Temel Hazıroğlu
İslâm dünyasının ve hatta insanlığın hâlini yakından görmek için önce kendimize bir bakmamız gerekir. Zira kendimizi yoklamadıkça, kendi vaziyetimizi iyice analiz etmedikçe, kendimizle cesurca yüzleşmedikçe gerçekleri kavrayamayız. Üstelik de suçu hep dışarda aramaya başlarız. Oysa dışardan gelen etkiler, bizim hâlimizin ona açıklığıyla doğrudan orantılıdır. Kısaca biz öncelikle kendimizi düzeltmedikçe, kendi zihin dünyamızı hakikat ve ahlak temelinde yeniden inşa etmedikçe suçlu aramaktan ve eksiklerimizi maskelemekten başka bir şey yapmış olmayız. Son iki yüzyıldır zihinlerimiz iyice bozuldu. Ne dersek diyelim ne yaparsak yapalım İslâm’ı ve insanlığın hâlini hakkıyla anlayamıyoruz. Dolayısıyla insanı, onun hasletlerini ve haklarını da anlamakta zorluk çekiyoruz. Örnek olarak “birlik” meselesini ele alabiliriz. Birliği kendi çıkarımız, otoritemiz ve etkinliğimizin devamı için savunuyoruz. Birliği; dağılmayalım, parçalanmayalım diyerek âdeta insanların ve doğal haklarının aleyhinde kullanıyoruz. Oysa birliği, Allah önünde eşitlik üzerinden kurgulamalı ve ona göre tesis etmeliyiz. Zira insanların mayası birdir ve hepsi de topraktandır. Dolayısıyla insanlar hilkatte (yaratılışta) birdir ve eşittir. Unutmamak gerekir ki, birlik gerçek bir güçtür, güçlülüktür. Gerçek manada bir birlik ve vahdet için tüm Müslümanların “Biriz, eşitiz, yaparız!” iç enerjisini ve sinerjisini açığa çıkarması gerekir.
EŞITLIK, ADALET VE ÇARPIK ZIHIN
Zihin bozulmalarına diğer bir örnek olarak da “eşitlik” meselesini ele alabiliriz. Eşitlik kavramı tarihsel olarak yanlış anlaşılan bir kavramdır. Maalesef çoğu zaman eşitlik ile adalet karşı karşıya getirilmekte ve eşitlik aşağılanmaktadır. Öyle ki, eşitlik adalet değildir, asıl olan adalettir gibi garip ve gerçek dışı cümleler kurulabilmektedir. Oysa eşitlik adalettir, adalet de eşitliktir. Zihnimiz çarpıldığı ve altüst olduğu için bunun böyle olduğunu kavramakta zorluk çekiyoruz. Eşitlik meselesine ilişkin bu çarpık zihinsel tutuma en güzel örnek, sıkça verilen, üç farklı boydaki çocuğun maç seyretmesi olayıdır. Bu örnekte uzun boylu çocuk maçı tam olarak seyreder, orta boylu çocuk zor zar seyreder, kısa boylu çocuk ise hiç seyredemez. Bu durum, bakın eşitlik böyle bir şeydir, üçü de aynı amaca ve boyları dışında aynı imkâna sahip olduğu hâlde, maçı hepsi seyredemiyor, bu adaletsizliktir, denilerek izah edilir.
Hemen yanına da orta boylu çocuğun ayaklarının altına bir tabure, kısa boylu çocuğun ayaklarının altına ise iki tabure konularak göz hizaları aynı yere getirilip maçı hep beraber seyretmeleri sağlanır. Böylece, işte bakın, adalet budur, denilir. Oysa bu durum tam bir çarpıtmadır. Zira eşitlik deyince hilkatte eşitlik, hakta eşitlik kastedilir ve bunlar aranır. O yüzden buradaki eşitlik, üç çocuğun verili bir hakkı kullanma esnasında ayaklarının aynı hizada olması değildir. Aksine, bunun öncesine ilgisiz kalan bir eşitlik anlayışı büyük bir zulümdür. Gerçek eşitlik, çocukların maçı seyretme haklarının eşit şekilde sağlanmasıdır. Dolayısıyla eşitlik ayaklarda değil başlarda aynı hizaya, mizana gelmektir. Diğer bir deyişle hakta eşitlenmektir. Sonuçta “adaletin tecellisi için eşitlik şarttır, gereklidir.” Zihinsel savrulmalara bir örnek olarak da “çarpık dil” sorununu ele alabiliriz.
Öyle ki, Müslümanların birçoğunun İslâm’a ilişkin bir konuyu açıklarken kullandığı dilde bu çarpıklığı net olarak görmek mümkündür. Mesela, İslâm’da adam öldürmek var mıdır yok mudur, tartışmasında kullanılan dil bu durumu çok iyi açıklar. Bu tür bir tartışmada çoğu insan, İslâm’da adam öldürme var, diyerek savunmaya başlıyor. Oysa İslâm’da adam öldürme yoktur aksine kati surette yasaktır. Zira Allah, cana kıymayı haram kılmıştır. Ayrıca İslâm’da bir insanı haksız yere öldüren tüm insanlığı öldürmüş gibi değerlendirilir. Adam öldürme yasağı o kadar keskindir ki, birini öldüren bunun bedelini en ağır şekilde ödemek durumundadır. O bedel de kendi canıdır yani idamdır. Başka bir ifade ile bir insanı öldüren kısas olarak öldürülmeyle yani idamla karşı karşıya kalıyor. Üstelik bu cezayı devlet dâhil hiçbir kişi veya kuruluşun engellemesine imkân ve fırsat verilmiyor. Af hakkı ancak öldürülenin yakınına tanınıyor. Kısasta hayat olmasının tecelli ettiği yerlerden biri de budur. “Çarpık zihin” konusuna diğer bir örnek olarak da “bizde de var” mantığı verilebilir. Neredeyse tüm çağdaş gelişmeler neticesinde oluşan kavram ve değerlere, bizde de var denilerek sahip çıkılıyor. İslâm’ın o kendine haslığı, özgünlüğü ve tüm sorunlara çözüm barındırdığı gerçeği unutuluyor. Maalesef birçok siyasi, ekonomik ve toplumsal yaklaşımlar bu çarpık zihinden besleniyor. Böylece modernizmin ürettiği pek çok şey yerelleştirilmeye çalışılıyor.
DEĞER VE KAVRAM YOZLAŞMALARI
Yine değer ve kavram yozlaşmalarına bir örnek olarak da “şûra” kavramını ele alabiliriz. “Onların işleri aralarında şûra iledir.” şiarını “danışırım istediğimi yaparım” seviyesine düşürülmesi ve şûranın çağdaş dünyada ne kadar hayati öneme haiz olduğunun unutulmasıdır. Şûra mantığındaki özü yeniden kavramalı ve onu fonksiyonel/bağlayıcı bir şekilde yeniden yapılandırıp birlikte yaşama konusunda yönetim felsefesinin temel taşlarından biri hâline getirmeliyiz. Geçmişte yaşanan örnekleri bugün sanki geçerliymiş gibi bir siyaset felsefesi şeklinde lanse etmekten kaçınmalıyız. Geleneğin, yanan ateşin külleri değil bizatihi ateşin kendisi olduğu gerçeğini unutmamalıyız. O yüzden de derinden bakınca görülecektir ki siyaset felsefesi denen bu yaklaşımlar göğü işaret ederek geliştirilen ya bir âlimin padişahın iktidarını sürdürmesi için söyleyip yazdığı “nasihatnameler” ya da padişahın kendi tebaasını bir arada tutmak için yazdırdığı “talimatnameler” olduğunu görülecektir. Akademik ve siyaset dünyasının bunları kurtuluş gibi sunmalarını ifşa etmeli, çağdaş ve yeni siyaset felsefesi için oturup yeniden düşünmeliyiz.
Biraz abartılı olacak ama yönetim ve iktidara geliş konusunda tarihte yaşanan şu örnek kadar ufuk açıcı ders verici olamaz: Hocası Akşemsettin, yeni padişah olan Fatih’e son bir tavsiyede bulunur: “Bugüne kadar ben senin hocan idim beni dinliyordun ancak artık padişah oldun ve beni dinlemezsin fakat yine de sana son bir tavsiyede bulunacağım; çok güvendiğin ve ehil olduğuna inandığın üç kişilik bir şûra seç. Stratejik ve kritik konularda şûraya danış ve onun aldığı kararlara muhakkak uy.” Bütün bu çarpık zihin yapılanmaları, söylemleri aşmalı, hakikate dayalı, bize has bir gerçeklik yaklaşımı, dil ve üslup geliştirmeli, yeni bir zihin yaratmalıyız. Müslümana özgü çağdaş düşünüşü ortaya koymalıyız. Köklü bir zihniyet devrimine ihtiyaç var. Özgün bir varoluş ve özgün bir duruş için, “zihin devrimi” ve hemen ardından yeni bir “Müslüman zihin inşası” atılacak ilk adımdır. Müslüman zihin, özü itibarıyla hakikati temel alıp onun üzerinden hayatı ve kâinatı tasavvur etmeyi ve ardından da ihya, inşa ve imarı esas alır. Bu zihin, izzet ve kudreti Allah’ta ve onun yanındakilerde görmekle kalmaz, tüm gücünü ve derinliğini buradan alır. Bu da onu güçlü, kuvvetli ve gerçek manasıyla özgür kılar. Müslüman zihnin ilk şartı, İslâm’ın her şeyin imkânını ve çözümünü barındırdığı gerçeğini keşfedip idrak etmektir. İkinci şart, her şeyi (insanı, toplumu, insanlığı, hayatı, kâinatı vb.) İslâm’ın kendi bütünlüğü ve sürekliliği içinde ele alma zorunluluğudur. Şartların üçüncüsü ise, İslâm’ın her zaman, her şart altında ve her yerde bir nimet, bir imkân, bir umut olduğu gerçeğini akıldan çıkarmamaktır. Doğrusu, Müslüman zihin için, Kur’ân’da temel amaç insanların hür ve bağımsız olmaları, kendi özgür iradeleri doğrultusunda düşünmeleri, inanmaları, buna uygun yaşamaları ve sonuçta bunun karşılığını almalarıdır. Bu noktada insanın temel hak ve özgürlüklerine müdahale suçtur ve mutlaka bir karşılığı vardır.
Kur’ân’da insan haklarının ihlal edildiği, insan hukukunun çiğnendiği durumlarda ortaya çıkan had cezaları çok açıktır, bu tip durumların vuku bulması ise sayıca azdır. Kasten adam öldürmek kısas üzerinden idamla, mecbur kalmadan hırsızlık yapmak el kesmeyle, yalan söylemek ve iftira atmak ise şahitliğin kaldırılmasıyla karşılanır yani cezalandırılır. İslâm’ın getirdiği bu yaptırımlar insan hak ve hukukunun teminatıdır. Yaptırımlar sadece Müslümanlar için geçerli olup, diğer topluluklar aksini bizzat tercih etmedikleri sürece, kendi içlerinde kendi hukuklarına tabidir. İslâm hukukuna ilişkin yukarıda verdiğimiz örnekler göstermektedir ki, mevcut zihinsel kalıplarımız ve anlayışlarımız bizi temel kaynaklara yaslanmada ve onları anlamada zorluk oluşturmakta ve hatta bize bu çağın insanları ile irtibat kurmada engel görünmektedir. Bu durumu ancak İslâm’ın özgünlüğü, bütünlüğü ve sürekliliği içinde yeni bir zihinle ve yeni bir ruhla aşabiliriz. Yeni bir “Müslüman zihin inşası” kaçınılmazdır, elzemdir ve önceliklidir.
YENIDEN İNŞA SÜRECI
Görünen o ki, Müslüman zihnin doğasına uygun hâle gelmesinin, orijinal kaynaklara yaslanarak yeniden kendini ifade ve inşa etmesinin vakti gelmiş geçiyor. İslâm üzerinden gerçekleşecek bu yeniden inşa süreci doğal seyri içinde yeni bir zihinsel beslenmeyi de beraberinde getirecektir. Bu noktada ilk adım, Kur’ân’a teslim olup onu bol bol ve bal yapacak arı gibi okumak, ana dilde anlamaya çalışarak kavramak, bütün boyutlarıyla yaşayarak sindirmek, Peygamber’in (s.) sünneti üzerinden her dem kendimizi, zihnimizi tazelemek ve beslemektir. İkinci adım, salih amellerle inancımızı ve ruhumuzu ince ince işlemek, özümüze sinmiş ilkeeylem tutarlılığıyla Müslüman kimliğimize netlik, güvenirlilik kazandırmaktır. Üçüncü adımsa hikmeti aramak için aklıselim ile kalbi selimi buluşturup derin derin düşünmek ve tefekkür etmektir. Doğrusu, geçmişi iyice anlayıp yorumlamak, bugünü derinliğine kavramak ve geleceği keşfetmek istiyorsak yeni bir zihne ihtiyaç vardır. Eski zihin kalıplarını atıp yepyeni bir yaklaşımla zihnimizi yeniden yapılandırmalı, zamanın ihtiyaç duyduğu bir devrimci zihinle yola koyulmalıyız. Zihinsel ve ruhsal olarak cesur ve yüreklice yeniden dirilmeliyiz. Kur’ân ve sünnet üzerinden yeni ve ileri bir zihin ortaya koyma ve bu zihin üzerinden de hayatı yeniden anlamlandırma, varlığı tasavvur etme ve Müslümanca yaşama ödevi bizi bekliyor. Bizim uğrumuzda mücahede edenlere şüphesiz yollarımızı gösteririz. Gerçekten Allah, muhsinlerle beraberdir (Ankebût 29/69). Gerçekten insan için, çalıştığından başkası yoktur. Ve onun çalışması ileride görülecektir. Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir (Necm 53/39-41). Muhakkak ki güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Elbette güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Öyleyse boş kaldın mı hemen koyul. Ve Rabbine koş (İnşirâh 94/5-8).
ÖZGÜN FIKRIYATIN TEMELLERI
Müslüman zihin inşası ile birlikte atılacak ilk adım, özgün bir fikriyatın temellerini ortaya koymak ve bu çerçevede özgün bir duruşun geliştirilmesi için harekete geçmektir. Müslümanca bir fikriyatın ve duruşun özü, hayatı ve kâinatı İslâm üzerinden tasavvur etmek, tasarlamak ve tanzim etmektir. İslâm nasıl kendine has, özgün bir fikriyata sahipse Müslüman da kendine has, özgün bir duruşa sahip olmalıdır. Dolayısıyla Müslümanın fikriyatı ve duruşu ne bir şeyin parçası ne de bir şeyin karşıtı olmalıdır. O, her ne olursa olsun kendi olma hâlini, kendi oluş şahsiyetini yani kimliğinden aldığı biricikliği ısrarla korumalı ve sürdürmelidir. Özgün fikriyat üç temel üzerine oturmalıdır: 1) Tanımlayıcı ifadesinde olduğu şekilde “özgün olmalı”, 2) “Bütünlük içermeli”, süreklilik ve genişlemeye elverişlilik kabiliyeti taşımalı, 3) “Özü tarif etmeli” ve onda özün vücut buluşu tezahür etmelidir. Tıpkı sahih bir öze dayanmak gibi, doğuş noktasından aldığı saf, zorlama ve tehditten, sınır koyuculuktan uzak, kendi hakikatinden gelen güçle insanı harekete geçiricilik vasfı taşımak, insana temas edebilir karakterde olmak da özgün fikriyatın özelliklerindendir. Bu manada Müslümanların ortaya koyacağı “özgün fikriyat” ideolojik düşünce kalıplarının sınırlayıcılığın dışındadır. Yeri gelmişken ideolojik düşünce sistemlerindeki kısıtlayıcılığın, diğer bir ifadeyle düşünsel cebrin ve onun pratikteki sonuçlarının daha en başta, bu sistemlerin inşasıyla başladığını, örneğin insanı, toplumu ve tarihi anlamanın üretim ilişkileri kanununu anlama koşuluna bağlandığını belirtmekte fayda var. İdeolojilerin söz konusu durumu gerçekliğin bir kesitinin gerçekliğin bütünü yerine konmasıdır ki, bu hem gerçekliğin hem de yansıması olduğu hakikatin yadsınması anlamına gelir. Vahyin teklifini göz ardı eden, çıkarımlarından başka referans kabul etmeyen insan zihninin tarih boyunca tekrar ettiği bu indirgemecilik, üzerinde durduğumuz özgün fikriyatın içine hiçbir şekilde düşmeyeceği bir tuzaktır. Özgünlüğün özü “özgün bir fikriyat”tan ve “özgün bir duruş”tan geçer. Yeni ve özgün bir fikriyat ve duruş inşa edilecekse atılacak ilk adım, bu “özgün olma” hâlini önemsemek, onu tarif edip tahayyül etmek ve hayata geçirmektir. Eğer özgünlükten yoksun kalınırsa, özel olarak Müslümanlara genel plandaysa insanlığa faydalı olmak son derece zorlaşır, insanlığın gelecek umudu söner. İşte tam da bu noktada bugün İslâm dünyası “özgünlükten yoksunluk” dediğimiz problemi yaşadığı için kendine ve insanlığa katkı sağlamada yetersiz kalmaktadır.
İSLÂM’IN ÇAĞA SÖYLEDIĞI
Özgün olma hâli, var olmak ve geleceğe taşınmak konusunda hayati derecede öneme sahip bir konudur. Burada çokça yapılan bir hata, bu çağdan hareketle İslâm’a bakmak ve onu bu çerçevede yorumlamaya kalkmaktır. Oysa asıl yapılması gereken İslâm’dan hareketle çağa, insanlığa ve dünyaya bakmak ve onları yorumlamak olmalıdır. Bu çerçevede “çağın İslâm’ı” yerine “İslâm’ın çağı ve çağa söylediği” esas alınmalıdır. Özgün fikriyat ve özgün duruş geliştirmenin yegâne yolu budur. Bu çerçevede İslâm’ın söylemi çağın bir söylemi olma tuzağına düşmeden çağdaş insanı etkileyip harekete geçirecek söylem olacaktır. Değindiğimiz noktalarda karşılaşılan problemlere yakınma için değil, çözüm için yaklaşmak, onları gelişim için birer fırsat yerine koymak önemli bir başlangıçtır. Her çağın kendi çözümünü kendisinin bulması ve kendi değerlerini kendisinin üretmesi gerektiği bilinciyle hareket etmek; varoluşu, canlılığını idrak ettiğimiz zamana yani biz yaşarken yazılan tarihe taşımaktır. İçinde yaşadığı çağı dikkate almayan bir toplumsal hareket her şeye rağmen soyut kalır, asla başarılı olamaz, kendi eliyle geçersizliğe mahkûmdur. Ancak ve ancak, zamanının gerektirdiği şekilde değer üreten, bu değerleri toplumuna ve insanlığa sunan, kurum oluşturan ve insan yetiştiren, genel planda insan gelişiminin önünü açan bir hareket bugünü ve geleceği inşa edebilir. Söz konusu çerçevede, “özgün fikriyat” kendisinin özgünlüğünü, çıkış noktasında bulunan öz’ün harekete geçiricilik kuvvetiyle teste tabi tutsa yeridir. Çünkü öz, ruh ve ilkenin saf bütünü olduğu kadar eylemin de harekete geçirici gücüdür.
Hayatı ve kâinatı İslâm üzerinden okuyamazsak bugünün şartları içinde hapsoluruz. İşte bu durum, tam da özgünlükten yoksunluk dediğimiz durumdur. Bu tuzağa düşmeden bir adım atılabilmesi ancak gelecek öngörüsü güçlü siyasi fakihlerin ve milletin aydınlarının gereken şuuru taşımaları ve bu uğurda mücadele etmeleri ile mümkün olabilir. Bir toplumun aydınları o toplumun özgünlüklerinin getirdiği konu ve sorunlarda görevlerini yapmazsa hayat boşluk kabul etmez ve birileri o görevleri kendince ifa eder. Sorumlu aydınların yapmadığı ve aslında kaçınılmaz olan işler, devreye giren sahte aktörlerin amaçları doğrultusunda istismar edilip saptırılır. Böylece özgünlükten sapma beklenmedik tehlikeleri beraberinde getirir. Bugün İslâm dünyasında bunun örneklerini çokça görmek mümkündür. Milletin organik aydınları toplumsal gelişmeler karşısında uygun bir tutum almaz, oluşan problemlere etkin bir çözüm getirmezse yabancılar sahte ve devşirme aydınları devreye sokmaktan çekinmezler. Bu tip durumlarda tek özelliği İngilizce konuşmak ve yazmak olan devşirme aydın tipleri ortaya sürülür ve onların ahkâm kesmelerine fırsat verilir. Müslüman geçmişi olan sapkınlar da tahrik edilip piyasaya sürülür ve yönlendirilir. Bu durum da ortamın bulanıklaşmasına, sorunların daha da derinleşmesine neden olur. Böylece, Müslümanların sorunlarının doğrudan Müslüman aydınlarca tartışılmasına ve sorunlara İslâm’ın ışığında çözüm bulma girişimlerine imkân verilmez, arayışın önü tıkanır, sonuca yönelik irade zayıf düşürülür, asıl olarak da arayışın ruhunu yozlaştıracak sözde, sahte, devşirme aydınlar vitrine çıkarılır, birer otorite olarak takdim edilir; gerçek çözümler ve adımlarsa sürgit ertelenmiş olur. İslâm milleti için kendine has olmak, özgün olmak şart ve hatta bir mecburiyettir. Bu noktada verilecek mücadele ve ortaya konacak cehd hem işleri kolaylaştıracak hem de yeni yollar açacaktır. “Bizim uğrumuzda mücahede edenlere şüphesiz yollarımızı gösteririz. Gerçekten Allah, muhsinlerle beraberdir.” (Ankebût 29/69) ayeti bunun açık göstergesidir.
Özgünlük her şeyden önce, kendi zihni dünyamız üzerinden kendi öz değerlerimizi yeni baştan bir varoluş için esas almak, İslâm’ın getirdiği düşünsel iklime özgü kavramları kullanmak ve kendi terminolojimizi oluşturmakla başlar. Ancak bu da yetmez. Zira İslâmî kavramları kullanmak her zaman özgünlük anlamına gelmez. Onların içi doldurulmazsa, bugüne, bugünün insanına dokunan tarafları yakalanamazsa söz konusu kavramlar tüketilmiş ve yozlaştırılmış olur. Bu noktada çok dikkatli olmak gerekir. O yüzden her şeyden önce İslâmî kavramların bugünkü anlamlarını ve içeriklerini bulmak ve bugünün insanına dokunan yanlarını ve manalarını keşfetmek önemli bir siyasal ve toplumsal görevdir. Kaldı ki, her şeyin başına İslâm kelimesini koyarak meselelerin çözüldüğünü düşünmek tembelliğin ötesinde son derece yanlış, hatta zarar vericidir. Zira yapılan yanlışların İslâm’a mal edilme riski vardır. Önemli bir nokta daha var. Müslümanlar dinlerini nasıl anlamaları gerektiğini bizzat kendileri bilmeli, bu bilgiyi de İslâm kaynaklarından, geleneğinden almalıdır. Batılılardan, şarkiyatçılardan, yabancılardan, İslâm inanç ve geleneğine daha yeni dâhil olanlardan, en tehlikelisi de sapkınlardan kendi dinimiz hakkında bilgi almaya kalkmak, bütün bunların dinimizin nasıl yorumlanması gerektiği konusundaki fikirlerine itibar etmek Müslümanlara yakışmaz. İtikadi problemlere kapı aralayan bu tehlikeli tutum aynı zamanda içinden küfrün başını belli belirsiz gösterebileceği çürütücü bir komplekstir. İslâm bilgisini başkalarında değil kaynağında aramalı, insanı dönüştürme gücünün sonuçlarını ise kendimizde görecek şekilde yaşamalıyız. İnandığımız İslâm, teyidi için başkalarında tezahüre ihtiyaç duymaz. İnanıyorsak hiçbir onaya gereksinim duymayacak derecede üstünüz. Özetlersek, özgün bir fikriyat ve özgün bir duruş inşa edilmesinin ilk adımı özgür ve özgün bir zihin inşasından geçer. “Allah’ın boyası (ile boyandık). Boyası Allah’tan daha güzel olan kimdir? Biz ona kulluk edenleriz” (Bakara 2/138). “De ki: Hak geldi batıl zail oldu. Şüphesiz batıl zaten yok olucudur” (İsrâ 17/81). “…Ve dedi ki: “Rabbim ilmimi artır” (Ta-Hâ 20/114).
UYARLAMA MI, NEŞET ETME MI?
Müslüman zihin inşası ve özgün fikriyatın temelleri ile birlikte atılacak diğer bir adım da yeni açılımlar peşinde olmaktır. Yeni açılımlar yapmak için her şeyden önce ana problematiği ortaya koymak gerekir. Pekâlâ, nedir ana problematik? Bu çağın ana problematiği şudur: Bir Müslüman olarak hakikatten doğan değerlerimizle çağa ayak uydurmaya mı çalışacağız? Başka bir deyişle kendimizi ve inançlarımızı bu çağa mı uyarlayacağız? Yoksa hakikat üzerinden bu çağda neşet mi edeceğiz? Yeniden mi doğacağız? Şunu öncelikle belirtmekte fayda var. Hakikat üzerinden doğan bir hareket sorumluluk hareketidir. Dolayısıyla mesele, bir insan, bir Müslüman olarak özümüzde bir cevher olarak bulunan hür ve bağımsız ontolojimiz ve hakikatten hareketle hak ve sorumluluklarımızın bilinci içinde derin hayatı idame etmektir. Bunun doğal sonucu ise çağa ve yaşama ayak uydurmak değil, hayatı Hakk’a uydurmak ve yeniden inşa etmektir. Eğer bu çağa ayak uyduracak olursak hakikatten taviz vermek durumunda kalabiliriz. Oysa bu çağın ve bu çağın insanının hakikatle buluşması olmadan insanlık nefes alamaz, insanlık bayrağı göndere çekilemez. Kaldı ki, çağa ayak uydurmak bir anlamda çağın sorunlarını onun araçları ile çözmek demektir. Oysa insanlığın sorunlarını onları oluşturan düşünce tarzlarını kullanarak çözmek mümkün değildir. Ahlak ve hukuk açısından nispeten bu çağın Müslümanların ilerisinde olduğu bir gerçek ancak İslâm’ın da bu çağın ilerisinde ve ötesinde olduğu da ayrı ve daha büyük bir gerçektir. O yüzden asıl olan ve bu çağda yapılması gereken, İslâm üzerinden, hakikat üzerinden kendimizi yeniden oluşturmak ve buradan hareketle çağı ve insanlığı yeniden diriltmektir. Bu noktada öz bilinçle hakikati esas alıp kendimizle, toplumla, tarihle ve çağımızla hesaplaşmalı, küresel devrimci ruhla düşünüp yerel davranarak harekete geçmelidir.
Bu çağda gerilemeden nasıl kurtuluruz diye değil, yeni ve başka bir dünyayı nasıl kurarız ve hakikat üzerinden nasıl neşet ederiz diye düşünmeli, tartışmalı ve gereğini yapmalıdır. Bulunulan noktada yeryüzünün en değerli ve güçlü varlığı olan insan sahip olduğu dinamiklerle enerjisini harekete geçirmeli, dünyayı ve insanlığı ihya etmeli, yeni ve başka bir dünyanın mümkün olduğunu diğer insanlara göstermeli ve çağa şahitlik etmelidir. Doğasından ve bütünlüğünden koparılmış, mayası olan topraktan uzaklaştırılmış ve askıya alınmış insanların çoğaldığı, nesillerin ve ekinlerin ifsat edildiği ve kıyamete koşar adım ecellerine yaklaşan toplumların yaygınlaştığı bu dünyada ana strateji bütün bunlara uyum sağlayarak yaşamak değil, hakikat ve İslâm üzerinden yeniden doğmaktır. Ahlak, adalet ve eşitliği esas alan insanlık temelinde bir Müslümanlık anlayışıyla önce kendimizden başlayarak bir iç inkılap ve ardından da yeni ve başka bir dünya için bir dış inkılap yapmaktır. Yol açık ve nettir; ya insanlığın temellerine sarılarak cesur ve yürekli bir şekilde insanca yeniden varoluş ya da insanlığın bitip tükendiği yok oluş. “De ki: Ey Ehli Kitap; hepiniz, sizinle bizim aramızda eşit olan bir kelimeye gelin: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim. Ona hiçbir şeyi eş koşmayalım. Ve Allah’ı bırakıp da kimimiz, kimimizi Rab edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse; o vakit şahit olun ki biz, Müslümanız, deyin” (Âl-i İmrân 3/64). “Dinde zorlama yoktur. Gerçekten hak, batıldan iyice ayrılmıştır. Tağut’u inkâr edip, Allah’a inanan kimse kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa sarılmıştır. Ve Allah, Semi’dir, Âlim’dir” (Bakara 2/256). “Şüphesiz ki, bir kavim kendini değiştirmedikçe, Allah da onları değiştirmez” (Ra’d 13/11).
Ümran Dergisi,sayı:327,syf:50-54
0 Yorumlar