Vücut ile yön arasında bir zorunluluk ilişkisi olmalı. Bir vücuda sahip olmamış olsaydık, yönlerle bir ilişkimiz olur muydu acaba? Ya da yönlerle ilişkimiz olmasaydı, bir vücuda sahip olduğumuzdan bahsedebilir miydik?
Vücudumuz bizi, bir beşer olarak bu dünyaya bağlayan tarafımızdır. Vücutsuzlaşmak, esas olarak, ölüm dairesi içine girmektir. Ölmek, yok olmak değil, vücutsuzlaşmaktır. Ölüm vuku bulduğunda, mekân da zaman da ortadan kalkar.
Yön, mekâna ilişkin olandır. Bir mekâna sahip olduğumuz için ya da bir mekâna bağlı olduğumuz için yönlere de ihtiyaç duyarız. Aynı şekilde, mekâna bağlı olmak, zamana bağlı olma sonucuna da yol açar.
Bir an için vücudumuzdan bağımsızlaştığımızı, yani vücudumuzla ruhumuzun ayrıldığını düşündüğümüzde, yönlerle bir ilişkimizin kalmayacağını da söyleyebiliriz. Yani vücutsuzlaşmak, yön duygusundan bağımsızlaşmak demektir.
Bu durumda, diyebiliriz ki, vücutla ilişkimiz, zaman ve mekânla ilişkimizi; zaman ve mekânla ilişkimiz de yönlerle ilişkimizi belirlemektedir. Diğer bir ifadeyle, bir vücuda sahip oluşumuz bizi zamana ve mekâna mecbur kılmaktadır. Zamana ve mekâna mecbur kalış da bizi yönlere mecbur kılmaktadır.
Bir tarafın batı ya da doğu olması veya kuzey ya da güney olması mekânla kayıtlı oluşumuzun sonucudur. Yani, yönlerle ilişki, vücudun bir işlevidir veya yönler, vücudun varlığına açılmış özel koridorlardır. Kısaca, ruhun bir vücuda kavuşmasıyla birlikte yön kavramı da kendine anlam ve alan bulmuştur.
Vücuda yön tayin etmede ya da vücudun hangi yöne döneceğine karar vermede hüküm sahibi ise, ruhtur. Ruh (ya da can), hüküm sahibi olduğu için, bu hükmün sorumluluğunu da üstlenmek mecburiyetinde kalır. Vücut, hüküm vermez, hükme teslim olur. Vücut, edilgen olandır; ruh, etken olandır.
Vücut mekândır, ruh bilinçtir. Ruhun vücutla ilişkisi, bir bilinç ilişkisidir. Çünkü vücut, çürüyecek olandır. Çürüyecek olanda bilinç (idrak) olmaz. Bilinç, hep diri kalacak olana aittir yani ruha aittir. Bu nedenle, kime, neye ve nasıl yöneldiğimiz kim olduğumuzun da izahını içerir. Peygamberimizin, insanlara yönelirken bütün vücuduyla döndüğü yönündeki hadisi, onun “insana tam yönelme” hâli içinde olduğu şeklinde de yorumlayabiliriz. Bu durum, insanın tam manasıyla muhatap alınması anlamı da taşır. Yönelmede eksiklik, bir tarafıyla eksik bir ilişki biçimidir ve yönelinen şeye karşı yeterli dikkat ve hassasiyeti göstermeme sonucuna yol açabilir.
Diğer taraftan vücut, yönlere tabi olması itibariyle insanı bir merkez noktası haline getirir. Nasreddin Hoca’nın fıkrasında olduğu gibi- Hocaya, “dünyanın merkezi neresidir?” diye sormuşlar, o da, “benim bulunduğum yer” demiş. “Nereden biliyorsun?” dediklerinde ise “isterseniz ölçün bakın” cevabını vermiş. Merkez olmak, başlangıç ve bitiş noktası olmaktır. Bulunulan yer, bir başlangıç noktasıdır ve bu noktadan hareket ederek sürdürülen devamlılık, yine aynı noktaya gelme sonucunu doğurur. İnsanın bizatihi kendisi, dünyanın ve hatta kâinatın varlık sebebidir. İnsan, merkezdir ve bütün yaratılmışın nihayetinde yöneleceği yegane semboldür. İnsan, bu âlemde, yaratılışın başlangıç ve bitiş noktasıdır. Dolayısıyla o, sorumluluğu yüklenmiş olandır. Bu sorumluluğu yüklenmiş olma keyfiyeti, insanın bir vücuda sahip oluşuyla çok yakından ilişkilidir. Bunun en açık izahı, bir vücuda sahip olmayışlarından dolayı meleklerin yönlere bağımlı olma zorunluluklarının bulunmamasıdır. Melekler, saf haldeki sembolleridir, vücuttan müstağnidirler, bu nedenle de sorumlulukları yoktur. Cinlerde ise durum insanınkine benzemektedir. Cinlerin, bir vücuda sahip olduğu ileri sürülür. Çünkü onların da insanlar gibi sorumluluktan vardır. Bu nedenle vücut, cinler için de zorunludur.
Sorumluluk, yön tayinine mecbur kalışın ve bu mecbur kalışı yönetecek bilincin varlığıyla ilgilidir, insanın ilk yaratılışı, ruh halinde yaratılıştır. O, ruh olarak yaratılmış olmaklığıyla sadece söz verme iradesine sahip kılınmıştır. Bu sözünün gereklerini yerine getirebilmesi ise ancak bir vücuda sahip olmasıyla mümkün olabilecektir. Dünyaya gelmek, vücuda kavuşmaktır.
Bu açıklamalardan sonra diyebiliriz ki, insanın sözünde durup durmayacağının, “kalu bela” ahdini yerine getirip getirmeyeceğinin bilinebilmesi için vücut zorunludur. Yani, mekân ve zaman zorunludur. Yani, yönlerle ilişkili hale gelmesi zorunludur. Bir an için yön duygusunun kaybedildiğini düşündüğümüzde, vücudun neredeyse hiç bir anlamının kalmayacağını söyleyebiliriz. Vücut, bulunduğu yerden bir adım bile gidemeyecek veya attığı hiç bir adımın anlamı olmayacaktır. Vücudun varlığını anlamlı kılan ve bu nedenle, insanı sorumluluk sahibi yapan, yönlere tâbi oluş veya yönlerle uyumlu oluştur.
İbn Arabî, Fütâhât-ı Mekkiyye’nin 3. cildinin 43’üncü sayfasın- da şöyle der: “Hz. Peygamber el-Melik isminden (hareketle) şöyle buyurur: ‘İslâm beş şey üzerine kuruludur.’ Böylece İslâm’ı bir yapıya dönüştürmüştür. ‘Allah’tan başka ilâh olmadığına tanıklık etmek.’ İşin kalbi budur. ‘Muhammed’in O’nun peygamberi olduğuna tanıklık etmek’ kapının teşrifatçısı, ‘namaz kılmak’ sağ yön, ‘zekat vermek’ sol yön, ‘oruç tutmak’ ön taraf ve ‘hacca gitmek’ arka taraftır.” (Çev. Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2006) İbn Arabi’nin bu izahında, İslam’ın bir yapıya benzetilmesinin yönler üzerinden gerçekleştirilmesi, tesadüf olmasa gerek. Kast ettiği yapı, insanın ruh halinden beşer haline dönerek bir vücuda kavuşmuş olması halidir diye düşünüyorum. İslâm’ın, üzerine kurulu olduğu şey, İlâhi hakikattir. Dolayısıyla hakikat, insan üzerinde yönler aracılığıyla görünür hale gelmektedir. Kur’an, “kalu bela” ahdinin insanda hal olarak görünebilmesi için konulmuş İlâhi kurallar bütünüdür. Ahdin gerçekleşmesinin hâl ile görünebilmesi ise ancak vücut sayesinde mümkündür. Bu nedenle Kur’an, insanı vücut aracılığıyla muhatap alır.
İnsanın, bir vücuda sahip olmasına rağmen yön kaydından soyutlanması mümkün müdür? Yani, vücudu mevcut iken, zamana ve mekâna bağlılıktan kurtulması mümkün müdür?
Peygamberimizin, “sizi sırtımdan da görüyorum” şeklinde nakledilen hadisi, vücuda rağmen yön kaydından bağımsızlaşmanın mümkün olduğunu göstermektedir. İbn Arabi, “ensesiz bir yüz” haline gelerek mekânın bütün yönlerini aynı şekilde idrak ettiğini ve baştan ayağa göz kesildiğini tecrübeyle yaşadığını belirtir: “Fas’ın el-Ezher camiinde namaz kıldırmaktaydım. Mihraptayken bütün varlığım tek bir göz haline geldi. Her yanımı tıpkı kıbleyi görebildiğim gibi görebilmekteydim. Hiçbir şey görüş sahamın dışında kalmıyordu. Camiye gireni, camiden çıkanı ya arkamdaki cemaati görebiliyorum. (İbn Arabi Kibrit-i Ahmer’ın Peşinde» Claude Addas, Çev: Adla Ata- man, Gelenek Yay. İstanbul, 2004)
Birer tasavvufi kavram olan Tayy-ı Mekân ve Tayy-ı Zaman kavramları da yine mekândan ve zamandan bağımsızlığın bir vücuda sahip olunmasına rağmen mümkün olduğunu ifade eden kavramlardır. Tayy-ı Mekân» kısaca, aynı anda birden çok mekânda bulunabilme halidir. Miraç hadisesi gibi. Tayy-ı Zaman ise, kısaca, zaman kaydın* dan bağımsız olmaktır. Ashab-ı Kehfin uyuma hali gibi..
“Sizi sırtımdan da görüyorum” hadisi ile ibn Arabi’nin yaşadığı tecrübe, Ashab-ı Kehfe ilişkin yorumlamalar ile miraç hadisesi yorumlaması ve tasavvuf ehlinin “insan-ı kamil” tanımlamasından yola çıkarak Insan-ı Kâmil’in hallerine ilişkin yorumlamaları, vücudun varlığına rağmen zaman ve mekân kısıtlamalarından bağımsız oluna* bileceğini, kısaca, yön kısıtlamasından kurtulmanın vücut içindeyken de mümkün olabileceğini göstermektedir.
Ne ki, vücudun varlığına rağmen zaman ve mekân kaydından kurtulma durumu, istisnai durumlardır ve İlâhi hakikatin her hal ve şartta türlü sonuçlan mümkün kılacağının göstergesidir.
*
Sonuç olarak diyebiliriz ki vücut, insanın sorumluluk durumunu, yani, verdiği sözü yerine getirmesi durumunu, fiil haline dönüştürme mekânıdır. Bu dönüştürme ise, yönler aracılığıyla ve yön kabiliyeti sayesinde mümkün olabilmektedir.
Mustafa Aydoğan – Yüzdeki Leke,syf:17-22
0 Yorumlar