimli bilim adamının temel şiarıdır. Tam bir ilim dervişi olan ve bir tür modern züht hayatı yaşayan Sezgin, harici etkilerden minimum seviyede etkilenmiştir. Dostlarının anlattığına göre, dünya ile neredeyse hiç işi yoktur. Cüzdanı belki elli seneliktir. On yıllarca Frankfurt’ta kaldığı hâlde şehri hiç gezmemiştir. Bütün hayatı evinden enstitüye gelip gitmekle geçmiştir. Bir defasında evine dönerken sürekli kullandığı yol inşaat sebebiyle kapanınca başka yollara sapmış ve evini bulamamıştır. Ara sokaklarda sürekli dolaşıp duran bir ihtiyar, polisin dikkatini çekmiş ve onların yardımıyla evini bulabilmiştir.
Fuat Sezgin’in Türkiye’deki bilim, bilim adamları ve üniversite ortamı hakkında ileri sürdüğü görüşlerden biri de zamanın değerinin bilinmemesi, planlamanın yapılmaması ve zaman gibi bir nimetin hakkıyla harcanmamasıdır. Sezgin her ciddi bilim adamı gibi randevularına son derece sadıktır. Kendi ifadesine göre hayatında üç defa randevusuna geç kalmış ve onun ıstırabını her zaman çekmiştir. Bunlardan ilki hayli ilginçtir: İstanbul Üniversitesinden hocası Hellmut Ritter’den ders alırken bir gün uzak yerden geldiği için üç dakika geç kalmıştır. Ritter, cebinden saatini çıkararak “Sayın Sezgin üç dakika geç kaldınız, bir daha tekerrür etmesin.” diyerek kalıcı bir ihtar çekmiştir. Konuşmalarında sıklıkla Peygamberimizin “iki günü müsavi olan ziyandadır” hadisini hatırlatarak, “Biz zamanı bu kadar değerli gören bir dinin mensuplarıyız. O hâlde nasıl boş durabiliriz, her gün daha üretken olmalıyız.” tavsiyesinde bulunmuştur. Ancak gerek akademide gerekse sıradan Türk insanının çalışma hayatında ahlâki yozlaşmanın son zamanlarda giderek daha da arttığını üzüntüyle belirtmiştir. İlim yolunda şiar edinilmesi gereken önemli hususlardan biri ilmi karşılıksız yapmaktır. İlimden maddi bir çıkar beklememektir. İlim parayla yapılan, parasız dağıtılan bir iştir. Tam bir ilmi züht ahlâkı anlamına gelen bu duyarlılık Sezgin’de fazlasıyla tezahür etmiştir. Bilimsel araştırmalarından hiçbir zaman maddi gelir beklememiş, ancak çalışmaları vc eserle ri onu daima yükseklere taşımıştır. 1960 Darbesi’nden sonra üniversiteden atılınca Almanya’ya gittiğinde kendisine bildirilmeden altı aylığına işe alınmıştır. Bu süre dolmak üzere iken yeni iş arayışı söz konusu olmuştur, İş akdinin dolmasına üç ay kadar bir zaman kalmasına rağmen hiç endişe etmeyen Sezginin bu tevekkül hâli Alman meslektaşlarını hayretler içinde bırakmıştır. “Nasıl oluyor da iki üç ay sonra işten çıkarılacağın hâlde hiç endişe etmiyorsun?” denilince; “Hayatımda eğer altı haftalık bir gelecek garanti edilmişse daha ilerisini asla düşünmeyeceğim.” diye cevap vermiştir. Bu cevap ateist arkadaşını bile şaşkına çevirmiştir. Hayatında asla para biriktirmek, bir makama gelmek derdinde olmamıştır. Hatta bir ara “Eğer işsiz kalırsam gündüzleri inşaatlarda çalışırım, akşamları da araştırmalarımı yaparım.” diye kafasında planlar kurmuştur.
İslam Dünyasında İlmî Gerilemenin Sebepleri
“ilmi para için yapmamak”: Bu düstur İslam ilim tarihinin kilit keşiflerinden ve ilkelerinden biridir. Gerek Fuat Sezgin in çalışmalarında gerekse genel bilim tarihi araştırmalarmda cevabı en çok aranan sorulardan ikisi şöyledir: İslam dünyasında VIII. ve IX. yüzyılda hızla gelişen ilim ve teknoloji XVI. yüzyıldan sonra niçin duraklamıştır?”, “İslam dünyasındaki gerilemenin sebebi nedir?” Doğrusu bu sorulara şimdiye kadar tatmin edici açıklamalar getirilememiştir. Fuat Hoca’nın da belirttiği üzere tarihte bazı hadiseler açıklanamaz ve bazı olguların açıklanması mümkün değildir. Bu mesele de söz konusu çıkmazlardan biri gibi görünmektedir. 1956’da Fransa’nın Bordeaux ve 1960’ta Almanya’nın Frankfurt şehirlerinde geniş katılımlı iki kongrede İslam dünyasının niçin geri kaldığına dair cevap/lar aranmıştır. Fuat Sezgin’in bu kongreleri değerlendiren yorumlarında ve “İslam Dünyasının
Duraklama Sebepleri” konulu konferanslarındaki ifadelerine bakıldığında bu iki kongreden tatmin edici neticeler çıkmamıştır. Buna karşın gerileme teorisiyle ilgili bir dizi yorum/ tespit yapılmıştır.
Fuat Sezgin Hoca’ya göre, oryantalistlerin iddia ettiği üzere, İslam bilimlerinde zeval XII. yüzyılda değil XVI. yüzyılda kendini hissettirmeye başlamıştır. 1956 Bordeaux ve 1960 Frankfurt Kongrelerinde sebepler arazın yerini almış, sebep ve sonuç ilişkileri birbirine karıştırılmıştır. Aynı toplantıda ve diğer çalışmalarda İslam bilim ve kültür dünyası bir bütün olarak ele alınamamıştır. Gerileme ve batış sebepleri daha erken devirlerde aranırken İslam bilim ve kültür dünyasındaki gelişme ve ilerleme yüzlerce yıl devam edebilmiştir. Bugün İslam bilimlerinin belirli bir andan sonra duraklamaya başlama sebeplerini münakaşa edebilme açısından yarım yüzyıl öncesine göre daha avantajlı bir ortam vardır.
Bu açıklamalara bakıldığında İslam dünyasmın neden geri kaldığına dair bir cevap verilemediği görülmektedir. Sezgin’in İslam’da Bilim ve Teknik eserinin uzun önsözünde duraklama ve gerileme sebeplerinden ziyade gelişme ve ilerlemenin sebepleri üzerinde durulmuştur. Fuat Hoca ilk olarak 1889’da Snouck Hurgronje’in dile getirdiği ve meşhur oryantalist Franz Rosenthal’in yaygınlaştırdığı açıklamaları anlamlı bulmuş ve bir anlamda onlara katılmıştır. Rosenthal İslam’da bilim ve teknolojinin ilerlemesi hakkında şöyle demektedir: “Eğer İslam dini, bilimi sadece bilim olarak, bilim aşkı olarak himaye etmemiş olsaydı ve sadece onun faydacı tarafı bakımından bilimleri tutmuş olsaydı bilimler bu kadar süratli ve bu kadar geniş şekilde gerçekleşemezdi.” Bu tespite bazı medrese tarihçilerinin de katıldığını görmek mümkündür. Fuat Sezgin gibi saygın bir bilimler tarihçisi olan Aydın Sayılı da gerileme ve duraklamanın birçok sebebini saymıştır. Bunlar arasında “ilim adamlarının gerekli desteği ve himayeyi görmemesi, savaşlar, kargaşalar, kitap ve kütüphanenin önemini yitirmesi ve medrese sayısındaki gereksiz artış” en başta sayılmıştır. Özellikle Nizamiye Medreseleriyle birlikte, önceleri daha özgür, sivil ve nitelikli olan medreselerde nitelik sorunu meydana gelmiştir. X.-XI. yüzyıla kadar Müslüman âlimler, ilmi sadece ilim olarak talep etmişler, faydasını düşünmemişlerdir. Ancak bu yüzyıldan sonra özellikle hukuk (fıkıh) en önemli meslek ve para getiren alan olarak belirmiş ve medreseler nakil ilimlerinde derinleşmeye başlamışlardır. Medrese mezunlarının gözü fıkıhla ilgili (akçası daha bol) mesleklerde olmuştur. Böylece ilimlerde özellikle XVI. yüzyıldan sonra duraklama başlamıştır. Fuat Sezgin’in bu zamanda kelimenin tam anlamıyla bir âlim olmasının ardında, ilme söz konusu kadim mantıkla yaklaşması etkili olmuştur.
Sezgin’e göre İslam dünyasında gerilemenin temel nedenlerinden biri Moğol saldırılarıdır. Moğollar XIII. yüzyılda Orta Asya’dan çıkarak bütün Anadolu’yu alt üst ederek önlerine çıkan her türlü maddi manevi değeri yok etmişlerdir. Bu saldırıdan sonra İslam dünyasının kendini toparlaması kolay olmamıştır. Bir diğer önemli sebep ise Haçlı Seferleri’dir. XI. ve XIII. yüzyıllar arasında yaklaşık 175 sene devam eden Haçlı Seferlerinden kârlı çıkan Avrupalılar olmuştur. İslam dünyasına gelen Haçlılar burada gördükleri zenginlikleri yanlarında götürdükleri gibi, ilimleri de götürmüşler ve Avrupa’da uyanışın temellerini atmışlardır. Bu teori ilk olarak Akdeniz müellifi Fernand Braudel tarafindan dile getirilmiştir. Fuat Sezgin de bu teoriye katıldığını belirtmiştir.
İslam dünyasında ilimlerin gerilemesinde yaratıcılık yeteneğinin sönmesinin ve aşağılık kompleksinin de çok etkili olduğunu söyleyen Fuat Sezgin bu konuda da ilginç yorumlar yapmış, yeni bilgiler ortaya koymuştur. Ona göre İslam dünyasında aşağılık kompleksinin ilk başladığı dönem XVII. yüzyıldır ve bu dönemde başta Kâtip Çelebi olmak üzere dönemin bazı medrese dışı âlimleri etkili olmuştur. Sezgin, özellikle Katıp Çelebinin kendisini hayal kırıklığına uğrattığını söylemiştir. Zira o Batılı kaynakları kullanarak Cihannüma adında devasa ve değerli bir coğrafya kitabı yazmış ve böylesi bir kitabı Osmanlı dünyasında yazmanın mümkün olmadığını söylemiştir. Bu kitabı yazarken Batılı eserlerden ve âlimlerden de destek almıştır. Ancak Fuat Sezgin» Kâtip Çelebi’nin kullandığı Batılı kaynaklara baktığında, söz konusu eserlerin İslam dünyasından etkilenilerek ya bire bir ya da serbest tarzda geniş aktarmalarla telif edildiğini tespit etmiştir. Dolayısıyla da Kâtip Çelebi, hayran olduğu Batılıların aslmda İslam ilimleri sayesinde o bilgileri ürettiğinin farkına varamamıştır. Bu durum Kâtip Çelebi’den itibaren bir tür komplekse dönüşmüştür. Ama yine de Sezgin, onun çalışkan ve zeki bir âlim olduğunu teslim etmiştir.
Bu vadide Fuat Sezgin, meşhur seyyah Evliya Çelebi’nin diline, üslubuna ve İlmî yetkinliğine hayran kalmıştır. Onun için “abartıyor filan” deseler de Sezgin’e göre o “son derece özgün ve heykeli dikilecek biri”dir. Türkiye’de giderek artan aşağılık kompleksinin kökenlerini XVII. yüzyıla kadar indiren Fuat Sezgin, bugün de Türk akademisyenlerinin söz konusu hastalıktan mütevellit yaratıcı olamadıklarını belirtmiştir. Yukarıda değinildiği gibi bu hastalıktan şifa bulmanın yolu bilgilenmek ve cehaleti yenmektir, cehaleti izalenin yolu da tembellikten kurtulmaktır.
Tevazu, İyi Niyet, Vefa ve Doğallık
Fuat Sezgin’in en önemli vasıflarından biri olağanüstü tevazu sahibi bir şahsiyet olmasıdır. Onu tanıyan hemen herkes, özellikle İlmî konuda hilm sahibi olduğunu, kimseyi küstürmek istemediğini, herkese yardımcı olmak istediğini belirtmişlerdir. Kendisine merakla, samimiyetle, inanarak bir şey sorulduğunda büyük bir heyecanla sonuna kadar meseleyi dinlemesi ve cevaplar vermesi herkesin şahit olduğu bir durumdur. Ancak bu hususta son derece hassastır ve her önüne gelene de randevu vermemektedir. Frankfurt’taki odası, ilim meraklısı herkese açık bir ilmi dergâh olmuştur, öyle zamanlar görülmüştür ki içeride bir ilmi sohbet, bilimsel tartışma, proje konuşulurken sekreterin “Efendim filan ülkenin başbakanı geldi, sizinle görüşmek istiyor.” diye izin istediğinde Fuat Hoca, “Beklesin biraz, şimdi şu mevzuyu konuşuyoruz.” diyerek ilmi her şeyin üstünde tuttuğunu göstermiştir. Bir defasında Türkiye’den bir heyet Frankfurt Kitap Fuarı’nın açılışına gelmiştir. Bir görevli enstitüye gelip Fuat Hoca’ya “Efendim, Sayın Cumhurbaşkanı açılışta sizi de görmek istiyor.” diyerek onu davet etmiştir. Fuat Hoca, “Benim Abdullah Bey ile görüşecek bir meselem yok, eğer kendilerinin varsa buyursunlar, gelsinler.” diyerek cevap vermiştir. Fuat Hoca sayesinde modern zamanlarda da “devlet adamlarının ayağına giden âlimler değil, âlimlerin ayağına giden devlet adamları”nın görüldüğü manzaralar yaşanmıştır.
“1960 benim için bir başlangıç” diyen Fuat Sezgin, kendisini üniversiteden atanlara asla kırgın olmadığını belirtmiştir. Bir defasmda, Fuat Hocayı istismar etmek isteyen gruptan bir zat, hoca hakkında ilk kitaplardan birini yazarak kitaba “mağduriyetten muzafferiyete”, “mazlumiyetten muzafferiyete gibi hayli ajitatif/kışkırtıcı bir isim vermek istemiştir. Hoca böylesi tekliflere karşı çıkmış, geçmişi bu bağlamda gündeme getirmek istemediğini zikretmiştir. Zaten kendisi hakkında kitap yazılmasına bile hoş bakmazken bir de böyle popülist yaklaşımlara hiç razı olmamıştır. Üniversiteden uzaklaştırma kararı veren MBK üyelerinden biriyle karşılaştığında, “İslam bilimler tarihi adına size teşekkür ediyorum, iyi ki beni üniversiteden attınız, ben de istediklerimi en iyi şekilde yapabildim, size teşekkür ediyorum.” deyince, karşısındaki zâta kızarmak düşmüştür. 2008’de Cumhuriyet gazetesinin İslam Bilim ve Teknoloji Müzesi nin açılış haberini vermesine sevinip “Bak bunlar bile anlamaya başladı.” diyerek ne kadar iyimser ve iyi niyetli olduğunu göstermiştir. Oysa aynı gazete 30 Haziran 2018’de Fuat Sezgin dünyaya gözlerini yumduğunda istihzai bir ifadeyle Twitter hesabına “‘Amerika’yı Kolomb değil, Müs- lümanlar keşfetti’ diyen Erdoğan’ın akıl hocası Prof. Dr. Fuat Sezgin yaşamını yitirdi.” haberini geçmiştir. Türkiye literatüründe Fuat Sezgin’in önemi ve çalışmaları hakkında ilk olarak 2002’de Celal Şengör’ün Cumhuriyet Bilim Teknik’te iki yazı kaleme alması da meselenin ironik taraflarından biridir.
Sezgin, hayatın zorluklarından yılmamış ve bunlardan asla şikâyet etmemiştir. Türkiye’den bir halefinin olmadığını söylerken elbette üzülmüştür. Ancak onun kalbinin hep Türkiye için attığı da ahir ömründe açık bir şekilde görülmüştür. Fuat Sezgin’in derdi, İslam dünyasının bilim ve teknolojide gasp edilmiş hakkının teslim edilmesini sağlamaktır. Bunu yaparken hamaset ve şovenliği değil, en muhkem delil olan bilimi kullanmıştır. “Ben bilime sığındım, bilim ne diyorsa onu ortaya koydum, eğer araştırmalarım bana farklı bir şey söylese idi onu da çekinmeden açıklardım.” demiştir. Kur’an’ı ve dini asla bilime karıştırmamıştır. Gençliğinde de hayli dindar olmasına ve her namazını farklı bir camide kılmasına karşın “gösterişçi dindarlıktan” şiddetle kaçınmıştır.
Sezgin’in ısrarla üzerinde durduğu ve her fırsatta dile getirdiği konulardan biri, İslam’ın ilerlemeye ve bilime asla engel olmadığıdır. Aksine İslam kadar bilimi, araştırmayı destekleyen, teşvik eden başka bir din yoktur. Ancak ilginç bir şekilde, İslam dünyasının bilim ve teknolojide kaydettiği büyük gelişmeleri duymak, bilmek, onları tanımak Batı dünyasından ziyade Müslümanlara zor gelmiştir. “Keşfettiğim yenilikleri anlatmakta Batı’dan daha çok Müslümanlar beni zorluyor, onlar bana direnç gösteriyor, dediklerimi anlamıyorlar.” diyerek sitem etmiştir.
Fuat Sezgin, özellikle 2000’li yıllardan sonra Türkiye’de tanınmaya başlanmıştır. Geniş halk kitlelerince ise ancak 2010’dan sonra tanınabilmiştir. Fuat Hoca’nm Türkiye’de çok geç keşfedilmesi elbette Türkiye ilim dünyası için büyük bir ayıptır. Eserleri daha çıkar çıkmaz başta İngilizce ve Fransızca olmak üzere Arapça, Farsça ve Urduca gibi dillere çevrilmesine karşın, Türkçeye ya çevrilmemiş ya da çok geç tercüme edilmiştir. Temel eseri GAS hâlâ daha tercüme aşamasındadır. 1967- 8’de GAS’ı bireysel olarak tercümeye girişenler olmuş ancak bürokrasi ve yerleşik zihniyetin yönetimdeki temsilcileri “Ne gerek var tercümeye, aslından alalım kütüphanelere koyalım.” diyerek engel olmuşlardır.
2005’ten sonra bürokratik kurumlar kendilerinden beklenen zorlaştırma ve ciddiyetsizliği hocaya da göstermişlerdir. Bir keresinde Türkiye’den Hocaya telefon edilerek, “Efendim kurum olarak (muhtemelen, Kültür ya da Millî Eğitim Bakanlığı) eserinizi tercüme etmek istiyoruz, kitabınız kaç sayfa?” diye sorulmuştur. Fuat hoca “Hangi eserim, eserlerimin kaç sayfa olduğunu bilmiyorum, sadece 13-14 cilt olduğunu söyleyebilirim.” diyebilmiştir. Bu süreçte bir Arap iş adammm “Ben her türlü masrafını karşılayayım, eserlerinizi Türkçeye tercüme ettirelim.” teklifini ise “Onuruma dokunur.” diyerek reddetmiştir Fuat Hoca. Alman vatandaşlığını en üst düzeyden gelen ısrarlara rağmen kabul etmemiş, Türkiye pasaportu taşımakla iftihar ettiği belirtmiştir. Müslüman ve Türk olduğundan gurur duyduğunu defalarca belirtmiştir. Bir Alman eyaleti itibarlı bir ödül vermek üzere Hoca’yı davet etmiş ancak programa Filistinli çocukların katlini hoş gören bir Israilli de davet edildiği için ödülü reddetmiştir.
2000’li yıllardan sonra genelde Avrupa, özelde Almanya’da yabancılara özellikle de Türklere ve Müslümanlara karşı daha sert bir tutum takınılmıştır. Dolayısıyla da hocayı rahatsız edici gelişmeler sürekli hâle gelmiştir. O bu süreçte hiç yılmadan bıkmadan çalışmalarına devam ederken bir taraftan da Frankfurt ta kurduğu müzenin bir benzerinin Tür- kiye de kurulması için vargücüyle cansiparane bir çalışma içine girmiştir.
Bir gün kahvaltı sırasında eşi Ursula Hanım “Burada çok işler yaptın, memleketine yönel!” deyince, Türkiye’ye, Türk insanına daha çok hizmet etmek isteğini daha güçlü hissetmeye başlamıştır. Nitekim olaylar birbirini kovalamış, Türkiye’den yapımcılar, bilim insanları Hoca’yı keşfetmiş, belgeseller çekilmeye başlanmıştır. Çeşitli hadiselerin zuhuruyla ve Allah’ın bir lütfü olarak Arap bir iş adamının kendi evi için Hoca’ya yaptırdığı İslam bilim tarihine dair modelleri/objele- ri bağışlamasıyla 2008’de, Gülhane Parkı içindeki bir binada İslam Bilim ve Teknoloji Müzesi’ni kurarak burada 600’e yakın materyalin sergilenmesini sağlamıştır.
Fuat Sezgin’i hayatında bu müze kadar heyecanlandıran bir başka olay veya gelişme belki de olmamıştır. Bu müzenin açılmasına çocuklar gibi sevinmiştir. Müzenin kurulması sırasında materyallerin taşınmasından isimlendirilmesine, yerlerinin belirlenmesinden, tanıtım yazılarına kadar her türlü detayla kendisi ilgilenmiştir. Ancak Türkiye bürokrasisinin ve memurlarının hoyrat, vurdumduymaz hâli hocayı çok üzmüş, zaman zaman bezginlik derecesinde eziyete dönüşmüştür. Bazı memurlar terbiye sınırlarını aşarak Hoca’ya hakarete varan kabalıklar bile sergileyebilmişlerdir. Hoca’nın müzede yer alan modeller için beş dilde hazırladığı tanıtım metinlerini ve levhalarını aklıevvelin biri, tek dile indirerek yerleştirmiştir. Oysa hoca beş ayrı dilde tanıtım yazarak, İslam bilim mirasının burayı ziyaret eden bütün milletler tarafından hakkıyla bilinmesini istemiştir. Fuat Hoca bütün bu yaşadıklarından dolayı bir televizyon programında “Müze hayal ettiğim gibi olmadı, ama buna da şükür.” serzenişinde bulunmuştur. Bütün bunlara karşın yılmadan, yorulmak nedir bilmeden çalışmalarına devam etmiş, müzenin kurulması ve tanıtılması için Türkiye ve Almanya arasında bir taraftan mekik dokurken diğer taraftan sözlü ve görsel medyayı bilgilendirmiştir. 89 yaşında yaklaşık 30 senedir gelmediği Beyazıt Sahaflar Çarşı- sı’nı zor adımlar ve meraklı gözlerle dolaşırken kendisini gördüğümde elini öpme şerefine nail olmuştum. Birkaç kelam ettikten sonra “Benim Gülhane’de açtığım müzeye gittin mi, talebelerini götürdün mü?” sorularını sormuş ve “Orası çok önemli.” diyerek müzeye ne kadar önem verdiğini belirtmişti.
Her ne kadar aksaklıklar olsa da Türkiye’de nitelikli işlerin yapılabileceğine kanaat getiren Fuat Sezgin adına 2010’da “Fuat Sezgin İslam Bilim Tarihi Araştırma Vakfı” kurulmuştur. Vakıf bünyesinde önemli bir kütüphane de inşa edilerek Sezgin’in kitaplarının buraya intikali çalışmalarına başlanmıştır. Sezgin’in 50 bin kadar seçme kitaptan oluşan koleksiyonunun Türkiye’ye getirilmesi tam bir polisiye romanını andırmaktadır. Hoca vefat ettikten sonra kitaplarının üçte biri Türkiye’ye getirilmiştir. İkinci posta getirilirken Alman polisi Sezgin’in şahsi kitaplarına “bunlar Alman kültür varlığıdır” diyerek havaalanında, diğerlerine de enstitüde el koymuştur. Hakkında eser kaçakçılığı yapmak iddiasıyla dava açılmıştır. Enstitüdeki odası mühürlenmiş ve bütün şahsi eşyalarına, en önemlisi de hazırlamakta olduğu en son eseri GAS’m 18. cildinin fişlerine el konulmuştur. Daha kötüsü ise, Hoca’nın ailesine enstitüdeki odadan şahsi eşyalarını alma izni verildiğinde 18. cildin fişlerinin ortadan kaybolmasıdır. Bunun önemi nedir? Burada çok gizemli bir durum vardır. Fuat Hoca, İslam dünyasında felsefe çalışmalarını en sona koymakla hata ettiğini, aslında bunu daha önce çalışması gerektiğini hayıflanarak belirtmiştir. Aynı zamanda ömrünün sonlarında İslam felsefe mirası kadar Immanuel Kant ve İslam ilişkisi üzerine de kafa yormuştur. Kant’ın İslam ile ilgili önemli görüşlerini derlemiştir, hatta onun Müslümanlığına dair bilgi ve belgeler bulduğu ihtimali vardır. Bilindiği üzere Kant’ın doktora diplomasının üzerinde kendi el yazısıyla besmele yazmaktadır. Bunun sırrı nedir? Acaba Fuat Hoca bu sırra ilişkin önemli bilgiler mi bulmuştu? Almanlar varlıklarını borçlu oldukları bu büyük filozof üzerinde böylesi bir şüphenin, spekülasyonun olmaması için mi Sezgin’in felsefe fişlerine el koymuştur?
Bu soruların cevabı şimdilik bilinmemektedir. Hayatının son anlarına kadar Almanlara daima iyi niyetle ve güvenle bakan Sezgin Hoca bu gelişmeler karşısında âdeta yıkılmıştır. Oysa Hoca şahsi kitapları ve vakıf kitapları konusunda son derece titizdir. İstanbul’a gelen kitapları tek tek kontrol ederken bir tanesinin vakfın kitabı olduğunu görmüş ve onu derhal ayıra rak ivedilikle Almanya’ya geri göndermiştir.
Kitaplarına el konulunca Alman Cumhurbaşkanına mektup yazarak ondan yardım istemiştir. Ondan “Mahkeme en doğru cevabı verecektir.” gibi politik bir cevap alması, güvendiği dağlara kar yağdığının tescili olmuştur. Hoca bu hadiseden daha sağlığında iken büyük ıstırap duymuştur. Kendi kurduğu vakıf kilitlenmiş, içeri alınmamıştır. Ailesi Almanlar tarafindan taciz edilmiş “Bak babanız Alman kültür varlığını Türkiye’ye kaçırmaya çalışıyor.” denilmiştir! Hocanın çok sevdiği eşi Ursula ve büyük zaafı/sevgisi kızı şimdi bu iftiradan kurtulma mücadelesi vermektedir. Alman makamları, “Bu kitapların aile kitabı olduğunu ispat edin.” gibi saçma gerekçelerle aileyi zor duruma düşürmektedir.
Her ne kadar tanmması geç olsa da Fuat Sezgin, başta İslam dünyası olmak üzere, Türkiye için çok büyük bir değer olmuştur. Büyük ihtimalle Türkiye’nin yakın tarihinde son iki- üç yüz senede onun kadar evsaflı bir ilim adamı gelmemiştir. Fuat Sezgin m eserleri, yöntemi, çalışkanlığı ve bilime bakış zihniyeti bilim ve zihin dünyasmdan nasibi az olan akademi için büyük bir rehber niteliğindedir. Sezgin bu ülkenin ve milletin yitik hazînesinin haritasını çizmiş, haleflerine hâzinenin keşfini bırakmıştır. Bu bakımdan Sezgin, İslam bilim dünyası için bir başlangıçtır ama çok iyi bir başlangıç olmuştur. Fuat Hoca ilerlemiş yaşma ve sağlık sorunlarına rağmen konferanslar vermeye ağırlık vermiştir. Ahir ömründe “Yaptıklarımı, eserlerimi Türkiye/milletim tam olarak anlamadı.” yalanmasında bulunmuştur. “Farklı dillerde yazdım ama çok da tesirli olmadı. Yanıldığımı fark ettim. Onun için ömrümün sonlarına doğru konferanslar vermeye başladım.” diyerek tizlere bir taraftan “Beni tanıyın.” nidasıyla seslenirken hayat tarzıyla da örnek olmuştur.
Fuat Sezgin’in mirası kolay anlaşılacak ve tüketilecek bir birikim değildir. Onu anlamanın en iyi yollarından biri, ortaya koyduğu yenilikleri başta ders kitaplarında olmak üzere, eğitimin farklı aşamalarında, değişik yol ve yöntemlerle yeni nesillere duyurmaktır. Mevcut durumda ders kitapları büyük ölçüde klasik yanlışlara, alışıldık ezberlere, pozitivist paradigmaya ve Avrupa-merkezci bilim anlayışına sıkı sıkı sarılarak devam etmektedir. Fuat Sezgin’in çalışmalarının ders kitaplarına çok az yansıdığı görülmektedir. Bu yenilikler bütün ders kitaplarında komplekse kapılmadan, korkmadan, hamaset yapmadan bilimsel bir dil ve üslupla yerini almalıdır. Ancak mevcut pozitivist zihniyetin buna direnç göstereceğine dair bir korku da yok değildir. Diğer taraftan Fuat Sezgin, İslam bilimler tarihi araştırmalarını var gücüyle doğa bilimlerinde yoğunlaştırmıştır. Metafiziğin, fiziğin ve ilahiyata ancak dünyevi ilimleri iyi bilmekle anlaşılabileceğini zımnen göstermiştir. Devasa eseri GAS’ın sadece ilk cildini, giriş mahiyetinde İslami ilimlere ayırmıştır. Diğer bütün ciltler doğa bilimlerine ayrılmıştır. Felsefeyi en sona bıraktığından kendisi de pişman olmuş ve “Bunu mutlaka önce yazmalıydım.” demişse de ömrü vefa etmemiştir. Zira Batıkların İslam dünyasmda, Müslümanlar arasında felsefe yoktur ithamının yanlış olduğunu bütün delilleri ve örnekleriyle tespit etmiştir. Ona göre İslam dünyasında özgün ve zengin bir felsefe mirası da vardır. Netice olarak; İslam bilim tarihine tarafsızca, derin vukufiyet ve tutkuyla yaklaşan, böylece Müslümanlara haklı bir özgüven kazandıran bu eşsiz âlimin, bilim zihniyetiyle arasında hayli mesafe olan bir toplumda gerçek anlamda tanmması, tanıtılması ve canlı tutulması zor gibi görünmektedir Yine de bu topraklardan bir Fuat Sezgin çıktıysa bir başkasının da çıkabileceği ümidi her zaman bakidir.
Mustafa Gündüz – Kurum, Kavram ve Zihniyet Osmanlı’dan Günümüze Eğitimde Dönüşümler,syf:389-419
[1] Türk Eğitim Düşüncesinde Batılılaşma, s. 225-232
[2] Bk. Hıfzurrahman Râşid, Mektepçiliğin Kâbesinde, İstanbul: 1928.
[3] Erol Güngör, Dünden Bugünden, Tarih Kültür ve Milliyetçilik, İstanbul: Ötü- ken Yayınları, 1990, s. 42.
[4] Osman Ergin, Türk Maârif Tarihi, C.4-5, İstanbul: Eser Matbaası, 1977, s. 1646.
[5] İsmet özel, “Tanzimat’ın Getirdiği Aydın”, Tanzimaftan Cumhuriyeti Türkiye Ansiklopedisi, C. 1, İstanbul; İletişim Yayınlan, 1989, s. 66.
[6] Julia Pardoe, Sultanlar Şehri İstanbul (Çev. M. Banu Büyükkal), İstanbul: İş Bankası Yayınlan, 2010, s. 142-150. (Kitabın ilk basımı, Londra, 1836); Mekteb-i Harbiye ilgili kısımlar için ayrıca bk. Osman Ergin, Türk Maârif Tarihi, C. 1-2, İstanbul: Eser Matbaası, 1977, s. 358-362.
[7] Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul: Ülken Yayınları, 1979, s. 13.