Zaman

konusulan-dil-zaman-algisini-degistiriyor Zaman

 

Ey ulular sizin bana öğretmediğinizi

Ben zamandan öğrendim

Kuruyan hurma dalından öğrendim

Damıtılmış petrolden öğrendim

Yavrusunu arayan bir deveden öğrendim

Hapsedilmiş yarı yanık

Sancaklardan öğrendim

Yıkılmış taş kemerlerden öğrendim

Harap handan köprülerden öğrendim

“Hızırla Kırk Saat 3”[39]

Zamanın Doğası

Karakoç’un düşünce dünyasında “zaman” kavramının özel bir önemi vardır. O, zamanı canlı, dipdiri ve son derece etkin bir fonksiyon olarak algılamaktadır. Ancak Karakoç, zaman konusunda metaforik anlatımlara da fazlaca yer vermekte­dir. Karakoç’a göre zaman, sonsuzluğun bu dünyaya düşmüş gölgesidir. Bu dünyanın idrak boyutları içinde duyulan son­suzluk parçasıdır. Sonsuzluğun bu dünyadaki yansıması olan zaman, bu sınırlı dünya ve eşya evreni önünde, öteki dünyayı ifşa eden en keskin belgelerden biridir.[40]

Karakoç, insanın bu dünyaya gelmeden önce eşya ve çevre kavramlarıyla tanışmış olduğunu, dünyada karşılaştığı asıl yabancı unsurun zaman olduğunu düşünmektedir. Zaman, bu dünya hayatının öteki dünya hayatına karşıtlığını ortaya Çıkaran yeni bir ayraç olarak insanın karşısına çıkmıştır.[41]

Zaman ruhun önünde ve elinde, madde gibi işlenebilir bir nite­liğe sahiptir. Karakoç, Hıristiyanlığın insanın bu ihtiyacından doğduğu görüşündedir: “Yaşlanmış zamanı yeniden diriltmek görevi Hz. İsa ya verilmiştir. Fakat Hıristiyanlık Hz. İsa’nın saf mesajını bulandırdı. Kolaya kaçtı, tabiatı ve taşı imdada çağır­dı. Taş ağır basarak ruhu geri itti ve zamanla insanın arasına girdi. İşte bu Rönesans’tır. Yirminci yüzyılın başında ise tek­nik, neredeyse zamanın özünü değiştiren yok eden, inşam da zamanla şartlandıran el yapımı bir tabiat oldu. ”[42]

Karakoç, Doğunun ve geri kalan bütün insanlığın zamanla olan ilişkisinde, en önemli olayı İslâm’ın çıkışı olarak görür. Bu husustaki değerlendirmesi şu şekildedir: “Hıristiyanlıkla ruhun şarkısı yarım kaldığı için, İslâm, ruhun hakikat özünü son olarak zamana üfleyen ve onu dirilten İlâhî bağış oldu. Ruh böylece zamanın içindeki diri öz, âdeta zaman ruhun gövdesi olarak, ondan ayrılmaksızın onunla birlikte varolacak ve birlikte ölüm engelini de aşarak ölüm ötesine sarkabilecek­tir. Bu atılımda tabiat ve tarih, zaman ve ruhun malzemesi,yani hatırası haline gelmiştir.”[43]

Karakoç, söz konusu mekanizmayı doğru işletmeyi “zaman kahramanlığı” olarak ifade etmektedir. Çünkü geçmişle iliş­ki kurarken onu saplantı haline getirmemek, geleceği inkâr etmeden ve asla çağdışı olmadan geçmiş ve geleceği şimdiki zamana getirme gerçekten bir başarıdır. Tasavvuftaki “dem bu demdir” prensibi bu ideal ilişkinin özünün ifadesidir.[44]

Kişinin ve toplumun zamanla olan hesaplaşması, bir anlamda tarihle olan hesaplaşması, şimdiki zamanın tek garantisidir.[45] Karakoç, insanın iyi, güzel, gerçek ve doğruyu fark edebilmeşinin kriterini de zaman olarak kabul etmektedir. Çünkü sahtenin, gerçeğin yerini aldığı çağımızda kısa vadelerde ba­şarılı görünen bu denemeler için Tanrı’nın yarattığı düşman zamandır. Zaman sezgili olmak, zaman gibi sezmek, zaman­dan önce zamanın yerine geçmek ise insan ruhu için büyük mazhariyettir.[46] Çünkü zaman faniliği gömmüştür.[47]

Karakoç, zamanı hilkat rüyasını bıkıp usanmadan yorumlayan bir masalcıya benzetir. Her zamanın bir rengi, kokusu, tadı olması bundandır. Bu renk, koku ve tat, insanların ona bakı­şından, onu yoğuruşundan doğar. Ruhumuz zamanı biçimden biçime, renkten renge sokar. Zamana sürekli yenilik aşılayan insandır. Zamana tasarruf etmesini bilen ruhlar, yüzyılları çe­kip yıllara sığıştıranlar, toplum kaderini omuzlarına yüklenen kahramanlar, günlerin ve saatlerin aynasında boy gösterirken ne kadar silinmez ve sönmez bir tasvir ışığı içindedirler.[48] karakoç, zamanı yaşayan bir varlık gibi düşünür. Onun da Ölümü, uyuması, homurdanması, yeniden ayağa kalkması, di­kilmesi vardır. Zamanın öldüğü, zamana ölümü çağıran yıllar, gerçekte onun insandan boşaldığı yıllardır. Bu yıllarda sanki zaman dokusu seyrelir, aralıkları artar, etkisi azalır. Daha ke­sik kesiktir, boşluklar bırakır, tatiller yapar. Yoğun yaşadığı, dirildiği çağlar, vakitler ve saatlerse, insanla, insan eseriyle dolduğu, dile geldiği çağ, vakit ve saatlerdir.[49]

Karakoç, şehrin, yörenin ve yaşam tarzInın da zamana şekil verdiğine inanmaktadır. İstanbul’daki zamanla Ankara’daki zamanın tadı, rengi farklıdır. Sanki Anadolu zaman bakımın­dan, tarihî, ticari, siyasi, ziraî ve mistik bölümlerine ayrılmış gibidir.

Medeniyet-Zaman İlişkisi

Karakoç’a göre insan ve medeniyetin zamanla kaçınılmaz bir ilişkisi vardır, insan, zamana hükmetmedeki başarısıyla me­deniyetler kurabilir ve arkasında unutulmaz eserler bıraka­bilir. Zamanın nabzını tutamayanlar, zamanın önünde hayat yarışını kaybederler, insan zaman bilincine sahip olmalıdır. Bu şüphesiz zamanın mahkumu olmak demek değil, zamanla sağlıklı bir ilişki kurabilmektir. Bunu başaramayan toplum­lar bunalıma girmekten kurtulamazlar.[50] Geçmiş ve gelecek zamanı, şimdiki zamanla birleştirmek, kaynaştırmak insanı başarıya götürecektir. Geçmişi şimdiki zamanla kararak çağ­daşlaştırmak, şimdiki zamanı da gelecek zaman düşüncesiyle âdeta kendini aşmaya götürmek, insanoğlunun zamana tasar­ruf dehasının verimlenmesi, zenginleşip serpilmesi anlamına gelir. Yani zamanı tek boyuttan kurtarmak, inşanın zamanla ilişkisinin tılsımı ve anahtarıdır.[51] İnsan zamanla uzlaşmanın bir yolunu bulmak zorundadır. Gerek birey olarak insan, gerekse medeniyetler ilk varoluş basamağını başardıktan sonra bir süre bir mutluluk düşüne dalarlar. Bu süre geçince, ilk kriz baş gösterir. Aslında bu, zamana dayanabilmenin ıstırap ve azabıdır. Bu durum bir bakıma tekdüze olan gidişin kıvrımlanması demektir. İnsan bir anda inişli çıkışlı bir psikoloji içi­ne girecektir. Aynı iniş ve çıkışlar uygarlık için de söz konusu olacaktır. İnsan bu mücadeleyi, ancak zamana hükmetmeyi becerebildiği oranda başaracaktır.[52]

İnceleyin:  Son Peygamber yada Yeniden Bulunmuş Cennet

Karakoç, zamanı yaşayan bir varlık gibi düşünür. Onun da ölümü, uyuması, homurdanması, yeniden ayağa kalkması, di­rilmesi vardır. Zamanın öldüğü, zamana ölümü çağıran yıllar, gerçekte onun insandan boşaldığı yıllardır. Bu yıllarda san­ki zaman dokusu seyrelir, aralıkları artar, etkisi azalır. Daha kesik kesiktir, boşluklar bırakır, tatiller yapar. Yoğun yaşadı­ğı, dirildiği çağlar, vakitler ve saatlerse, insanla, insan eseriyle dolduğu, dile geldiği çağ, vakit ve saatlerdir.[53]

Karakoç Batı’nın zamanla macerası ile ilgili bazı değerlendirmelerde de bulunmaktadır. Ona göre Grek medeniyeti, zamanı ayakta tutmak için, kendi kalbini mermere vererek, Kamanı canlandırdığı mermerle doldurmuştur. Mermer, bir bakıma tabiatın en soyut, özleşmiş, donmuş ve kristalleşmiş hâli olarak kabul edilirse, bir bakıma antikite insanı, zamanı tabiatla doldurmuştur. Zaman böylece anıtlarda yaşayarak kuntlaşıyordu. Bu estetik açıdan tartışma götürmez bir değer taşıyor ve kazanıyorsa da, antikite insanıyla zaman arasındaki macera bir sembol dünyasına dönerek ruhuna hakikat üflenmiş zamanın dayanıklılığına ulaşamamıştır.[54]

Karakoç Romanın ise zamanı diri tutmada tarihten fayda­lanmış olduğunu ileri sürerek, bunun bir anlamda zamanın [kendi kendisiyle karşılaşması, kendi üstüne katlanması olduğunu belirtir. Bu yaklaşıma göre bir açıdan Roma, tarihle za­manın eşitlenmesidir. Çünkü Roma’da zamanı yaşatan besin, [tarih, savaş ve zaferdi. Grek medeniyetinde tabiat, Roma’da ise tarih, zamanın payandası oluyordu. Mit Eski Yunan’da bir [tarihten ziyade ikinci bir tabiat gibi zamanı etkiliyordu. Fakat [zamana tarihle yaklaşmak fazla yaklaşmaktır. Zamanla tabiat [âdeta birbirine zıttır, birbirine çevrilmezdir veya çevrilebilir­likleri sınırlıdır. Eski Yunan medeniyetinin en zirve noktaya ulaştığı yüzyıldan hemen sonra aniden tükenişi bu iki ucu bir araya getirmeye çalışmaktan kaynaklanmıştır. Bu noktada ta­rihle yüklü zaman tabiatla destekli zamanı yenmiş; fakat bu zaferin ardından Roma zamanının çöküntüsü başlamıştır. Zamanla tarihin, teori ve pratik gibi birbirlerine fazla yakın burmaları, tarih ve zaman yorumlanması, anlam kazanarak tekrar edilmez hale gelişi yüzünden zamanın kendini israfı ve tüketişi demektir. Sonuçta bu iki medeniyet, biri zamana karşı yine kendi cinsinden bir şeyi kullanarak fazla yaklaştığı ve öbürü ona kökten yabancı bir muhtevayı vermeye çalıştığı için battı. Zamanlarını diriltecek veya ayakta tutacak simya­yı bulamadılar ve bu yüzden zamanları öldü. Çünkü zamanı tabiattan ve tarihten daha çok kullanacak, kullanma yetki ve hakkına sahip bir unsur ortaya çıkıyordu. Bu da ruhtu.[55]

BÎLÎM

İnsanoğlu, fıtratında bilme isteği taşır. “Bilmek”, “bilgi”, “bi­lim” kavramları salt kavram olarak değil, birey ve toplum üze­rindeki işlevleri açısından da son derece önemlidir. Çünkü bilgi asla sadece bilgi olarak kalmaz. İnsanın bilgiye bakışı ve ona yüklediği görev, hayatın birçok alanını etkiler. Bu neden­le Karakoç’un bilgi ve bilim kavramlarına yaklaşımı, düşünce sisteminin genel ilkeleriyle örtüşür.

Bilim, Rönesans sonrası Batı medeniyetinin temel karakteristi­ğini etkileyen önemli kavramlardan biridir. Medeniyetinin her alanına kendi rengini veren Batı, bilim kavramını da yeni bir renk ve anlamla yorumlamıştır. Karakoç, bu yorumlamaların çok sağlıklı olmadığını, pek çok kavramda olduğu üzere bilim kavramında da anlam kayması olduğunu düşünmektedir.

Karakoç, bilimi insanın hakikat arayışı serüveninin bir parçası olarak kabul etmektedir. Tabiat insanın elinde bir malzeme­dir. İnsan karanlıktan aydınlığa çıkma arzusuyla âdeta tünel kazmakta ve bu süreçte bilimi oluşturmaktadır. Bir bakıma bilme çabası, insanın sınırlı âleme karşı bitmez kavgasıdır.[56]

Yeni Çağ’ın, bir anlamda bilim çağını başlatmış olduğunu böylece bilimin büyüden ve sembolizasyondan kurtulduğunu belirten Karakoç’a göre, pozitif bilimlerin çok hızlı ilerlemesi ve etkin gücü, Batı medeniyetini yeni bir dünya görüşüne gö­türmüştür. Bilim, Yeni Çağ’ın tek ve mutlak hakikati haline gelmiştir. Hatta zamanla hakikatin, bilimin tekelinde olduğu düşüncesi kökleşmiştir. Bu kavram kayması bir anlamda bili­min kendi tabiatının dışına taşmasıdır. Orta Çağın skolastisizminden bunalmış Batı dünyası, bilime nihaî hakikatmiş gibi .sarılmıştır. Hatta artık bilim tek mutlak kabul edilmeye baş­lanmıştır. Batı mutlakçılıktan kurtulmak için bilime sarılırken bu kez de, “bilim mutlakçılığı” oluşmuştur. Karakoç, bilimin temelinin rölativite olduğunun unutulduğuna dikkat çekmek­ledir. Esasen bilim mutlak doğru değil, doğruluğun sadece bir öğesidir. Başka bir ifadeyle bilime mutlak gözüyle bakanlar, modern zamanların çağdaş mistikleri” olarak yerlerini almışlar, bilim ise modern zamanların putu haline gelmiştir.[57]

Bilimin, “mutlak hakikat” olarak algılanır hale gelmesini sağlıksiz bir durum olarak değerlendirerek eleştirenlerin Batı’da da bulunduğu görülür. Frankfurt Okulu’nun önemli isimlerinden Max Horkheimer’in de işaret ettiği üzere zamanımı­zın ortalama aydınının felsefesine göre bir tek otorite vardır:

Bilim.[58] Karakoç, bu önemli kaymayı Batı medeniyetinin bugünkü bunalımının temel öğesi olarak görmektedir.[59]

Ahmet Cevizci de bilimin işlevini Karakoç’un tespitleriyle örtüşen bir yaklaşımla şöyle belirlemektedir: “Bilim artık baş­ka alanlardaki gelişme için bir model olarak değerlendirilir, sosyal ve politik reformlarda oynayacağı rol için istenir. Bir anlamda bilim, ontoloji ya da metafiziğin yerine geçmiştir.”60 Cevizcinin dile getirdiği bilimin söz konusu tehlikeli konu­mu tam da Karakoç’un eleştirilerinin odağında yer alır.

İnceleyin:  Evrim Teorisinin Felsefi Temelleri, İslam ile Sentezi ve Oluşan Zıtlıklar

Karakoç, bilimin hakikate ulaştırıcı olması, ahlâkın da iyiliği gerçekleştirici niteliği nedeniyle bu iki kavramı insan ruhunu yükselten kanatlar olarak görür. Ancak ne bilim ne de felse­fe fizik gerçekliklere takılıp kalmamalı, ötesine bakmalıdır ki hikmete yükselebilsin, aksi halde ruhu, kuşku ve gurur hatta inkârdan başka bir yere götürmez. Oysa bu hakikati araştır­ma aşkı, bir noktada Rahmani teslimiyetle aklın hamlığından kurtulabilir.61 Bu yaklaşım bilime bir ket vurma veya onu sı­nırlandırma değil, onun yozlaşmasını önleyici bir tedbirdir. Nitekim günümüzde bu ihtiyacın aciliyeti açıktır. însan “bi­lim ahlâkı” oluşturabilirse, yani ahlâktan ödün vermez ve bi­lim kabul edilen her şeyin meşru ve mutlak olmadığını kabul edebilirse, bu sağlıksız gidişatın tehlikelerini aşabilir. Bunu gerçekleştirebilmenin tek yolu daha üst bir kavramın, vahyin desteğini istemektir. Şüphesiz bu tavır, bilimi insana zarar vermekten alıkoyacak yegâne yol olacaktır.

Karakoç, bilimin hayatla iç içeliğine de dikkat çekmektedir. Ona göre bilimin kendisi hayatın birçok alanını etkilediği gibi, pek çok alandan da etkilenmektedir. Bilim, bir yerden sanata ve onun cevheri olan şiire, öte yandan teorik düşün­ce dinamiklerine ve pratik planda genel bir uygarlık sanatı olan politikaya ve ahlâka kopmaz bir şekilde bağlıdır. Bunların hepsi birbirine fon ve temel, sebep ve sonuç zinciriyle p bağlıdır.[62]

Karakoç, bir ülkede gerçek anlamda ekonomik ve teknik kalkınmanın bilim zihniyetinin doğmasıyla başlayabileceğine I dikkat çeker. Böylelikle ülkenin kendi bilim dehasının harekete geçirilmesi mümkün olur. Bunun içinse öncelikle zihnin özgür düşünceyi engelleyen baskılarının kırılması gerekir. I Dünya şartlarının uygarlık açısından tam bir kritiğini yapabilecek bir kafa selametine ve kritik gücüne erişmek böyle bir gelişme için şarttır.[63]

Garaudy de bilim anlayışının sağlıksız gidişatının insanı, varoluşsal sorulardan uzaklaştırdığını şu ifadeleriyle tespit etmektedir: “Batı bilimi olağanüstü bir güç haline geldi. Sırf  insani gayelerin hizmetine sokulan bilim, her insanın yeryüzünde mükemmel bir insan olmanın bütün imkânlarına kavuşmasına izin verecekti. Ancak böyle olmadı. Bilim, bilgelikten ayrılmaya başladı yani araçlar düzeni ile amaçlar üzerinde [derin düşünce arasında bir kopmaya varıldığı görüldü. Bilim araçlar dinine dönüştü. Bu din ‘teknik olarak mümkün olan her şey zorunlu olarak temenni edilen şeydir şeklinde örtülü bir postülaya dayanır. O yüzden de bilim, bu müthiş gücün tabiat ve insanlar üzerindeki yıkıcı etkileri karşısında tam bir kayıtsızlığa yol açar. Bu bilim anlayışıyla artık insan sadece ‘nasıl’ sorusunu sorar fakat asla ‘niçin’ sorusunu sormaz.”[64]

Münire Kevser Baş’- Sezai Karakoç’un Kavram Haritası Diriliş’in Yapıtaşları,syf:83-91

Dipnotlar:

[39] Gün Doğmadan, s. 179.

[40] Sezai Karakoç, Ruhun Dirilişi (İstanbul: Diriliş Yay., 1979), s. 121.

[41] Sezai Karakoç, Yitik Cennet (İstanbul: Diriliş Yay., 2001), s. 34.

[42] Kıyamet Aşısı, s. 56.

[43] Kıyamet Aşısı, s. 57.

[44] Sezai Karakoç, Diriliş Neslinin Amentüsü (İstanbul: Diriliş Yay., 1976), s. 24.

[45] Gün Saati, s. 17.

[46] Gün Saati, s. 81.

[47] Ruhun Dirilişi, s. 121.

[48] Gün Saati, s. 90-91.

[49] Kıyamet Aşısı, s. 54.

[50] Gün Saati, s. 17.

[51] Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha ötesi III, s. 28.

[52] Yitik Cennet, s. 35.

[53] Kıyamet Aşısı, s. 54.

[54] Kıyamet Aşısı, s. 54-55.

[55] Kıyamet Aşısı, s. 55-56.

[56] Sezai Karakoç, Makamda (İstanbul: Diriliş Yay., 1980), s. 71.

57.İnsanlığın Dirilişi, s. 96-97.

58.Max Horkheimer, Akıl Tutulması, çev. Orhan Koçak (İstanbul: Metis Yay., 2002), s. 69.

59.David West de Avrupa Felsefesi’nin temellerini anlattığı eserinde, konuya ilişkin bir değerlendirme yapmaktadır. Batı’nın kendi içinden bakıldığında da böyle bir kavramanın olabileceğinin göstergesi olarak onun şu ifadelerine burada yer vermeyi uygun gördük: “Bilim Batı’da artık ilerlemenin tek ve en büyük motoru, modernliğin özüdür. Bununla birlikte  modern zamanda bilime bizatihi kendisi için değil, esas değeri, sağladığı yarar için değer verilmiştir. Buna göre bilgi artık salt anlamak veya merak için ya da Tanrı’nın doğal dünyaya amaçlılık ve düzen kazandırmış planını keşfetmek için değil, sağladığı fayda için istenir. Bilgi modern felsefenin düşünürlerine göre güçtür. Bilgi doğaya ilişkin olarak öndeyide bulunma ve onu kontrol etme yeteneğimizi geliştirmek suretiyle, hayatlarımızı daha r kesin ve muhtemelen daha rahat hale getiren şeydir.” Bkz. David West, Kıta Avrupası Felsefesine Giriş, çev. Ahmet Cevizci (İstanbul: Paradigma Yay., 1998), s. 28.

60.Ahmet Cevizci, Onyedinci Yüzyıl Felsefesi Tarihi, (Bursa: Asa Yay., 2001), s. 5.

61.Makamda, s. 67

[62] Makamda, s. 71. Bu bağlamda Hilmi Yavuz, bilimle yaşamı birbirinden ayırmak kadar, birbiriyle tastamam örtüşen dünyalar olarak algılamayı da yanlış bulur. Bilimi yaşamdan koparmamalı, ama onu yaşamla da I özdeş kılmamalıdır. Bilimi yaşamdan ayıran kaba bir pozitivizmi egemen i kılmak kadar, bilimle yaşamı özdeş sayarak, ince bir metafiziği yok saymak | da tehlikelidir. Çünkü ikisi de tek başına hem dünyayı, hem de insanı kuşatamamaktadır. Bkz. Hilmi Yavuz, Felsefe Yazıları (İstanbul: Boyut Yay., 2002), s. 79.

[63] Çağ ve İlham I, s. 104-105.

[64] Roger Garaudy, İnsanlığın Medeniyet Destanı, s. 183.

 

 

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir