İnsan, Mekan ve Duygu

beyazit-kutuphane2-300x194 İnsan, Mekan ve DuyguModern insan; şehirlere, yerleşim yerlerine yahut genel olarak mekânlara bugün artık bir mühendis gözüyle bakmaktadır. Bu bakış açısı yanlış olmasa da eksik ve yanlı bir bakıştır. Bu bakımdan insanoğlunun mekâna bakış açısı çok amaçlı olabilmelidir. Bunun nedeni ise insan için hem yaşadığı “habitus”u anlamlandırabilecek hem de kendini tanımlayacak açıklama gücüne sahip olmasının altında yatmaktadır. Bu durumun konuşulması da günümüzde artık uzmanlaşma ve bilginin parçalanıp çok farklı bağlamlarda değerlendirilmesiyle oluşmaktadır.

İnsanoğlunun mekân ile serüveni doğumundan ölümüne kadar sürmektedir. Bu uzun süreli beraberlik bağlamında mekân ile insan, insan ile mekân arasında bir önde olma, bir tür çekişme, mücadele etme şeklinde ilişkisellik de söz konusudur. Bu ilişkisellik neticesinde insan, mekânı dönüştürürken, mekân da insanı dönüştürmekte bu dönüşüm karşılıklı bir biçimde sürekli olarak devam etmektedir. İnsan mekânı kendi yaşam biçimine, düşünce biçimine, dünya görüşüne göre dönüştürürken; mekân da insanı dünyevileşme, diğer insanlarla aynileşme durumlarına doğru sürükleyerek dönüştürmekte, hayatına kolaylıklar sağlayarak düşüncesinden hareket biçimine, hatta ve hatta fizyolojisine ve karakterine değin etki etmektedir.

İnsanoğlu’nun mekân ile ilişkisi ana rahminde başlar. Ana rahmi ilk mekân, dünyaya gelmeden dünyaya hazırlandığı ilk evredir. Mekân ile ilk teması ise doğumundan hemen sonra
gerçekleşir. İçerisine doğduğu mekân onun için yepyeni bir mekândır artık. Yeni bir başlangıç ile başladığı bu serüven; onu tüm yönleriyle etkileyecek, onun hayat biçimini, düşünce biçimini etkileyerek kişiliğinin ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Bu bakımdan kişinin doğduğu yer ile kişiliği/karakteri arasında derin bağlantılar olduğu söylenilebilir. Doğduğu yer onun bir nevi “kimlik” gibi etiketi olacak ve çoğu zaman doğduğu yer ile yargılanabilecek. En azından Türkiye’de ve Doğu toplumlarında durum şimdilik böyledir.

“Nerelisin?” Sorusundaki Ünsiyet

İnsanların doğdukları yer ile bağlantıları bu topraklarda bir muhabbete vesile olabilmektedir. Bu bir muhabbete çağrıdır. “Nerelisin?” sorusunun bir ünsiyeti sağlaması yakınlaşmanın göstergesi olarak okunabilmektedir. Şehirlerin cömertlik, cimri, hırsız, misafirperver, çalışkan, tembel, uzun boylu, güzel, maharetli vs. gibi özelliklerle anılması orada doğanlara da bu payelerin verilmesini sağlamıştır. Verilen cevaba göre muhabbetin gidişatı belirlenir, kimi zaman askerlik anıları deşilir, kimi zaman bir yolculuk hatırasının tozları silkelenip sunulur, kimi zaman acılı bir hikâyenin kapıları açılır.

Şehirlerin hikâyeyle birleşmesi kişilerin onunla kurdukları bir bağın bir duygulanımın ifadesi olarak görülür. O şehir, artık anlatıcının dilinde belirli bir kalıba oturmuş ve silinmez izler bırakmıştır. O izle birlikte kişiye şehrin havası, rengi, kokusu sirayet eder. Şehir dillenir ve kişiyi kendine çağırır.

Bir kentin, esas itibariyle ne gibi teşekküllerden ortaya çıktığı farklı yönlerden incelenmeye başlanmıştır artık. İnsanoğlunun yurdu olan bu dünya, insanoğlu için acısıyla, tatlısıyla, hatıralarını yaşattığı mekân olarak da yer edinmiştir. Sadece vaktini geçirdiği yer değil, hayatını şekillendirdiği, birey olduğu, hayat için mücadele ettiği, âşık olduğu, özlediği, kızdığı, sevindiği, mutlu olduğu, hüzünlendiği yer olarak da anılır. Tüm bahsettiğimiz bu duygulanımlar bir mekân içerisinde yaşandığı gerçekliği bizi mekân-duygu ilişkisine yöneltmiştir. Bir çöl insanı, bir dağ
insanı, bir deniz insanı ile bir kent insanı için anlam katmanları farklıdır. Kırda yaşayıp büyüyen insanın rüyaları dağlarla, ovalarla, tabiatla bağlantılıdır, kentli insanın ise beton binalarla, asfalt yollarla bağlantılıdır. Kentli insan için gökyüzü kent beton bloklar ile örülü iken dağ insanı için bu dağlarla bütünleşmiştir. insanlar penceresine düşen aydınlık kadar hayal hanesine duygular şehri. Kır insanı ise gökyüzüyle daha çok hemhal iken hayatını buna göre şekillendirir. Modern kentlerde yaşayanlar için ise gökyüzü meteorolojik olaylardan ibarettir.

İnceleyin:  Selefî(ci)lik ve Modernizm Üzerine Bazı Gözlemler

Kent Kır Ayrımında Kentli Köylü Ayrışması

Modern insan bir tavan arası insanıdır bugün için. Kapalı kapılar ardında durur, ruhunun derinliklerine inme gayesi içerisinde değildir, daha çok sahip olamadıklarıyla bir hesaplaşma içerisinde olma halindedir. Bu yüzden her şeyle, herkesle hatta kendisiyle mücadele içerisindedir. Aza kanaat etmez, çoğu elde etmek için çabalar. Mücadele ederken hırsından dolayı kendine yabancılaşır. Modernizmin ona dayattığı bireyselleşme, özgürleşme olguları onda büyük yalnızlıklara yol açmıştır. Başka insanlarla bir arada olsa bile yalnızlığından kurtulamaz. Bir nevi kalabalıklar içerisinde muhteşem yalnızlıklar çeker. Köylüler ise modern kentliler için dışlanmaya, hor görülmeye müsaittir. Bu sadece yaşantı biçimiyle değil, düşünce biçimiyle de bir tür karşılaşmaya neden olmaktadır. Bir nevi rasyonel akıl ile irfanın çatışması söz konusudur.

Eski yapıların insanı içine çeken bir havası vardır. Geniş ve yüksek tavanlı odalarda oralara sinen o hava buraları ziyaret edenleri tarihte bir yolculuğa çıkartır gibi. Yapıdaki her kıvrıma, her tahtanın arasına, her pencere kenarına sinen o yaşanmışlık onu ziyaret edende farklı duyguların yoğunlaşmasına neden olmaktadır. İnsanoğlunun kentler inşa etmesi bir tür ehlileştirme duygusuna da bürünmeye yol açmıştır. Kentlerle birlikte duygunun, estetiğin artık pek önemi kalmamış, bütün mesele “rant”a dönüşerek kapitalist bir düşünce biçimine bürünmüştür. Bu bakımdan modernleşme Özyurt’un da belirtmiş olduğu biçimde geçmişin kır-kent ayrışması silinip artık sadece bir “kentsel olgu” haline dönüşümünün konuşulması mümkün hale gelmiş bu da kent çözümlemelerini sosyolojik ilginin merkezine yerleştirmiştir. (Özyurt, 2007).

Dünyanın kentlileşme serüveni modernleşmenin bir sonucu olarak okunmaktadır. Modernleşmenin temel saç ayaklarından biri de sanayileşme/seri üretim mantığının yerleşmesidir. Bu bakımdan kentleşme olgusu bir bakıma sanayileşmenin sonucu olarak değerlendirilebilir. Ekonomik amaçlı gerçekleştirilen yer değişikliği ile insanlar daha iyi bir yaşantı düşüncesiyle kentlere yerleşmiş, kentin oluşmasını sağlamıştır. Yoğun göçlerle karşı karşıya kalan yerleşim yerleri hızlı bir büyüme kaydederek ilkin ihtiyaçları karşılamayacak seviyeye gelmiş, daha sonra “kent politikaları” ile bu yoğun göç sonucu “hızlı büyüme” kontrol altına alınıp yapay yerleşim yerleri büyük bir hızla bu ihtiyaca karşılık vermeye başlamıştır. Salt betondan oluşan yapılar, estetikten yoksun, soğuk, tamamen “anlık ihtiyacı giderme” mantığı ile yapılan yapılar “duygusuz bir toplumun” oluşmasına neden olmuş, onların algısını yönetmiştir. Şehirlerin arkeolojisi yapıldığında oluşum aşamasında birçok neden bağlamında ele alınabilmektedir. Taşçı bu durumu şu şekilde özetler:

İlk şehirler, İbn Haldun’un “yedi iklim” diye tanımladığı enlem- sel bölünmenin, üç ve dördüncü kuşağında kalan Güney Batı Asya, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da ortaya çıkmış olmasına rağmen konuyla ilgilenen batılı bilim adamları konuyu, tarihi, sosyolojik, ekonomik ve diğer yönleriyle ele alırlarken Sanayi İhtilâli ile irtibatlandırarak “şehir” kavramının uygulamasının Batı düşüncesinin bir ürünü ve uygulaması olduğunu öne sürmüşlerdir. Hatta öyle bazı kriterler koyarak tanımlamalar yapılmıştır ki, bu kriterlerden Avrupa’dan önce yukarıda sayılan bölgelerde kurulmuş olan şehirlerin şehir özelliği taşımadıkları sonucu çıkartabilmektedir. (Taşçı, 2014, s. 26-27)

İnceleyin:  İlim ve Gelenek

Kurtoğlu ise şehirleri kimlik ile irtibatlandırarak açıklamaya çalışır. Şehirler, şahsiyet olgusuyla ele alınarak kimlik edinme süreci bağlamında değerlendirildiğinde bunun için uzun bir sürecin geçmesi gerekmektedir. Uzun bir süreçte doğal tarihsel bir akışla ortaya çıkan şehirler insan fıtratına en uygun şehirler olarak ele alınabilir. Bu şehirler “kent olgusu” dışında değerlendirilmeli, “kapitalist zihniyet” haricinde okunmalıdır. Bu bakımdan İslam’ın şehirleri varken Avrupa’nın kentleri vardır. Kurtoğlu şehir ve kimlik meselesini ortaya koyarken bir nevi şehrin oluşumunu ve şahsiyetli şehirlerin nasıl olduğunu da ortaya koymaktadır. Ona göre:

Kimlikli ve şahsiyetli şehirler, Farabi’nin Medinet-ül Fazıla kitabında ortaya koyduğu “ideal şehir”dir. Bilgili ve kamil bir insan gibi erdem sahibidir. Adaletli, hoşgörülü, sevgi, cömertlik gibi vasıflara sahiptir. Bu anlamda Anadolu’da birçok güzel haslete sahip kadim şehirlerimiz vardır. Bu şehirlerimiz modernitenin bütün kirliliğine rağmen, derinlerde, bilinçaltında temizliği, saflığı, sevgi ve hoşgörüyü saklamaktadır. Bizzat Anadolu’nun kendisi tarih boyunca ölümden kaçanlara, muhacirlere, aç ve yoksul kalanlara sığınılacak bir liman olmuştur. (Kurtoğlu, 2015)
Şehirlerin, kentlerin makro anlamda birer mekân örneği olduğu gerçeği insanların mekâna isim vermesini sağlamış bu da mekânın çeşitli kavram – isim biçimleriyle insanların dünyasında bir anlama bürünmesini sağlamıştır. Bu bakımdan mekân aslında insanlığın ortak mirası, ortak havzası, ortak düşüncesidir. Alver mekân hakkında şunları aktarır:
Mekân, insanın ve toplumun pratik yansımalarından biridir. İnsan ve toplum, belli bir mekânda varlık kazanır, o mekânda oluşur ve dönüşür. İnsan ve toplumun bir yerle irtibat kurması, bir yere bağlanması bundandır. Mekân, bir kimlik unsuru olduğu gibi başlı başına bir değer ve referans alanıdır. Aynı zamanda mekân insanın konumu ve statüsüne dair ipuçları taşır. Mekân doğrudan insanın varlık alanı ve toplumsal yeriyle irtibatlıdır. Mekân üretimi, mekânsal organizasyonlar, mekânsal aidiyet ve mekânsal ayrışma bütünüyle insanı temsil etmekte onu takip etmektedir. (Alver, 2013, s. 11)

Sonuç Olarak

Mekân, insanoğlunun doğumundan ölümüne kadar onu etkileyen, etkilerken ayrıca etkilenen bir olgu olarak insanlığın hayatında önemli bir rol oynamaktadır. İnsanlığın tarihsel serüveni mekânların da serüvenidir. Barakalardan kerpiçten evlere, taşlardan örülmüş kalelerden ahşaptan yapılan konaklara, betondan çeliğe kadar her türlü malzeme kullanımı insanlığın iklimsel ve maddi olarak gelişmişlik seviyesiyle örüntülü biçimde mekânlar üzerinde okunabilmektedir. Mağaralardan gökdelenlere gelen süreç insanlığın duygu dolaşımı noktasında mekânlara bakış açışım da değiştirmiştir. İnsanlık değişen mekâna önce bir araç gibi bakarken daha sonra onu amaç haline getirmiştir. Bu durum mekânın objeleşmesini, daha doğrusu fetişleşmesine neden olmasının yanında ayrıca mekânın insanlar üzerindeki duygu durumunu da değiştirmiştir. Mekânlar kimi zaman aile saadetinin yaşandığı bir sahne, kimi zaman düşmanlardan koruyan bir kale, kimi zaman kalabalıktan kurtulmak için sığınılan bir liman, kimi zaman ise azaplı bir bekleyişin yapıldığı, yalnızlığın için için kemirmeye başladığı bir yer olarak anılır. Mekân ve insan ilişkisi insanın doğumuyla başlayıp ölümüne kadar devam eden bir süreç olarak okunup değerlendirilebilmektedir.

Bilal Can – Zaman İçinde Mekan,syf:15-20

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir