Hazret-i Mevlânâ; birçok cepheleri olan bir varlık. Ancak bütün cepheleri ile tek varlık. San’at sahasında bir san’atkârı lâyıkiyle anlamak için, onun bütün cephelerini idare eden ve onu bir vahdet hâlinde gösteren hâkim ve temel karakterini bulmak lâzımdır. Çün- ki, nazarî olarak insan uzviyyeti nasıl bir vahdet ve âhenk içinde hareket ediyorsa, mânevî hüviyeti de aynı vahdeti hâiz olmalıdır ki; o insan yaşayabilsin. Hazret-i Mevlânâ’nın âfâkî olarak bildiğimiz iki cephesi vardır; ilim ve san’at. Ancak, Mevlânâ olabilmesi için bu iki cepheden birisi ikinci plâna düşmelidir. Nitekim ilim, ikinci plâna düşmüş ve san’at onda hâkim safa geçmiştir.
San’at her zaman bir vâsıtadır, gaye değildir. San’at san’at içindir, diyerek onu bir gâye hâlinde mütâlâa edenler dahi bilirler ki; vücûda getirdikleri san’at eseri rûhî ihtiyaçlarını ifâde için sâdece bir vâsıtadır. Hayatın her tecellîsinin arkasında bir insan vardır. Daha umûmî olarak söyleyelim, bir hayat vardır. Bu hayat ihtiyacı kendisi yaratır ve yine o ihtiyacı kendisi giderir. Bir san’at eserini psikolojik usûllere göre tetkik edersek arkasında bir âlem görürüz. Bu âlem binbir rûhî ihtiyacın, ihtibâsın türlü kalıplara dökülmüş, türlü imtizaçlar yapmış bir muhassılasıdır.
Mevlânâ, san’at sâhasında akıllara hayret veren eserler vücûda getirmiştir. Her san’at eseri ne kadar tefekkürden uzak görünürse görünsün, temeli dâimâ bir tefekkürdür. Bu tefekkür mâhiyyet ve derece itibâriyle türlü tenevvüler gösterir. Lâkin, muhakkak bir tefekkürün, eb’adım kaybederek mâyi veyâ gaz hâline gelmiş bir şeklidir. Tefekkür, hendesî bu’dları içinde kaldıkça dâimâ kısırdır. Onu duygu, hads, gönlü, iç âlemi adlarını verdiğimiz asıl idrak unsurları içine bıraktığımız zaman rûha kavuşan bir ten gibi canlı hâle gelir. O zaman onu bütün varlığımızla duyarız. Mevlânâ, hayatının muayyen bir devresinde ilmi ikinci plâna almış, yani ona keskin batlarım kaybettirmiş, gönül ateşi içinde onu eritmiş ve san’at eseri hâlinde bize vermiştir. Bu san’at, beşerî tefekkür hazînesine ne muazzam servetler bırakmıştır. San’at sâhasında Mevlânâ kendini her cephesiyle izah etmiştir. O bir âlem açar ki; hiçbir san’atkâr bu derin vecd ve heyecan içinde gösterdiği orijinaliteye uzaktan dahi yaklaşamamış- tır. Şiir yalnız türlü kaâideler içinde görünen kelime değildir. Isınan, kaynayan, parlayan, alev alan bir rûhun içinde hazan sıcak, hazan kaynar, hazan saf alev hâlinde çıkar. Denebilir ki, artık o, kelime değildir. Mevlânâ’da hemen dâima alev alev yanar. Bu itibarla san’at- ta benzeri yoktur. Çünki; müstesnâ ve ender bir ruh böyle dâimâ yanar, bir an sükûn bulmaz. Bu; görüşün; imânın, ve aşkın, kemâli her cephede duymuş, onu mücerred hâle getirebilmiş bir tuğyanı, bir infilâkıdır.
Bu seviyeye yükselmelidir ki, Mevlânâ’ya yaklaşılabilsin. Yaratılışın sinesine bütün melekâtiyle yaslanmak, onu sevmek, ona intibak etmekle, onun ezelî ve ebedî kanunlarını duymak, kâinat kitabını gözlüksüz okumak ve neticede insanlığın en yüksek mertebesine erişmek. … Mevlânâ bunu yapmıştır. Daha doğrusu. Hakk’ın bu san’- atına zuhur yeri olmuştur.
Mevlânâ’nın eserleri arasında bir rubâiyyât kısmı vardır. Birikirine yakın, muayyen bir vezinler kalıbı içinde dört mısraa bir fikri ve duyguyu sığıştırmak, hiçbir tarafı açıkta bırakmamak, kısa, özlü, esprili bir minyatür vücûda getirmek; işte rubâî budur.
İran edebiyatında meşhur Ebussaid Ebülhayr, Hayyâm, Baba Erdalüddin Kâşî bu s an’at nev’inde büyük muvaffakiyetler göstermişlerdir. Mevlânâ’nm rubâîleri ekseriyetle emsâli içinde en mümtaz mevkii işgal eder. Ona isnad edilen iki bine yakın rubâî vardır. Çok aziz hayatının mühim bir kısmını Mevlânâ’nm eserlerine hasreden büyük üstad Bedîüzzaman Firûzanfer, Mevlânâ’ya isnad edilen 1983 rubâî neşretmiştir. Tabiî ki bunların hepsi Mevlânâ’ya ait değildir. Fakat, yapılacak tetkikler neticesinde dörtte biri dahi Mevlânâ’nm kabûl edilse yine mühim bir yekûndur. San’atta Hazret-i Mevlânâ’nm bir hususiyeti de klâsizmin çerçevesini kırmaktır. Coşkun ilham projektörünü tabiatın her sâhasına çevirebilir. Onlardan türlü mânâ ve hakikatler çıkarır. Ben bu yazımda Mevlânâ’nm san’- at cephesindeki bir eserini, bir rubâîsini ele alacağım. Rubâî şudur :
“Ey dost, sana sevgi ile yakınız. Ayağını nereye basarsan biz orada toprağız. Âşıklık mezhebinde bu revâ mıdır ki; bütün âlemi seninle görelim de, seni görmeyelim?”
Hakikî ve mütefekkir bir san’atkârın elinden çıkmış olan bir san’-at eserini sathî bir nazarla bakıp, onu anladım zannederek hiçbir şey anlamadan geçmek; küre-i arzı, onu temsil eden küçük bir mücesse- meye çevirerek, gördüm ve anladım diyen gaflet kadar gülünçtür. Dosta ancak sevgi ile yaklaşılabilir. Bu bedîhî bir şeydir. Fakat buradaki dost ne bizim bir anda tasavvur ettiğimiz dost, ne de sevgi bizim anladığımız sevgidir. Buradaki dost, hakîkî ve zeval bulmayan sevgilidir. Hakîkat-ı mutlaka, kemâl-i mutlak ve hüsn-i mutlaktır. Buradaki sevgi de maddemizin kaidesi üzerinde yükselen sevgidir. Kaidenin bittiği yerde asıl âbide başlar. Kaide ile âbide arasında ne münâsebet varsa, maddemizle bu müteâl sevgi arasında aynı münâsebet vardır.
Bu müteâl sevgi uzun asırlar, onu duyanlar tarafından terennüm veya izah edilmiştir. Bu her insanda ayrı tecellîler gösteren bir sevgidir ki, kelimeye ve izaha ancak mecaz yoluyla sığar. Biz burada onu izahtan elbette âciziz. Ufak bir makâle veya sohbetin değil, ciltlerin ve asırların içine sığmayan muazzam bir şey, yaratılışın gayesi yaratılışın kendi şuuruna ermesi. Derhal hissediyoruz ki, tamamen başka bir âleme girmişizdir.
En basit bir beşerî gözle “dost” a bakalım. Evet dost; onun bize bu varlığı, bu şuur ve idrâki vermekle verdiği hazînenin, düşünen bir insanın kafatasım parçalayacak eb’adda bir dosttur. Bırakın nimetlerini, bırakın felâketlerini, ıztıraplarını, nimetlerin kadar felâketleri ve ıztırapları da azizdir. Ancak insan bunları, irfan âbidesinin istinad uzviyeti muazzam bir hamle ile aştığı zaman duyabilir. Mutlak ademi insan düşünemediği için vücûdun hârikasını hissedemiyor. Hayat zarûret ve ihtiyacı insan gözüne gaflet perdesini çekiyor. O zaman en hârikulâde, alelâde hâline geliyor. Onun sıyrılması lâzım.
Bir dost ki maddî duygularımızla duyulmaz, o halde ona ne ile varılır? Tamâmen mânevi bir unsur ile. Diyebiliriz ki; yaşıyoruz, rahatız, yeyip içiyoruz, buna ne ihtiyaç var. Bütün peygamberleri geçiyorum, onlar ne büyük ıztıraplar çektiler. Onlardan sonra bu insan gayesi uğrunda ıztırap çekenlerin birkaçından bahsedeceğim. Ev- liyâullahtan tbrâhim Edhem, Belh hükümdârı idi. Bir hükümdârın türlü zevk ve nimetleri içinde yaşıyordu. Her şeyi terk edip aç ve pe-rîşân bir hâlde bu ulvî şuûrun, irfânın peşine düştü. Budda bir prens idi, her şeyi terk etti. Paskal, çıplak vücûduna iğneli fıçıya benzeyen bir harmâni sardı. Mevlânâ, bütün ömrünce “dost dost” diye inledi, içinden volkanlar fışkıran bunca eser vücûde getirdi.
Niçin? işte bu “niçin” i ancak yaratılışın kendilerine verdiği insanlık şerefine lâyık olarak düşünen ve yaşayanlar anlar.
Bu mahabbet yalnız insanın idrâkinden değil, bütün zerrelerin den fışkıran bir kudrettir. Beşerî bakımdan da mahabbet, bütün kudretlerin fevkindedir. Mahabbet, var olmanın temelidir. Eğer mahabbet yaklaşmak, birbirine sarılmak ise, kâinâtı tutan bütün zerrelerin biribirine sarılmasıdır, câzibe kanunudur. Ancak, idrakin bu yolda büyük payı vardır. Çünki, varılmak istenen gaye en mücerred bir gayedir. Bu ise insan idrâkine göre iki esaslı unsurdur: Biri hikmet, diğeri kudret. Kudreti de nizam ve kanun şuûruna, onun mâhiyet ve azametine erebilen bir ruh idrâk eder. Bu ise maddî âlemdeki kanun ve nizâmı idrâk ile olur. Kanun ve nizam ilmin, felsefenin temelidir.
Mahabbette idrâkten başka bir şey vardır. İdrâk yalınız başına soğuk ve donmuştur. Mahabbet idrâki kaynatır, alevler, dinamik hâle getirir. Bu ateş uzviyetin neresinden, şuurun hangi bölümünden fışkırır? İşte bu ateştir ki; içinde eritip esir hâline getirdiği idrâki büyük meçhûlün her zerresine nüfuz ettirir. Bu ateş arkasında bütün hayatı sürükler ve adım adım sevdiğine yaklaşır. Burada madde erir ve bir ruh hâline girer. Sonu olmayan fakat ona doğru atılan adımların herbirinde bir cennet zevki duyulan bu yol, sonsuz mudur? Bir açlık ki doymak bilmez; bir şevk ki pay anı yok, böyle bir mazhariyete erenler için mutlak hakikat kadar sonsuzdur. Rubâînin ikinci mısraı bize Hakk’ın, ancak bu izah ettiğimiz şekilde ona yaklaşan âşıkların idrâkleri üzerinde yürüyebileceğini gösteriyor. Hakk’ın âyetleri, alâmetleri nerede varsa, muhakkak onun altında âşıkların gönülleri vardır. Yani onu aksettiren ayna Hakk âşıklarının gönlüdür, idrâk edilmeyen bir şey, beşerî düşünüşle yok demektir. Hakk’ın âyetleri ise her zerrede açıkça gözüküyor. Çünki âyetin ta kendisidir. Burada “ayak bastığı yer” demek, doğrudan doğruya faâHyet vasfından ziyâde vücûd ve zuhûrdur. Bu vücûd ve zuhûru ancak ve ancak âşıkların, yâni sâliklerin gönlü idrâk eder.
Bu münâsebetle şu noktaya işâret etmek isterim : Müslüman olmak için Allah ve Resulüne inanmak şarttır, inanmak bir gönül işidir. Ağzınızla Kelime-i Şehâdet’i söyleriz. Gönlümüzle de inandığımızı tevehhüm ederiz. Lâkin, inandığımız sûret ve mânânın hiçbir zaman hakikat ile uygunluğunu iddiâ edemeyiz. Cenâb-ı Peygamber dahi “Ey tanınan ve bilinen, biz seni lâyık olduğun vech ile, hakkıyla tanıyamadık” buyurduktan sonra bizler ne diyebiliriz. Hadd-i zatında Hakk ın nimetleri üzerinde düşünmeye salâhiyetimiz vardır; zâtı üzerinde düşünemeyiz. Bu itibarla Mevlânâ’nın bu rubaideki inceliği şayan-ı hayrettir. “Senin ayak bastığın her yerde biz zeminiz” diyor, hem beşerin Hakk’ı idrâkteki aczim, hem de Hakk’ı idrâk bakımından sonsuz üstünlüğünü ne kadar güzel ifade ediyor. Bu rubâînin iki mısraı kâinat karşısında insanın idrâkini en güzel ifâde eden emsalsiz bir vecizedir. Bir vecize ki; şerh ve izâhı ciltlere sığmaz.
Hz. Mevlânâ, Mesnevî’sinde iki büyük mutasavvıftan çok bahseder : Bunlardan biri Senâî, diğeri de Attar’dır. Ancak, Mevlânâ bunlardan daha hamleli, daha sentetik bir görüşe sâhiptir. San’at hususunda olduğu gibi, tefekkür ve ruh çapı bakımından onun bir nazîri dünyaya gelmemiştir. Yoksa şarkta son asrın yetiştirdiği en büyük şâir ve mütefekkir İkbal; Hicaz Armağanı adlı eserinde
Mevlânâ için şu sözleri söyler miydi :
“Mevlânâ’nın şiirlerini gönül Kâbesinin duvarına as. Onun kadehindeki lâle renkli şarap, taşı lâ’l hâline getirir. Ceylâna arslan yüreği ihsan eder. Onun harâret ve heyecânından feyz alınca, onun yıldızı gecemi parlak bir gündüz hâline getirdi.O, Kâbe harîminde dolaşan bir ceylândır ki; dudaklarından arslan tebessümü dökülür.”
Üçüncü ve dördüncü mısrâlara geçiyorum :
En basit bir tefekkür, mevcûdu görünce vücûda getirmenin azametini, i’câzmı düşünür. Çünki kendi de dâhil, vardır. Ve varlığının en basit bir zerresini dahi vücûda getirmekten âciz olduğunu idrâk eder. Vücûda getirmenin bu azamet ve i’câzını birine, bir şeye isnad etmeğe aklen mecburdur. Kendi kendine var oldu, derse, var etmeği var olana isnad diyor demektir. O halde kendisi de vardır. Kendinde var etme kudreti tasavvur edemeyince bundan vaz geçer. Kâinât- tan ayrı bir kudrete sâhip bir mevcûdu düşünürse Hakk’ı tasdik etmiş olur. Ona bir şekil vermeğe mecbur ve me’zun değildir. Bu Hâ- lik tabîatiyle birdir. Beşeriyyet din mefhumu üzerinde, asırlar aştıktan sonra tevhide erebilmiştir. Ondan evvel beşer, Hakk’ın nâmü- tenâhî sıfâtmdan duyup düşünebildiklerini birer ma’bûd ittihâz etmiş ve onlara tapınıştır. Akıl ve idrâkin son merhalesi kanundur. Ka- nun, sonsuz hadiselerin bir e ircâıdır. Bir’e vâsıl olmaktan öteye geçilemez. Bunun için Hazret-i Muhammed peygamberlerin sonudur, çünki müslümanlık tevhîd dinidir.
Bu nâmütenâhî varlığı düşünebilmek, görebilmek için Hakk’ı düşünmek zarûrîdir. O’hsuz bütün bu varlık âlemi bir kaostur. Akıl bir mevcûd üzerinde düşünceye vardığı zaman onu bir silsileye bağlamak zarûretindedir. Çünki aklın bünyesi budur. Bu silsilenin ucu zarûrî Hâlik’a varacaktır. Burada Mevlânâ “Bütün âlemi seninle görüyoruz” dediği zaman, kasdettiği görüş, maddî güzeli görmek değildir, “seninle düşünüyorum” diyor. Bu, basiret gözü açık olanların iç görüşüdür. Umûmî bir dille, gönül gözüdür. Hiçbir şeyi O’nsuz görmek kabil olmayınca, O’nu görmek neden mümkün olmasın? “Bütün âlemi seninle gördüğümüz hâlde, seni göremiyoruz” diyen Mevlânâ, bunun mümkün olmadığını bildiriyor. Lâkin, onu bu naz ve siteme sevkeden, ancak ondaki derin aşktır. Yâhut da, bu muhali düşünemeyecek kadar madde ve beşeriyetten, hatta melekiyetten sıyrılıyor. Bu ise bir mi’rac mâhiyetini taşır.
Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan’ın Makalelerinden Seçmeler
ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ YAYINLARI;syf:127-132
0 Yorumlar