Sevgi Yukarıdan Gelir

3-Sevgide-Şirk Sevgi Yukarıdan Gelir

Şair Nedim’in çok parlak ve iddialı, sekiz beyitlik bir gazeli vardır. Klasik edebiyata merakı olanlar, mutlaka duy- muştur bunu. Çok enteresan bir beyitle başlar:

Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana

Mey süzülmüş şişeden ruhsâr-ı âl olmuş sana

Daha ilk mısralardan ustalık, sanat görülüyor. Şair sevgiliyi överken “haddeden geçmiş bir nezâket”ten bahsediyor. Gazelin konusu zaten güzeli övmektir fakat burada öyle bir güzel övülmektedir ki nezaket haddeden geçirilerek ona kol kanat olmuştur.

Yâl “boyun, gerdan”, bâl ise “kanat” demektir; bu iki kelime terkip halinde, yâl ü bâl olarak kullanıldığında “boy bos, endam” manasına gelir, ikisi de Farsça kökenlidir, birlikte nefis bir anlatım biçimi oluştururlar. Eskiler “Arapça, ilim dili; Farsça, sohbet dili; Türkçe, devlet dilidir,” der. Yani şiire son derece yatkın bir Usandır Fârisî. O yüzden de Farsçadan Türkçeye giren -bilhassa güzellik tasvirlerine dair- kelimeler biter tükenir gibi değildir; şiirimizde çok esaslı yer tutarlar, yâl ü bâl de bunlardandır.

Mısraya göre, güzelin kolu kanadı olan şey, haddeden geçirilmiş nezakettir. İnsana yok artık dedirten bir anlatım bu… Hadde, sıcak haldeki çeşitli madenleri inceltmek için kullanılan bir araçtır; çok sayıda makara ve silindirden oluşan bir düzeneğe sahiptir. Ateşte kıpkırmızı olmuş, çubuk şeklindeki bir madeni ezerek tele çevirir. Peki haddeden geçen nezaket, çıktığında ne olur? Gel de merak etme yani. Tecerrüdün âdeta zirvesi yoklanmaktadır. Tecerrüt yani “soyutlama, soyut düşünme, soyut ifade etme”. Hani rûh-i mücerred denir, burada ruh anlatılırken mücerret sıfatı kullanılmıştır ki o da tecerrütle aynı kökten gelen bir kelime olup “soyut” anlamındadır.

İşte, günümüzde kelimelerle böyle epey meşgul olmak gerekiyor. Dönüp dönüp anlatmak gerekiyor. Çünkü kelime gidince, onun yerine koyulan şey, izahtan uzak kalıyor. Şimdi mücerredi anlatırken “soyut” desem bu mevzu tam anlaşılmayacak. Nedim’i büyük bir şair yapan tecerrüt kâbiliyetinin üzerinde biraz duralım. Ayhan Songar merhum, Şair Necip Fazıl Kısakürek için “Şüphesiz dâhi idi,” der “ancak problem, kendisi de bunu biliyordu” Böyle bir nükte yapabilecek kadar yakın dostuydu Necip Fazılın, aynı zamanda onun danışmanı, hekimi mevkiindeydi âdeta. Ayhan Bey m Necip Fazıl m dehâsına delil olarak söylediği şey şudur: tecrit kabiliyeti. Buna da “Çile” isimli şiirinden şu iki mısrayı örnek gösterir:

Sanki burnum, değdi burnuna (yok)un, Kustum, öz ağzımdan kafatasımı.

Kendini aşan bir soyutlama, yoklukla karşı karşıya gelme, “kafatasını öz ağzından kusma” gibi hakikaten tecerrüdün zirvesi olan ifadeler Necip Fazılın dehâsına delil olarak gösteriliyor. Bu tecrit kabiliyeti Nedim merhumda bir başka şekilde kendini gösteriyor. İşte büyük şairler böyle… «

Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana

Yâl ü bâl olmuş sana, yani sana kol kanat olmuş, sende endam olarak belirmiş… Endam olarak tezahür eden neydi? Haddeden geçmiş nezâket. Bu ifade mana açısından değil ama fonetik cihetten “haddini aşan, haddinden fazla olan nezaket” vurgusu yapıldığı hissini veriyor. Manasına ilave olarak haddinden fazla bir güzelliği de hatırlatıyor.

Mey süzülmüş şişeden ruhsâr-ı âl olmuş sana

İnceleyin:  Hafız'ın Bir Beytinin Şerhi

Mey, malum “şarap” kelimesinin Farsçasıdır. Kadehteki meyin rengi şairleri çok söyletir. Göz alıcı bir kırmızı renkten bahsederler. Bu mısrada ise şair şişeden süzülmüş meyin sevgilinin yanağında allık olduğunu söylüyor. Ancak sevgilinin yanağındaki kırmızılığa şarabı örnek göstermekle yetinmiyor şair. O güzellik o haliyle değil şişeden süzülerek yani hakikaten kendi halinde bile güzelliğiyle dikkat çeken bir şey, oradan da süzülerek sevgiliye güzellik diye, makyaj malzemesi diye sunuluyor. Şairin bu incelikli söyleyi,şine ne demeli -ki bunu çok daha ileriye götürüyor sonraki beyitlerde.

Bûy-ı gül taktir olunmuş nâzın işlenmiş ucu
Biri olmuş hoy birisi dest-mâl olmuş sana

Şair ilk mısrada, bûy-ı gül yani “gül kokusu” taktır olunmuş, diyor. Sevgili okurlar, kelimelerin üzerinde fazlaca durmamı lütfen yadırgamayın, hakikaten bütün mesele orada. Dikkat edelim, kelime taktir; övgü, beğeni belirtme ifadesi olan takdir değil… Takdir dal (-t) harfiyle yazılırken, taktir tı (la.) harfiyle yazılır. Katre “damla” demektir ya hani, taktir kelimesi de katr “damlamak, sızmak” kökünden gelir ve “damıtmak” manasındadır. Peki neyi damıtıyoruz? Bûy-ı gül taktir olunmuş yani gül kokusu damıtılmış. Aman Yarabbi! Gül kokusu zaten bir mücerret; gözün görmediği, elin tutmadığı ama insana letafet hissi veren, herkesi mest eden, bir güzellik olarak yeterince narin ve nahif bir unsur fakat şair onu da damıtarak sevgiliye parfüm haline getiriyor.
Bu inceliğin de ötesine geçerek mısrasına devam ediyor: nâzın işlenmiş ucu. Şimdi, naz nedir ki ucu işlensin? Yine soyut bir ifade var, bir mücerretten bahsediyoruz. Şair mendilin ucuna dantelle işleme yapılmasından yola çıkarak nazm ucunun işlendiğini söyler. Böylelikle damıtılmış gül kokusu sevgiliye parfüm, ter kokusu olmuş; naz ise onun elinde oyalı bir mendil olmuştur. Bu kadar methedilen güzeli okur merak ederken şair son beyitte imzayı atıyor:

Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedim

Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana

Yahu Nedim sen bir güzelden bahsediyorsun ama senin vasfettiğin o güzel yok bu şehirde, diyor. Beytin özellikle ikinci mısrası, başta söylediğimiz gibi şairin tamamen bir mücerredi anlattığını, yani aslında güzelliğin kendisini anlattığını, bir şahsın söz konusu olmadığını ortaya koyuyor. (Bazı yorumcular, burada şair kendinden bahsediyor, aslında kendini övüyor, demiştir ki pek de haksız değillerdir. Öyle bir kişiliğe sahiptir Nedim üstadımız, kendini över.) Şimdi bu noktada başka kapılar aralanıyor, başka tefekkür malzemelerine gidiyor iş. Çünkü öyle bir şey ki, siz böyle güzelliklerin peşine takıldığınız, mutlak güzellik kavramını takip ettiğiniz zaman maddeden sıyrılıp Neşâtî merhumun dediği yerde bulursunuz kendinizi:

Ettik o kadar ref’-i taayyün ki Neşâtî

Ayîne-i pür-tâb-t tnücellâda nihântz

Diyor ki; Biz mücerrede doğru yani maddeden manaya, bedenden ruha doğru yolculuk ederken öyle süzüldük, öyle inceldik ki cilalanmış aynalarda görünmez bir hale geldik; bizimle tanışmak, bizi görmek ve idrak etmek için baş gözü yeterli değil kalp gözü ile görmek lazım. Şair, ruh olduk, demeye getirir; Maddeden sıyrıldık ruh olduk. Yahya Kemal bir kompartımanda, Neşâtî merhumun bu beytini, bir Fransız aydınına dört saat boyunca anlatmış ve onun bir hatadan dönmesini, kendini toparlamasını sağlamıştır. Türk edebiyatını hafife alma hatasından…

İnceleyin:  Samiha Ayverdi - İstanbul Geceleri -Alıntılar

“Bir dakika ömrüm kalsa onu Çamlıca’dan İstanbul’u seyretmeye harcardım,” diyesiymiş Lamartine. Bilmiyorum ne kadar doğru ama dediyse doğru demiş; hakikaten İstanbul’un panoramik biçimde en güzel görüldüğü yerdir Çamlıca. Ancak âşığı ne Lamartine’den ne Yahya Kemal’den ibarettir, her gören âşık olur ona. Nitekim Nedim üstadımız da belki de bugüne kadar en meşhur olmuş İstanbul şiirinin şairidir:

Bu şehr-i Stanbûl ki bî-misl ü bahâdır

Bir sengine yek-pâre Acem mülkü fedadır

Altında mı üstünde midir Cennet-i a’lâ

El-hak bu ne halet bu ne hoş âb u havâdır

Bir gevher-i yektâdır iki bahr arasında

Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezadır

Hep halkının etvârı pesendîde vü makbûl

Derler ki biraz dil-beri bî-mihr ü vefadır

Yukarıdaki beyitleri ihtiva eden, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa övgüsünde yazılmış bu kasidede aslında döne döne, İstanbul anlatılmaktadır. Şair burada hakikaten benzeri zor yazılır ifadeler kullanır: İstanbul’u Cennet’e benzetir; bir taşına İran’ı feda eder; İstanbul teraziye konacak olsa öbür kefeye güneş konsa yeridir, der. Halkının tavırları çok görgülüdür, bunu herkes bilir ama dilberi biraz vefasızdır diye nükte de yapar. Mücerret bir güzeli anlattığı gazeliyle birlikte bu şiirini düşündüğümüzde üslubu hakkında yeterince fikrimiz olur. İşte o adam bakın ne diyor:

Şu’le-i aşk-ı hevâ-yı dildir efzûn eyleyen

Bâd-zen bâl-i semenderdir bu âteşhâneye

Nedim’in bu beyti, bugüne kadar edebiyatımızdan okuduklarım arasında en beğendiğim on beyit içine girer. Bâl kelimesinin “kanat” olduğunu söylemiştik. Dolayısıyla bâl-i semender “semenderin kanadı” anlamına geliyor. Semenderin ne olduğunu söylemeden önce üzülerek şurasını belirtmeden geçemeyeceğim: Yıllar önce bir başka vesileyle, Şeyhülislâm Yahya’nın bir beytinde karşılaştığım semender kelimesini daha iyi anlayabilmek için, araştırma yapmış ve ancak îngilizler tarafından hazırlanmış Türkçe bir lügatten gerekli bilgiyi öğrenebilmiştim de buna çok üzülmüştüm. Neyse, sonradan bizim de çok esaslı lügatlerimiz oldu. Daha önce de hiç yok değildi ama sayısı azdı. Semender, ateşte yaşadığı düşünülen, kertenkeleye benzeyen, kanatlı efsanevi bir hayvandır. O; kanat çırptıkça alev harlanır, harlanan alevde daha çok yanar ve yandıkça daha çok kanat çırpar. .. Pervane gibidir hikâyesi. Bu âteşhânede yani bu aşk yurdunda, dergâhta yanmaktayız ve yakan da bizzat biziz, der. Nef’î merhum da öyle söylememiş miydi?

Hem kadeh hem bade hem bir şûh sâkîdir gönül

Muazzam bir üslup… Yakan da, yandıran da, yanan da biziz, diyor. Aşkı anlatma noktasında ustalarımızın hangisine müracaat edersek edelim hepsinde baş döndürücü, ruh açıcı işaretler görüyoruz ama onların bize anlattıklarının özetinin özeti şu olabilir: Seviyorsan bil ki sevildiğin- dendir çünkü sevgi yukarıdan gelir.

Aşk odu evvel düşer ma’şûka andan âşıka
Şemi gör kim yanmadan yandırmadı pervâneyi

Seven bilsin ki sevildiğindendir ve onu korumasını, layıkıyla hareket etmesini de bilsin; aksi hıyanet olur.

Hayati İnanç – Sevgi Yukarıdan Gelir,syf:119-127

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir