Osmanlı’dan Cumhuriyet’e
Osmanlı’nın dünyada işgal ettiği yer açısından bakıldığında Cumhuriyet, bir anda büyüyen ve kalabalıklaşan bir dünyada kendini küçük bir millet ve devlet olarak bulan kadroların siyasi ve zihni mücadelesi neticesinde ortaya çıkmış bir yapıdır. Bu yüzden Osmanlı milletlerinin kozmopolit toplum yapısına ve sofistike kültür tecrübesine karşılık Cumhuriyetin tek-tipçi cemiyet anlayışı, milli güvenliği ve bekayı, küçülerek ve daralarak teminat altına almayı amaçlıyordu. Bu iki tasavvur ve şuur arasındaki gerginlik, küreselleşmeyle beraber yeni boyutlar ve anlamlar kazandı. Küreselleşmenin icbar ettiği yeni zaman ve mekan tasavvuru, klasik, merkeziyetçi ve homojenleştirici modernleşme paradigmasını temellerinden sarstı ve Avrupa-merkezciliği sürdürülebilir bir proje olmaktan çıkarttı.
Osmanlı’nın “nizâm-ı âlem”inden Cumhuriyetin “ulus devlerine geçiş sürecinde yaşanan ölçek küçülmesi, geleneksel siyaset ontolojisinin yeniden inşa edilmesini zorunlu kılmıştır. Bu ölçek küçülmesi, basit manada toprak kaybından ibaret değildir; tersine milletin sahip olduğu bir mefkurenin, hafızanın, jeopolitik tasavvurun ve siyasi ufkun köklü bir şekilde değişmesini ifade etmektedir. Bu değişimin yol açtığı sarsıntı, son Osmanlı ve ilk Cumhuriyet nesilleri arasında yeni ve zor bir politik psikolojinin doğmasına neden olmuştur. Neticede ihtişamlı ama kaybedilen bir tarih ile yeni ama belirsiz bir gelecek arasında sıkışıp kalan nesiller,ne kendileri kalabildiler ne de batılı olabildiler.Bu ruh halini en iyi aksettiren yazarlardan biri Yakup Kadri Karaosmanoğlu’dur. Yakup Kadri, Atatürk adlı eserine şu cümleyle başlar: “ Bizim ilk gençlik yıllarımız bir milli kahramana hasretle geçti.” Neden bir milli kahraman? Çünkü bir imparatorluğu kaybetmiş nesillerin kendilerine dünyada yeniden bir yer bulması, ancak bir milli kahramanın önderliğinde olabilirdi. Yakup Kadri bu durumu çarpıcı bir dille tasvir eder:
‘’Biz.,.gözlerimizi dünyaya bir bozgun havası içinde açtıktı. Babalarımız, analarımız bize Moskof seferlerinden, Rumeli kıyamlarından, Arap isyanlarından ve bunları takip eden ecnebi müdahalelerinden tutuk bir dille bahsedip dururlardı. Kaybolmuş ülkelere, gidip de dönmeyenlere, gözleri yaşlı nişanlılara dair yanık halk türküleri bizim ninnilerimizdi ve sonsuz bir millî haile olan Yemen kabusu, ailelerimiz içindeki gündelik konuşmaların en alışılmış mevzularından biriydi.’’
Bu büyük bozgun hali, batıcı, milliyetçi, İslamcı bütün aydınların ortak hissiyatıydı. Osmanlı’nın yıkılışını -biraz da Cumhuriyetin kuruluşunu mitolojikleştirmek için- en keskin ifadelerle tasvir eden Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı adlı ünlü eserinde 1915-18 yılları arasında Mekke, Medine, Kudüs, Beyrut ve Şam’daki hatıralarını anlatır. Gittiği yerlerde kendini tam bir yabancı olarak hisseden Atay bunu açık bir dille yazar: “Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz.” Atay’a göre Osmanlının buralara kadar yayılması, hiçbir zaman temel tutmayan yüzeysel bir emperyalizmin sonucuydu: “Bizim emperyalizm, Osmanlı emperyalizmi şu ana fikir üstünde kurulmuş bir haya idi: Türk milleti kendi başına devlet yapamaz!” Medine’yi “Peygamber Ölüsü ile tüccarlık eden bayağı ahlaksız simsar yuvalarından biri” (s. 60), Kudüs’ü “haham, papaz ve hoca karışımı, kuru ve somurtkan bir şehir” (s. 82) olarak tasvir eden Atay, “Artık yalnız Anadolu’yu ve İstanbul’u düşünüyorduk. İmparatorluğa, onun bütün rüyalarına ve hayallerine Allaha ısmarladık!” (s. 107) diyordu, bozguna uğrayan dağılan sadece Osmanlı’nın sınırları değil, Atay gibi aydınların coğrafi muhayyilesiydi.
Bu bozgun hali ve onun yarattığı derin travmadan kurtulma çabası birkaç neslin ortak kaderi olmuştur.El yordamıyla, alela cele ve derme çatma formüllerle ortaya konan modernleşme, kalkınma ve ‘’millileşme” programları, bu bozgundan bir an önce kurtulma arzusunun bir neticesi olarak görülebilir. İslamcılıkla Türkçülük arasında gidip gelen, İttihat ve Terakki ve CHP kadrolarında önemli görevler üstlenen ve 1941-61 yılları arasında yirmi yıl Türk Tarih Kurumu’nun başkanlığını yapan Şemseddin Günaltay da bu haleti ruhiyeyi çarpıcı bir şekilde tasvir eder:
‘’Fikri düşüşlerimiz, sosyal dertlerimiz o kadar elem verici, o kadar çeşitlidir ki bunları teker teker düşünen bir beynin âteşin buhranlar içinde yanıp kavrulmaması mümkün değildir. Hakikaten şu bedbaht yurdun hangi tarafına bakılsa göze kanlı bir fecâat sahnesi, sönük bir sefalet levhası çarpar! Hangi bucağına gidilse manen, maddeten hasta ve kötürüm bir kitlenin canhıraş inlemelerinden başka hayat eserleri duyulmaz… Uzak ve karanlık yılların sürüklediği yığın yığın felaket molozları altında didinen bugünkü talihsiz neslin seylâbe-i zamanın müthiş hücumlarıyla yokluk ummanına yuvarlandığını gören, hisseden bir ruh ne elem verici vicdan sızıları, ne feci hüsran azapları çeker. O sızılar, bu azaplardır ki ebedi felakete mahkum edilmiş gibi, didindikçe balçığa saplanan, kıvrandıkça tükeniş gayyasına biraz daha gömülen bir kitlenin fertleri olmak itibariyle bana şu satırları yazdırıyor. Evet şanlı bir milletin zelil ve hakir evladı, dinç ve zinde bir ırkın hasta ve sefil halefleri görülmek istenirse baştan başa bir sefalet çölü olan bedbaht vatanımızı gezmelidir.’’
Günaltay, tarihte görkemli bir geçmişe sahip olmakla bugün kaybetmiş olmak arasındaki gerginliği bizzat yaşamış bir neslin mensubu olarak, sorunu şanlı bir milletin zelil ve hakir evladı,dinç ye zinde bir ırkın hasta ve sefil halefleri” olmak şeklinde tarif etmektedir ki bu sert ifade,o neslin yaşadığı travmayı ortaya koyması bakımından önemlidir.
“Tarih bize karşı bu kadar keskin ve acımasızsa, biz de indi karşı aynı şekilde sert ve tavizsiz oluruz” diyen Cumhuriyet elitleri, “radikal kopuş” teolojisini bu şartlar altında geliştirdiler, Eski düzenin yıkıldığını gören ve kendini can havliyle yeni düzenin misine atmaya çalışan batıcı aydınlar ve siyasiler, yeni Cumhuriyeti dünya sistemi içinde “konumlandırma” ve “anlamlandırma” çabalarında Osmanlı-İslam geleneğinin ana referanslarından uzak, batılı, etno-seküler, bilimsel-pozitivist ve medeniyetçi bir temelde hareket etmeyi tercih ettiler. Türk Tarih Tezi (1932) ve Güneş-Dil Teorisi (1936), bu çabanın iki önemli ayağım oluşturur ve şu varsayıma dayanır: Eğer tarihin nesnel akışı biz “Türkleri” kabul etmiyorsa yahut kenara itme cüretini gösteriyorsa, o zaman biz de tarihe yeni bir anlam biçer, yolumuza öyle devam ederiz!
Kendine modern tarihin ve yeni dünya düzeninin içinde anlamlı bir yer bulma çabası sadece tarih çalışmalarıyla sınırlı kalmadı. Buna bilimsel bir temel kazandırmak için antropoloji çalışmaları da devreye sokuldu ve Türklerin kadimliği ve mükemmel tekamülü üzerine kapsamlı çalışmalar yaptırıldı. 1920’li ve 30’lu yıllarda Türkler üzerinde yapılan kafatası araştırmalarının kalkış noktası budur. Afet Inanın 1939 yılında 69 bin kişi üzerinde yaptığı bir araştırmada, Türklerin “brakisefal” kafa şekline sahip olduğu ve bu veçhile üstün ırklar grubuna mensup olduğu, buna mukabil “dolikosefal” kafa yapısına sahip unsurların az gelişmiş insan türlerine ait olduğu tezi ispatlanmaya çalışıldı. Geçmişle bağlarını koparan Cumhuriyet, kendi “Aydınlanmasını ve “Bilimsel Devrim”ini gerçekleştirmek için Darwinist-pozitivist bir bilim anlayışı üretti ve bu “yeni bilim”in verileri ışığında Türk milletinin tarihteki yerini ispat etmeye çalıştı.
Bu çalışmalara, bir dönemin ruhunu yansıtan pozitivist maceralar olarak bakıp fazla önem atfetmeyebiliriz. Nihai kertede bu girişimler, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kendini dünyada yeniden konumlandırma ve varlığına anlam kazandırma çabalarının bir parçası olarak görülebilir. Fakat Kemalist modernleşme hareketinin gelenekle olan bağlarını kesin bir şekilde kesmesinin sonuçlan ağır ve derin olmuştur. Avrupa emperyalizmine karşı büyük bir istiklal harbi veren kadrolar, Cumhuriyetin ilanıyla beraber yeni bir paradigma inşa etmek zorundaydılar. Askerî, siyasi ve zihni bozgunlardan sonra Hındey’in meşhur ifadesiyle “Yeni Cesur Dünya ”ya dahil olmak isteyen elitler, devletin ve milletin bekasının ancak mutlak batılılaşma ile mümkün olacağına inanıyorlardı. Milli Mücadele gibi büyük zorluklarla kazanılmış bir zaferden sonra “Istiklal-i Devlet ve Istikbal-i Millet” için bu sefer batılılaşmak-modernleşmek gerekiyordu.
İbrahim Kalın-Akıl ve Erdem