Maddî Bir Medeniyet

indir Maddî Bir Medeniyet

Şimdiye kadar söylediklerimizden anlaşılır ki, doğulular batı medeniyetinin maddî bir medeniyet olduğunu söylerken yanılmamışlardır.

Materyalizm kelimesi ancak XVIII. asırda ortaya çıkmıştır. Berkeley bu kelimeyi îcat etmiş, bununla maddenin gerçek varlığını kabul eden felsefî teorileri kasdetmiştir. Bir müddet sonra bu kelime daha dar bir mânâ kazanmış ve bugüne kadar devam etmiştir. Bu anlayışa göre kâinatta maddeden ve ondan çıkan şeylerden başka hiçbir şey yoktur. İşte bu mefhum, bu anlayış dünya târihinde yenidir ve modern zihniyetin mahsülüdür.

Bizim meseleyi ele alışımız sâdece bu târife göre değildir, kasdettiğimiz bir hâlet-i rühiyyedir. Yâni maddî sâhaya âit şeylere az veya çok şuurlu olarak daha fazla yer vermek, üstünlük tanımak, maddî sâha ile ilgili düşüncelere daha fazla ehemmiyet vermek, gerek nazarî şekilde olsun, gerekse pratikle ilgili olsun. Işte bu çağdaşlarimızın ekseriyetinin zihniyetidir.

Son asırlar boyunca bütün profan/dünyevî ilimler/bilimler maddî dünyânın incelenmesi ile meşgul olmuştur. Bu ilimlerin metotları da ancak bu maddî dünyâya tatbik edilebilir. Oysa yalnız bu metotların “ilmî” olabileceğini ileri sürmüşler, diğer metotları ve maddî sâha ile ilgili olmayan şeylerle alâkalı her ilmi ve metodu “ilmî” olmadığı gerekçesiyle reddetmişlerdir.

Felsefî mânâda “materyalist” olmayanların, hattâ inananların bile maddî olmayan ilimler karşısındaki ilmî tutumları bu mânâda materyalistlerden hiç farklı değildir.

Şu halde ortada fiilî veya pratik bir materyalizm mevcuttur. Eğer bir maddî ilim/bilim yegâne ilim olarak takdim ediliyor, eğer insanlar bunun dışında geçerli olabilecek bir bilgi olmadığını ve bunun tartışma götürmez bir hakîkat olduğunu kabul etmeye alışmışlarsa, eğer onlara verilen bütün öğretim onların zihnine bu ilim/bilim hurâfesini/efsânesini kazıyorsa bu insanlar nasıl olup da pratik olarak materyalist olmayacaklar, yâni bütün endîşe ve düşünceleri madde tarafına döndürülmüş olmayacaktır?

Modern insanlar için görülebilen ve dokunulabilen şeyler dışında âdeta hiçbir şey mevcut değil gibidir. Eğer teorik olarak böyle şeylerin varlığını kabul ediyorlarsa, bu şeylerin sâdece “meçhul”, “bilinemez/ gayr-ı mâlüm” olduğunu söylemekle kalmazlar, onların “bilinemez” olduğunu söylemekte âdeta yarış ederler. Eğer “öteki dünya” hakkında bâzı kanâatleri varsa, bunu anlatmak için muhayyileye başvururlar ve bunu dünya hayâtına benzer şekilde takdim ederler, yâni zaman, mekân ve hattâ bir çeşit bedenî varlıkla. Bu durumu ispiritizmacılarda (spirites) görmek mümkündür. Bu da yine materyalizmin bir çeşit görünüşüdür. Ispiritizmacılar bunun en aşırı örneğidir, âdeta bu neviden şeylerin tekelini ellerinde bulundurmaktadırlar.

Işte âhirete, öteki dünyâya inançtaki bu durum da göstermektedir ki, modern batılılar hissî âlemin, duyular âleminin, maddî dünyânın ötesine yükselmekte fevkalâde güçsüzdürler. Pek çok kimse idrak etmek ile tahayyül etmek arasındaki farkı bilmemektedirler. Kant gibi bâzı filozoflar madde ile temsîli mümkün olmayan şeylerin “idrak edilemez” veya “düşünülemez” olduğu beyânında bile bulunurlar. Gerek “spiritüalizm” gerek “idealizm” ekseriya bir çeşit transpoze edilmiş yâni başka kelime ve terimlerle anlatılmış, bir materyalizmdir. Bu felsefî Spiritüalizm için de doğrudur. Felsefî mânâda spiritualizm ve materyalizm, biri olmadan diğeri anlaşılamaz. Descartes’taki düalizmin iki ayrı parçasıdır. Bunun ikiye bölünmesi bir çeşit zıtlık şeklinde ortaya çıktı. O zamandan beri bütün felsefe bu iki terim arasında gidip gelir, katiyen onların üstüne çıkamaz. Spiritüalizmin (mâneviyatçılık, ruhçuluk) adına rağmen “mâneviyat”la hiçbir müşterek tarafı yoktur. Yüksek bir görüş noktasına yükselen kimseler için Spiritüalizmin materyalizmle mücâdelesi hiçbir mânâ ifâde etmez. Zîra bu ikisinin birbirine muhâlefeti basit bir kelimeler kavgasından ibârettir, aşağı yukarı ikisi de aynı şeyi söylerler.

Modern insanlar umümiyetle, ölçülebilen, sayılabilen ve tartılabilen yâni netîcede maddî şeylerin ilminden başkasını idrak edemezler. Modern ilmin kaliteyi/niteliği kantiteye/niceliğe, sayıya ircâ etmek iddiası bu hususta çok dikkate şâyandır. Böylece şu noktaya gelinmiştir ki, eğer ölçmek imkânı yoksa, kantitatif münâsebetleri ifâde eden ilmî konular yoksa, ilim yoktur. Descartes’ın mekanizmi bu temâyülün başlangıcı dır. O zamandan beri bu durum daha da vahimleşerek devam etmiştir. Bugün ölçmeyi/ölçüyü psikolojik sâhada bile tatbik etmek istemektedirler. Halbuki ölçme, ölçülebilme maddenin husüsiyetidir. Her şeyi ölçmek iddiasında olmak demek her şeyi maddîleştirmek, maddî zannetmek demektir. Işte bunlar felsefî materyalizm değilse de pratik ve fiilî bir materyalizmdir.

“Gerçek” (re’alite’) kelimesini anlayış bu hususta hayli mânidardır. Ve umümî hâletirühiyeyi, zihniyeti ifâde eder. Günlük dilde bu kelime münhasıran hissî, maddî gerçeği ifâde etmek için kullanılmaktadır. Dil bir kavmin ve bir çağın zihniyetinin ifâdesi olduğuna göre, bu mânâda, duyularla bilinmeyen her şey gerçek dışı (irre’el) yâni hayalden ibâret, hattâ gayr-i mevcuttur.

Pek çok kimsenin dînî kanaatlerine şöyle bir göz atacak olursak, bunların neden ibâret olduğunu görürüz: Makine gibi ve herhangi bir ders gibi ezberlenmiş birkaç mefhum. Bunlar katiyen kendilerine mâledilmemiş, asimile edilmemiş, içe sindirilmemiştir. Bunlar hakkında zerrece düşünülmemiştir. Ancak hâfızalarında tutarlar. Fırsat düştüğü zaman tekrarlarlar. Çünkü bu bir nevi formalizmin îcâbıdır. Din hakkında bütün bildikleri ve anladıkları budur. Işte bu çeşit inançlı kimseler de fiilî ve pratik materyalizm husüsunda îmansızlardan hiç de aşağı ve geri kalmazlar.

Modern ilim/bilim pratik sonuçlara ulaşmayı gâye edinmiştir. Ilim/bilim pratikte bir şey elde etmek için yapılır. Descartes da kendi fıziğini kurarken bundan mekanik, bir tıp, bir moral meydana getirmeyi düşünüyordu. Halk nazarında ilme verilen îtibar da pratik sonuçları gerçekleştirmeye imkân vermesinden ileri gelmektedir. Burada da gözle görülen elde tutulan şey bahis mevzüudur.

Pragmatizm (Faydacılık) bütün modern felsefenin varacağı yer ve alçalmanın son derecesidir. Günümüzde bir de pratik faydacılık, fıilî faydacılık vardır. Nasıl ki fiilî materyalizm ve felsefî materyalizm varsa. Bu fıilî pragmatizm avâmın hiss-i selim (sağ duyu/le bon sens) dediği şeyle karışır, iç içedir. Bu hemen hemen içgüdüye dayanan faydacılıktır, materyalist temâyülden ayrı düşünülemez. Hiss-i selimi sağ duyu dünyevî-maddî ufku aşamaz, hemen pratik fayda vermeyen şeyle de alâkadar olamaz. Bunun içindir ki hiss-i selim için tek gerçek (réel) hissî, maddî dünyâdır ve ancak hislerden/beş duyudan doğan bilgi vardır. Yine bu bilgi maddî ihtiyaçlara bâzan da duygulara, hislere cevap verdiği ölçüde kıymetlidir. Zâten his, duygu maddeye çok yakın bir mefhumdur. Artık bu mânâda intelligence’a1 (kalp, akl-ı maâd) hiç yer bırakılmaz. Intelligence Bergson’a göre “âletler yapmaya yarayan bir âlet”tir. Bu da, bu çeşidiyle “pragmatizm” (faydacılık) demek olur. Artık hakîkat karşısında ortada sâdece tam bir kayıtsızlık, alâkasızlık vardır.

İnceleyin:  Batı İstilası

Bu şartlarda artık endüstri ilmin bir tatbîki olmaktan öte, onun gâyesi, sebebi olmaktadır. Aslında ilmin endüstriden müstakil olması gerekirdi. Burada da normal münâsebetlerin altüst edildiğini görüyoruz. Modern dünyânın bütün gayretiyle sarıldığı şey netîcede endüstrinin ve “machinisme” (makinecilik) gelişmesidir. Böylece maddeye hâkim olmayı isteye isteye netîcede modern insanlar makinenin, maddenin kölesi oldular. Hattâ bizzat kendileri gerçekten makine oldular.

Bâzı sosyologların “iş bölümü” adı altına o kadar övdükleri “ihtisaslaşma” yalnız âlimlere değil, teknisyenlere ve işçilere de empoze edildi. Böylece işçiler için her türlü akıl ve zekâ ile ilgili çalışma imkânsız kılınmış oldu. Eski zamanların zanaatkârlarından çok farklı olarak bugünün işçileri makinenin hizmetkârları, hademeleridir. Adeta makine ile yekvücut olmuşlardır. Bu işçiler durmaksızın, mekanik bir şekilde aynı ve belirli hareketleri, dâima aynı şekilde tekrar etmek mecbüriyetindedirler. İlerlemenin en üst derecesinde bulunan Amerikan metotlarının istediği şey budur. Maksat sâdece mümkün mertebe daha fazla îmal etmektir. Kaliteye ehemmiyet verilmez, mühim olan sayıdır. Modern medeniyet kemmiyetçi (quantitative) bir medeniyettir. Bu ise maddî bir medeniyet demenin bir başka ifâde şeklidir. Eğer hakîkatin böyle olduğu anlaşılmak isteniyorsa etrâfa şöyle bir bakmak kâfidir.

İnsanların ve toplumların hayâtında ekonomik unsurların oynadığı çok büyük role dikkat ediniz: Endüstri, ticâret, mâliye. Öyle zannedilir ki bunlardan başka bir şey yoktur. Işte bunun için de insanlar arasındaki yegâne sosyal fark servetten ileri gelen, servete dayanan farktır. Öyle görünüyor ki mâlî güç bütün politikaya hâkim olmuştur. Milletler arası münâsebetlerde ticârî rekâbet en hâkim tesiri icrâ etmektedir. Aslında bütün bunlar hakîkî sebepler değil, sâdece vâsıtalar ve netîcelerdir. Böyle Vâsıtaların tercih edilmiş olması bir çağın kendine uygun gelen vasfını belirtir. Zâten çağdaşlarımız ekonomik şartların târihî olaylarda yegâne faktörler olduğuna kâni olmuş durumdadırlar. Hattâ her zaman, her devirde böyle olduğunu da tahayyül etmektedirler. Bu istikâmette “târihî materyalizm” denilen, her şeyi ekonomi ile izah etmek isteyen bir teori de îcat etmişlerdir.

Bu da suggestion (telkin/ uyutma)lardan biridir, yâni uyutma ameliyelerinden biridir. Umümî zihniyetin zâten mevcut olan temâyüllerine uygun olduğu için, daha da tesirli olmaktadır. Bu “uyutma”nın netîcesi de, sosyal sâhada husüle gelen hemen hemen her şeyin ekonomik vâsıtalarla tâyin edilir hâle getirilmesidir. Şüphesiz halk yığınları şu veya bu şekilde sevk ve idâre edilmiştir. Fakat bugün halk yığınlarını idâre etmek için sâdece maddî vâsıtalara sâhip olmak kâfî gelmektedir. Bu da çağımızın aşağılaşma derecesini gösterir. Ayrıca yine aynı halk yığınları kendi kendini idâre ettiğine, kendiliğinden hareket ettiğine inandırılır. Yığınların buna inanması da onun akılsızlığının/ahmaklığının (inintelligence) ne derecede olduğunu göstermeye yeter.

Ekonomiden bahsederken şuna da temas edelim. Ekonomik ve ticârî mübâdelelerin halkları birbirine yaklaştıracağından bahsedilir. Daha önce de demiştik. Madde demek çokluk, parçalanma, bölünme demektir. Öyleyse madde mücâdele ve ihtilâfların kaynağıdır. Onun için ister fert için, ister milletler için olsun ekonomik sâha ancak menfaatla alâkalı rekâbetler sâhası olabilir. Husüsen batı, endüstrisine ve modern ilmine/ bilimine güvenerek doğu ile anlaşabileceği zannına kapılmamalıdır.

Eğer doğulular kerhen, bir zarüret olarak batının endüstrisini kabul ederlerse, ki bu endüstri geçicidir, sürekli değildir, bu sâdece batının istîlâsına karşı kendi varlıklarını müdâfaa etmek ve direnmek için bir silâh gibi telakkî ettiklerindendir. Bunun böylece bilinmesi gerekir.

Doğulular batı ile ekonomik bir rekâbete girişmeye râzı olabilirler. Bu türlü bir faâliyete karşı tiksinti duymalarına rağmen bunu bir tek gâye ve niyetle yaparlar. Bu da endüstrinin hizmetine koyduğu maddî kuvvet, kaba kuvvet üzerine dayanan yabancı bir hâkimiyetten kurtulmak içindir. Şiddet şiddeti dâvet eder.. Şunu kabul etmeli ki bu sâhada kavga arayacak olan doğulular değildir.

Endüstrinin gelişmesinin ortaya çıkardığı mühim netîcelerden biri harp vâsıtalarının durmaksızın mükemmelleşmesi ve çok büyük nisbetlerde tahrip gücünün artmasıdır. Sâdece bu bile modern ilerleme hayranlarının “barışçı” hülyâlarını yok etmek için kâfidir. Fakat bu hayalcilerin, bu “idealist”lerin ıslâhı gayr-i kâbildir ve saflıklarının hududu yoktur. “Humanitarisme” (insancıllık), ki pek modadır, ciddîye alınacak hiçbir tarafi yoktur.

Fakat şaşılacak şeydir, harplerin hâlâ eskisinden de fazla yıkım ve felâket getirdiği bir devirde, harplerin sonu geldiğinden bahsedilir. Bugünün harpleri az sayıda ve meslekten askerler arasında olmayıp hemen herkesi fark gözetmeksizin birbiriyle karşı karşıya getirdiği halde yine de harplerin sonu geldiğinden bahsedenler vardır. Bu da modern çağdaki zihin bulanıklığının misallerinden biridir. Modern harplerde ve orduda sayıca üstünlüğe inanmanın tesiri görülür. Bu da maddî ve kantitatif medeniyetin karakterine uygundur. Onun için çok kalabalık halk yığınları savaşa sokulmaktadır. Burada da “eşitçilik” (e’galitarisme) anlayışının uygulanmasını görüyoruz. Umümî harpler, feodal rejimin yıkılmasıyla “nationalite’”lerin (milliyetlerin/ulusların) ortaya çıkması ve Ortaçağ’daki Hıristiyanlık anlayışının kurduğu “üstün birlik”in dağılması ve kopması sâyesinde ortaya çıkmıştır. Müessir bir hakem rolü oynanacak olan bir mânevî otorite de tanınmayınca, durum daha da bir vahâmet kazanmıştır. Mânevî otoriteyi reddetmek de fıllî materyalizmin bir netîcesidir. Prensipte mânevî otorite kabul edenler bile onun sosyal sâhada müdâhalesini ve tesirinin olmasını reddederler. Zâten aynı şeyi din ile günlük hayatları arasında kalın bir perde çekerek yapmaktadırlar. Ister husüsî hayatta olsun, ister kamu hayâtında olsun her iki halde de hâkim olan aynı zihniyet, aynı ruh hâlidir.

Maddî gelişmenin bâzı faydalar sağladığı söylenir. Ama işâret ettiğimiz mahzurlar onlardan çok daha fazla değil midir? (Burada her sâhadaki maddî gelişme unsurları ele alınıp zararları ve mahzurları incelenebilir). Yalnız tekrar şuna işâret edelim: Eğer daha henüz zaman varken modern dünya girdiği bu yolda durmazsa neticede kendi kendini yıkabilir, mahvedebilir.

Bir de maddî ilerlemenin getirdiği “refah”tan bahsedilir. Bu noktada da insanların tabiatının, zevklerinin, ihtiyaçlarının aym ve eşit olmadığı unutulmaktadır. Bütün bu rahatlık ve refah getirdiği söylenen maddî ilerlemelerden rahatsız olan insanlar vardır. Bunların sayısının az olduğunu söylerler. Onlara göre azınlık haksızdır, çoğunluğun dediği olur. Hattâ bu azınlık yaşama hakkına bile sâhip değildir. Ama bütün dünyâyı göz önüne alacak olursak modern, ileri bu insanlar azınlıkta kalmaz mı? O zaman gâyet mütenâkız şu cevâbı verirler: “Eşitlik” taraftarı bu adamlar maddî medeniyetlerinin üstünlüğünü bütün dünyâya zorla kabul ettirmek isterler. Kendilerinden bir şey beklemeyen insanların memleketine gidip fesat ve nifak saçarlar. Onların üstünlükleri sâdece maddî olduğu için kendilerini en kaba vâsıtalarla kabul ettirmeye çalışırlar. Eğer halk, safça, bu “medenîlik ve medenîleştirme” bahânelerini kabul ederse de bâzı kimseler için bu moralist bir ikiyüzlülüktür, yâni ekonomik menfaatlerini ve toprak kazanma zihniyetini örten bir maskedir.

İnceleyin:  Modern Uygarlık Sunî İhtiyaçların Çoğaltılması­nı Amaçlar

Fakat bu ne bayağı bir çağdır ki, bir halkı köleleştirerek onun en kıymetli şeylerini alarak, başkalarının âdet ve müesseselerini kabüle zorlayarak onlara saâdet ve refah getirildiği söylenir ve buna da bir sürü insan inanır! Ama bu böyledir. Modern batı insanların az çalışıp az şeyle yaşamayı tercih etmelerine müsâade etmez. Zîra onlar için yalnız sayı ve çokluk vardır. Duyularla bilinmeyen şey, yoktur. Onlara göre maddî olarak bir şey meydana getirmeyen, çabalayıp durmayan ancak bir “tembel” olabilir. Bu hususta batılıların kanâatini öğrenmek için doğulular hakkındaki düşüncelerini öğrenmeye lüzum yoktur. Batılıların contemplation (murâkabe, mânevî tefekkür) yolunu tutan kendi eski tarîkatleri hakkındaki, hattâ güyâ dînî çevrelerdeki kanaatlerine göz atmak kâfidir. Böyle bir dünyâda intelligence’a (gönül, kalp, akl-i maâd), iç âlemine yer yoktur. Ancak aksiyon cinsinden olan şeylere yer ve hayat hakkı vardır. Anglosaksonların manisi olan sporun gün geçtikçe yayılmasına şaşmamak lâzımdır. Bu dünyânın ideali adele kuvvetlerini maksimum derecede geliştirmiş olan “beşerî hayvan”dır. Kahramanları, atletlerdir.

Böylesine şeyler görülen dünya hakîkaten çok aşağılara düşmüştür ve sonuna, âkıbetine yaklaşmış görünmektedir.

Bugünün insanının eskisinden daha mesut/mutlu olduğu doğru mudur? Bize göre tam tersi. Dengesizlik, düzensizlik hakîkî saâdetin sebebi olamaz. Zâten insanın ihtiyâcı arttıkça, daha fazla bâzı şeyleri kaybetmek tehlikesi ile karşılaşır ve binnetîce daha bedbaht olur. Modern medeniyet sun’î ihtiyaçları çoğaltmayı hedef edinmiştir. Tatmin edebileceğinden fazla sun’î ihtiyaç yaratmaktadır. Zira bir defa bu yola girildi mi durmak zordur ve hattâ belli bir noktada durmak için de sebep yoktur. İnsanlar mevcut olmayan ve hiç düşünmedikleri şeylerden mahrum oldukları için ıztırap çekmezler. Şimdi ise o şeylere sâhip olmadıkları için tabiatıyla ıztırap çekerler. Çünkü artık bu şeyleri zarürî görmeye başlamışlardır, gerçekten de zarürî olmaya başlamıştır. Bütün gayretleriyle kendilerine maddî tatmin verecek şeyleri kazanmaya uğraşırlar. Bunun için de sâdece para kazanmak isterler. Çünkü bu şeyler para ile elde edilir. Elde ettikçe daha fazla elde etmek istenir. Çünkü her an yeni ihtiyaç maddeleri îcat olunmaktadır.

Bu hırs ve ihtiras hayâtın yegâne gâyesi olur. Buradan da bâzı “tekâmül”cü filozofların ilmî bir kânun rütbesine yükselttikleri “hayat için mü. câdele” denilen vahşî rekâbet doğmaktadır. Bunun mantıkî netîcesi de, yalnız en kuvvetli olanlar hayat hakkına sâhiptir anlayışı olmuştur. Yine buradan haset ve kin doğmuştur. Zenginliğe sâhip olanlar mahrum olanlar tarafından haset ve kinin hedefi olmuşlardır. “Eşitlikçi” teorilerle yetiştirilen insanlar nasıl olup da en maddî ve anlaşılır şekliyle “eşitsizlik”i görüp de isyan etmeyeceklerdir? İncil’de denildiğine göre “Kılıçla vuran kılıçla mahvolacaktır.”1 Modern medeniyet halk yığınları arasında bu kontrolsüz iştihâları uyandırarak bir gün bunun altında ezilmeyi, yıkılmayı göze almıştır. Burada batının kendine has temel günâhının cezâsını görmemek için kör olmak lâzımdır. Maddenin kaba kuvvetini zincirlerinden boşandıran kimse yine bu kuvvetler tarafından ezilerek mahvolacaktır. Zîra madde ihtiyatsızca harekete konulursa artık ona hâkim olmaya imkân yoktur.

Eğer bugün batı dünyâsında biraz mâneviyat varsa bu felsefî Spiritüalizm, idealizm, moralizm ve santimantalizmde (duygusalcılık) değil, sâdece, çok azalmış bile olsa, dînî sâhadadır; gizli, uyur bir halde bulunmaktadır. Burada “beşerüstü” bir kuvvet vardır. Zîra öyle olmasaydı birçok asırdan beri kendisini yok etmeye uğraşanların muvaffak olmamaları için bir sebep yoktu. Işte bunlara karşı direnmede “beşerî olmayan” bir kudret olduğu için din ayakta kalabilmiştir.

‘Modern zihniyet ile dînî zihniyet arasında anlaşma ve uzlaşma olamaz. Ikisi arasında ancak zıtlık ve muhâlefet vardır. Din modern dünyânın kurucu unsurlarından biri değildir. Her türlü uzlaşma dîni zayıflatır, modern zihniyete fayda verir. Zîra bundan dolayı modern zihniyet dîne düşmanlıktan vazgeçecek değildir. Yine zîra, modern zihniyet, beşeriyet içinde beşeriyetten üstün bir gerçeği aksettiren her ne var ise tamâmen yıkmaktan başka bir şey istememektedir.

Modern batının hıristiyan olduğu söylenir. Bu bir hatâdır. Modern zihniyet hıristiyan karşıtıdır/antichrâtien’ dir, Hıristiyanlığa karşıdır, çünkü temelde dîne karşıdır, çünkü an’aneye karşıdır. Şüphesiz Hıristiyanlık’tan bâzı şeylerin, çağımızın bu antichrétien (hıristiyan karşıtı) medeniyetine ister istemez endirekt olarak geçtiği muhakkaktır. Çünkü geçmişle tam bir kopukluk imkânsızdır. Hattâ şunu söyleyebiliriz: modern dünyâda geçerli ve kıymetli olabilecek ne varsa ona Hıristiyanlık’tan veya Hıristiyanlık vâsıtasıyla geçmiştir. Hıristiyanlık eski an’anelerin mîrâsını şartlar el verdiği ölçüde modern dünyâya taşıyabilmiştir. Hâlen de “kuvve” olarak bu mîrâsın imkânlarını taşımaktadır.

Hıristiyan olduğu halde bu imkânların şuurunda olan bugün kim vardır? Nerede, Katolisizm içinde bile, inanmakla kalmayıp gerçekten dînî an’anesinin hakikatini bilen kimseler nerede? Bu birkaç kişinin mevcut olduğuna delil isteriz. Zîra batı için bu birkaç kişi bile en büyük ve yegâne kurtuluş ümididir. Ama bugüne kadar kimseyle karşılaşmadık. Acaba şarkın bâzı hakimleri gibi ulaşılması imkânsız inzivâ köşelerinde mi yaşıyorlar? Yoksa bu son ümit de mi boşa çıkacak? Batı Ortaçağ’da hıristiyan olmuştur, artık şimdi değildir. Eğer tekrar hıristiyan olabileceği söylenirse, kimse bizden daha fazla bunun böyle olmasını temennî edemez. Bunun da bir an önce olmasını isteriz. Ancak bu takdirde modern dünya yaşayabilir.

Mustafa Tahralı – Çağ ve Hakikat (Rene Guenon’dan Seçme Makaleler ve Yorumlar) syf.161-171

1 Çev. notu: Matta, 26/52: “Kılıç çekenlerin hepsi kılıçla ölecek.”

* Çev. notu: Guénon intelligence’ı aklın (raison) üstünde bir meleke olarak kabul eder.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir