Yerli Sosyolojiye Bir Katkı Denemesi:Vasat Sosyolojisi

okan-banner-ic-fakulteler-insantoplum-sosyoloji2-300x119 Yerli Sosyolojiye Bir Katkı Denemesi:Vasat Sosyolojisi

 

Vasat Yaklaşımı Nedir?

Vasat yaklaşımı gerçekliğin tüm boyutlarıyla kavranamayacağı varsayımından hareket eder ve bir analiz çerçe­vesi sunmaya çalışır. Gerçeklik, başka bir ifadeyle olgular, birçok boyuta sahiptir. Herhangi bir olgu, saf iyi veya saf kötü bir konumda değildir. En az bir olumlu bir de olum­suz olmak üzere asgari düzeyde iki boyuta sahiptir. Türk atasözlerinden birinde “Her nimetin külfeti vardır!” de­nir. Bu ifade gerçekliğin en az iki boyutunu gözler önüne seren ebedî bilgelik ürünü bir ifadedir. Bu düşünce tıbbi literatürdeki kavramlarla ifade edilecek olursa her ilacın bir veya daha fazla yan etkisi olduğu anlamına gelir.

Vasat yaklaşımı olgular için bir “temel arama” çaba­sına karşıdır. Hakikat, çok boyutlu olduğu için bir temel üzerinde oturtulabilecek bir şey değildir. Özcülük diye de ifade edilen “varlığın, olguların, hakikatin özü nedir?” sorusu vasat yaklaşımı açısından çok anlamlı bir soru de­ğildir. örneğin insanın özünü bulmaya dönük çalışma­larda “insan sosyal bir varlıktır, insan konuşan bir varlık­tır, insan alet yapan bir varlıktır, insan emek üreten bir varlıktır, insan törensel bir varlıktır” gibi tanımlar insa­nın hakikatini hep eksik olarak ele alan tanımlardır. İnsan aslında bunların hepsinden müteşekkildir. Herhangi bir özelliği, diğer özelliğinin önüne geçirilmemelidir. Aynı şekilde varlığın özü tartışmalarında Antik Yunan pre- sokratik filozofları varlığın özü toprak, ateş, hava, su gibi tanımlama çabalarına girişmiştir. Oysa bu noktada da ta­nımlar eksiktir. “Bunların tamamını içine alan bir bütün­dür” önermesinde bulunulsa dahi sonraki süreçte ortaya çıkan yeni bilgiler ışığında bunları yeniden düzenlemeye gitmek mümkündür.

Vasat yaklaşımı günümüz dünyasında insana, toplu­ma ve sosyal alana ilişkin olarak modern ve postmodern anlayışların eleştirisi üzerinden kendini geliştirmiştir. Bu yaklaşım, modernliğin insan, toplum, doğa ve sosyal alana ilişkin değerlendirmelerini eleştiriye tabi tutarak birçok noktada haklı olduğunu düşünür; ancak bu hak­lılıkların mutlaklaştırılmasını eleştirir. Aynı şekilde post- modernliğin de mutlaklığı bütünüyle ortadan kaldırıp insanı, toplumu, doğayı ve sosyal alanı kaygan bir zemin­de bırakmasına da eleştirel bakar. Vasat yaklaşımı pers­pektifinden hakikat, sürekli bir oluşum hâlinde, hareketli ve değişken bir yapıda değildir. İnsanın tarihsel süreçte yaşadığı gelişmeler ve sahip olduğu araçlar çerçevesinde farklı veçheleri görülüp, keşfedilebilen bir niteliği haiz­dir. Hakikate ilişkin açıklamalarımızın değişmesi onun değiştiği anlamına gelmez, insanın sahip olduğu araçla­rın niteliğinin değişmesi sonucu bilgi, algı ve kuşatmanın değiştiğini gösterir.

Vasat Yaklaşımının Varsayımları

Vasat sosyolojisi birtakım temel varsayımlara daya­nır. Bu varsayımların ilki hakikate dairdir. Hakikat asla tam anlamıyla ve bütünüyle bilinemez ancak yine de onu aramak gerekmektedir. İkinci varsayım, hakikatin çok boyutluluğu ile ilgilidir. Üçüncü varsayım, bazen karşı­laşılan bir sorun karşısında üretilen çözümün, aslında sorunun ana kaynağı olabileceği meselesidir. Bu varsayımları detaylı bir şekilde ele almak, konunun anlaşılması açısından faydalı olacaktır.

Hakikat Asla Bütünüyle Bilinemez, Ancak Yine de Onu Aramak Gerekir

Hakikatin bütünüyle bilinememesi meselesi, “hakika­tin olmadığı” veya “herkesin hakikatinin hakikat” oldu­ğu anlamına gelmez. Hakikat vardır, bir ve tektir. Ancak hakikat insan gibi sınırlı bir varlığın bütünüyle kuşata­bileceği bir konumda değildir. İnsanın sınırlılığı iki bağ­lamdadır. Birinci bağlam teorik düzeydeki sınırlılığıdır. Düşünebilmek zaman ve mekân gibi iki ana kategori ile mümkündür. Ne zaman ve nerede soruşu olmaksızın düşünebilmek mümkün değildir. Bu sebeple Tanrı “dü­şünülemez” olandır. Çünkü zaman ve mekândan beridir. İkinci bağlam tarihsel ve toplumsal sınırlılıktır. İnsan, ya­şadığı tarihsel kesit ve toplumsal bağlamdan bütünüyle bağımsız bir düşünme gücüne ulaşamaz. Bilgi sosyolo­jisi, tam da bilginin içinden çıktığı tarihsel ve toplumsal bağlamı elde etmeye çalışan bir bilim alanıdır. Örneğin felsefenin neden bir başka yerde değil de Antik Yunan’da ortaya çıktığı veya aydınlanmanın neden ilk çağlarda or­taya çıkmadığı gibi sorular birçok tarihsel ve toplumsal şartlarla ilintilidir. Teknolojik gelişmeler, coğrafi keşifler, siyasal ve ekonomik şartlar, bilimsel gelişmeler vs. dü­şünceyi etkileyen unsurlar olarak öne çıkmaktadır.

Dolayısıyla hakikat (ister dinî anlamda Tanrı’nın mu­radı olan hakikat, isterse bilimsel anlamda hakikat) in­sanı sınırlayan unsurlar çerçevesinde mutlak anlamda bütünüyle bilinemez bir şeydir. Mevlana’nın “körlerin fili tarifi”[1] metaforu bu durumun açık bir örneğidir. Metaforik açıdan kör olan insanlar, gerçekliği temsil eden fili bütünüyle kuşatabilmekten acizdir. Bu sebeple dokuna­bildikleri yani kuşatabildikleri kısmı hakikat sanmakta­dırlar.

Modern dönemin hakikate ulaşma aracı olan bilim­sel bilgi, Weber’in ifadesiyle bilimsel kavramlarla müm­kündür. Ancak bilimsel kavramlar düşünsel inşalardır başka bir deyişle inşa edilmiş, kurulmuştur. Buna göre gerçekliğin upuygun bilgisi anlamında hakikati bize sun­mazlar. Bu yüzden bilimsel hakikat, hakikati istemektir (özlem, 1999: 148-149). Weber’e göre hakikate ulaşma­nın önündeki engel, algılayanın algılama kapasitesinin sınırlı olmasına karşın, algılanan dünyanın sınırsız olma­sıdır (Yıldırım, 2007: 93). Weber, bu yüzden öznel olan anlamayı mümkün kılacak zihinsel inşalar olan ideal tip­ler geliştirmiştir. Yine Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eserinde, bir bilginin bilimsel olup olmadığı konu­sunda bilim topluluğunun keyfiliğine vurgu yapmıştır. Kuhn’a göre olağan bilim döneminde bilimsel etkinlik, bilim topluluğunun dünyanın gerçekte nasıl olduğu­nu bildiği varsayımı üzerine kurulu bir tanımdır. Ancak olağan bilim zaman zaman raydan çıkar ve bu durum­da bilim çabasını sonunda yepyeni bir ilkeler bütününe ve yeni bir bilim yapma temeline götürecek olağanüstü arayışlar başlar. Copernicus, Newton, Lavoisier, Einste- in gibi isimler, her biri bilim topluluğunun, bir zamanlar büyük saygı duyulan bir kuramı reddedip, yerine onun tersini benimsemesini gerektiren isimler olarak öne çık­mıştır. Tabii bu durumda bilimsel inceleme alanına giren sorunlar ve çözümleri için meslekte başvurulan ölçüt­lerde büyük değişim meydana gelmiştir (Kuhn, 2015:73-74). Böylece Kuhn, aslında bilimsel gerçeklerin, bilim topluluğu tarafından doğru olduğu varsayımı üzerinden hareket edilen paradigmalar çerçevesinde geliştirildiğini ve tarih boyunca da bu bilimsel gerçeklerin sürekli değiş­tiğini işaret etmiştir. Bu durumda açıkça görülmektedir ki bilimsel gerçek anlamında hakikat, bilim topluluğunun kabulüne dayalı bir durumdur ve tarihsel süreçte top­lumsal şartların ortaya çıkardığı gelişmelere dayalı olarak değişmektedir.

Hakikat iddiasında bulunmanın imkânsızlığı, anlama problemi ile de yakından ilişkilidir. Anlamayı mümkün kılan unsurları çok genel bir biçimde üç başlık altında ele almak mümkündür. Bunlar tecrübe, bilgi birikimi ve zekâ/kavrama gücüdür. Bunların tamamına müktesebat denilebilir. Tecrübe, karşılaşılan durumun/sorunun veya bilginin zihne yansıması karşısında oluşan imgeleri ifade etmektedir. Eş deyişle önceki tecrübelerin yeni durum karşısında bir algı oluşturması durumudur. Bu durum, bazen olumlu bir etken olarak meselenin anlaşılması ya da çözülmesine katkı sağlarken, bazen de önceki duruma kıyaslanarak meselenin anlaşılmasının önünde bir engel oluşturur, örneğin bir ders esnasında iki kavram arasın­daki farkı anlayamayan öğrenciye resim çizerek anlatmak isteyen öğretmenin, iki farklı öğrenciden iki farklı tep­ki alma ihtimali belirecektir. Birinci öğrenci, bir ressam ile yaptığı sohbette, başlangıçta resim sanatının anlama problemi çekenler, deliler ve (okuma yazma bilmeme an­lamında) cahiller için bir eğitim metodu olarak kullanıl­dığını öğrendiğinden, öğretmenin bu tavrını kendisine karşı bir hakaret şeklinde algılayacaktır. Ancak böyle bir durumla karşılaşmamış bir öğrenci, bunun öğrenmeyi kolaylaştırıcı iyi bir öğretim tekniği olduğunu düşüne- çektir. Böylece aynı durum karşısında yaşanmışlıkların etkisi, anlamayı belirleyici bir unsur olmaktadır. Benzer şekilde Antik Yunan’da sofistlerin para karşılığı ders ver­mek için farklı şehirlere seyahat etmesi ve bu seyahat­lerinde bir şehirde doğru kabul edilen kuralların başka bir şehirde yanlış kabul edildiğini görmeleri, onları doğ­runun ölçütünün insan olduğu görüşüne götürmüştür. Burada farklı şehirleri ve kültürleri görmenin diğer bir deyişle yaşanmışlıkların düşünce üzerindeki etkisi görül­mektedir.

Anlamayı mümkün kılan ikinci unsur bilgi birikimi­dir. Yeni bir bilgi ile karşılaşıldığında, o konuyu anlama önceki bilgilerle ilintili bir şekilde gerçekleşmektedir. Başka bir ifadeyle bilgi kategorize edildiğinde ve bağlama oturduğunda anlam kazanır. Özellikle sosyal bilimlerde bu durum daha yaygındır. Örneğin ideoloji kavramının birbirinden farklı pek çok anlamı vardır. De Tracy’nin kullandığı anlamda “doğruların bilimi”, Marx’ın kullandı­ğı anlamda “yanlış bilinç” Şeriati’nin kullandığı anlamda “dünya görüşü” olarak ideoloji, birbirinden farklı anlam­larda kullanıldığı için aynı şeyleri ifade etmemektedir. Bu sebeple ideoloji kavramının hangi anlamda kullanıl­dığı iyi tanımlanmalıdır. Bu ise farklı tanımları bilmekle mümkündür. Başka bir örnek, Descartes’ın “özne” kavra­mına yüklediği anlam ile Foucault’nun “özne” kavramına yüklediği anlam birbirinden farklı olduğu için, Foucault okurken Descartes’ın özne kavramına yüklediği anlam üzerinden hareket etmek, yanlış bir anlama ve değerlen­dirmeyi beraberinde getirecektir. Bu da bilgi birikiminin arttıkça anlamanın önceki anlamadan farklı olacağını göstermektedir. Burada iki durum karşımıza çıkabilir. Birinci durumda önceki anlamanın eksik veya yanlış ol­duğu neticesi çıkar ve bilgiler yeniden düzenlenir. İkinci durumda önceki anlamanın teyidi gerçekleşir ve anlama daha da derinleşir.

Anlama probleminin üçüncü unsuru zekâ ya da kav­gama gücüdür. Zekâ insanın düşünme, akıl yürütme, al­gılama, yargılama, ilişki kurma ve sonuç çıkarma yetene­ğidir. İnsanların zekâ seviyeleri ve kavrama kapasiteleri birbirinden farklıdır. Dağınık bir şekilde bulunan bilgileri toplama, kategorize etme, aralarında ilişki kurma, bili­nenden hareketle bilinmeyene ulaşma gayreti zekâ sevi­yesi ile doğru orantılıdır. İslam bilginlerinden el-Cüveyni (2016: 16) ilme götüren altı şeyin ilkini zekâ olarak ifade etmiştir. Farklı zekâ seviyelerine sahip insanlar, aynı nes­neye baktıklarında farklı yorumlar yapmaktadırlar. İn­sanlık tarihinde önemli eserler ve çalışmalar yapanların genellikle üstün zekâlılar olduğu göze çarpmaktadır. Bu da göstermektedir ki meselelerin sağlıklı bir şekilde anla­şılması noktasında zekâ faktörü etkilidir.

Burada kabaca bir tasnif çerçevesinde ele alman an­lama problemi, aslında tersinden bir bakışla hakikate ulaşmanın önündeki engelleri veya sınırları ifade etmek­tedir. Eğer yaşanmışlıklar algılamayı etkiliyorsa, herkesin yaşanmışlıkları farklı olduğu/olacağı için anlamada da farklılıklar ortaya çıkacaktır. Eğer bilgi birikimi anlamayı etkiliyorsa, süreklilik arz eden bilgilenme süreci, anlama­yı da sürekli değişecek bir biçimde etkileyecektir. Eğer zekâ anlamayı etkiliyorsa, aynı probleme bakan zekâ se­viyesi farklı iki kişi, problemi farklı görecek ve farklı bağ­lantılar kuracağı için farklı çözüm önerileri sunacaktır. Bu konunun hem bilim tarihinde hem de dinî bilgi gibi “kesin ve dogmatik” olduğu ileri sürülen alanda çeşitli örnekleri vardır. Bilimsel alanda Aristoteles’in teleolojik evren tasavvurundan Newton’un mekanik evren tasav­vuruna geçişte yeni keşfedilen bilgiler etkili olduğu gibi, bu tasavvuru neden bir başkasının değil de Newton’un keşfettiği sorusu yaşanmışlıklar ve zekâ gibi etkenlerle izah edilebilir. İslam dünyasından da benzer bir örneğe bakılacak olursa Hanefi mezhebinin kurucusu Ebu Hani- fe’nin önceki ve sonraki fetvaları arasındaki farklılıkların oluşmasına imkân veren iki unsur göze çarpacaktır, tiki, yeni gelen bir bilgi üzerine fetvanın değişmesidir. Yeni gelen bilgi, önceki bilgileri ortadan kaldırmıştır, ikinci değişiklik ise meseleye bakışın değişmesi ile ilgilidir. Di­ğer bir deyişle önceki fetvasında meseleyi “doğru” olarak kavrayamadığını, kavrayışının değişmesi ile birlikte gö­rüşünün de değiştiğini belirtmiştir. Bu sebebe binaen İs­lam âlimleri genellikle bir konuda bir görüş belirttikten sonra “En iyisini/doğrusunu Allah bilir!” ifadesini kullan­mışlardır. Bu ifade aslında ulemanın beyanlarının niha­yetinde “hakikat” değil “görüş veya kanaat” olduğunun bir göstergesidir.

Genel batlarıyla değerlendirildiğinde, hakikat iddiala­rının aslında hakikate dair görüşler olduğu, tarihin tozlu raflarında nice hakikat iddialarının bulunduğu ve bugün için bunların esamisinin okunmadığı görülmektedir. Ha­kikate ulaşmış olma iddiası hayli sakıncalı bir durumdur. Hakikati tekel altına alma çabalarının sonuçları modernite özelinde ele alındığında mesele daha anlaşılır du­ruma gelecektir. Modernite, temelde skolastik dönemin baskıcılığına karşı bir tepki ve özgürlük arayışı şeklinde ortaya çıkmıştır. Fakat zamanla temsil ettiği hakikat adı­na özgürlükleri yok eden, tek sesli ve baskıcı uygulama­ların temel dayanağı hâline gelmiştir. Çünkü hakikatin tekil doğası düzenlemeyi, belirlemeyi, sınırlamayı, müphemliği yok etmeyi, akılcılaştırmayı, yaşamın neredey­se tüm alanlarını düzenlemeyi amaçladığı için getirdiği standartlar, insanlığın farklı düşüncelere yönelik hareket alanını ortadan kaldırmıştır. Modernitenin tekil bir haki­kat anlayışı bilimsellik inancına dayanmaktaydı. Hakikati elde etmenin de tek bir yöntemi vardı, o da bilimsel yön­temdi. Bilimsel yöntem dışındaki açıklama biçimleri birer hurafe idi. Moderniteye göre doğa ve toplum homo­jen, rasyonel ve düzenliydi. Bu düzeni bozan en önemli unsur ise belirsizlikti. Bu sebeple modernite düzene teh­dit olan her türlü belirsizliği ortadan kaldırmayı kendisi­ne amaç edinmişti. Modernitenin tekil hakikat anlayışı, modernite dışında bir alana yaşam imkânı bırakmıyordu. Modernitenin evrensellik anlayışı da bu tekillikten bes­leniyor ve yerel, kültürel olana yaşam alanı bırakmıyor­du. Böylece insan için neyin doğru, neyin yanlış, neyin iyi, neyin kötü, neyin faydalı, neyin zararlı olduğu kesin sınırlar içerisinde belirleniyor, kategorize ediliyor, sınıf­landırılıyordu. Bu çerçeve içine girmeyenler ise açık bir şekilde dışlanıyordu (Koyuncu, 2019:31).

Bu katı sınırlar, kısır bir düşünce iklimine ve özgürlük­lerin kısıtlanmasına neden olmaktaydı. Buna binaen Batı dünyası kendi içinde moderniteyi eleştirmeye başladı. Hakikatin tekil bir yorumunun dayatılması, farklı düşün­ce ve inançlara yaşam alanı bırakmıyordu. Müphemlik kültürünü ortadan kaldırıyordu. Oysa müphemlik, dina­mik olan yaşamın yeni yüzleştiği sorunlara karşı dinamik bir zihin oluşturmaktadır. Bauer (2020:24) müphemliğin bir kültür olduğunu ifade etmekte ve müphemlik kültü­rünü şöyle tanımlamaktadır:

Eğer bir kavrama, bir eylem biçimine veya bir nesneye uzunca bir süre boyunca aynı anda iki zıt veya birbirinden belirgin biçimde farklılaşan en azından iki rakip anlam atfedilebiliyorsa, eğer bir toplumsal grup, tekil hayat alanlarına dair normlarım ve anlam­landırmaları aynı anda zıt veya birbirinden kuvvetli biçimde fark­lılaşan söylemlerden devşirebiliyor veya eğer bir grup içerisinde bir olgunun farklı yorumları benimsenebiliyor ve bu yorumların hiçbirisi tek başına geçerlilik iddiasında bulunamıyorsa, orada bir kültürel müphemlik olgusuyla karşı karşıyayız demektir.

Müphemlik kültürü, çeşitli anlamlandırma önerile­rinin yan yana ve eş zamanlı belirmesi durumudur. Birbiriyle çelişen, zıt anlam ve normların aynı anda geçerli olması durumudur. Bu durum ise zengin bir düşünce ik­limi yaratma gücüne sahip olacaktır. Hakikatin farklı yo­rumlarına pencere açacağı için daha zengin bir düşünce ikliminin teşekkülüne imkân sağlayacaktır.

Ancak burada önemli bir soruna dikkat çekmekte fay­da var. Hakikatin farklı yorumları ile farklı hakikat iddi­aları arasında nasıl bir sınır çizilecektir? Burada bir sınır problemi ortaya çıkmaktadır. Çünkü daha önce de ifade edildiği gibi hakikatin farklı açılardan yorumlanması ile hakikatin çoğulluğu/yokluğu birbirinden ayrı şeylerdir. Hayli çetrefil bir problem olan bu konuda çeşitli kıstas­lar konularak sorunu aşma girişiminde bulunmak müm­kündür. Zira tekil hakikat söyleminin kavramları olan “doğru-yanlış” kriterleri, doğru ve yanlışı yok sayan post- modern düşüncede “yorum-aşırı yorum” biçiminde kar­şımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla hakikate dair her yorum, yorum olması hasebiyle dikkate değer bulunmamaktadır. Bu nedenle iki aşırılığın arasında vasat bir yaklaşım ile meseleye eğilmek gerekmektedir. Vasat yaklaşımı bu du­rumu önleyici en önemli ölçütü oluşturmaktadır. Çünkü doğru ile yanlış, yorum ile aşırı yorum, normal ile anor­mal arasında geçişkenlikler vardır. Dolayısıyla sinir prob­lemini -katı olmayan ve bazen geçici biçimde- çözmek gerekmektedir. Ne var ki burada yine bir başka sorun or­taya çıkmaktadır: Bu kıstası kim oluşturacak?

Bu konuda son sorudan başlanarak cevap aranabilir. Bu soruya uzmanlar heyeti başka bir ifadeyle epistemik cemaat karşılığını vermek, pek çok sorunlu tarafına rağ­men makul görünmektedir. Elbette bu cevabı verenlerin hakikati temsil ettikleri düşüncesinden farklı biçimde, hakikate dair bir yorumda bulunduklarının farkında ol­maları gerekir.

Kriterler konusunda ise metodoloji bir görüşü diğe­rinin önüne geçiren bir etken olacaktır. Metodoloji, en kısa biçimi ile “bir araştırma sürecinde takip edilen yol” diye tanımlanmaktadır. Hakikate yönelik yolculuğun en önemli unsuru bu açıdan takip edilecek bir yol haritasına sahip olmaktır. Nitekim insanlığın bugüne kadarki dü­şünsel mecrası daima bir yöntem çerçevesinde ilerlemiş­tir. Ancak metodoloji bize hakikati değil, hakikate giden yollardan birini gösterebilir.

İkinci kriter, aşırı yoruma meydan vermemektir. Bu kriter aşırı yoruma neden olabilecek “açık gerçeklikle­rin”[2] çok dolambaçlı yollardan inkârının önüne geçecek­tir. Dinî ilimler bağlamında Gazali’nin bir ifadesi, mera­mı anlatmak açısından önemli işleve sahiptir. Gazali’nin yaşadığı dönemlerde İslam dünyası bilim ve felsefe açı­sından hem en parlak dönemi yaşamaktaydı hem de aşırı yorumlar nedeniyle din tehlike altındaydı. O kadar farklı ve metodolojiden yoksun yorumlar ortaya çıkmaktaydı ki din adına insanların üzerinde anlaşabileceği çok çok az şey kalmaktaydı. Bu, bir açıdan dinin yok olması demek­ti. Bu sebeple Gazali, bir yorum için makul görülme ge­rekçesini “ayetin zahiri (açık) anlamına aykırı olmaması” gerekçesine bağlamıştır. Bu tür bir kıstas, hem hakikatin çoğul yorumuna imkân verecek hem de bu çoğulluklar, arasında yok olmasının önüne geçecektir. Bu kıstasa bir başka örnek ise Isaac Asimov’a ait olduğu ifade edilen bir sözdür. Buna göre Asimov “İnsanlar dünyanın düz olduğunu düşündüklerinde yanılıyorlardı. İnsanlar dün­yanın küre olduğunu düşündüklerinde de yanılıyorlardı. Ama eğer sen dünyanın küre olduğunu düşünenlerin ya­nılgısıyla onun düz olduğunu düşünenlerin yanılgısının aynı olduğunu düşünürsen, senin yanılgın ikisinin top­lantından da fazla olur.”[3] diyerek yanılgının da dereceleri olduğunu ifade etmektedir. Bu bağlamda fuzzy mantık değerleri üzerinden bir doğruluk-yanlışlık derecesi, dü­şünceyi daha sağlıklı bir sonuca götürecektir. Eş deyişle yüzde 5’lik bir yanılgı ile yüzde 95’lik bir yanılgı, değer açısından eşit olmayan bir yanılgıdır.

İnceleyin:  Wael B. Hallaq - Modernitenin Reformu -Alıntılar-

Üçüncü kriter bağlamdır. Bağlam bir konunun sağlıklı bir şekilde anlaşılmasına imkân veren en önemli belir­leyicilerden biridir. Çünkü sosyal yaşamda gerek kültür farklılığına gerekse yaşanan durumun öznelliğine bağlı olarak anlam değişmektedir. Bu açıdan denilebilir ki, an­lamı bağlam, diğer bir ifadeyle kültür kontrol etmektedir. Basit bir örnek olarak “fena” ve “iyi” kelimelerine bakılır­sa, “hırsızı fena dövmüşler” cümlesindeki fena kelimesi “hırsızı iyi dövmüşler” cümlesindeki iyi kelimesi ile aynı anlama gelmektedir. Ancak “hırsızlar fena insanlardır” cümlesindeki fena kelimesi ile “hırsızlar iyi konuşmuş” cümlesindeki iyi kelimesi aynı anlama gelmemektedir (Çetin vd. 2011: 1370), Bu örnekte açık biçimde görül­düğü gibi dildeki kelime ve kavramların kullanılışında bağlam, anlamı değiştirmektedir. Bu bağlama ilaveten di­lin sözel kullanımındaki jest, mimik, vurgu, tonlama gibi unsurların da devreye girmesi dâhil edildiğinde anlam daha da karmaşıklaşacaktır. Bağlamından koparılmış bir dilsel ifade, meramını anlatmakta eksik kalacaktır. Bu ne­denle hakikate giden yolda bağlam, sınırların çizilmesine önemli katkılar sunacaktır.

Her Olgunun Biri Olumlu Biri Olumsuz Olmak Üzere En Az İki Boyutu Vardır,Bu Yüzden Mükemmel Yoktur

Vasat sosyolojisinin ikinci varsayımı, bütün olguların asgarî düzeyde iki boyutlu olduğu ve en az bir olumlu, bir de olumsuz taraflarının aynı anda var olduğudur. Diğer bir ifadeyle saf iyi bir olgu veya saf kötü bir olgu yoktur. Saf iyi ile kastedilen herhangi bir olumsuz boyu­tu olmaksızın bütünüyle olumlu olan olgu, saf kötü ile kastedilen de herhangi bir olumlu boyutu olmaksızın bütünüyle olumsuz olan olgudur. Oysa biyolojik, sosyal, kültürel, siyasal, iktisadi vs. hiçbir alanda böyle bir “iyi” veya “kötü” ile karşılaşmak mümkün değildir. Örneğin siyasal yaşamda sorunların çözülmesi için çeşitli tedbir­ler alınır. Alman bu tedbirlerin sorunu çözmekle beraber, beklenmedik yeni sorunlar yaratması da kaçınılmazdır. Sosyolojik literatürde bu, “eylemin beklenmeyen/öngö- rülmeyen/niyetlenmemiş sonuçları” olarak ifade edilir. Giddens (2007: 319) Weber’e atıfla “Hepimiz niyetlere sahip aktörler olsak bile, eylemimizin kapsamı, onu baş­latan niyet ve amaçları sürekli olarak aşar, demektedir. Bu konuda modernliğin ilk dönemlerine bakmak genel bir fikir verecektir. Örneğin Saint Simon, Comte gibi dü­şünürler, sanayi toplumunun âdeta bir yeryüzü cenneti oluşturacağını umut etmişlerdi. Modernlik bize mutlu­luk, refah ve zenginlik sağlayacaktı. Fakat 20. yüzyıl bu tasavvurun tam zıttı bir dünya yarattı.

Bu dönemde in­sanlık tarihinde görülmemiş çapta yıkıcı savaşlar, nükleer silahlanma, ekolojik tehditler vs. modernliğe dair umut­ların niyetlenmemiş sonuçları şeklinde karşımıza çıktı. Bu yaşananlara bir tepki babında postmodernizm doğ- du. Postmodernizm, çeşitli tartışmaları devre dışı bıra­kırsak, modernliğin kökten bir eleştirisi olarak kendisini konumlandırmıştır. Modernliğin bütün temel ilkelerini eleştiri ve sorgulama süzgecinden geçirmiş ve tüm ilkele­rini reddetmiştir, örneğin, modernliğin ortaya çıkardığı çevresel felaketler karşısında “doğaya dönüş” söylemini geliştiren postmodern ekolojistler modernliğin olumlu yöndeki getirilerini de görmezden gelmektedir. İnsani yaşam açısından bakıldığında modern dönem hem pek çok büyük çaplı sorunun yaşandığı dönemi hem de bili­nen insanlık tarihinin en uzun süreli yaşamına sahip olu­nan dönemi ifade etmektedir. Diğer bir ifadeyle nimet ve külfet bir arada gelmektedir. Ne tümüyle olumlamak ne de olumsuzlamak, modernliği olduğundan farklı göste­rerek, ya nimeti ön plana çıkarıp külfeti görmezden gel­mek veya külfet sebebiyle nimeti de reddetmektir.

Modern dünyanın teknolojisinin önemli bir eleş­tirmeni Alman filozof Heidegger (2015: 11-12), tekniği yansız bir şey olarak düşünmenin bir hata olduğunu, tekniğin sadece bir araç değil, aynı zamanda amaçları da içeren bir şey olduğunu belirtmektedir. Ona göre teknik, modern dönemde insan ve doğa ilişkilerinde önemli bir değişim meydana getirmiştir. Modern öncesi dönemde insanın kendisini doğanın bir parçası olarak gördüğünü, ancak modern dönemle birlikte insanın doğal düzenle uyumu terk edip, doğayı kendi inanç ve beklentilerine uymaya zorladığını savunmaktadır (Zimmerman, 2011: 359). Fakat aslında Heidegger de özünde tekniğin ken­disine değil, o tekniği ortaya çıkaran öze, açığa çıkartma biçimine itiraz etmektedir. “Tehlikeli olan tekniğin ken­disi değildir. Tekniğin iblisliği diye bir şey yoktur; daha çok özünün gizemliliği diye bir şey vardır. Tekniğin özü, bir açığa çıkartma yazgısı olarak tehlikelidir.” (Heidegger, 2015: 40) ifadesi, onun itirazının bir açığa çıkartma biçi­mine karşı olduğunu göstermektedir.

İktisadi yaşamda çok sık karşılaşılan bir durum olan kriz olgusu, olguların çok boyutluluğuna bir başka ör­nek olarak gösterilebilir. Kriz kelime anlamı bakımından “beklenilmeyen ve önceden sezilmeyen, çabuk cevap ve­rilmesi gereken, örgütün önleme ve uyum yöntemlerini yetersiz hale getirerek, mevcut değerlerini, amaçlarını ve varsayımlarını tehdit eden gerilim durumu” şeklinde ta­nımlanabilir (Dinçer, 1992: 313). Kriz, tanımı itibarıyla bir tehdit içermektedir. Ancak bu tehditler ve tehditlerle baş etme yolları arayışı, krize muhatap olan şirket veya örgütü aynı zamanda güçlü kılmanın da bir aracı hâline getirmektedir. Krizler beraberinde fırsatlar da sunmakta­dır. Mesela yeni ürünler üretmek, yeni pazarlara açılmak, şirket içinde küçük veya büyük değişimler gerçekleştir­mek genellikle kriz sonrasında beliren yeni durumlardır (Okumuş, 2003: 209). Bu durum sadece iktisadi örgüt­lerde değil, aynı zamanda siyasi yapılarda/örgütlerde de böyledir. Weber (2012b: 475-487), toplumsal değişmeyi karizma kavramı ile açıklamaktadır. Ancak karizmanın da kriz dönemlerinde ortaya çıkacağını ifade etmektedir. Böylece kriz döneminde ortaya çıkan karizmatik lider, toplumda yaşanan krize bağlı olarak toplumun temel ya­pılarında değişimi gerçekleştirecektir.

Karşılaşılan sorunlar, sorunlara çözüm arayışlarını da beraberinde getirmektedir. Buna örnek olarak sosyoloji biliminin ortaya çıkışı verilebilir. Sosyoloji, Batı Avru­pa’nın 17 ve 19. yüzyıllar arasında yaşadığı büyük çaplı değişimlerin yarattığı sorunlara bir çözüm arayışı olarak gelişmiştir. Avrupa, belirtilen tarihler arasında bilimsel, siyasal, kültürel ve endüstriyel alanlarda dört büyük dev­rim yaşamıştır (Jeanniere, 2000: 97-102). Bu devrimler, toplumsal hayatın kültür, siyaset, iktisat, çalışma ve gün­delik hayat gibi alanlarını dolayısıyla birey, toplum, aile, devlet, tabakalaşma yapısı, bilimsel camia ve daha başka pek çok sahayı etkilemiş ve yeni ilişki biçimleri ortaya çıkarmıştır. Yaşanan bu sorunlarla başa çıkabilmek için düşünürler kafa yormuş ve sosyoloji bilimi, bir anlamda Avrupa’daki bu yeni durumların ortaya çıkardığı sorun­ları, toplumun işleyiş yasalarını tespit ederek çözme ve yeni toplumu kurma gayesiyle neşet etmiştir.

Bu konuya dair tıbbi yaşamdan örnekler vermek gere­kirse hastalıklar, patolojik bir durumu ifade eder ve iste­nen bir şey değildir. Ancak hastalıklar aynı zamanda vü­cudun daha sağlıklı bir hâle gelmesinde epeyce etkili bir öneme sahiptir. Vücudun koruma kalkanı olan bağışıklık sisteminin güçlenmesi, mikropları tanıma ile ilişkilidir. Hayatın erken dönemlerinde çok steril şartlarda yaşa­manın mikroba ya da her türlü yabancı maddeye maruz kalma eksikliği, zamanla bazı hastalıkların gelişmesine yol açan bağışıklık sistemi dengesi üzerinde olumsuz et­kilerde bulunmaktadır (Erel ve Sarıoğlu, 2015:81-82). Bu açıklamaya göre vücudumuz erken dönemlerde karşılaş­tığı mikroplarla bağışıklık sistemi aracılığıyla savunma geliştirmektedir. Ayrıca Hayran (Url-1), hastalıkların psi­kolojik boyutta önemli faydaları olduğunu ifade etmek­tedir.

Buraya kadar aktarılanlar dışında genel olarak zararlı maddeler arasında sayılan, tütün, alkol, uyuşturucu gibi maddelerin dahi saf anlamda kötü/zararlı olmadığı az veya çok faydalı olduğu, bu durumun ise kullanım amacı­na göre değiştiği görülebilir.[5] Kongar (2002:24-25) atom­la ilgili verdiği bir örnekte, atomun bir enerji kaynağı ola­rak insanlığın mutluluğuna mı hizmet edeceğini, yoksa bir bomba olarak insanlığın felaketine mi yol açacağını ideolojinin (yani hangi amaçla kullanmayı hedefleyenin niyetinin) önemli olduğunu ifade etmektedir. İslam dü­şünce geleneğinde önemli bir yere sahip olan ünlü fakih Şatıbi’nin (2010: 24-25) ifadesiyle mahza hayr (doğası gereği iyi) ve mahza şer (doğası gereği kötü) hiçbir şey yoktur. Bunun fıkhi karşılığı “eşya tabiatı gereği mubah­tır” anlayışıdır.

Burada öne çıkan bir nokta, olguların iki boyutlulu­ğu dikkate alınarak “kararında” bir kullanımı sağlamaya çalışmaktır. Olguların iki boyutlu olması, her zaman için iyi bir şeyin gereğinden fazla kullanımıyla kötü bir şeye dönüşmesine neden olmasıdır. “Azı karar, çoğu zarar!” atasözü, bu duruma örneklik teşkil etmektedir. Başka bir deyişle iyi/faydalı olan bir şeyin fazlası zararlı olabildiği gibi zararlı olan bir şeyin de azı iyi/faydalı olabilmektedir.

Ayrıca İmam Gazali (2006: 54), Hakikate Giden Yol adlı eserinde kelamcıları eleştirdiği bölümün sonunda “Benim şu andaki asıl maksadım kelam ilmi sayesinde sıkıntılarına çare bulmuş olanları inkâr etmek veya kına­mak değil, kendi durumumu anlatmaktır. Çünkü hasta­lıklar değiştikçe, bunlar için kullanılacak ilaçlar da deği­şiklik gösterir. Nice ilaçlar vardır ki birine yararlı olurken başka birine zarar verir” şeklinde ifadeler kullanarak her devanın herkes için olamayacağını, bazıları için şifa olanm bazıları için zehir olabileceğini ifade etmektedir. Şifa ve zehir, muhatabın yapısına göre değişebilmektedir. Alerjik reaksiyonlar, bu kapsamda görülebilir. Bir ilacın etken maddesine alerjisi olan birisi için ilaç zehirleyici bir etkiye neden olacaktır.

Siyaset felsefesinin ana problemlerinden birisi olan özgürlük-güvenlik ikilemi, konunun anlaşılması için uy­gun bir örnektir. Kökenleri Stoacılığa kadar giden doğal hukuk teorisyenlerine göre insanlar, doğuştan vazgeçile­mez ve devredilemez birtakım haklara sahiptir, özgür­lük de bu temel haklardandır. İnsanların özgürlüklerini en geniş çerçevede yaşadıkları dönem, herhangi bir kı­sıtlayıcı unsurun bulunmadığı doğa hâlinde yaşadıkları dönemdir. Ancak Hobbes’a (2017:133) göre doğal olarak özgürlüğü ve başkalarına egemen olmayı seven insanlar, devletler hâlinde yaşarken kendilerini birtakım kısıtla­malara tabi tutarlar. Bunun nedeni ise güvenliktir. Çün­kü devlet olmadıkça herkes herkese karşı daima savaş­tadır (2017: 101). Başka bir ifadeyle güvenlik kaygısıyla insanlar, özgürlüklerinden feragat etmektedirler. Locke, Hobbes’un savaş argümanına katılmayarak bu gerekçeyi ölüm korkusundan ziyade siyasal olarak düzenlenmiş bir toplumda insanların doğal durumdan daha güvenli ola­cakları gerekçesi ile açıklamıştır (Skirbekk ve Gilje, t.y: 284). Ancak nihayetinde özgürlük, güvenlik gerekçesi ile sınırlandırılmıştır. Görünen o ki özgürlüklerin artma­sı güvenlik problemi yaratmakta, güvenlik tedbirlerinin artması ise özgürlük problemi doğurmaktadır. Mutlak özgürlük veya mutlak güvenlik, insan yaşamı için ciddi problemlere yol açmakta ve her ikisinin de doğası gereği iyi ve ulaşılması gereken ideal olarak görülmemesi ge­rekmektedir. Bir denge/vasatta buluşmadığı sürece insan için mutluluk yerine eziyete dönüşmektedir.

Genel batlarıyla değerlendirildiğinde, görülmektedir ki doğası gereği iyi ve doğası gereği kötü bir olgu yok­tur. Olgular hem iyiyi hem de kötüyü bir potansiyel ola­rak içinde barındırmaktadır. Daha doğru bir anlatım ile iyi veya kötü niyete bağlı olarak kullanımı, iyi veya kötü sonuç vermektedir. Fakat bu iyi de bütünüyle iyi veya bütünüyle kötü bir sonuç vermeyecek, hem iyi hem de kötü sonuçlar birlikte gelecektir. Bauman’ın (2014b: 12- 13) modernliğin düşmanı diye tanımladığı müphemliği ele aldığı çalışmasında müphemliğin dile içkin bir şey olduğunu ve dilin amacının adlandırma/smıflandırma fonksiyonu aracılığıyla müphemliğin önüne geçmek ol­duğunu belirtir. Bu performans çerçevesinde uygulanan kategoriler arası netlik, tanımsal sınırların keskinliği ve nesnelerin kesinliğine dair ölçütlerin kullanıldığını, oysa bu tür ölçütlerin uygulanması ve bunların gözetlemekle yükümlü olduğu eylemin kendisinin, müphemliğin nihai kaynakları olduğunu ifade eder. Aslında Bauman (2014b: 28) “başlangıçtaki sorunlar ne denli kapsamlı bir biçimde çözülürse, buradan doğan sorunlar da o denli çözülemez oluyor” diyerek, potansiyel olarak her çözümün başka bir sorun, öngörülemeyen/niyetlenmemiş bir sorun çıkardı­ğını göstermektedir. Bu durum ise olgunun iki boyutlulu­ğunun açık bir örneğini teşkil etmektedir.

Bazen Sorun Bizatihi Çözümün Kendisidir

Bunca bekçili, silahlı evler yok olup gitti de benimki niçin duru­yor? Anlaşılan, diyorum, o evler bekçili, silahlı oldukları için yok olup gittiler, Korunmak saldırana hem istek veriyor, hem de hak kazandırıyor: Her korunma savaşçı bir kılığa girer ister istemez.

(Montaigne, 2001: 23)

Bu mesele, kısmen olgunun iki boyutluluğu ile alakalı bir durumdur. Sosyal yaşamda karşılaşılan sorunlar iyi analiz edilip, detaylı çalışmalarla konu enine boyuna ele alınmadığı zamanlarda çözüm olarak görülen ve önerilen şeyler, bazen sorunun bizzat kendisini teşkil etmekte ve çözüm olarak sunulan önerinin geri çekilmesi, sorunun yarattığı olumsuzlukları önemli ölçüde ortadan kaldır­maktadır. Yukarıda Montaigne’den alıntılanan metin, bu duruma güzel bir örnek teşkil etmektedir. Bekçili ve si­lahlı evler korunmak ve yok olmamak amacıyla bekçi ve silah temin etmektedir. Ancak korunma duygusunun be­raberinde getirdiği saldırganlık duygusu eylemin niyet­lenmemiş sonucudur ve saldırganlık duygusunun kuvvet kazanması yıkılış için zemin teşkil eder.

Bauman da (2014b: 28-29) çözümlerin beraberinde getirdiği sorunlara değinmekte ve şöyle demektedir:

Bir zamanlar tarım ürünlerinin miktarını arttırma gibi bir görev vardı; nitratlar sayesinde bu sorun çözüldü. Bir zamanlar su arzı­nı düzenleme gibi bir görev vardı; bu da barajlar sayesinde çözül­dü. Daha sonra emilemeyen nitrat sızıntılarıyla zehirlenen suları arıtma gibi bir görev ortaya çıktı; özel olarak kurulan atıkları işle­me fabrikalarındaki fosfat uygulamaları sayesinde bu da çözüldü. Sonra fosfat bileşenleri bakımından zengin rezervlerde filizlenen zehirli su yosunlarını yok etme görevi çıktı…

Bauman’ın ifade ettiği gibi, sorunların bazıları çözü­mün uygulanmasından ortaya çıkmaktadır. Sorun çözme çabaları yeni sorunlar üretiyor, düzenleme faaliyetleri kargaşa üretiyor. Tıbbi ifade biçimiyle uygulanan tedavi­ler, yeni yan etkiler üretiyor.

Fizik bilimi açısından önemli bir konu harekettir. Hareket, en genel anlamıyla bir nesneye uygulanan etki sonucu ortaya çıkan tepkidir. Hareket konusunun ana problemi ise sürtünme konusudur. Sürtünme, hareke­ti engelleyen en önemli unsurdur. Bu sebeple sürtünme kuvvetinin en aza indirgenmesi hedeflenir. Böylece ha­reket daha kolay hâle gelir ve iş yapabilmek için çok fazla güç uygulamaya gerek kalmaz. Ancak sürtünme kuvveti­nin varlığı, aynı zamanda istenilen tarzda uygulamaların yapılabilmesi için şarttır. Sıfır sürtünme kuvveti, hareket için en az güç harcanmasına imkân sağlarken, diğer ta­raftan nesneyi durdurmayı veya yürütmeyi imkânsız hâle getirecektir. Başka bir ifadeyle bir taraftan hareketi çok kolay hâle getirecek ama diğer taraftan kontrolü devre dışı bırakacaktır. Dolayısıyla sıfır sürtünme, hareketi im­kânsız kılacaktır.

Platon’un ideal devletinde, insanlar arası eşitliği sağ­lamak ve nepotizmi (kayırmacılık) yok etmek amacıyla yapılması gerekli görülen işlerden birisi, ailenin ortadan kaldırılmasıdır. Çocuklar doğduktan sonra devlet tara­fından özel eğitim kuramlarında yetiştirilecektir (Platon, 2001:208-222). Tüm toplumu anne-baba bilecek, böylece yönetim kademesine geldiklerinde liyakat ilkesine aykırı olan kayırmacılığa yönelmeyeceklerdir. Fakat aile sevgisi, ilgisi, şefkati olmadan yetişen bir çocuğun toplum için nelere mal olabileceği, günümüz aile araştırmalarında açıkça görülmektedir. Bu ideal toplum tasarımı, insanı bir makine gibi tasavvur etmektedir. Oysa insan, duygu­sal boyutu da olan psikolojik bir varlıktır. Nitekim Platon, Syrakusa’da pratik siyasete bulaşmış ve çok güç durum­larda kalarak zor kurtulmuştur. Bu da göstermektedir ki ideal düzen tasavvuru, olgunun diğer boyutlarını ihmal ederek başlı başına bir probleme dönüşebilmektedir.

Bir başka örnek istikrar ve değişim dengesi üzerinden görülebilir. Yaşamda değişim kaçınılmazdır. İnsan bu de­ğişim sürecinde bir süreklilik/istikrar arar. Çünkü sürekli değişim, her zaman yeni durumlar ortaya çıkaracaktır ve insan bu yeni durumlara ayak uyduruncaya kadar belli bir zaman geçmesi gerekecektir. Eğer değişimde bir sü­reklilik/istikrar yakalayamazsa yaşam oldukça zorlaşır. İstikrar bu açıdan önemlidir ve istenen bir şeydir. Ancak istikrarın aşırısı, değişimin yokluğu ve statiklik demek­tir. Doğal ve toplumsal yaşamda dinamizm vardır ve bu statiklik hâli dinamik yapı ile çatışma yaratmaktadır. De­ğişimi yakalayamayan insan, toplum, devlet ciddi sorun­larla karşılaşmaktadır. Sürekli değişim veya sürekli istik­rar, insan yaşamını tehdit eden bir unsurdur. Bu sebeple bireyler, toplumlar veya devletler değişim ve süreklilik/ istikrar arasında bir denge gütmek zorundadırlar. Mut­laklaştırılmış ve idealize edilmiş bir değişim veya istikrar projesi, bizatihi insan yaşamını tehdit eden bir sorun hâ­line gelecektir.

İnceleyin:  Gözetleyen Toplum

Bauman, (2017: 125-126) sağlıkla ilgili bir değerlen­dirmesinde, sağlığa iyi geldiği veya zararsız olduğu düşünülen gıdalar, daha tam faydası görülmeden önce uzun vadede zararlı olarak dan edilmekte. Belli bir riske karşı geliştirilen terapilerin ve önleyici uygulamaların başka yönlerden patojenik olduğu ortaya çıkıyor.” demektedir. Bauman’a (2014b) göre:

iatrojenik hastalıkların -yani bir hastalık için uygulanan teda­vinin yol açtığı ikincil sorunların- tedavisi için çok daha büyük ölçülerde tıbbi müdahale gerekiyor. Hemen hemen her tedavi yöntemi kendi risklerini de beraberinde getiriyor. Ve bu riskle­rin yol açtığı yeni sorunlar için daha çok sayıda tedavi yöntemi ortaya çıkıyor.

Böylece hastalıkların kaynağı aslında tedavi çabaları olmaktadır. Yine Bauman, müphemlik konusunu ele aldı­ğı Modernlik ve Müphemlik adlı eserinde dilin düzenle­me, sınıflama ve adlandırma fonksiyonuna işaret ediyor, dilin müphemliği bir tehdit olarak algıladığını belirtiyor. Ancak sürecin sonunda istenen noktaya varmaktan çok uzak olunduğunu ifade ediyor. Bauman’ın (2014b) şu ifa­deleri meseleyi daha anlaşılır kılmaktadır:

Görünüşte dilin bu adlandırma/sınıflandırma fonksiyonunun amacı müphemliğin önüne geçmektir’ Buradaki performans, ka­tegoriler arasındaki sınırların netliğine, kategorilerin tanımsal sı­nırlarının keskinliğine ve nesnelerin kategorilere ayrılmasındaki kesinliğe göre ölçülür. Hâlbuki bu tür ölçütlerin uygulanması ve bunların gözetlemekle yükümlü olduğu eylemin kendisi, müp­hemliğin nihai kaynaklarıdır; bu yüzden de, yapılaştırma/düzen- leme çabası ne kadar büyük ve tutkulu olursa olsun, müphemlik hiçbir zaman tamarhen yok olmayacaktır.

Adlandırma/sınıflandırma fonksiyonunun gerçekleştirmeye ça­lıştığı ideal, dünyadaki bütün başlıkları ihtiva eden bütün dos­yaları içine alacak bir tür ferah dosya dolabı yaratmaktır, (…) İşte müphemliği kaçınılmaz kılan tam da böyle bir dosya dolabının imkânsızlığıdır. Yeni müphemlik kaynaklarını yaratan da, böyle bir dolabın inşasını amaçlayan ısrarın ta kendisidir.

Bu örneklerden de anlaşıldığı gibi bazen yaşadığımız, karşılaştığımız sorunlar, bizatihi sorun çözme stratejile­rimizden ve çözüm önerimizden kaynaklı olabilmektedir.

Bu durum, açık bir biçimde olguların iki boyutlu olduğu­nun ve nimet ile külfetin birlikte geldiğinin göstergesidir.

Mükemmelin ilkelliği ya da Kusursuz Cinayet

Bazı insanlar çıktı dünyayı cennete çevirmek için, Cennete giden yolu cehennem taşlarıyla döşediler.

Hölderlin

Mükemmellik ve ilkellik arasındaki ilişki, çeşitli bi­çimlerde ele alınabilir. Bunlardan birincisi Platon’un mükemmellik ve ilkellik ilişkisidir. Varlık âlemini ikiye ayıran Platon, bunları İdealar âlemi ve algısal âlem şek­linde ifade eder. Platon’a göre varlığın özü, esası ideadır. îdea gerçeklik alanını, algısal âlem ise yansımalar alanı­nı ifade eder. Algısal âlem gerçekliğin bir yansımasıdır. Buna göre örneğin dünyada pek çok ev vardır. Kimisi bir saray, kimisi bir şato, kimisi bir apartman dairesi, kimisi bir gecekondu… Ancak bu birbirinden oldukça farklı pek çok yapı, bir “ide”de, “ev” idesinde bir araya gelmektedir. Diğer bir deyişle ev dediğimizde zihnimize yansıyan şey, tüm “ev”lerin ortak özelliklerini barındıran bir fikirdir. Bu ortak özellikler kabaca dört duvar, bir çatı şeklinde ifade edilebilir. Aslında tüm diğer yapıların hepsinde bu­lunan ortak özellikleri kapsar. Bu boyutuyla ev en ilkel hâli işaret etmektedir. Çünkü dört duvar ve bir çatı, evin sadece zorunlu kısımlarıdır. Ancak Platon’a göre mü­kemmel olan budur. Zira Platon, mükemmelliği kapsa- yıcılıkla ilişkili olarak açıklar ve varlığın bunca çeşitliliği içerisinde ortak özellikleri kapsayanı mükemmel olarak tanımlar. Bu da ancak zihin dünyasında bir fikir olarak mümkündür.

Bu açıdan bakıldığında bir düşünceyi mükemmel hâle ulaştırmak amacıyla eyleme geçmek, kusurlardan arın­dırmaya çalışmak, o düşünceyi neredeyse en ilkel hâline getirmekle eş değerdir. Ölümsüzlük konusu bu konuya iyi bir örnektir. İnsan için en önemli hedeflerden birisi ölümsüzlüktür, ölümlülük eksiklik olarak kabul edilir (Saydam, 2018). Gılgamış destanı bu durumu anlatan önemli bir edebî eserdir. İnsanlar ölümsüzlüğü yakala­dıkları takdirde sonsuza dek mutlu yaşayacaklarını zan­netmektedirler. Ancak dutumun göründüğü gibi veya beklendiği gibi olmayacağı ünlü Portekizli yazar Sarama- go’nun (2018) Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş adlı eserinde tatmin edici düzeyde açıklanmıştır. Eser iki ana kısımdan oluşmaktadır. Birinci kısımda ölüm ortadan kaybolur ve yaşanan karmaşa insanların gözünden anlatılır. Tabiri caizse ölüm meleği işini askıya almıştır. İkinci bölüm ise ölümün gözünden anlatılır. İnsanlığın en büyük hayali olan bu ölümsüzlük durumu, kısa bir süre içinde büyük bir belaya dönüşür. Tüm ülke yeniden ölümlü olabil­menin yolunu arar. Ülkenin kralı ile başbakanı arasında geçen diyalog durumu özetlemeye yeterlidir: “Efendim, eğer tekrar ölmeyi beceremezsek geleceğimiz karanlık.” (s. 96). Kitapta ölümsüzlüğün ortaya çıkaracağı sosyal, si­yasal, ekonomik vs. hemen tüm sorunlarla ilgili örnekler bulmak mümkündür. Ölüm meleği ise faaliyetlerine ara verme gerekçesi olarak “benden bu denli rahatsız olan insanların sonsuz yaşamın nasıl bir şey olacağım görme­lerini istememdi, sonsuza dek yaşama imkânı bulunsaydı neler olurdu görülsün istedim” (s.lll) der.

Benzer bir yazı da benim öğrencilik yıllarımda kaleme aldığım bir sayfalık bir denemeden mürekkep “ölümsüz­lük Üzerine” adlı metnimdir (Koyuncu, 2004). O dönem­de gündemde olan Genom Projesi bağlamında ölümsüz­lük konusuna tersinden bakmaya çalışan metin, yaşama dair diğer veriler sabitken ölümün ortadan kalkmasının beraberinde getireceği sorunlara değinmiştir. Örneğin ölümsüzlüğün olduğu bir dünyada doğum olacak mı, yaşlanmayı durdurabilecek miyiz, yaşamak için gıdaya ve çalışmaya ihtiyacımız olacak mı, yaşlanmayı durdura­mazsak nasıl çalışacağız gibi sorular ve muhtemel sorun­lar ortaya konmuş ve konuya tersinden bakılmaya çalı­şılmıştır.

özetle ifade edilirse, ölümsüzlük, insanoğlu için mü­kemmelliğin ifadesidir. Ancak bunun bir tahayyül olduğu ve gerçekleşmesi durumunda nelerle karşılaşılacağı üze­rinde biraz düşünüldüğünde aslında hayal edildiği gibi mükemmelliğe değil, âdeta bir felakete götürdüğü görü­lebilmektedir.

Mükemmellik meselesine farklı bir bakış da Baudril- lard’ın Kusursuz Cinayet adlı eseri çerçevesinde müm­kündür. Ona (2012:10) göre kusursuz bir cinayet yoktur. Baudrillard bu konuda şunları söyler:

(…) cinayet hiçbir biçimde kusursuz olmasa da, kusursuzluk, adı­nın da gösterdiği gibi her zaman bir suç ile ilgilidir. Aynen kötü­lüğün şeffaflığı içinde, kötülüğü oluşturanın şeffaflığın kendisi ol­ması gibi kusursuz cinayette de kusursuzluğun kendisi cinayettir.

Bu metinde kusursuzluğu mükemmellik olarak da okumak mümkündür. Böylece mükemmellik arayışı bir anlamda cinayete yol açmaktadır.

Bu açıdan bakıldığında mükemmellik arayışı bizi ilk çıkış noktamıza geri getirir. Aşırı dikkat dikkatsizliktir, aşırı tedbir tedbirsizliktir. Eğer hiçbir hırsızın giremeye­ceği kadar güvenli bir eviniz varsa, bu aynı zamanda ola­ğanüstü bir durumda, örneğin sizin içeride kaldığınız ve dışarıdan yardıma muhtaç olduğunuz durumda kimse­nin size yardım edemeyeceği anlamına gelmektedir. Hiç­bir ayrıntıyı kaçırmama çabası birçok ayrıntıyı kaçırmaya neden olacağı gibi çoğu zaman bütünü de kaybettiren, bir motivasyondur. Liberal düşüncede özgürlük temel bir değerdir. Ancak mutlak ve sınırsız bir özgürlüğün, tüm siyasi sözleşmeleri feshetmek anlamına geleceği ve bu durumun ise anarşi getireceği açıktır.

Olguların Çok Boyutlu Olduğunu Bilmek

Bize Ne Sağlar?

Toplumsal yaşamın çeşitlilik içerdiğini ve bu bağ­lamda olguların çok boyutlu olduğunu bilmek bize bazı açılardan önemli avantajlar sağlar. Bu avantajlara kısaca bakıldığında öncelikle olaylara, problemlere, yaşama dair önerilerimize ampirik bir çerçevede yaklaşarak hakikat tekelciliğini terk etmemizi ve en iyiyi değil “daha iyiyi” aramamızı sağlar. “Mükemmel iyinin düşmanıdır!” düs­turunun iyi kavranması, yaşamı daha çekilir kılar ve mü­kemmel uğruna harcanan yaşamları, enerjileri, zamanla­rı, paraları vs. tüm maliyetleri en aza indirgemeye imkân tanır.

Antik Yunan düşüncesinin en büyük isimlerinden Pla- ton’a göre ideal bir yönetici ideal olanın -en iyi olanın- ne olduğunu bilmelidir. Aristoteles yönetim meselesini ele aldığında Platon’u işaret ederek “Kimileri vardır ki, en mükemmelinden başka hiçbir şeyi elinde bulundurmaz” der. Ona göre “En iyi, çoğu kez ulaşılamazdır!” ve bu yüz­den gerçek bir kanun koyucu ve devlet adamı yalnızca soyut düzeyde en iyi olanı değil, bununla beraber şart­lar içindeki en iyiyi de bilmek zorunda olandır. Eş deyiş­le bizler yalnızca en iyi hükümet biçiminin ne olduğunu değil, aynı zamanda hangisinin mümkün olduğunu da bilmek durumundayız (Ebestein, 1996:36). Bu durum ise ideal uğruna gerçeklikten uzaklaşma ve gerçekliği ideale kurban etme sorununu ortadan kaldırır. Yaşamda ideal hiçbir zaman ortaya çıkmaz. İdeal, yaşanan gerçeklikteki sorunları çözebilmek için insanlığa bir yol gösterir. İde­alden ve gerçeklikten kopmadan, ideali veya gerçekliği bir diğerine kurban etmeden kurulabilecek yönetim için mevcut şartlar altında en iyiyi -ehveni- bilen bir yönetici, günümüzde yaşanan pek çok siyasal sorunun üstesinden gelebilecek bir yönetim tarzı ortaya koyabilecektir.

Her şeyin fazlasının zarar olduğu açıkça görülmekte­dir. Bu sebeple, modernite kötüdür postmodernite iyidir, kapitalizm kötüdür sosyalizm iyidir, rasyonalite kötüdür irrasyonalite iyidir, standartlar kötüdür standartsızlık iyidir, karar kötüdür kararsızlık iyidir, bilim kötüdür din iyidir, okullu toplum kötüdür okulsuz toplum iyidir, kü­reselleşme kötüdür yerelleşme iyidir, çevreye müdahale kötüdür doğaya dönüş iyidir, modern tıp kötüdür gele­neksel tıp iyidir vs. iyi-kötü zıtlıkları anlamsız kurgular­dır. Uygulamalar “kararında” yapılırsa iyidir, kararında yapılmazsa kötüdür. Bu “kararında” olma durumu ise zamana, zemine, şartlara, tarihsel ve toplumsal bağla­ma göre değişmektedir. Çünkü değişim her an vardır. Bu değişime ayak uydurma ve şartlara göre yeniden değer­lendirme yapılarak uygulamalar sürekli güncellenme- lidir. Ayrıca, bir uygulamanın kararında olması, hiçbir yan etki getirmez diye bir şey söz konusu değildir. Her uygulamanın niyetlenmemiş sonuçları olacağı için kara­rında bile olsa uygulamaların getireceği olumsuzluklar da göz önünde bulundurulmalı ve bu olumluluklar ve olumsuzlukların her an değişken bir nitelik sergileyeceği de unutulmamalıdır. Toplumsal yaşam dinamiktir. Bu di­namizme uygun olacak şekilde araştırmalar, uygulamalar sürekli olarak gözlenmeli ve olumlu sonuçları olumsuz sonuçlarına baskın çıktığı sürece uygulama devam etme­li ancak olumsuz sonuçların baskın çıkması veya daha olumlu sonuçlar veren başka uygulamalar keşfedildiğin- de ilk uygulama tereddütsüz terk edilebilmelidir.

Sonuç

Hemen tüm toplumlarda ve kültürlerde önemli bir yeri bulunan vasat, Türk toplumunun kültürel ve düşünsel di­namiklerini şekillendiren İslam kültürünün de önem ver­diği ve üzerinde ısrarlı vurgu yaptığı bir kavramdır. İdeal bir toplum tipi olarak “vasat ümmet” olma önerisinden beslenerek geliştirilen bu yaklaşım yerli ve özgün bir yak­laşım olma iddiasındadır. Vasat yaklaşımı, hem klasik ve güncel sosyolojik düşüncelerden hem de Türk toplumu­nun da dâhil olduğu ve önemli katkılar sunduğu İslam kültür havzasından beslenerek Türk sosyolojisinin Batı aktarmacılığı karakterinden kurtulmasına imkân sağla­yacak bir değerlendirme sunmayı amaçlamaktadır.

Son üç yüz yıllık tecrübe açıkça göstermektedir ki aydınlanma ve modernlik düşüncesinin ortaya koymaya çalıştığı evrensellik ve nesnellik sosyal bilimlerde hatta doğa bilimlerinde bile mümkün değildir. Her toplumun kendi özgül tarihsel ve toplumsal şartları söz konusu­dur. Bu durum bizzat Batı düşüncesinde gündem konusu edilmiş ve modern düşüncenin temel iddiaları olan ev­rensellik, nesnellik, genel-geçerlik, homojenlik gibi id­dialar yine Batı’da gelişen postmodernlik çerçevesinde eleştirilmiştir. Ancak bu tür aşırılık barındıran iddialara karşılık sunulan öneri bir başka aşırılığı barındırmış ve bu defa hakikatin çokluğu/yokluğu ileri sürülmüştür. Ya­şanan bu süreç, evrensellik ve yerellik arasında farklı bir yaklaşımı zorunlu kılmıştır. İşte bu noktada vasat yakla­şımı, bu gerilimi aşma potansiyeli taşımaktadır.

Burada öne çıkan en önemli nokta, insanın haddini/ sınırlarını bilmesidir. İnsanı doğru anlayabilmek sorun­ların doğru biçimde çözülmesine de imkân sağlayacaktır. Hakikatin tek bir şekilde -bilimsel yöntemle^ elde edile­bileceği iddiasının çürütülmesi hakikatin çokluğu/yokluğu anlamına gelmemelidir. İnsan bilgi birikimi, zekâ se­ciyesi ve tecrübeleri sürekli gelişim ve değişim gösteren bir varlık olarak, bu etkenlere bağlı biçimde, hakikat ile kurduğu ilişki de sürekli farklılık gösteren bir varlıktır. Her şeyden önemlisi ise sınırları olan bir varlıktır; aklının kavrayabilecekleriyle, zamanla ve mekânla sınırlı bir var­lıktır. Bu nedenle, belirtilen etkenler açısından epeyce di­namik bir gelişim süreci yaşayan insan, hakikate dair son noktayı koyabilme potansiyeline sahip değildir. Ayrıca hakikate götüren yolların farklılıkları da dikkat edilmesi gereken bir başka noktadır. Eğer hakikate giden yol tek olsaydı, örneğin geleneksel tıp anlayışından hayli farklı karakterdeki modern tıbbın gelişmesine kadar insanlık doğru tedavi metodunu bulamayacaktı. Ancak insanlı­ğın modern döneme kadar gelmesi tedavi metotları ara­sında “doğru-yanlış” açıklamasından ziyade belki “daha doğru-daha yanlış” açıklamasının daha sağlıklı olduğunu göstermektedir.

Bununla beraber göz önünde bulundurulması gereken bir başka husus da “mutlak doğru tedavi metodu”nun bu­lunamamasının ya da “tek bir doğru tedavi metodu’nun yokluğunun her türlü tedavinin de “doğru tedavi” kabul edilmesine neden olmayacağıdır. Burada modernliğin hakikat tasavvurunun eleştirisi bizi postmodern bir haki­kat tasavvuruna götürmemeli ancak belki “mertebeli bir hakikat tasawuru”na ulaştırmalıdır. Mertebeli hakikat tasavvuru zaviyesinden bakılırsa tedavide içinde bulu­nulan mevcut şartlar dikkate alınmalı ve ona göre “daha doğru” bir tedavi metodu uygulanmalıdır, örneğin has­tanın yaşı, bağışıklık durumu, tedaviyi kaldırabilme gücü, başka hastalıkları gibi etkenler dikkate alınmakta ve ona göre diğerlerinden ayrı bir tedavi önerilebilmektedir.

Bu tür bir benzerliği toplumların özgül şartları için de düşünmek gerekmektedir zira toplumsal farklılıkların aynı tedaviye farklı sonuçlar verdiği görülmektedir. Gü­nümüzün temel mitlerinden demokrasinin farklı toplam­larda farklı uygulama ve sonuçlar vermesi bunun açık bir örneğidir. Demokrasi bir kültürün ürünüdür ve bu kültü­rü oluşturan diğer bileşenler olmaksızın sadece yönetim biçimini değiştirmek demokratik bir yönetim kurulduğu anlamına gelmemektedir. Mesela demokrasinin temel unsurlarından biri birey olmaktır. Eğer bireyselleşmenin gelişmediği bir kültürde yaşıyorsanız oy kullanma terci­hinizi belirleyen etken, örneğin aile, kabile vs. olacaktır. Prens Sabahattin’in dönemin Batılılaşma tartışmalarında ortaya koyduğu “asıl sorun yönetim değil, toplumsal yapı sorunudur” tespiti önemli bir gerçeğe işaret etmekte­dir. Kamucu toplum tipinde yaşadığınız sürece yönetim değişse de Batılılaşma mümkün olmayacaktır. Batı’nm mevcut durumu bireyci toplum tipinin bir ürünüdür. Bu nedenle yönetimin değişmesi toplumsal ya da siyasal açıdan bir Batılılaşma getirmeyecektir. Cumhuriyet dö­nemindeki uygulamaların sonuçları da bu gerçeğe işaret etmektedir. Bir değişimin varlığını inkâr etmek mümkün değildir, ancak yaşanan bu değişimin istenen biçimde olduğunu söylemek bizi gerçeklikten uzaklaştıracaktır. Batı’nın kendi toplumsal ve kültürel şartları çerçevesinde geliştirdiği çözümler, Türk toplumunun sorunlarına bir çözüm üretme noktasında hayli geri kalmıştır.

Tüm bunlara binaen, çağdaş dünyanın gerçekliklerin­den ve gelişmelerinden kopuk olmayan ama aynı zaman­da Türk toplumunun kendi kültürel, entelektüel, siyasal, iktisadi özgüllüklerini de dikkate alarak bir yaklaşım ge­liştirmek; kendine özgü sorunlara sahip bu toplumun kendine özgü çözümlerini de üretmesini sağlayacaktır. Vasat sosyolojisi böyle bir çabanın ürünü olarak ortaya çıkmıştır ve mevcut güncel sorunlara klasik dönemde ta­kılı kalmadan ama klasik düşüncenin ürettiği bakışı da ihmal etmeden farklı bir bakışı mümkün kılabilecek bir yaklaşım olma iddiasındadır. İnsanı, toplumu, hakikati kendi kültürel kodlarına uygun bir şekilde kavramak ve tanımlamak, sorunlara daha sağlıklı çözümler üretilme­sine imkân sağlayacak, aksi takdirde yaşanan sorunlara yönelik üretilen/ithal edilen çözümler bizatihi sorunun kendisi hâline gelecektir. Bu durum ise mükemmelin il­kelliği kavramıyla anlatılmak istenen süreci, başka bir ifa­deyle sorunu tamamen ortadan kaldırmak amacıyla yola çıkıp, daha da çetrefilli bir sorun ile karşılaşmayı berabe­rinde getirecektir. Sadece bu toplumun ve kültürün değil, neredeyse tüm toplumların ortak tecrübesi olan vasat, elbette bütün sorunları çözebilecek sihirli bir değnek değildir. Zaten tüm sorunların çözülmesi de mümkün olmayan bir idealdir. Pozitivist-modernist bakış açısının bir ideali olan sorunsuzluk tahayyülünün kendisi başlı başına sorunlu bir tahayyüldür. Bu bağlamda vasat, so­runları daha yaşanabilir bir düzeye çekebilecek yaklaşı­mın anahtarı olabilme potansiyeline sahiptir.

Ahmet Ayhan Koyuncu – Vasat Sosyolojisi,syf:21-51

Dipnotlar:

[1] Hikâyeye göre halkı kör olan bir beldeye bir fil getirilir. Hiç fil görmemiş halk file dokunarak tanımaya çalışırlar. Filin ayağına dokunan “Fil sert ve kalın bir direk­tir, ancak direkten biraz daha yumuşaktır/ demiş, filin dişine dokunan “Hayır fil kalın ve yumuşak değil, sert ve inceciktir” demiş, filin kulağına dokunan ise “Fil sert değildir, kaim ve enli bir deri gibidir’’ demiştir. Başka bir deyişle herkes kendi algıladığını filin kendisi sanmıştır (Yıldız, 2008).

[2] Açık gerçeklik ifadesi bir durumun, olgunun vs. genel kabul görmüş, genel algı­lanma biçimini ifade etmek için kullanılmıştır. “Mutlak doğru” bir anlamı içerme- mektedir.

[3] https://www.youtube.com/watch?v=tUiP0_B6pP4 235 dk. Erişim Tarihi: 28.03.2022.

[4] Bu konuda bir tartışma için elinizdeki kitabın “Tekniğin Ontolojisi: Kültür-teknik Meselesini Yeniden Düşünmek” kısmına bakılabilir.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir