Mevzuumuz, Divan Edebiyatında san’at telâkkisidir. Yani san’- at dediğimiz mefhum, bu edebiyatın mensupları tarafından nasıl telâkki edilmiş, hangi çeşit yazılara san’at eseri denmiştir.
Bunu izah etmeden evvel san’at telâkkisi üzerinde durmamız icabeder. San’at telâkkisinden evvel de “san’at” tan ne anladığımızı anlatmamız lâzımdır. Bu noktaları gayet kısa bir şekilde zikredip geçeceğim : Evvelâ san’at, hayatî bir zarurettir. Menbaı uzvî ihtiyacın sinir cümlesine verdiği faaliyettir. Veyahut uzviyeti korumakla, onun hayatî fonksiyonunu tanzim ve idare ile mükellef olan sinir cümlesinin faaliyeti neticesidir. Binaenaleyh hayat ile çok yakından ilgilidir. Zaten beşerin hiç bir faaliyeti yoktur ki bu umdeden hariç olabilsin. Bu sinir faaliyetinin mahsulleri san’at eserleridir. San’at eserini vücuda getiren san’atkâr bunu ne şekilde vücuda getirir?
San’atkâr, bütün uzviyeti ile, aldığı veraset hamulesiyle bir süje- dir. Bütün hayatî şerait ile beraber onu saran cemiyet; objedir. Bu ikisinin çarpışmasından san’at eseri vücuda gelir. Haricî veya dahilî bir ihsas ile şuuru tenbih edilince onun hayatî kıymeti karşısında sinir cümlesi müsbet veya menfi bir vaziyet alır. Yani heyecanlanır, tedailer yapar, bu müsbet veya menfi sarsılmadan san’at eseri doğar. San’at telâkkisi, bu çarpışma neticesinde meydana çıkan mahsulün mahiyetinin zevk bakımından değeri demektir. Süje ile objenin çarpışması, nasıl bir mukadder ise yani içtinabı imkânsız bir hâdise ise vücuda gelen eserin mahiyeti de aynı mukadderin şümulü içindedir. Zevk de bu çarpışma içindedir. Bunun tafsili çok uzun olduğu için bir iki cümle ile hulâsa ettikten sonra mevzua geçebiliriz :
Divan Edebiyatı adını verdiğimiz san’at mahsulleri İslâmiyet dairesi içine girmiş Türk ırkının o kültür manzumesi içinde vücuda getirdiği eserlerdir. Peygamberin amcası ve en büyük düşmanı olan Ebucehil’e demişler ki ; “Canım, neye bu kadar inat ediyorsun? Lâ- ilâhe illallah Muhammedün Resulûllah deyiver de bu nİ2a ortadan kalksın, bu kadar uğraşıp durma”
Ebucehil “evet, demiş, iş bununla kalsa iyi. Fakat Lâilâhe illallah Muhammedün Resulûllâh dedin mi, arkasından namaz, oruç, hac, zekât hepsi gelecek.”
Bu hikâye, belki uydurmadır, fakat çok manidardır. Biz, yukarıda “İslâmiyet dairesi içine girmiş Türk ırkı” deyip geçtik. Fakat bu ne demektir, biliyor musunuz? Metafizik tefekkürden yani imandan tutun da hayatın en basit hâdiselerine yani a’mâle kadar bütün insan hayatını nizam altına alan bir mefhum bir rejim, demektir.
Arabistan’dan çıktığı halde cihanşümul bir genişlikte yeryüzünü kaplıyan, ruhlara nüfuz eden bu kanun, istilâ ettiği ülkeleri mümkün olduğu kadar aynı kalıba ifrağ etmiye çalıştı.
İslâmiyet, en ziyade İran’da işlendi. Onun üzerinde İran, çok meşgul oldu. Yalnız, Arap muhitinden çıkan İslâmiyet’in değil, Arâp dil ve edebiyatının da o zaman hakikî bilginleri İran’da zuhur etti. İslâmiyeti kabul ettikten iki üç asır sonra İslâmî İran edebiyatı doğuyor. Bu edebiyat, geniş bir sahada yayılıyor. Bir kolunu şarka bir kolunu garbe uzatırken şimal ve cenup da bu nüfuzdan kurtulamıyor. Yalnız Türkler değil, Araplar dahi bu edebiyatın nüfuzu altına giriyorlar. İran edebiyatı ve bu yol ile Farsça bu suretle şark alemini istilâ ettikten sonra şarkın bir çok ülkelerini askerî satveti ile idare eden Türklerin resmî dilleri oluyor. Irkan Türk olan bir çok şairler Farsça yazıyorlar. Gaznevî saraylarında resmî dil Farsça fakat hususî ve mahrem meseleler Türkçe konuşuluyor. Büyük Türk münevveri 64Ali Şir Nevâyî’nin, Türk beyzadelerinin Farsça şiirler yazdığım ne kadar esefle karşıladığı meşhurdur. Hulasa Türkler de İslamiyet dairesine girdikten sonra yavaş yavaş inkişaf eden bu edebiyat, Ondördüncü ve Onbeşinci asırlarda kıvamını buluyor ve bugüne kadar devam ediyor.
İslâmiyet’i müteakip ilim dediğimiz mefhum, ancak dini bilgilere inhisar ediyordu. Medreselerde bunlar okutuluyordu. Kuran-ı Kerim, belâgat mucizesine istinad ettiği için bu bilgilerin arasına edebiyat da girmişti. Ancak edebiyat yalnız Arapçaya hasrediliyordu. Ve şöyle deniyordu; Mevzu-u edep, kelâm-ı Araptır.
Buna dair Siraceddin Sekkâkî’nin (Miftahü’l-ulûm) ı, Hatib-i Dimişkî’nin (Telhisyi Sa’deddin Teftazanî’nin Mutavveli ve bunların şerhleri vardı. Edebiyat ilmini bu eserler öğretiyordu. Onüçün- cü ve Ondördüncü asırlarda İran’a gidip bu ulûmu tahsil eden bir çok Türk münevverleri ve şairleri vardı. Çünkü bunlar en ziyade İran’ın eseri idi. Orası ilmin bir merkezi halini almıştı. Aynı asırlarda Iran edebiyatı artık çok gelişmiş bir vaziyette idi. En büyük şairlerini vermişti. Bu şairlerin eserleri de muntazaman Türk ilim ve edebiyat âlemine geliyordu. Bir kere Islâmiyetin tesiri altında bir nevi kud- siyete bürünen bu “ilm-i edep”; onun çok incelendiği bir diyardan gelen ve çok yayılan bir dilin mahsulü olan edebî eserler Türk âleminin gözü önünde ebadını haddinden çok fazla genişleterek, büyüterek bir âbide halinde yükseliyordu. Bir cemiyeti daima şu iki sınıfa ayırmak kabildir :
Münevver, gayr-i münevver.
Münevver sınıf, tabiatiyle bu münevver sınıf edebiyatına temayül ediyordu. Bunun muhtelif ruhî sebepleri vardır. Ancak böyle olmasının zarurî bulunduğunu kayd ile iktifa edeceğiz. Gayr-ı münevver sınıf, bu ruhî ihtiyacını kendi âleminde dinî ve lâdinî halk edebiyatı vücude getirerek gideriyordu….
İslâmiyet, kavmiyetin dehşetli aleyhtarı idi. Çünkü o âlemşümul bir din olmak dâvasını taşıyordu. Binaenaleyh münevver sınıf, bugünkü milliyet zihniyeti ile kendi öz dilinde orijinal bir edebiyat ibda etmek düşüncesinden çok uzaktı. 0 Arap ve Fars dillerini benimsemişti. Çünkü ikisi de İslâmî dil idi. Bunda bir mahzur görmüyordu. 0 halde İran edebiyatına teveccüh etmesi gayet tabiî! önünde biricik edebiyat nümunesi o! Ecdadımızı bu hareketlerinden dolayı tayip etmiyelim, çünkü bugün de aynı şeyi yapıyoruz.
Her ne ise! Şimdi İran edebiyatını nümune telâkki etmek hususundaki tarihî ve ruhî zarureti kısaca tesbit ettikten sonra Divan Edebiyatına geliyoruz.
Divan Edebiyatının dili bu tarihî zaruretler neticesinde birçok Arapça ve Farsça kelimelerle yüklüdür. Türk dili, bunlarla bir hayli mücadele ettikten sonra edebiyat sahasına atılıyor. Birkaç asır iptidaî bir şekilde yürüdükten sonra İlmî, İslâmî mefhumları, san’at mazmunlarını yüklenmek zarureti ile kendi öz kelimelerini yavaş yavaş ihmal ediyor. Evvelâ didaktik mahiyette iken zaman geçtikçe lirik hüviyet alıyor. Nihayet Onbeşinci asırda kıvama geliyor. İran edebiyatının aruzuna ve mazmunlarına uyabilecek bir kıvraklık kazanıyor.
Divan edebiyatının müteşebbehün bih âlemi hemen yüzde yetmiş Iran edebiyatından gelir. Meselâ yüz, ya güneşe, ya aya, ya güle benzetilir. Saç, miske, anbere şekli dolayısıyla sünbüle filân benzetilir. Bunlar, bir taraftan kelime bakımından Arapça ve Farsça ise de, idealist bir edebiyatın beşerî tezahürleridir de. Dünyanın, bu san7at telâkkisinin hükümran olduğu her sahasında aynı teşbihi yapmak zarurîdir. Çünkü güneşten daha parlak, gülden daha taravetli, kırmızı bir mevcut yoktur. Bugün bile aynı şeyleri yapıyoruz ve bu gayet tabiîdir.
Misk, hem siyahtır, hem güzel kokuludur; sünbül, perişan ve kıvrım kıvrım bir saça pekâlâ benzer. Bu müşebbehümbihler düşünülürse nev’inin her suretle kemalini haiz eşyadır.
Güneşi, ayı, gülü Iran şairi gördüğü gibi Türk şairi de görüyordu. Tavaf edilecek yer olarak ancak Kâbeyi, saadet mefhumunun kemali olarak ancak cenneti bilen bir mevcut sevgilinin diyarını bu ikisinden başka neye benzetebilir. Yani bu hususta da biraz insaflı davranmamız lâzımdır. Bu müşebbehünbih âlemi biraz da tasavvufı renk ile dinî bir hüviyete bürünüp o zaman mezmum addedilen nefsani hevesattan güya ayrılınca artık aynı mefhumlar otoritelerin tamamen kurmuş oldular.
Divan şairleri meselâ insan güzelliğini tasvir ederken hangi uzuvlar üzerinde durmuşlardır; sırasıyla sayalım : Saç, alın, kaş, güz, yanak, ağız, dudak, çene, ben, göğüs, bel, bilek, el, bacak, ayak, boy ve nihayet elbise! 0 günkü değil, hatta bugünkü şeriat içinde ufak tefek hususiyetler müstesna insanın başka hangi uzvunu mevzuubahs etmek kabildir. Bunlardan el, ayak kınalı olduğu zaman teşbih âlemine giriyor. Bir divan şairi sevgilisinin bu uzuvlarından bahsedince muayyen bir müşebbehünbih âlemi içindedir. Çünkü güzel mefhumu onun ruhuna bu kelimelerle beraber girmiştir. Güle benzetilen bir yanak! Böyle bir şiir okuduğumuz zaman bizi heyecanlandıran gül ihsası acaba şairin gördüğü gül müdür, bizim görüp kokladığımız gül müdür? Elbette o gül, bizim gülümüzdür. Divan şairi de elbette o gülü böyle telâkki edecektir. Kendisi eser verdiği zaman bahsettiği gül de kendi gördüğü veya tahayyül ettiği gül olacaktır.
Binaenaleyh şair, şahsiyetini kaybetmiyor. Hususî duygunu bir kelimenin sırtına yüklüyor. Şimdi asıl mesele burada başlıyor : müşebbeh ve müşebbehünbih alemleri muayyen. Şair bunları birbirine yaklaştırırken aradaki bağı bulmak lâzım.
İşte burada zihnî mesai başlıyor. Bazı şairlerimiz bu bağlantıyı öyle bir şekdde yapıyorlar ki bunun fikrî bir mahsul olduğu tamamen gizlidir. Bizi o lirizmin heyecanından ayırmıyor. Bilâkis oraya sevkediyor. Fakat bu, muhakkak fikrî bir mahsuldür. Çünkü muayyen vezih kalıpları içinde muayyen belagat kaideleriyle bağlı bir ruhun, eserine böyle bir hususiyet vermesi, ne kadar muvaffakiyetli bir iştir.
İşte Divan Edebiyatı şairlerinin asıl orijinalitesi buradadır. Divan şairleri bu hususta Türk dilinin kıvraklığından, cinas ve tevriye kabiliyetinden de istifade ederek İran edebiyatından çok ayrılmışlar, hattâ ondan çok fazla hüner göstermişlerdir.
Bazı divan şairleri de bu fikir cehdinin izlerini hiç saklıyama- mışlardır. İki mefhum arasındaki bağlantı, bizi asıl onun verebileceği heyecandan ayırıp tamamen başka bir âleme götürmüştür. 0 halde esas itibariyle divan şairlerıini bu şekilde iki zümreye ayırmak lâzımdır :
1 — îki mefhumu birbirine bağlarken fikrî cehdini örten ve lirizmi devam ettiren,
2 — Bu bağlantıyı acemice yapan, bu suretle bizi o heyecandan uzaklaştıran.
Fakat bu iki zümre kesin bir şekilde ayrılamaz. Daha ziyade hangi cephesi galip ise ona nazaran hüküm vermek icabeder.Divan şairinin başarısı, buradadır. Bu derece dar ve muayyen sahaya onlar, en orijinal hayat safhalarını, tabiat manzaralarını koymayı bilmişlerdir. Eğer o şairleri sathî bir nazarla okuyup geçersek, hiç bir şey anlayamayız. Yani mânalarını vererek, mefhumu anladık zannederek geçersek! îş bununla hiç bitmez. Orada her kelime, ayrı bir mâna ifade eder. Ya bu mânâ bir hendesî tezahürdür, ya gizli bir mazmundur, ya bir tabiat manzarasını tasvirdir, ya bir âdete, ananeye temastır, ya bir tevriye san’atı ile bize ikinci bir hayal ufku açar. Fakat bunlar, birer kelime ile işarettir. Çünkü bunlar beyitin içine sığacaktır, aruzun ölçüsüne girecektir. Roman yazmıyor ki istediği gibi dökülsün, saçılsın, mensur şiir yazamaz ki aruzun ölçüsünden kurtulsun. İmkân nisbetinde yaptığı şeylerde bütün zekâ ve ruhunu göstermiştir.
Sanat ruhî bir deşarj olduğuna göre bu san’atkârlar her insan gibi insan, tabiat, ruh ve fikir güzelliğini duymuşlar. Lâkin o günkü fikrî durumlarına göre bir şekil vermişlerdir. Büyük san’atkâr, eserine ruhunu verir, ne kadar anonim bir âlemde dolaşsa kendi benliğini muhakkak bir taraftan bariz bir şekilde gösterir. Bunun içindir ki büyük şairlerimizden hiçbirinin benzerini îran edebiyatında bulamayız. Bütün eserinde bu kadar devamlı bir ruh hususiyeti gösteren san’- atkâr, kendini dolayısıyla orijinalitesini bulmuş demektir.
Divan şairlerinin eserlerini meselâ bir çekmeceye benzetebiliriz. Düz bir çekmece. … Güzel, işte gördük. Hayır bu cins çekmecelerin hususiyetini bilen bir göz, bu kadarla iktifa etmez. Bir noktada ufak, gizli bir kabarıklık görür; oraya parmağını bastı mı, bir başka göz çıkar, burada da bir şey olacak diye tahmin eder, oraya dokunur, bir başka göz de oradan çıkar; hulâsa böyle musanna bir çekmece karşısında önce verdiğimiz hükümden utanırız değil mi? Çünkü çekmeceye ve onun san’atkârına hakikî değerini verememiş oluruz.
Divan Edebiyatının aşağı yukarı her beyti bir san’at ve esprinin üzerine bina edilmiştir. Yukarıda izah ettiğimiz sebepler yüzünden böyle olması zarurî idi. His ve hayal âlemi, örnek bir edebiyatın hudutlarıyla çevrilmiş; san9ata intikal edebilecek mahiyette olan fikir cephesi îslâmiyetin kat’i ve sarsılmaz hükümleriyle çerçevelenmiş bir san atkâr gözönüne getiriniz. Kendisine yapacak tek bir şey kalırdı,kollarını bağlayıp oturmak.
Divan şairi bunu yapmadı. Elindeki malzemenin imkanı derecesinde onu işledi, kelimeler üzerinde çalıştı. Bunlar işlene işlene o hale geldiler ki her kelimenin diğer biriyle yanyana gelmesinden asıl mânaları bertaraf ayrıca bir mitoloji, bir vak’anın tam bir işareti doğdu. Kelimelerin ardında bu mânalar âdeta bir püskül gibi türlü hayal ve hâdiseleri canlandırdı. Sanatkâr, beytin muayyen hududu içine ne kadar çok mazmun sıkıştırır, dimağda ne kadar fazla hâdise ve maddenin hayallerini uyandırırsa o derece muvaffak olmuş addedilir. Divan Edebiyatının gelişme tarzı da budur. Onun için bu edebiyatın Ondördüncü ve Onbeşinci asırdan itibaren muntazaman ilerlemekte olduğuna şahit oluyoruz. Çünkü yavaş yavaş yalınkat teşbihler, daha giriftleşiyor. Beyitlerin içine sıkıştırılan mâna daha zenginleşiyor, dallanıp budaklanıyor.
Birbirine bağlanan hayaller arasında yakın münasebetler kal- kıp üçüncü dördüncü derecede tedailerle bunlar yaklaştırılıyor ve nihayet onsekızınci asrın sonunda yetişen Şeyh Galib’de bu edebiyat hakikaten kemalini buluyor. O derecede ki artık bir hamle daha yap-sa idi klâsik mazmunlar tamamen ortadan kalkacak ve anlaşılmaz bir hale gelecekti.
Halbuki bugün Şeyh Galib’in bütün hayallerinin ipuçları elimizdedir. Onları en ince teferruatına, içinde gizlenen mânâların hakikatlerine nüfuz ederek halletmek mümkündür. Lâkin çok uzun bir mümarese, o âlemin içinde çok dolaşmak lâzımdır. Fakat hiçbir zaman gayri mümkün değildir. Bu sebeptendir ki, Dîvân Edebiyatı On- altıncı asırda Osmanlı İmparatorluğunun kemali ile kemalini bulmuş, inhitatı ile alçalmıya başlamış değildir. Esasen bu edebiyatın siyasetle alâkası yoktu ki…. Ancak anlaşmak için biraz daha meseleyi tavzih edelim :
Siyasetle alâkası olmıyan taraf şiirin mutlak telâkkisi, ve daha açıkça mimarîsi…. Yoksa bunun haricinde devletin esas bünyesine değil de onun üçüncü dördüncü derecedeki teferrüatına ait tenkitler, Onyedinci asırdan sonra, mahallileşen mesneviler, bilhassa mukattaat kısmındaki dinî, tasavvufî, İçtimaî, ahlâkî, terbiyevî manzumeler, hicivler, tarihler… Bunlar elbette haricî âlemden müteessir olan sanatkârın aksülâmellerini aksettiren aynalardır. Fakat bunlar, bir sa- n’at telâkkisi içinde yürüyen büyük edebiyatın etrafında pek mahdut bir kısım teşkil eder. Şair, daima kendi âlemindedir. Realiteye kıymet vermez, idealist bir edebiyat olduğu için her mevcudun en mükemmel şekli, onun kafasındadır. Mevcut, daima nakıştır.
Bir bu taraftan, bir de sanatkârın ruhunda meseleler bulunmamasından dolayıdır ki Divan Edebiyatı âdeta bir odada süs için konan bir vazo gibidir. Bir desti, bir bardak, bir masa, bir sandalye değildir ki odanın hayatına iştirak etsin, o hayatın tesiri altında üzerinde izler belirsin.
Yukarıda da söylediğimiz gibi siyasî rejim, devlet şekli dinî bir otorite altında teessüs etmiş. Ancak mesele; padişahın her bakımdan kudret ve aczine bağlıdır. Görülüyor ki birinci plânda mesele halledilmiş, iş ikinci derecede teferruata gelmiştir. Padişah halife olduğu için ona şeriatden başka hiçbir şey müdahale edemez; daha başka sebepler de var. Nihayet vezirlere ve memurlara kadar inen meseleler mecvuttur. Bunlarla da kâfi derecede uğraşılmıştır. Yalnız sanâtkârın her söylediği şeyi esasen İslâm dini söylemiştir. İçtimaî meseleler ahlâka istinat eder; onlarda da en yüksek prensipler İslâmiyet tarafından vazedilmiştir. Yalnız metafizik meselesi şeriat ile tasavvuf arasında bocalamaktadır. San’atkâr da bu yolda en geniş nefesi tasavvuf havasında almıştır. Onun içindir ki bu tefekkür ve tahassüs sistemi Divan Edebiyatının iliklerine işlemiş bir haldedir. Ancak büyük divan şairlerinin hiç birisi hakikî mutasavvıf değildir. Kendilerini onun engin ummanına atamamışlar; kıyılarında dolaşmışlardır. Bu da ayrı bir meseledir. Yalnız ufak bir işaret edip geçeceğiz.
Yukarıda realiteye kıymet vermez, demiştik. Yanlış anlaşılmasın, divan şairinde realite daima mevcuttur. Denebilir ki eserinin ikinci plânında hemen daima bunu görürüz. Ancak o realiteyi kendi ruhî veya fikrî hedefi uğrunda ve onu teferrüatından, yani realitedeki değişikliklerinden mücerred, mutlak bir surette almıştır. Eserine aldığı haricî hâdiselerde meselâ bir minyatür manzarası görürüz. O hâdiseler üzerine eğilip onun hayatî hareket ve teferruatını tesbit etmez. Yoksa estetik bir tarzda bütün muhitini görmüş ve eserine almıştır. Ancak bunda zevkin ve lirizmin kendine gösterdiği yolda intihabını yapmıştır. Yukarıda sanatkârları iki zümreye ayırmıştık. Bu iki zümreden fikrî cehdini ne olursa olsun yani bizi hakikî heyecan hedefinden ayırsın ayırmasın zevk bakımından nazarı itibara almıyan şairler bu intihapta muvaffak olamıyanlardır. Mesela koca koca kayaları barutla atarlar, parçalarlar. Gurur ile mest olan bir adam hakikaten kocaman bir kayaya benzer, hareketsiz, mağrur, geniş.
Fakat bunun cezasını verecek kim olabilir; kötü işlerinin karşılığım kimse veremiyecek diye düşünür. Halbuki kaya karşısında en zayıf mevcut şişedir. Şişenin de pamuktan bir tıpası vardır ki dünyada en âciz, en yumuşak bir varlıktır. İşte o pamuk bu kayayı parçalayabilir. Nasıl? Pamuk barut olur kayanın içine girer, yine pamuktan o baruta fitil yaparlar. Ateşi verdiler mi? Koca kaya parça parça olur. Nabî’nin şu beyti bize bu manzarayı anlatır :
Hazır ol bezm-i mükâfata eyâ mest-i gurur
Rahne-i seng-i siyeh penbe-i mînâdandır,
Nabî bunda hakikaten muvaffak olmuştur. Fakat sevgilinin dudağı tatlıdır. Tatlının arapcası (helva)dır. Tatlının en çok bulunduğu yer onun satıldığı dükkandır. Yani tatlının madeni (helvacı dükkânı) dır. O halde sevgilinin dudağını helvacı dükkânına benzetebiliriz – Acı şey, nedir? Soğandır. Şair, sevgilinin tatlı dudağına acı söz ya- raşmaz dedikten sonra gözümüzün önünde bir manzara canlandırarak güya heyecan halinde sarsılan mantığımız karşısında (nasıl ki helvacı dükkânında soğanın yeri yoktur) diyerek bu fikrini perçinlemek istiyor; işte :
Düşmez leb-i şîrînine yarın suhani telh
Helvâcı dükkânında piyâzın yeri yoktur.
beyti ile (Sabit) gülünç mevkie düşmüştür.
Bu her beytin altındaki hayat manzarasını şair; iki kelime ile hududunu çizerek bize gösterir. İşte mazmun dediğimiz budur.
Zamanınızı fazla israf etmemek için ufak bir hulâsa ile müsahabeme son vermek isterim.
Divan Edebiyatı, dahilî işlenişi ve ruh itibariyle tamamen Türk’ün öz malıdır. Çünkü bunun böyle olması zarurîdir. Kelimeler ve terkipler bir dile girer. Bunlar şekilden başka bir şey değildir. Bir millet, ne kadar istese iç benliğinden sıyrılamaz. Çünkü buna ilim bakımından imkân yoktur. En çok Arap ve Fars kelimelerini kullanan, hattâ Türkçe divanına yakın Farça bir divan vücuda geliren Nef’î, ruh itibariyle halis bir Hasankale Türk’üdür. Ancak şekil altından ruhu sezebilmek lâzımdır. Bunu sezemiyecek kadar millî ruhlarım benimsemiyenler ve tanımıyanlar hiç olmazsa susmalıdırlar.
Divan Edebiyatı yukarıda da kısaca temas ettiğim gibi tarihî zaruretlerin bir mahsulüdür. Her sanat telâkkisi de bu tarihî zaruret içindedir. Onsekiz ve Ondokuzuncu asırların bir mahsulü olan yeni İçtimaî nazariyeleri Onbeşinci ve Onaltmcı asırda aramak kadar gaflet, ancak kötü niyet sahiplerinde bulunabilir. Bunlara hattâ fikir liyakati izafe edilemez ki saçma ve hezeyandır diyerek onlara bir mevki ve rütbe verilebilsin.
Napolyon, harplerinde tayyareden neye istifade etmedi? Ne kadar cahil adam, bir de meşhur kumandan diyorlar?
Bu fikir, ne dereceye kadar doğrudur takdir buyurunuz.
Eğer divan şairi, eserinde Arap ve Fars kelimelerine yer verdi ise, eğer divan şairi, eserine hayatı dinamik bir şekilde aksettirmediyse, eğer divan şairi kelime oyunları içinde bocaladıysa bu ancak tarihî bir zaruretin mahsulüdür. Bütün şeraiti içine toplayan bu “tarihî” kelimesi çok kahir bir baskının ifadesidir. Halbuki divan şairi bu tarihî baskıya kendi millî ruhunun kudreti sayesinde o derece mukavemet etmiştir ki hayran olmamak kabil değildir. Yine o şair hayret edilecek bir kudretle bu baskıyı kırmış; lirizmin en ruha yakın bestelerini terennüm etmiştir.
Onyedinci asırdan itibaren yavaş yavaş kendi bünyesine, mnhiti- ne daha fazla dönmüş ve gittikçe üzerindeki baskıdan sıyrılarak he- men hemen kendi öz hüviyetini bulmuştur.
Divan Edebiyatı, kendi içine kapanmış bir edebiyattır. Haricî âlem onun için bir gaye değil bir vasıtadır. Haricî âlemi hareket halinde görmez onu kendi ruhunda hususî duygusuna göre mânâlandırır. Muhitindeki eşyanın önce yalnız mânâsı mevzuubahstır. Eşyanın, mekân ve şeriat içinde değişmelerini tesbit etmez. Yani eşyayı mutlak olarak alır, mukayyet olarak, değil. Onun için Divan Edebiyatında bütün bir muhit görünür, fakat istatik şekilde ve bazan sarih olarak hazan işaretle; çünkü fikirler genişliyor, kelimeler yeni mânâlar alıyorlar. San’atkâr, beyit içine gittikçe daha fazla mânâlar koymak istiyor. Lâkin vezin ve mısra genişlemiyor. Bu sefer mânâlar tekâsüf etmeye başlıyor. Ufak bir işaret bazan bizi bir ayete, bir hadise, bir efsaneye sürüklüyor.
Hayalimizde bir âlem çakıyor. Bu kendi içine kapanış divan şairlerini lirizme daha çok yaklaştırmıştır.
San’at; insan uzviyetinin nefes alma kadar hattâ ondan daha zarurî bir tezahürüdür. Ancak bu tezahür, şeklen mutlak değildir. Türlü türlü şerait, onu şekillendirir. İlmin vazifesi, o mahsul üzerine eğilip onun şekillenme hususunda tâbi olduğu şeraiti tetkik etmek, mahiyetini meydana çıkarmaktır. Hakikat; ilmin afakî ve bitaraf olarak vereceği hükümdedir. Hiçbir hâdise mutlak değildir; her türlü değer hükmünü tâbi olduğu şerait içinde alır Bu edebiyatın lâyikiyle zevkine varabilmek için pekçok şey bilmek icabeder; çünkü bu musanna’dır diyemeyiz; insan zekâsına zincir vurmak kabil midir? İnsanın irfanını tahdit etmiye kimin hakkı vardır ki bunu bir kusur olarak telâkki edelim. Yalnız düşünmeli ki o devir içinde bu şiirler elden ele devrediliyor, koca divanlar bugün onları tedarik için verdiğimiz paraların bir kaç misli ödenerek elde edilebiliyordu. Yazılma külfeti de ayrı. Demek ki arz ve talep kaidesi muvazeneli bir şekilde devam ediyordu. Yani muhit, bunu istiyordu. Zaten karşılıklı böyle bir vaziyet olmasaydı bu edebiyat hiç yaşayamazdı. Nasıl ki Onsekizinci ve Ondokuzuncu asırda yeni ihtiyaçlar karşısında meydanı Tanzimat edebiyatına terketti. Çünkü millî meseleler, fikir cereyanları meydana gelmiş ve yeni âmillerin tesiri altında fikrî bir intibak başlamıştı.
Tanzimatın fikir mücedditleri; Divan Edebiyatına çok hücum ettiler. Eski yolda yazılmış koca bir divan sahibi olan Namık Kemal, bu hücumun bayraktarı olmuş, ve arzularına muvaffak da
oldular. Lâkin çok gariptir; tanzimatçılar fikir âleminden ayrılır ayrılmaz ruhlarının seslerini divan sazında arıyorlardı. Asıl edebiyat ve san’at müceddidi Hâmid, bundan müstesnadır. Servet fünuncular- dan bazıları hayatlarının sonlarına doğru gazel yoluna döküldüler. Bugün, bu iki devre san’atkârlarının eserleri, çok gariptir, yaşamıyor da dillerde bazı büyük divan şairleri dolaşıyor. Bu da ayrıca tetkik edilecek bir meseledir.
Muhterem dinleyicilerim, altı asırdan daha fazla bir zaman bizim türlü türlü dertlerimizi, ıstıraplarımızı, sevinçlerimizi, ihtiraslarımızı paylaşan bu ihtiyar emektarın iç hüviyetini biraz aydınlatmıya çalıştım. O, dünyadan elini, eteğini çekmiş köşesinde son günlerini bekliyor. Çünkü hâlâ ölmemiştir. Eski toprak! Kolay kolay yıkılmıyor. Namık Kemal gibi altı tonluk bombalara ğögüs veren bu âbidenin etrafında onu yıkmaya çalışan sinekler de uçuşabilir. Bunlar sadece gülünçtür. Biz; hazan dedelerimizin gün görmüş, asil çizgilerini çerçeveleyen beyaz sakallarına hülyalı gözlerimizi dikip belki unuttuğumuz bir âlemin hatıralarını, masallarım dinlemekten zevk duyarız. Onu başında takkesi, arkasında kürkü, elinde tespihi gördüğümüz zaman bütün onlara hürmet ederiz. Niye bizim gibi giyinmiyor diye gülmeyiz. Onu alaya almayız. Çünkü bu, terbiyesizliğin de fevkinde bir züppeliktir. Yeniçeri kıyafet müzesini gezen birisi dedelerinin o acayip elbiselerini görüp onları zevksizlikle suçlandırabilir. Bu hiçbir şey ifade etmez, çok kolay fakat çok mendebur bir gayrettir. Asıl o koca kavukların her diliminin asıl bir ihtiyaç ile kıvrımlandığı tetkik etse herhalde daha şerefli, daha faydalı fakat çok daha güç bir vazifa ifa etmiş olurdu. O koca yenler içine sığan bileklerin şimşek gibi savurduğu kılıçlan hattâ yerinden kaldıramadığını da bir düşünse hicabından erimesi lâzımgelirdi. Onaltıncı ve Onyedinci asır Avrupa ekâbi- rinin portrelerini gören birisi, onları palyoça zannedebilir. Fakat biz de ona bir ilim veya zevk palyaçosundan daha yüksek bir rütbe tevcih edemeyiz. Sanat müesseseleri üzerine eğilip onları tetkik eden bir edebiyat âlimi her şeyden evvel bitaraf olmalıdır. Bir edebî mektebe bağlamp kalmamalıdır. Divan şiirini de espri modern dediğimiz yeni şiir estetiği dahilinde yazılmış şiiri de geniş ruhu ile duyabilecek bir zevk mümtaziyetine erişebilmelidir. Gören bir göz için güzel, her zaman ve her yerde güzeldir.
Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan’ın Makalelerinden Seçmeler
ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ YAYINLARI;syf:70-80
Üniversite Konferansları, 1945 —1946,
İstanbul 1946.
0 Yorumlar