I
MIZRAKLI ilmihâl diyor ki ve dahi imansız gitmeye sebep olabilecek kırk kadar hâlden yirmincisi haset etmek, din kardeşini çekememektir.
Bizim kültürümüz bu hâli, kalp âfetleri yâhut kalbin hastalıkları başlığı altında inceliyor. Kitaplarımızın söylediğine göre, her insanın kalbinde az veya çok haset vardır ve bu duygusunun kalbe gelmesi insanın elinde değildir. Demek ki hasutluk insan cinsinin mirası.
Âdem Babamızın oğlu Kâbil, kardeşi Hâbil’i hasutlugundan öldürmüş.
Tarihi bir hadise olarak biliyoruz ki Mekke’nin bir kısım ileri gelenleri, sırf Efendimize haset ettikleri için İslâm’la şereflenememişler.
Kur’ân-ı Kerimimiz birçok Âyet-i Kerimelerinde, hasetlerinden ötürü küfre sapan kavimlere ve insanlara işaret ediyor.
Sanırım dünya edebiyatından örnekler vermeğe gerek yoktur; çünkü herkesin kendini şöyle bir yoklaması yeterli, biraz da faydalı olur.
Nitekim rivayet edilen bir Hadis-i Şerif’te, insanın hasetten kurtulamayacağına işaret edilmekte ve “Haset ettiginiz kimseyi incitmeyiniz.” buyrulmaktadır.
Gazâli, hasedin mertebelerini açıklıyor:
Birincisi, “Haset ettiği kimsenin elindeki nimetin yok olmasını istemek.”
İkincisi, “Ondaki nimetin aynısının veya benzerinin kendisinde bulunmasını istemektir. Şayet, kendi eline onun gibisi geçmeyecekse, onda da olmasın diye arzu etmektir.”
Üçüncüsü, “Haset ettiği kimsenin elindeki nimetin kendi elinde bulunmasını istemek.” Yapılan açıklamaya göre, burada maksat, o nimete sahip olmaktır. Başkası bu nimete neden sahip, denilmiyor, ben neden sahip olamıyorum, deniliyor.
Dördüncüsü, “Onda olan nimet gibi bir nimetin de kendi elinde bulunmasını arzu etmek ve fakat onun elindeki nimetin zevâlini istememektir.”
Gazâli, dördüncü hâle haset adını vermekte biraz genişlik vardır, diyor. Bu duruma göre, onun varlığı gibi bende de olsa arzusu kınanmamış, ondaki bende olsa şeklindeki istek ise, pek hoş karşılanmamıştır.
Ahlâk-ı Alâi’de, gıpta, hasetten daha açık olarak ayrılmıştır. “Haset Allahu Teâlâ’nın bir kuluna ihsan ettiği nimetinin, ondan çıkmasını istemektir.” Gıpta ise imrenmek demektir; güzel huydur. İyi hâllere, salih kişilere gıpta etmek vaciptir; ancak “Dünya nimetleri için gıpta etmek tenzihen mekruhtur.”
Birgivi’ye göre, haset gönlünüze düşecek olsa ve buna karşı içinizde bir hoşnutsuzluk duyacak olsanız, bunda bir beis olmadığında bütün ahlâkçılar müttefiktir. “Ama içinde ona karşı bir hoşnutsuzluk hissetmiyorsan veya kendi isteğinle böyle bir şey gönlüne vâki oluyor ve ondaki nimetin zevalini istiyor veya bir kısım izleri âzânda zahir oluyorsa, bu, haram olan hasettir. Yok, eğer muktezası ile amel etmiyor ve eseri âzânda görülmüyorsa ve kalpte mevcut olan sadece hasedin kendisi ise, bu da hasettir.” fakat haram değildir.
Rivayet edilen bir başka Hadis-i Şerif, hasedin insan şahsiyetini tahripteki büyük gücüne dikkat çekmektedir: “Haset etmekten sakınınız; biliniz ki ateşin odunu yakıp yok ettiği gibi, haset de hasenatı yok eder.” Hasenat, ibadetler dâhil, insanın bütün güzel ve iyi davranışları olarak düşünüldüğünde hasedin tek başına, şahsiyeti nasıl kurut, tuğunu, yozlaştırdığını anlamak kolay olur. Fiiller şahsiye, timizin tezâhürleri olduğu gibi, aynı zamanda, insan, ame. liyle şahsiyetini kurar. Dini yönden salih, psikolojik bakım. dan olgun insan, hasenatı olan kişidir. Haset hasenatı yok etmekle, dinen kazanılan sevaplardan mahrum olunmakta, psikolojik açıdan ise şahsiyet tahrip olmakta, ruhi denge bozulmaktadır.
Haset, insan cinsinin gönlünde kabiliyet olarak daima mevcut olmakla beraber, sürekli kanayan bir ruh yarası hâline gelmesi ve davranış olarak tezâhürü, yaşanılan hayat tarzı ile yakından ilgilidir. Yaşanılan çevre, en geniş anlamı ile kültür çevresi, bu kalp hastalığının artmasına, azalmasına veya yayılmasına sebep olmamaktadır.
Zamanımızda batı kültürünün -bizimkinin deekonomik yönden, ferdi yarışmaya dayandığı ve bu yöndeki ilişkilerle oluşan yapının nevrotik yarışmayı hızlandırdığı, hasetleri artırdığı ifade edilmektedir. Çünkü “Herkes herkesin gerçek ya da mümkün rakibidir.” Yarışma duygusunun, sosyal hayatın özellikle bazı safhalarında, sanki bir yaşama zarüreti hâlinde göründüğünü söylemek mübalağa sayılmamalıdır. Meselâ eğitim hayatımız, her yıl artan bir hızla, yarış sahalarına dönmektedir. -Tabir kimindi hatırlamıyorum çocuk değil, yarış atları yetiştiriyoruz. Ve tabil çok hasut oluyorlar. Hangisi normalin çizgisinde durabilecek, şahsiyet dengesini kaybetmeden bu duyguyu bir hamle enerjisi olarak kullanabilecek, hangisi, arzu edilen başa rılara ulaşsa bile, nevrotik bir insan olarak ruh dengesini, mutluluğunu yitirecek, bilemiyoruz.
Kalbin âfetlerinden birine dokunduk. Diğer kalp hastalıkları da buna benzerler ve galiba, çağımız hayat tarzında hepsi de mümbit bir zemin bulmuş hâldeler.
Günümüzde, davranış bozukluklarını inceleyenler,farklı bakış açılarından yola çıkıp değişik isimlendirme yapsalar da sonuçta bu âfetlere gelip dayanıyorlar. Olgun bir şahsiyete sahip, mutlu bir insan olabilmek için, kalbi bu hastalıklardan temizlemek gerektiğinde hemen herkes müttefik. Gerçi, olgunluk, mutluluk gibi kavramlar yaşanıan kültüre göre değişik muhtevâlar kazanabiliyor; ancak çağımızda insanla yakından ilgilenenlerin bu kavramlarda müşterek bir anlayışa yaklaşmakta olduğu gözlenebilmektedir. Bu anlayışın, bizim kültürümüze hiç de yabancı olmayan bir çizgide gelişmekte olduğunu söyleyebiliriz.
Kitaplarımızın, “İmansız gitmeye sebep olabilecek hâllerdendir.” diye uyardıkları, haram mertebesindeki hasedin, zamanımızdaki psikolojinin nevrotik haset dediği hâl olduğu görülüyor. Psikanaliz için nevrotik kavramı, büyük bir ağırlıkla, sosyal çevre ile uyumsuzluk anlamını taşımaktadır. Davranışların temsil ettiği değerlerle ilgilenmeyen psikanaliz, hükümler vermeden normal-anormal davranış biçimlerini tesbit etmekte ve anormal, uyumsuz davranışların fertteki psikolojik sürecini, gerçek sebeplerini aydınlatmaya çalışmaktadır.
Bilindiği gibi din ve ahlâk ise değerler sahasıdır. İnsandan, teklif ettiği değerleri nefsinde gerçekleştirmesini ve davranış olarak ortaya koymasını ister. Eğer bu insan, kendi değerlerini paylaşmayan bir kültür ortamında yaşıyorsa, uyumsuzluk ahlâki açıdan bir kahramanlık olur.
Ancak psikanaliz nevrotik durumları aynı zamanda tedavi etmek gayretinde olduğuna ve bizim kültürümüz de günahlardan arınmış bir olgun şahsiyet istediğine göre, bu açıdan, mukayeseli bakışlar faydalı olabilir. Ayrıca kültürümüzün kavramlarını, değişik açılardan ve yeniden kavramaya çalışmak, düşüncemize yeni imkânlar getirebilir.
Töre dergisi, Mart 1983
II
Psikolojinin, davranışın temsil ettiği değerlerle ilgi. lenmediğini, davranışları tayin eden faktörleri ve bunun süreci aydınlatmaya çalıştığını söylemiştik. Psikanaliz bir tedavi usulü olarak kullanılırken de ahlâki değerlerle ilgili değildir; ancak şahsiyetin bozulan dengesini yeniden kur. mayı amaçlar.
Psikanalizin bugün ulaştığı sonuçlar, şahsiyetin bir bütün olarak ele alınması ve tedavisi gerektiğini ortaya koymaktadır. Belli bir normal dışı davranışın tedavisinin, sadece tezâhürleri ortadan kaldırdığı, asıl sebebin bir başka görünüm altında ortaya çıktığı görülmektedir. Meselâ nevrotik haset duyguları içindeki bir hastanın, bu duygulardan doğan davranışları ortadan kalktığı hâlde, bu sefer nevrotik bir sevilme ihtiyacı yâhut düşmanlık duygularının yol açtığı davranış bozuklukları görülmektedir. Çünkü bu duygular, gayri şuuri mekanizmalarla, birbirine dönüşebikmektedir. Davranış bozukluklarının hepsini temel bir tek sebebe bağlayanlar için, bu sebebe inerek tedavi cihetine gitmek nazari olarak mümkün ise de uygulamada doyurucu sonuçlar alınamamaktadır. Ayrıca, bu tek sebep üzerin de psikanalistlerin ittifak edemediklerini de söylemeliyiz endişe, yalnızlık, sevgi noksanlığı, libido vs.
Neticede psikolojik bakımdan olgun, dengeli bir şahsi yete ulaşabilmek için, insan şahsiyetinde bütüncü bir al lâki değişim zarüreti ile karşılaşılıyor. Psikanaliz ahlâki bi sistem değil, gâyesi ahlâki değil ama amacına ulaşabilmek için ahlâki bir değişimi gerçekleştirmek zorunda olduğun! görüyor. Olgun ve huzurlu bir insan olabilmek için haris likten -mal, mülk, sevilmek, İtibar kurtulmayı, açgözlü” lük, acımasızlık ve cimrilikten, doygunluğa, merhamet cömertliğe geçişi zaruri buluyor.
Ahlâkın, psikoloji ilmi açısından temellendirilmesi mânâsını taşıyan bu sonuç, başlı başına bir hadise değerindedir. Ahlâki dönüşümle ulaşılmak istenen yapı ise dinin telkin ettiği klasik değerlerle oluşmuş bir şahsiyetten başkası değildir. Ancak dikkat edilmesi gereken nokta, ahlâk kurallarının sadece bilinmesi değil, derinliğine duyulması ve değerlerin davranış olarak gerçekleştirilmesi gerektiğidir. Ahlâki şahsiyet ancak bu durumda değişmiş olur; aksi hâlde ahlâk kuralları harici bir baskı unsuru olarak kalır ve zaman zaman bâzı davranış bozukluklarının doğmasında bir unsur olarak rol oynar.
Psikanalizle din ve ahlâkın buluştuğu bu noktada, kalp âfetlerinin nasıl giderilebileceği hususundaki yaklaşımlarına kısaca dokunalım.
Günümüzde psikolojinin kazandığı en büyük başarılardan birisi, davranışı belirleyen psikolojik sürecin her zaman şuurlu olmadığını kesinlikle tesbit etmiş olmasıdır. Şuur ve şuur dışı kavramlarının tarif ve muhtevâlarının tayininde farklı şeyler söylenmekte, ancak şuur dışı bir oluşumun ve etkenlerin varlığında ittifak edilmektedir.
İnsanın teessüri hayatının, iç ve dış, o andaki ve geçmişteki ve geleceğe dönük bir sürü tesirler altında, çok karmaşık bir yapı oluşturduğu anlaşılmıştır. Bu karmaşık yapının içinde, şuur dışı faktörlerin bulunması, bir şuur dışı faktörün bir başkasına dönüşebilmesi, -yansıtma, sebep bulma, yok sayma vs. gibi yollarla- ortaya çıkan davranışın gerçek sebebine veya sebeplerine ulaşmayı çok zorlaştırmaktadır.
Psikanalizin ilk dönemlerinde, tedavi için normal dışı davranışın, hastanın analizi yoluyla şuur dışı sebeplerine ulaşılması ve bunların hastaya açıklanması yeterli sanılıyordu. Ancak hastaya, sende öydipus kompleksi var yâhut sende şöyle bir temel endişe var, demenin, insanı tedaviye ve davranışı düzeltmeye yetmediği anlaşıldı. Gerçi, bu bilginin, şuur dışı kımıldanışları gözlemek ve denetim altına almaktaki faydası muhakkak ama bu ilk adım, davranışın değişmesi için kâfi değildir.
Davranışın gerçek sebebine ulaşmak için yapılan ruhi çözümlemelerde de doktor ve hastanın karşılıklı durumla. rında ilgi çekici gelişmeler olmuştur. İlk devrelerde hasta, bir hasta, bir obje olarak doktora gider, doktor da hastasına bir klinik vak’a, inceleyeceği bir obje olarak bakarken za. manla bu tavırlar değişmiştir. Gustav Jung ve Carl Rogers gibiler tarafından geliştirilen ve yaygınlaşan psikoterapi yönteminde, hasta ile doktor arasında şahsi ve öznel bir ilişkinin kurulması istenir. Terapist (doktor) danışanı (hasta) incelenecek, çözümlenecek bir obje olarak değil, her türlü şart altında, değerli bir insan olarak görmeli ve kendi şahsiyetini de olduğu gibi ortaya koyarak duygusal yönden de danışana açık olmalıdır. Bu ikili ilişkideki açıklık ve olduğu gibi kabul edilmenin sağlayacağı rahatlık içinde, danışan, terapiste güvenecek, bağlanacak, baskılardan kurtulma ve kendi içini görme imkânlarına kavuşacaktır.
Ancak bu da yeterli değildir. Terapist, hastasını geçireceği analiz sürecinden kendisi de geçmelidir. Ferenczi; psikanalistin, aynı zamanda hastasını sevmesi gerektiğini söylüyor. -Hoşgörü, sıcak ilgi, güven verme, şefkat multevâsında bir sevgi.Sullivan; analistin, hastanın hayatına katılan, ruhi tecrübelerini paylaşan bir tutum içinde olma” sı gerektiğini ileri sürüyor. Fromm; daha da ileri giderek “Başka bir kimseyi bilebilmek, onun içinde olmayı gerektirir.” diyor; yani katılma ve paylaşma ile de yetinmiyor. Analist hastayı ancak, hastanın içinde bütün olup biten leri kendi içinde yaşayarak anlayabilir. Aksi hâlde, sade ce hastası hakkında birtakım bilgiler edinmiş olur. Hastâ ile analist, sanki merkezleri üst üste konulmuş iki çember gibi olmalı, doktor hastası ile baştan aşağı dolu olmalıdır. Ancak, analist hem hastasının yerini almalı hem de kendisi olarak kalabilmelidir; ancak bu durumda karşılaştığı hâlleri yorumlayabilir.
Bu kısa dokunuşlardan bile anlaşılmaktadır ki tedavinin psikoloji, hastalarına -bizim kültürümüzün tâbirleri ile söylersek- aylıklı şeyh tutup ona mürid olmayı teklif etmektedir. Konunun biraz daha ayrıntıları ile ve karşılaşurmalı olarak ele alınması hâlinde bu yöneliş ve gayretler çok daha açık bir şekilde görülebilir. Ancak bizim devam edecek olan açıklamalarımız da bu duruma dikkati çekmek için konulmuş işaretler olmaktan öteye geçmeyecektir.
Psikanalizde mesele, şuur dışı üzerindeki baskının yok edilmesi ile şuura dönüştürülmesi olmakla beraber, psikanalist hastasını, şuuruna intikal ettirdiği şeyler üzerinde bilgi sahibi olmaya değil, yaşamaya yönlendirecektir. Çünkü maksat sadece bilgi edinmek değil, davranışları düzeltmektir.
Burada ise esas olan, kişinin kendini kurtarmasıdır; iyi etmesidir. Kim olursa olsun, bir kimse başka bir kimseyi kurtaramaz. Ancak bir yol gösterici gibi davranabilir, önündeki engelleri kaldırabilir. Bâzan, doğrudan yardımda da bulunabilir ama hiçbir zaman hastanın kendisi için yapabileceklerini, hastası için yapamaz. Terapist yâhut doktor, şuur dışı sebeplerin hastanın şuuruna intikalini sağlamak için, yani şuurun genişlemesi için yardımcı olacaktır. Hastanın, kendi şuur dışı ile temas kurabilmesi, onun, kendi iç yapısı konusunda iç görüş kazanması ile mümkün olacaktır. Baskı altına alınan duyguları bilemekle birlikte, kendimizi tamamen de aldatamayız. Şuurun çeşitli seviyelerine, iç gözlem yolu ile nüfuz edebilir yâhut sezebiliriz. Fakat bu iç gözlemin şuurlu bir murakabe olması lâzımdır. Çünkü burada da görmeyi engelleyecek durumlar -savunma mekanizmaları- olabilir. Terapist yâhut doktor, hastanın bu iç görüşü kazanmasına yardımcı olacaktır, Şuur dışı tesirler şuur sahasına girdikçe, aydınlandıkç, kişi kendisinin ve çevrenin gerçeğini görmeye başlayacaktır. Fakat şuur dışının keşfedilmesi, entelektüel ve teorik bilgiyi aşan, derinlemesine hissedilen ve gittikçe yaygınla, şan bir dizi tecrübe ile ortaya çıkar. Düşünce ve hayâl de bu oluşa yol açabilir. O zaman insan, baktığı şeyi, ihtirasların, korkuların çarpıttığı, olmasını veya olmamasını istediği bi. çimde değil, olduğu gibi, gerçeği ile göremeye başlayacak. tır. Bir şeyin, kültürün, bize kazandırdığı idrak kategorileri içinde değil, yalın olarak görülmesi, kelimeleştirmeden, ifade kalıplarına sokulmadan bir duyma, yaşama hâlidir.
Ancak böyle bir durumda karakter değişmesi, bilginin, davranışa yön veren hâkim bir prensip hâline gelmesi mümkündür. Spinoza’nın ifadesiyle, entelektüel bilgi aynı zamanda duygusal bilgiyi de ihtiva ettiği oranda karakter dönüşümünü sağlayabilir. Bu duygusal bilgi ise ancak, insanın kendinde var olan derin gerçeği yaşantı durumuna getirebilmesi ile duygusal bir dizi tecrübe ile olur. Bu hâlin ifadesi zor, hatta imkânsızdır. Bu yaşantının özelliği, birdenbire ve kendiliğinden oluşudur. “İnsanın gözleri birdenbire açılıverir.”
Töre dergisi, Nisan 1983
III
Kalp hastalıklarının tesbit ve tedavisinde psikanalizın ulaştığı sonuçları şöyle sıralayabiliriz. Bu hastalıkların oluşunda şuur dışı faktörler vardır ve bunlar gayri şuurt oluş” lar hâlinde birbirine dönüşebilirler. Tedavi için ilk adım, bu şuur dışı tesirlerin şuur düzeyine çıkartılmasıdır. Bu da esas İtibârıyla, iç gözlem yoluyla olacak, terapist yâhut doktor, bu iç gözlemi yapmakta talibe yardımcı olacaktt Ancak dengeli bir şahsiyete kavuşabilmek için, sadece sebeplerin öğrenilmesi yetmez, bütünüyle bir ahlâki karaktef dönüşümünün gerçekleştirilmesi gerekecektir. Bu dönüşüm için sadece zihni bilgi yetmez, bir dizi hissi tecrübe sonucu kazanılan hissi bilgi de gereklidir; yani hâl bilgisine de ulaşmak gereklidir.
Eski eserlerimize bakıldığında kültürümüzün bu sonuçlara yabancı olmadığını, daha doğrusu, konuları çok daha şümullü olarak ve hasta insanın değil, insanın meseleleri olarak ele aldığını görmekteyiz. Ulaştığı derinlikler ise psikanalizle kıyaslanamayacak ölçüde büyük ve zengindir. Ancak meselelere bakış açısı, kullandığı kavramlar farklıdır; bu bakımdan günümüz aydınlarının dikkatini çekmesi biraz zor olmaktadır.
Derinlik psikolojisinin getirdiği en büyük yeniliğin, davranışlarımızı tayin eden faktörlerin her zaman şuurlu olmadığının tesbiti olduğunu söylemiştik. Bu husus bilinmekte, ancak değişik bir biçimde ve kavramlarla ifade edilmektedir. Gayri şuuri olarak oluşan yansıtma, yok sayma, aklileştirme gibi oluşlar, nefs-i emmârenin aldatmacaları olarak ifade ve izâh olunmaktadır. İnsan, bu aldatmacaların çok çeşitli tezâhürleri karşısında aydınlatılmaya çalışılmış ve uyanık bulunmaya davet edilmiştir. Râgıb el-İsfahâni, nefsini bilen, orada gizlenmiş olan düşmanlarını da bilmiş olur ve onlardan sakınır, diyor. Gizli düşmanını, onun yerini ve nasıl harekete geçeceğini bilen, en iyi şekilde kendini ona karşı savunur ve onunla mücadele eder. Düşmanını ve onun saklandığı yerleri bilmeyenlere, düşmanı olan o “hevâ ve heves” akıl suretinden görünür, ona bâtılı hak olarak kabul ettirir. Görülüyor ki bu ifadelerde, aklileştirme ve genel olarak gayri şuuri dönüşüm olaylarına doğrudan doğruya işaret edilmektedir. Çok geniş olarak işlenmiş bulunan bu konudan, faraza olarak bir cümle alınmıştır.
Dikkat edilirse, şuur dışı dediğimiz faktörler ve oluş süreçleri, şuurlu ve bize düşman bir güç olarak bir nevi, ayrı bir şahsiyet izâfesi suretiyle ele alınmaktadır. Bu bakış açısından insan, şuurunun dışında, bilemediği bir takım sebep ve oluşların etkisinde yaşayan, iradesi etkisiz, zavallı bir varlık olarak değil, şuurlu ve her an onu aldatmak için türlü düzenler kuran bir düşman karşısında, daima uyanık olmaya davet edilen, şuurlu, iradesi müessir bir savaşçı gibi, yani çok aktif bir biçimde ele alınmaktadır. Bu ele alış tarzının eğitim ve kendini denetleme açısından daha uy. gun olduğu açıktır.
Ünlü psikologlar, psikolojik denge bozukluklarında, genellikle, tek bir temel sebep arama temâyülündedirler, Ancak, temel sebep üzerinde anlaşma olmadığını ve klinik tecrübelerin de tek bir sebebi doğrulamadığını söylemiştik. Kültürümüzde işlenen nefs-i emmâre kavramı ise psikanalizin işaret ettiği değişik sebeplerin hepsinin içinde tezâhür edebilen, birinden diğerine kılık değiştirebilen bir imkân, bir mahiyet olarak ele alınmaktadır. Nefs-i emmârenin de bâzı temel temâyülleri vardır. Nitekim psikanalistlerden bâzıları bunlardan bir kısmını fark etmiş ve her biri, bir tanesini temel sebep olarak kabul etmiştir. Bu konuda, Kur’ân-ı Kerim’in insanın yaratılış ve yapısı ile ilgili Âyetlerinde sarih ifadeler vardır ve bu hususlar kültürümüzde epeyce işlenmiştir. Ancak bu, ayrı bir konu olduğu için girmeyeceğiz.
Psikanalizin, dengeli bir şahsiyet için, bütünüyle bir ahlâki karakter değişimini gerekli görmesi de önemli bir tesbittir. Bu tesbit, insanın yapısına ve bütünlüğüne dikkati çekmektedir. Doğuştan itibâren, harici faktörler tek tek bu yapıyı etkilemektedir; herhangi bir faktörün ağırlığı ile belli bir davranış biçimine yönelen, sonra bir başka sebeple değişik tezâhürler gösteren mahiyet aynıdır. Bu da temel sebep veya sebepler denilen hâllerin, nefs-i emmâre kavr” mı içinde ele alınmasındaki isabeti teyit etmektedir.
Nefs-i emmâre ile mücadele edip temizlenmenin ilk adımı, onun türlü desiselerini bilmektir. Bunları bilmek ise nefis murâkabesi ile olur. Psikanalizin, iç gözlemi geliştirmek adı altında ulaştığı bu hususun kültürümüzde ne ölçüde işlenmiş ve detaylandırılmış olduğuna ayrıca işarete lüzum yoktur.
Murâkabe, insanın kendi üzerinde düşünce yoluyla derinleşmesidir. Kültürümüzde bu hâl, bir şuur genişlemesi olarak ifade edilmiştir. “Sen kendini murâkabe ile kazanırsın; ruhunun genişlemesi, teemmülün genişlemesidir.” Bizim kültürümüzde murâkabe çok şümullü bir hadisedir; bu yolla şuuraltı da şuuru çıkarılmış olur, ancak, onun gelişmesi şuur ötelerine yönelen bir istikâmettedir ve yükseldikçe şuuraltı bütün incelikleriyle şuura çıkar, aydınlanır. Nefs-i emmâre ile mücâhede ve kontrol imkânı böylece doğmuş olur.
Bir noktaya daha kısaca işaret edelim. Nefs-i emmârenin hâllerini bilmek yâhut şuuraltının şuura çıkması, davranışın değişmesi için yeterli değildir. Dini bakımdan sırf zihni bilgi fazla bir değer taşımaz, aslolan, bilginin amele dönüşmesidir; Kur’ân-ı Kerimimizin, kitap yüklü eşekler, teşbihi bu noktanın ölümsüz ifadesidir. Tasavvuf erbabının kâl bilgisi deyip fazla ciddiye almadığı da bir ahlâki dönüşümü gerçekleştiremeyen, davranışları değiştirmeyen bu tarz zihni bilgidir. Zihni bilgi ancak, şahsi bir tecrübe ile kazanılan duygusal bilgi ile beraber olduğu zaman bu dönüşümü sağlayabilmektedir ki buna da hâl bilgisi denilmektedir.
Şuuraltının şuuru çıkarılması ve hissi tecrübelerin yaşanması için, iç gözlem yâhut derünileşme şart. Derünileşme ile insanın basiret gözü açılır -Fromm’un, birdenbire açılıverir dediği şeyve kendi kusurlarını görmeye başlar. Ama bu herkes için o kadar kolay değildir. Çünkü nefs-i emmârenin türlü hileleri, fısıldadıkları çok aldatıcıdır yâhut gayri şuuri oluşlar ve birbirine dönüşler vardır ki bunları kendi kendine fark etmek kolay değildir’ O zaman, insanın kendi içinde derinleşebilmesi için bir rehbere ihtiyacı olacaktır; yolunu kaybetmemesi, nefsinin fısılda. dıklarına kanmaması ve türlü engelleri görebilmesi için, Bir buna rehber deriz, mürşid deriz; psikanaliz de terapist veya doktora böyle bir fonksiyon yüklemeye çalışmaktadır,
Biz, İslâm kültürünün aydınlığında, psikanalizin arayış. larının istikâmetini belirtmek bakımından bu benzerlikle. re işaret ediyoruz. Yoksa insan konusunda bizim düşün. cemizin Şumül ve derinliğini, psikanalizin dar çerçeveli, el yordamlı arayışlarına indirgemek aklın ucundan dahi geçmemelidir.
Şimdi, iç muhasebe yapmak ve kalp âfetleri ile mücadele için Gazâli’nin gösterdiği dört yola işaret edelim:
I“Kalbin kusurlarını bilen, gizli âfetlere muttali olan bir şeyh’e teslim olmak,” mücâhedesinde onun işaretine uymaktır. Böyle bir rehber, hoca, ona kusurlarını ve tedâvi yollarını öğretir.
2“Sâdık ve sıddıklardan, mütedeyyin ve basiret sâhibi bir zât bulması, iş ve gidişatını murâkabe etmesi için kendisine murâkıp tâyin etmesidir.”
3“Düşmanlarının dilinden kusurlarını duyup ıslah olmaktır.” Çünkü diyor Gazâli, “Gayz ve kin gözlüğünden bakan düşman gözleri dâima kötülüğü görür, onları ortaya r ld 4“İnsanlara karışmak ve aralarında kötü bulduğu her işte murâkabe edip ayarlamaktır.” Kalp âfetlerine hasetten girmiştik. Yine onunla ilgili, kültürümüzün bâzı tesbit ve tavsiyeleri ile yazımızı bitirelim.
Hasedin arzularını, bize telkin ettiklerinin tersini yapmakla, onu tahakküm altına almaya çalışmalıyız. Hasedimiz, bir insanı zemmetmemizi istiyorsa o insanı övmeli; kibir istiyorsa mütevazı olmalı, vermememizi istiyorsa vermeliyiz. Zoraki yaptığımız iyilikler ve takındığımız tavırlar zamanla tabiat hâline gelir ve haset edilen kişi ile aramızda bir muhabbet doğmasına yol açar. Kur’ân-ı Kerimimizin, kötülükleri en iyi şekilde sav, meâlindeki emrini unutmamalıyız.
Eskiler diyorlar ki sen böyle yaptıkça onlar senin korkaklığına, münafıklığına hamledecek, seni aşağılanmış göstereceklerdir ama bunlar şeytanın vesveseleridir, sen devam et…
Hasedin tesirinden âzâlarını koruduğun, başkalarının nimetinin elinden gitmesini istemediğin ve onun tahriklerine uymadığın -gıybet, yalan, zem gibizamanki hâlin, kalpten çıkarılması gereken haset miktarını çıkarmış olduğun, vâcip olanı, vazifeni yapmış olduğun seviyedir.
Töre dergisi, Mayıs 1983
Nevzat Köseoğlu – Kitap Suuru,syf:156-169
0 Yorumlar