Varalım sevgilinin yanına hû diyerek

a-300x202 Varalım sevgilinin yanına hû diyerek

I. Mahmud şair sultanlarımızdandır; “Sebkatî” mahlasıyla şiirler yazmıştır. Sebkatî “önde giden, ön alan” anlamında, müsabakayla aynı kökten gelen bir kelimedir. Şair I. Mahmud veyahut mahlasıyla Sebkatî, Nâbî merhumun talebesi ve şiirde onun takipçisidir. Onun şiirlerine yaptığı nazireler gerçekten dikkat çekicidir.

Ne dâniş itdi tahsil Sebkatî tab’-ı sihir-pîşen
bir nazm-ı neşât-efzâyı sen şâhâne söylersin

Nâbî’ye nazire olarak yazdığı beş beyitlik gazelin son beytidir bu. O kadar güzel söylemiş ki üstat! “Nereden tahsil ettin bu kabiliyeti; nereden ilim öğrendin; nerede yetiştin ey Sebkatî? Sen neşe verici, sevinç arttıran bir gazeli şâhâne söylersin.” Yani iki manada; hem çok güzel söylersin hem de şahçasına, şah gibi, bir şahın ağzından çıkacak, kaleminden ^dökülecek şekilde söylersin anlamında. Kendisi de şah olduğundan mana yerine oturmuştur. Ülkenin sultanı I. Mahmud ise şiir ülkesinin sultanı, şüphe götürmez ki Nâbî’dir. Sebkatî’nin ona talelifc, olmasında şaşılacak bir şey yoktur.

Sebkatî’nin, bu esaslı şairin, bir dörtlüğü vardır ki Münir Nurettin Selçuk’un Hüseyni makamından bir bestesine konu olmuştur. Söz konusu mısralarda onun şairlik kudretini, neşesini fark etmemek mümkün değildir:

Varalım kûy-ı dil-ârâya gönül hû diyerek
Kokalım güllerini gonca-i hoş-bû diyerek
Şerbet-i la’li hayâli bizi öldürdü meded
Gidelim kûyuna yârin bir içim sû diyerek

Yukarıdaki dörtlükte, edebiyatımızda hayli kabul görmüş ve Türkçe şiirlerde çok beğenilmiş bir vezin kullanılmıştır: Fe’ilâtün / Fe’ilâtün / Fe’ilâtün / Fe’ilün. Söze coşku katan bir vezindir bu. Bundan dolayı marş tarzındaki birçok eserde kullanılmıştır, nitekim İstiklal Marşı’nın da veznidir.

Muhtevâsına geçelim. Şair gönlüne seslenerek başlıyor şiirine: Varalım kûy-ı dil-ârâya gönül hû diyerek. Gidip varalım diyor kûy-ı dil-ârâ yani “yârin muhiti’ne. Kûy, Farsça bir kelimedir; “mekân, yer” anlamına gelir. Türkçemize “köy” olarak geçmiştir. Dil-ârâ ise “gönlü-süsleyen” demektir. Gönül süsü, gönle süs olan… Yani dilârâ diyerek dolaylı olarak “sevgili” denilmektedir. Ey gönül, gidelim sevgilinin köyüne, evine, bulunduğu yere “hû” diyerek.

Peki neden “hû” diyerek? iki mana var burada, birincisi: Bir eve geldiniz, kapıyı çaldınız; içeriden ses bekliyorsanız, geldiğinizi onlara duyurmak istiyorsanız “Hû!” diye seslenirsiniz. Bu seslenişle “Komşu evde misin? Neredesin? Bak bana,” demiş olursunuz. Ancak ünlem olarak kullanılmasının dışında bu kelime “Allah” demektir. Hû, “hüve”nin okunuş biçimidir ve “O” demektir, zımnen ise Allah demektir,ehl-i tarik arasında çokça kullanılır. Arif Nihat Asya Na- at’ında “hû hû”lar diyor ya, aynı oradaki gibi:

İnceleyin:  Samiha Ayverdi - İstanbul Geceleri -Alıntılar

“Hû hû”lara karışsın
Âminler…
Mübarek akşamdır;
Gelin ey Fatiha’lar, Yasinler!

Diğer mısralarda da “hû” örneğindeki iki anlamlılık görülüyor. “Kokalım güllerini gonca-i hoş-bû diyerek” mısrasına baktığımızda burada da çok anlamlılığın “bu ’ kelimesiyle elde edildiğini görüyoruz. Türkçeye Farsçadan gelmiş bir kelime olan bû, “koku” demektir. Dolayısıyla hoş-bû, “hoş koku” anlamına geliyor. Bu bağlamda ikinci mısra “(Oraya gidelim ve oranın) güllerini ‘Hoş kokulu gonca bu,’ diyerek (hürmetle) koklayalım,” diye anlaşılabilir. Fakat aynı kelimeyi Türkçedeki “bu” zamiri olarak düşündüğümüzde söz konusu mısrayı ‘“Hoş, güzel olan gonca, gönlümüzü kaptırdığımız sevgili, işte budur,’ diyerek koklayalım,” manasında okuruz.

“Şerbet-i la’li hayâli bizi öldürdü meded” mısrasında sevgiliye kavuşma arzusundan bahsediyor. Şair burada şerbet-i la’li hayâli yani “dudağının şerbetinin hayali” diyor ama bununla onun sözlerini duyma, onunla buluşup sohbet etme hayalini kastediyor ve işte bu hayal bizi öldürdü diyor. Çok büyük hasret ifadesi…

“Gidelim kûyuna yârin bir içim sû diyerek.” Dörtlüğün son mısrasının başı (gidelim kûyuna yârin) gayet açık: “Sevgilinin mahallesine gidelim.” Bir içim sû diyerek kısmı ise çift manalı. Yani hem sürüne sürüne ilerleyen, çok susamış birinin “Bir içim su!” diye yalvararak gidişini resmediyor hem de güzelliğini ifade etmek için sevgilinin “bir içim su” olduğu söyleniyor: Bir içim su güzelliğindeki o sevgiliye gidelim.

Bu dörtlükte gayet örtülü bir şekilde, isim zikredilmeden Medine-i Münevvere’ye bir yolculuk resmedilmektedir. Gonca-i hoş-bû, Resûl-i Zîşândır (aleyhissalatü vesselam).

Hoş koku deyince hatırıma gelen bir anekdotu paylaşayım: Necip Fazıl merhum O ve Ben isimli kitabında Hattat Safîden bahseder. Sempatiyle, sevgiyle anar onu satırlarında. Her ikisi de Abdülhakim Arvâsî hazretlerinin sohbetlerine gelip gidenler (ki onlara habib kelimesinin çoğulu olan ehibbâ derlerdi, “dostlar” manasında) arasındadır. Safî yetenekli, iyi bir hattat. Kısa boylu, garip, çelimsiz bir kimse. Garip nasıl olursa işte öyle yani… Eshâb-ı kiramın içinde de böyle bir garip vardı: Abdullah bin Mes’ûd (radıyallahu anh). Çok sayıda hadis rivayet eden bir sahabiydi. Bedir Harbi sonrası Peygamber Efendimiz, “Ebû Cehil’i (Amr bin Hişam) gören var mı?” diye yanındakilere sorduğu zaman, onun harp meydanında aranıp bulunması gerektiği anlaşılıyor. Abdullah bin Mes’ûd bu işi yapmayı talep ediyor, Peygamberimize “Bir işe yaramıyorum ya Resûlullah! Ben cenk edemiyorum, kılıç sallayamıyorum. Bu işi bana ver,” diyor. Çünkü çelimsiz ve zayıf biri kendisi. Efendimiz de kırmıyor onu, tevcih ediyorlar. Abdullah bin Mes’ûd gidiyor ve buluyor Ebû Cehil’i. Aralarında bir konuşma cereyan ediyor son anlarında Ebu Cehil’in.

İnceleyin:  Allah Dostları

İşte Hattat Safi de çelimsiz fakat çok başarılı, güzel bir hattat; ince ruhlu, sanat ehli. Bir gün ehibbâ toplanmış, Abdülhakim Efendi sohbete bekleniyor, yeri hazır, rahlesi konulmuş. Hattat Safı Abdülhakim Efendiyi beklerken bir nükte yapıyor. Çok sevilen, yakın görülen biri olduğu için hafif de şımarıklık yapabiliyor; sahibinin yatağına, yastığına yatabilen kedi gibi yani. İki mısra yazıyor ve kâğıdı rahleye bırakıyor. Abdülhakim Efendi geliyor, kâğıdı çevirip okuyor ve gülmeye başlıyor. Sessiz sessiz, için için, gözlerinden yaş gelecek kadar gülüyor. Sonra da kâğıdı bırakıp yan odaya geçiyor. Diğerleri kendileri bakıp görsün, meraklarını gidersinler diye, bilhassa yapıyor bunu. Kâğıtta şu beyit yazıyor:

Bûy-i nebi gelir şeyhim özünden
Boyum yetişmiyor ki öpem yüzünden

Bûy ve boy kelimelerinin Arap alfabesiyle yazılışı aynıdır. Bûy -Sebkatî’nin dörtlüğünden bahsederken zikrettiğimiz gibi- Farsçadan gelmedir ve “koku” manasındadır. ilk mısrada “Efendimin (aleyhissalatü vesselam) kokusu gelir, şeyhimden,” deniyor. Neden? Hem bilindiği gibi seyyid, Peygamberimizin doğrudan torunu olduğundan hem de ilimde vâris olmak cihetinden Abdülhakim Efendi Peygamberimizin mirasçısıdır. “Kokusu geliyor Efendimin (aleyhissalatü vesselam) ama boyum yetişmiyor ki öpem yüzünden,” diyor. Kısa boylu olduğunu da acındırıcı bir biçimde şiire koymuş.

Bu küçücük nüktelerin, küçücük ayrıntıların hepsi muhabbet tezahürleri… Sevgiyi gösteriyorlar. Şairimiz Sebkatî merhum da “o sevgili’ye (aleyhissalatü vesselam) sevgisini; bir içim sû diyerek gidelim, gonca-i hoş-bû diyerek koklayalım, hû diyerek varalım kûy-ı dil-ârâya sözleriyle ifade ediyor.

Hayati İnanç – Sevgi Yukarıdan Gelir,syf:13-19

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir