Karakoç, toplumu analiz ederken âdeta bir insanın şahsiyetini irdeler gibidir. Bu yaklaşım, onun toplumu birçok şahsiyetten oluşmuş bir şahsiyet, bir üst kişilik olarak kabul etmesinin sonucu olarak değerlendirilebilir.
Karakoç, insanın varoluş sebebini “kendisinden kendisini çıkarmak” olarak gördüğü gibi, toplum, halk ve hattâ insanlık için de aynı kuralı gündeme getirerek, toplumun ancak kendi malzemesinden kendini oluşturduğu takdirde var olabileceğini öne sürer. Karakoç, heykeltıraş, ressam,mimar ve şairlerinden oluşan kahramanlarını yetiştirmeyen toplundan, tarih açısından “ölü” ya da “ölmüş” kabul etmektedir. Çünkü toplum, ancak kendisine tarihî uygarlık açılımı verecek öncüler çıkarabilirse bir insan yığını olmaktan kurtulabilir.24
Karakoç, “kendisi olması” ve tarih şartında önüne tehlikeler [çıktığında “kendisinden kaçmamasını toplum için en hayati ilke olarak kabul eder. Çünkü bir toplum için bağımsızlık ve [özgürlüğün anlamı, kendinden kaçmayışta, kendini kendinde biriktirmede ve yoğunlaştırmada saklıdır. Sağlam bir toplumun gözünde, kendine ait değerlerin açılımı için gerekli öz- I gürlüklerin bir uyum içindeki toplamı, bağımsızlık demektir.25
Karakoç zaman zaman toplumların var olma savaşı vermek durumunda kalabileceklerini, tüm zorluklara rağmen böyle durumlarda toplumu toplum yapan mucize mayasından, ruh- |darda henüz zerreler halinde de olsa bir iz kalmışsa, tamamen umudun yitirilemeyeceğini belirtir. Çünkü ona göre, toplumun yüreğine giren kurt, ilk iş olarak o zerreleri tüketmek isteyecektir. O zerreleri korumak, beslemek, büyütmek ve toplum ruhunu o mucize özüyle diriltmek; toplumun kendine güvenini tazelemek, bu varolma mücadelesinin ön şartıdır.26
Karakoç, kendinden kaçan toplumun, kendini yabancı ve düşman bir ortama atarak, böylece gücünü ve hareket yeteneğini sınırlandırmakta olduğunu belirtir. Dolayısıyla ona göre toplumun kendinden kaçışı, son varoluş imkânlarını, son direniş çabalarını boşluğa savurmaktan başka bir şey sağlamaz.27
Toplumun varoluş mücadelesi Karakoç’a göre öncelikle yürekte, ruhta kazanılır. Savaşın maddî yüzü bir sonuçtur. Maddî savaşı, ruhî savaştan öne almak, her şeyi yitirmeye sebep olabilir. Toplum önce soğukkanlılığını korumalı, yıkıcı çatışmalardan uzak durmalıdır. Bir ağaç gibi sessiz ve yavaş büyümelidir. Vakti gelince bu büyümeye engel olan şey granitten de olsa, kendi kendine parçalanmaya irilmelidir. Özgürlük ve bağımsızlığın kendini koruma yöntemi budur. Toplum, kendini en keskin özeleştiri ile yeniden yoğurmalı ve özgürlük ideasına kendi ruhundan can vermelidir. Bundan kaçan veya bunu başaramayan insan ve toplum, “karanlığa ve hiçliğe gömülme karayazısını” kendi eliyle yazıyor olacaktır.[28]
Karakoç toplumu, bir çocuğun vücuda gelmesini sağlayan “ana” ve “baba” ile sembolize eder. Toplumdaki “ana” bir yanıyla tabiat, diğer yanıyla gelenek; yani tabiatla geleneğin kaynaşmasından doğan olağan akış demektir. Toplum aynı şekilde “baba” olarak, geçmişle yüklü, şimdiki zamanla dolu, geleceğin çehresini çizmeye adaydır. Toplumdaki baba, tabiat ve geleneğin üstünde yükselen deneylerle donanmış bir zekâ ve kudrettir. Baba, din duygusu, tarih zekâsı ve devlet hikmetidir. Toplumdaki “ana” toprak, “baba” çiftçidir. Araç ve tohum, yani ülkü ve metot, toprakla çiftçi, toplumdaki anayla baba arasında bir bağ kuracaktır. Bu karşılaşma ve karışmadan “hakiki çocuk” doğacaktır.[29]
Karakoç, insan hayatı ile toplum hayatını birbirine benzetir, insan, ömrü boyunca birçok devre geçirdiği gibi, toplum da pek çok merhaleler yaşar. Kimi zaman ilerler, kimi zaman geriler, onun da bunalım ve atılım dönemleri vardır.[30]
Karakoç, aslında toplum hayatının sürekli ve kesiksiz bir akış olması gerektiğini savunur. Bu akıştaki kırılma, kopma veya kesilme olduğu takdirde toplum kendini boşlukta hisseder, hafızasını yitirmiş bir insan gibi kıvranır. Toplum hayatında kesik kesik yaşama yoktur. Toplumun soluğu derin ve uzun olmalıdır.[31] Yaşanan an, toplum hayatında tarih açısından yorumlandıkça, yorumlanabildikçe, o toplumun kültür ve medeniyetinin sürekliliğine katkıda bulunabilir. Yaşadığımız zamanı, geçmişten aldığı ve geleceğe vereceğiyle birlikte düşünemiyorsak, o “zaman” yitmiş, kaybolmuş hatta hiç olmamış; doğmamış ve yaşanmamış bir zaman olur. Toplum kendini oluşturan özle ilgisini kestiği an bütün iyi niyetine rağmen kaybolmaya, yok olmaya mahkum olur.[32]
Toplumların da tıpkı insanlar gibi, yorgunluk, hevessizlik, cesaretsizlik dönemleri yaşadıklarını belirten Karakoç, insanların olduğu gibi toplumların da dinlenme ihtiyaçlarını bir zaruret olarak görür. Ancak günü geldiğinde, sıçrama ve atılım yapma anını kaçırmamaları gerekir. Dinlenişini ve atılımını zamanlamayan toplumlar için gelecek karanlıktır.[33]
Karakoç, toplumların dinlenme dönemini tasavvuf ehlinin çile doldurma dönemlerine benzetir. Gerek insan gerek toplum hayatında büyük hamlelerden önce bir çile dönemi geçirmeyi zaruri görür. Çile dönemi kimi zaman şuur ve iradeyle seçilir, kimi zaman da toplum bunun farkında dahi olmaz.
Asıl olan, çile dönemini sabırla doldurmaktır.[34] Toplumların çilesini büyük milletler çeker. Çünkü onlar, yalnız kendilerini değil, küçük toplumların da ağırlığını yüklenmiştir ve çileyi yalnız kendileri için değil, öbür toplumlar için de çekecektir. Nitekim peygamberlerin hayatlarında görülen bu türden çile dönemleri bütün insanlığa örnek olmuştur. Çile, kabiliyetin olgunlaşması için gerekli bir ıstırap dönemidir. Çile, insanın ham yanlarını hedef alır; ruhun sertleşen, donan yanını yumuşatır ve düşünce gelişimine bir ilham hızı katar.[35]
Çile dönemi, bir bakıma toplumda, gerçek anlamda varoluşunu anlamlı kılacak bir atılım için gerekli ilhamı doğuracaktır. Bu ilham, toplumların âdeta hayattan umudunu kestikleri anda çıkıp gelir. Karakoç, her medeniyetin farklı ilham arayışı içinde olduklarına dikkat çekmektedir. Yunan ve Roma medeniyetlerinin ilhamı tabiata ilişkindir. Mezopotamya medeniyetleri gökyüzünü bir ilham haritası olarak almışlardır. Mısır ise topraktan, yeraltından ilham almıştır. Hint ve Çin medeniyetleri, bir nevi, Yunan ve Mısır medeniyetlerinin doğu simetrikleridir. Fakat önemli olan şudur ki, Batı’da zihin ve hayal üzerinde olan işlem, Doğu’da insan duyuşları ve davranışları üzerinde olup bitmiştir.
Karakoç, toplumu bunalımdan kurtaracak olan şeyi, ilhamdan çok daha üstün uyarıcı bir faktör olan vahiy olarak kabul eder. Vahiy, toplumu derinden yenileyen, dirilten, ayağa kaldıran ve yükselten bir nitelik taşır. Esasen ilhamlar da vahyin tarih içinde tekrarlanarak insan ruhunda doğurduğu bekleyiş duyarlığından doğmaktadır.[36]
Karakoç, biyolojik kalıtım kadar kesin olmamakla birlikte bir sosyal kalıtımın da söz konusu olduğunun kabul edilmesi gerektiğini belirtir. Bugün ya da geçmişte toplumda görülen bazı rahatsızlıkların kökü gerilerde yatmaktadır. Toplumda kalıtım halinde bazı rahatsızlıklar, belki ad ve biçim değiştirerek kuşaktan kuşağa geçer. Köklü çarelerle giderilmedikçe f bazı yıkımlar maskelenerek sürüp gider. Ancak düşünce planında bir atılım yaşanırsa hastalıklardan kurtulmak mümkün olabilir. Toplumun analiz ve sentez dehası harekete geçirilirse I şifa bulunabilir.[37]
Bir toplumun reflekslerinin, ancak tarihî kritik anlarda ortaya çıktığını belirten Karakoç, savaş, ihtilal, büyük ekonomik »krizler gibi durumlarda dayanıklılığını kaybetmeyen milletleri, büyük milletler olarak nitelendirir. Normal dönemlerdeki görünüş aldatıcıdır. Normal vakitlerde çok zayıf görünen bir Kalkın bir savaş gelip çattığında, yıllarca karşı koyduğunu, dinamik ve enerjik bir kuvvet tablosu sunduğunu görmek mümkündür. Tam tersi de görülebilir. Çünkü halkların, kuvvetleri Karini iki erinde, gösterişleriyse yüzeylerindedir. Binlerce yıl içinde biriktirdiği kuvvetler taşarak yüzeye çıkar ve kurtarma ödevlerini görürler. Kültürleri yüksek, din duyguları derin ve yüce, tarihleri yoğun milletlerin derinliklerinde daha çok bu “millet özü” birikir.[38]
Karakoç’a göre bir toplumun hayatında birçok etkin unsur vardır. Bir toplum askerî, İdarî, toplum düzeni, rejim ve ekonomik açılardan olduğu gibi; sanat, kültür, inanç, ahlâk, ruh kısaca tüm alanlarda güçlü, yeni ve sağlam olmak için bütüncül bir idealin sahibi olmak zorundadır. Bu ideali gerçekleştirmek için makro ve en ince noktalara kadar detaylandırılmış mikro planlar yapmalıdır.[39] Bir toplumun fikrî hayatı ne kadar zengin, araştırma kafası ne kadar gelişmiş, klişelere sapmadan sorunları inceden inceye deşme geleneği ne kadar güçlü olursa, o toplum o kadar sağlam, o kadar geleceğini güven altına almış olur.[40] Yani toplumun eleştirel yanının güçlü olması hayatî bir önem taşır.
Karakoç’a göre toplum, onu meydana getiren kişilerin top. lamından ibaret olmayıp onun üstünde, yeni bir kişilik, yeni bir güç, yeni bir varlıktır. İnanmış kişilerin ruhlarının birleşmesinden yeni bir manevî kişilik doğar. Bir manevî kişilik ki, kişilerin ruhlarına hükmeder onlar adına tasarruf eder. Onları alıp Tanrı huzuruna yükseltir.[41]
Karakoç, ilkel bir toplumla, “düşmüş” bir medeniyetin üyesi olan bir toplumun kendine gelme süreçlerinin farklılığı üzerinde durmaktadır. Ona göre ilkel insanın, dolayısıyla toplumun hayat karşısındaki duruşu “doğal davranış” düzeyindedir. İçindeki yetileri geliştirerek yeni bir davranışlar bütünü oluşturması, ilerlemesinin ana amacı olacaktır. Âdeta, ekilen tohumu yeşertmek, dikilen ağaca bakmak gibi, dıştan içe, maddeden ruha, tabiattan tarihe doğru giderek, gelişme planım gerçekleştirecektir. İlkin medeniyet alanında çok ileri planda ve seviyede iken, düşüşe uğrayan ve tabii topluluğa dönüşen toplumlar ise, ilkellikleri yüzünden henüz tabii topluluk durumunda olan toplumların sahip oldukları “sağlıklı ilkellik” denebilecek bir potansiyel kuvvetten de mahrum olurlar. Çünkü yükselme, “düşüş”ü yeniden yükselmeye çevirmeye göre, daha kolay bir yol izler. İlkel bir toplumun gittikçe gelişmesi, yüksek bir medeniyete ermişken özelliğini kaybeden toplumların yeniden kendilerini bulmalarında karışılacaklar! problemlerin kompleksliğinden uzaktır.[42]
İlkel insanın kendisi hakkında basit fakat olumlu ve iyimser bir görüşü vardır. Fakat düşen toplumun insanının, kendisi hakkındaki kanaati olumsuz, umut kırıcı ve melankoliktir. İlkel insan çocuk gibidir. Düşmüş insanı ise depresyona uğramış insan simgeler. Onun önce bu halden kurtulmak, sonra da yeniden gelişme yoluna girmek gibi iki önemli aşamayı başarması gerekir. Düşmüş toplumun ruhu, saplantılar, peşin hükümler, vehimler, korkular, düş kırıklıklarıyla kuşatılmıştır. Yeniden yükselmesi için bu olumsuzluklardan kurtulması gerekir. Tarih» yüksek toplumlar için bir nimet, bir tecrübeler deposu» bir imkânlar hâzinesi iken, “düşüş”e uğramış toplamlarda sanki bir yük, bir ağırlık olarak hissedilir. Bu panik halinden kurtulması için korkmadan tarih otokritiğine, ruh otokritiğine dönmelidir. Otokritik eski acıları anarak bir de- şarj olma biçiminde olmamalı, esas değil, araç olmalıdır. Geçmişle öğünmek değil, geçmişi derinliğine öğrenmek gereklidir. Böylelikle düşüşten doğan olumsuz durum, zamanla öz değiştirerek olumlu bir metamorfoza dönüşür. Bu, ilkel toplumun gelişiminden daha zor olmakla birlikte öz doğrultusunu bulunca, kayıplar hızla telafi edilir ve büyük oluşum dönemi açılır.[43] Toplum tarihinin otokritik edilmesi, toplumun jonu diğer toplamlarından ayıran manevî dünyasına dikkatini çekme, yaşayan değerlerini tanıtma, eski ve yeni eserlerini ölü kozlardan temizleyip güncelleştirme kendine özgü güzellikleri çağdaşlaştırma topluma onurunu yeniden kazandıracaktır.[44]
Görüyoruz ki Karakoç değerlerini vahiy kavramından alan bir toplumun ancak maddi ve manevi anlamda mutluluğa ulaşabileceğini düşünmektedir. Karakoç Batı’da eksik olan tarafın da bu yaklaşım olduğunu belirtmektedir.[45]
Karakoç’un toplum anlayışının Fazlur Rahman’ın konuya yaklaşımı ile benzerlikler taşıdığını söylemek mümkündür. Fazlur Rahman’ın Kur’ân’dan çıkarmaya çalıştığı toplum anlayışına göre, bir toplumun yükselişi ve çöküşü bazı temel ahlâkî ve dinî itici güçlere bağlıdır. Bu itici güçler kaynaklarını Kur’ân’da tahlil edilen insan fıtratında bulmaktadır. O halde “dinî-ahlâkî itici güçler” insan fıtratına en uygun kalkınma ve yükselme ilkeleridir. İnsan fıtratına uymayan ilkeler, başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkumdur. Bu durumda, dinî-ahlâkî itici güçler bir topluma ne kadar hâkim ise kalkınma ve yükseliş de o kadar hızlıdır. Kalkınma planlayıcıları bu hızı ekonomik rakamlarla ölçmek istemektedirler. Oysa bu rakamlar ancak olsa olsa bir bakıma dinî-ahlâkî itici güçlerin miktarını (religio-moral dynamism) gösterebilir; yani bu güçlerin bir göstergesidir. Ancak bu ekonomik göstergeler dahi bu itici güçlere tâbidir. O hâlde, kalkınmak ve yükselmek isteyen İslâm toplumları bu dinî-ahlâkî itici güçleri Kur’ân’dan çıkarıp çağımıza göre yeniden yorumlamak zorundadır. Bunu yapmak da Kur’ân’ı temel alan sosyal bilimcinin görevidir. Fazlur Rahman buna değişim sosyolojisi adını vermektedir.[46] Fazlur Rahman ile Karakoç’un görüşlerindeki yakınlık dikkat çekicidir.
Münire Kevser Baş’- Sezai Karakoç’un Kavram Haritası Diriliş’in Yapıtaşları,syf:121-128
Dipnotlar:
24 Gündönümü, s. 45-46.
25.Çağ ve İlham, III, s. 62.
26 Çağ ve İlham III, s. 62.
-27.Çağ ve İlham III, s. 61.
[28] Çağ ve İlham III, s. 64.
[29] Çağ ve İlham I, s. 50-51.
[32] Çağ ve İlham IV, s. 60-61.
33 Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi III, s. 10.
[34] Sütun, s. 302,
[35] Sütun, s. 303.
[36] Çağ ve İlham I, s. 33.
[37] Gün Saati, s. 274-275.
[38] Sütun, s. 34.
[39] Gün Saati, s. 218.
[40] Gün Saati, s. 220.
[41] Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi II, s. 124.
[42] Çağ ve ilham II, s. 134.
[43] ÇağveİlhamII,s.135-136.
[44] Çağ ve İlham III, s. 78.
45. Touraine’nin Batı’nın toplum anlayışını betimlediği cümleler Karakoç’un yaklaşımım doğru konumlandırmak açısından önemlidir: “Batı düşüncesininin özelliği, akılcılığa tanınan temel rolden daha geniş bir fikre, akılcı bir toplum fikrine geçmeyi istemiş olmasında yatar. O “akılcı toplum“da akıl, yalnızca bilimsel ve teknik etkinliği yönetmekle kalmaz, insanların yöne- I timini de elinde tutar. Bu yaklaşım genel bir değer mi taşır yoksa önemi çok büyük olmakla birlikte, yalnızca tikel bir tarihsel deneyim midir? Bunu görmek için öncelikle modernleşmeyi, akılcı bir toplumun yaratımı olarak elealan bu yaklaşımı betimlemek gerekir. Bu yaklaşım toplumu kimi zaman
hesap üzerine kurulu bir düzen bir mimari olarak düşünmüş kimi zaman aklı bireylerin çıkarları ve zevklerinin hizmetine sunulmuş bir araca indirgemiş, kimi zaman da dinsel otoritenin ezmiş olduğu ‘insan doğası’nı azat etmek için tüm iktidarlara karşı eleştirel bir silah olarak kullanmıştır. Ama her halükarda bu yaklaşım akılcılaştırmayı dünyevileştirme yani “nihai erekler”in her tür tanımından kopma izleğiyle bağlantılandırarak kişisel ve kolektif yaşamın tek örgütlenme ilkesi haline getirmiştir.”
46 Fazlur Rahman, İslâm ve Çağdaşlık, çev. Alparslan Açıkgenç-M.Hayri Kırbaşoğlu (Ankara: Ankara Okulu Yay., 1999), s. 24.
0 Yorumlar