İnsan Varlığı Açısından Eğilimler

insan-shutter-2_16_9_1524479990-880x495_16_9_1526993887-300x169 İnsan Varlığı Açısından Eğilimler

İnsan, işgören; bir takım fiil ve davranışlarda bulunan bir varlıktır. Bu özellik, insanla birlikte canlıların çoğunu kapsar, öyleyse fiil ve davranışlar neden öteki canlılarda değil de insanda “iyi-kötü” ölçüsüne vuruluyor?

Bilindiği üzere hayvanların fiil ve davranışları bir takım içgüdülerin (eskilerin ifadesiyle sevk-i tabiîlerin) sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu güçlerden herbiri birer varlık gücüdür. Canlı varolduğu sürece bunlar kaldırılamaz, aksi takdirde de hayvan yaşayamaz.

İnsanın fiil ve davranışları üzerine “iyi-kötü” gibi karşılıklı zıd kutuplara aid iki değer hükmü yüklenmektedir. Öteki canlı hareketleri gibi insan fiil ve davranışları da insan içgüdülerinin tabiî ve zarurî sonucu ise, böyle bir değerlendirme, elbette yersiz olur. Fakat hemen her yerde ve her zaman böyle değerlendirmeler yapılmaktadır. Öyleyse bu hareketlerin tabiî varlığa aid birer kaynağı yok mu demektir?

İnsan fiil ve davranışlarının bir takım baskılar sonucu ortaya çıkmakta ve yönlendirilmekte olduğunu söyli- yen bazı ilkçağ düşünürleri; Kinikler (Cyniques), istendiği takdirde ve fazilet adına bunların pekâlâ kaldırılabileceğini iddia ediyorlardı. Onlara göre faziletli olmanın; faziletli yaşamanın şartı hür ve samimî olmaktı. Hür ve samimi olabilmek için de her türlü baskıdan kurtulmak gerekiyordu: “Bilge kişi; bir arpa ekmeği, biraz su ile Ze- us’u kıskandıracak bir saadet içinde yaşayabilir.” deniliyordu.1 Sosyal kurallarla şan, şöhret… gibi kavramlar, bu hayat felsefesine göre, her türlü temelden yoksun şeylerdi. Nitekim Makedonya Kralı Büyük İskender (M.Ö. 350-323), meşhur kinik Diogenes’e (M.Ö. 413-327), kendisine niçin saygı göstermediğini sorunca, hakim ona, hiç çekinmeden; “Çünkü, nefis benim kölem, sen ise nefsin kölesisin. Öyleyse sen, benim kölemin kölesisin…” demiş ve bu söz dillere destan olmuştu.

Demek oluyor ki bu zihniyette insanın hareket ettirici güçleri (dinamikleri), ister biyolojik, ister sosyolojik karakterli bulunsunlar, onlar, yok sayılabilir ya da sıfıra indirilebilirler. Bu güçlere işaret eden kelime ve kavramlar, varlığın ve varlık alanlarının değil, bir takım kabûl ve kanaâtlerin; vehmin ya da görülen serâbın ifâdesi olan (sanal ya da kurgusal) kelime ve kavramlardan ibârettir.

Görülüyor ki insanın içgüçleri (dinamikleri) bu felsefede sadece ve sadece ahlâk açısından ele alınıyordu.

Tesirin kaynağı, doğrudan doğruya bu olmamakla birlikte bu anlayış, bütün Batı Ortaçağı’na hâkim oldu. Faziletli insanın yeryüzünde yaşayan örneğini temsil eden Hristiyan rahibleri, tek tip resmî kıyafetleri, evlenmeyi, aileyi arızî sayan… (hattâ patolojik hâl kabûl eden) tavır ve davranışları ile bu hayat tarzını, bütün Batı Orta- çağı’na, fiilen değilse bile zihnen yaşattılar.
İnsanın içgüçlerini vehmin eseri (sanal ve kurgusal) sayan bu zihniyete karşı Yeniçağ, isyan edercesine karşı durdu. Sözgelimi bu çağın kurucuları arasında sayılan R. Descartes (1596-1650); “… Şehvetin bizi iyiye doğru hareket ettirici bir sâik olduğu doğrudur…” diyordu.2 Bu ifâdelere rağmen karşı çıkışların büyük tereddütler içinde olduğu da gözden kaçmamaktadır. Aynı zat, eğreti ahlâktan temelli ahlâkının kuralına geçerken; “…dünyanın düzeninden çok kendi arzularımı değiştirmeye çalışmak…” demekten kendini alamıyordu.

Görülüyor ki bütün bu düşünceler içinde insanın hareket kaynakları; içgüçleri (dinamikleri), yalnızca ahlâk açısından ele alınmaktadır.

İnsanın içgüçlerini vehmin eseri (sanal ve kurgusal) sayan düşüncelerin, karşıtları da yine îlkçağ’da görülmektedir. Sözgelimi zevk ahlâkı (hedonizm) olarak isimlendirilen okulun kurucusu Aristippos’a (M.Ö. 4. Yüzyıl) göre insan fiil ve davranışlarının hedefi saadettir. Bu ise dünyada mümkün olduğunca çok zevk almaktır. İnsana zevk ve haz veren, dolayısiyle insanı saadete götüren her fiil ve davranış “iyi”dir. Bu iddiaya rağmen burada da insanın hareket kaynakları (iç dinamikleri) birer varlık olarak ele alınıp işlenmiş değildir.

Ortaçağ’da İslâm Dünyası meseleye çok yakından bakmış ve onu derinlemesine incelemeye almıştı. Sözgelimi büyük Türk düşünürü İbn Sînâ (980-1037), insanda görülen bu hareket kaynaklarının ve güç oldaklarının insanım temel varlığına âid olduğunu, insanın içinde yerleşik bulunduğunu, herbirinin bir varlık alanı (sferi) meydana getirdiğini ısrarla söylüyor, onları; “hareket ettirici güçler – el-kuvâ’l-muharrike” olarak isimlendiriyor, bunların “idrak-algı” güçlerinden ayrı olduğunu önemle vurguluyor, her birini teker teker inceliyor ve aralarındaki bağları tesbite çalışıyordu.

Baştaki gayret ve ciddiyete rağmen mesele, bu yoldan ve bu karakter yapısı içinde günümüze, ne yazık ki, ulaşamadı. Sözgelimi onsekizinci yüzyılın ciddi bir Türk düşünürü olarak görünen Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703-1780), insan ruhu ve nefsini, bir önceki anlayışlara paralel tarzda ve yalnızca ahlâkî değer açısından ele alarak onu; “nefs-i emmâre, nefs-i levvâme…” şeklinde sınıflandırmaya tâbi tutuyordu.5

Yakınçağ’da konu, gerçek (reel) yönü ile ele alındı. Özellikle S. Freud (1856-1939), insan ruhunun derinlemesine incelenmesinin gerekliliğini gösterdi. Ruh tahlili (psychanalyse), müsbet (pozitif) ve müstakil (bağımsız) bir ilim dalı hâlini aldı. Bu gayretlerin olumlu sonucu şu oldu ki insanın hareket ettirici içgüçleri, vehme aid (sa- nal-kurgusal) kavramlar olarak görülmekten kurtuldu. Bunları ifâde eden kelimeler, gerçek (reel) varlık alanlarını gösteren işaretler olarak düşünülmeye başlandı. Bunların insana âid temel güçler olduğu ortaya çıktı. Bunları görmezlikten gelmenin (daha önce olduğu gibi) mümkin bulunduğu, ancak bunlarsız insan hayatının ayakta kalamıyacağı anlaşıldı. Bunları ihmal etmenin ruhta bir takım bozukluklara sebeb olduğu tesbit edildi.
İlim alanındaki bu başarılar, birçoklarını aşırı derecede cesaretlendirdi ve ne yazık ki ilmin sınırları yıkıldı. Ruh, laboratuvara konuldu. İlmin ulaşamadığı noktalar zorla ilim alanına çekilmeye çalışıldı. İnsanın içgüçleri hayvanlarınkine eş tutularak “içgüdü” kategorisine yerleştirildi. Bunların bir kısmı “temel içgüdü” olarak alındı, bu özelliğe ters düşenler, “içgüdülerin türevi” ya da “patolojik görüntüsü” olarak ilân edildi. “Temel içgüdü” olarak tanımladığı güçleri S. Freud, vazgeçilmez olarak nitelendirirken bunların “değişme” özelliğine sahib bulunduklarını da bilhassa vurguluyordu. Bunda bir dereceye kadar da haklı idi. Zirâ insana âid içgüçlerin değişik renk ve şekillerde ortaya çıkma özelliği, bu güçlerin tabiî bir özelliği olarak görünmektedir.

Ne var ki laboratuvarda görünmeyen, kolayca deneye girmeyen yani pozitif hâle getirilemeyen bir takım güçler; “temel içgüdülerin incelip yücelmesi -sublimati-on’u” görüldü ve gösterildi. Oysa ilmin buna hakkı yoktu ve olamazdı da. İlim, uzanamadığı şeyi ilim dışı yoldan çekip kendi sınırı içindekine indirgeyemezdi. Fakat, ilim adına hareket ettiklerini iddia edenler, bunda sakınca görmediler ve bunu yaptılar. Temel dedikleri güçler ve duygular kadar gerçek olma imkânına sahib bulunan birçok güç ve duyguyu insandan uzaklaştırdıklarını ilân ettiler. Kant’ın dilindeki “deney-üstü estetiği” ve “deney-üstü mantığı” hiçbir delile dayanmadan ve hiçbir sebeb göstermeden insan varlığının dışına sürdüler.

Bu zihniyet, deneye dayalı olarak yaptıkları teshillerinde haklı idi. Ancak onların bunları “içgüdü” olarak ilân etmeye hakkı yoktu. Bunda aceleci davrandılar ve hatâ ettiler. Zirâ, hayvanların içgüdüleri ile insan içgüç- leri arasında, onların görmediği, görmek istemediği, derin ve aşılmaz uçurumlar mevcud idi.

Umûmî olarak içgüdülere aid bazı özellikler tesbit edilebilir. Sözgelimi içgüdü doğuştan gelir. Meselâ balık doğuştan suda yaşama içgüdüsüne sahip olarak gelir. Sonradan herhangi bir müdahaleye gerek yoktur, kendiliğinden (spontane) olur. Sınırı ve yönü önceden belirlenmiş durumdadır. Değiştirilemez, bunun yerine ona başka bir özellik kazandırılamaz. Her içgüdü, kendi türü içinde tam ve mükemmeldir. Dolayısiyle de geliştirilemez. (Potansiyel halindekiler fiil haline döndürülebilir). Balığın daha iyi yüzmesi için eğitilip geliştirilmesine gerek yoktur. İçgüdü, olanın, mevcud bulunanın ötesine geçip uzak geleceği bilmez, bilemez. Olanların ötesine geçip yeni terkibler (sentezler) meydana getiremez. Bu se- beble de uzak (ideal) mânâda bir gayeye sahib olamaz.

Demek oluyor ki herhangi bir içgüdüye sahib olan canlı, onun gereğini yerine getirmek, onu tatmin etmek zorundadır. Onu tutma, durdurma, değiştirme, kaldırma… güç ve imkânına sahib değildir. Bu sebeble de canlının bu alandaki fiilleri ahlâk açısından “iyi” ya da “kötü” hükmüne muhatab olamaz. İnsanın içgüçleri de şayet ”iç- sı, düzene sokulup geliştirilmesi… bir takım gayretleri gerektirir. Ortaya konuluş tarzı da ferdden ferde değişiklik gösterir. Sözgelimi mûsikî eğilimi, uygun ortamı ve dış desteği bulmadan; eğitim-öğretim görmeden gelişemez. İçgüdünün ise böyle bir ihtiyacı yoktur. Demek oluyor ki içgüdü baştan itibaren kendi’türü içinde tam ve mükemmel, eğilim ise eksik ve zayıftır. Buna karşılık içgüdünün sınırlan belli, eğilimin sınırları ise esnek ve değişkendir. Balık suyun dışında yaşayamaz. İnsanın öğrenme eğiliminin sınırı yoktur. Çünkü o, sürekli bir değişme ve gelişme içindedir. Ancak, hemen ilâve edelim ki eğilimdeki gelişme ve değişme, ferde bağlı, onunla ayakta kalabilir durumdadır. Bu gelişme (genlere nüfûz etmedikçe) yeni kuşaklara geçmez. Sözgelimi ibtidaî (ilkel) insanın eğilimleri (aradaki sivrilmiş, gelişmiş kuşaklara rağmen) bugünün medenî insanında da aynen mevcuddur.

İnceleyin:  Aşkın Halleri

İçgüdü, yakın geleceği çok iyi görür ve korur. Hayvanların iyi ses ve koku aldığını biliriz. Hiçbir koyun zehirli ve zararlı ot yemez. Ancak, böylesine duyarlı bir içgüdüye sahib olan varlık, ilerisi için herhangi bir şüpheyi taşımaz. Meselâ tabiî halde herhangi bir zarar ve zehir unsuru taşımıyan ve fakat mideye girdikten sonra (aşın şişme ve genişleme özelliğinden dolayı) değişikliğe uğrayacak ve kendisini ölüme götürecek olan burçak otunu hiç tereddüd göstermeden yer ve birkaç saat sonra da ölüme gider. Öyleyse olanın; mevcûd bulunanın ötesine geçme, fikrî (ideal) bir gâye gözetme özelliği içgüdüde yoktur. Oysa eğilim şüphe ve tereddüd içerir. Bu şüphe ve tereddüt, onu aramaya; mevcûdun, görünenin… ötesine geçmeye sevkeder. Yani eğilimin uzak geleceğe yönelik; olanın ötesinde fikrî (ideal) ya da metafizik karek- terli gayesi de vardır.

Eğilim; fiilden bağımsızdır. Fiil hâline geçmeden de vardır ve varlığını sürdürür. Belli bir noktaya kadar nesnel (objektif) durumdan da bağımsız kalabilir. Meselâ, doymuş olan insan, yeme eğilimine sahip ve fakat yeme isteğinden uzaktır. Yani, eğilim vardır ve fakat nesneye (objeye) uzanmamaktadır.

Fiil, eğilimi her zaman tam olarak temsil etmez. Ona görünüşte delâlet eder. Sözgelimi çocukların yemek oyunu, dinî âyinlerdeki sembolik hareketler… eğilimlerin fiile geçirilmesi değil, onların taklididir. Burada eğilim ile fiil arasındaki bağın herhangi bir orantısı yoktur. Sahne oyunundaki herhangi bir sevgi gösterisi, o eğilimin şiddetini göstermez. Sonuç olarak bir fiilin ortaya çıkması bile o fiilin arkasındaki gerçek eğilimi, onun türünü belirlemeye yetmez. Sözgelimi yardım (sadaka) fiili, cömertlik, gösteriş, utanma, acıma, iyilik ederek Tanrı’nın rızasını kazanma… gibi dine ya da topluma âid birçok eğilimi içinde taşıyabilir ve tabiî olarak da aynı fiil, çok çeşitli yorumlara tâbî tutulabilir; acaba bu fiili ortaya koyan hâkim eğilim hangisidir? Bunu dışardan tesbit etmek, âdeta imkânsız gibidir.

Ancak, oyun veya sembolik hareketler eğilimi canla- dırır, harekete geçirir, onun ortaya çıkmasına vesile olurlar. Hayal ve hâfızanın güçlenmesi, meselâ nesnel durumun safdışı edilmesi ve sembolik ifâde gücünün gelişmesi oranında eğilim, dış şartların tesirinden daha kolay kurtulur, onları daha çabuk aşar. Sözgelimi bir şehirli macera romanı okuyarak eğilimlerini yatıştırabilir. îşte, sanatın görevlerinden biri, belki de birincisi budur. Yani saf eğilimlerin açılmasına ve gelişmesine yardım etmektir. Çünkü her sanat, gerçekte olan dünyanın üzerine çıkmak ve eğilimlerin üzerindeki baskıyı azaltmak görevini (fonksiyonunu) üstlenir. Gerçek dünyanın gereklerini yerine getirme durumunda olan eğilimler; yeni buluşlar yeni oluşlar… ortaya koymak için gerçek dünyayı değiştiren sanatta baskılardan kurtularak açılıp saçılma, yayılıp gelişme imkânı bulurlar.

Başlangıçta nesnel hayata karşı belirsiz; sisli bir durumda olan ve farklı şekiller alabilme imkânı içinde bulunan eğilim; dil, kültür, oyun, sanat… dünyasının gelişmesine yardım eder. Zirâ, ilkel hâdiseler, üst düzey hâdiselere kaynaklık eder ya da destek olurlar.

İçgüdünün tatmini basit; tek yönlü ve tek yolludur. Meselâ beslenme, hayvan için ”içgüdü”dür. Bunun tek yönü vardır; besin almak. Hayvan bunu bulduğu yerde ve bulduğu şartlarda alır. İnsan için ise beslenme bir içgüdü değil bir ”eğilim”dir. Bunun tatmininde biyolojik, psikolojik, estetik… yönler, din, topluluk… gibi tesirler ve bunların koyduğu şartlar ve kurallar… vardır ve tatmin, bunların birçoğunu bir arada bulundurma şekliyle ortaya çıkar.

Eğilim, zaman zaman değişen bir hız ve şiddet gösterir. Bu hız ve şiddetin kuvvetli olduğu an eğilim şuûra geçer ve şuûr tarafından kabûl görür. Bundan önce ise şuûr dışıdır. Eğilimler, her zaman kendini açığa vurmazlar, gizli (latente) halde bulunur, gerektiğinde ortaya çıkarlar.

Yavaş yavaş uyanan eğilimler, şuûra tam olarak yansımazlar. Meselâ küçük yaşlarda çevremizdekilerden; annemizden, babamızdan, hocamızdan gördüğümüz ve hoşumuza giden, bizdeki gizli eğilimi ortaya çıkaran bir hareket, bizim tarafımızdan devam ettirilir. Fakat, bunun neden hoşumuza gittiğini, bize nereden geldiğini aramaz, araştırmayız. Alışkanlık hâline gelen ve böyle devam eden eğilimlerde de durum budur. Sözgelimi otomobil kullananlarda alışkanlık arttıkça ona karşı şuûru azalır. Fakat, mukabil haller de şuûra engel olurlar. Meselâ konuşmanın heyecanına kendini kaptıran kişi, artık onun devamını farketmez, edemez.

Eğilimlerden bazıları, bazılarına zıd özellikte bulunur. Bu, onlar arasında şiddetli çatışmalara yol açar.

Ailesiyle meşgul olmak ya da İlmî çalışmada bulunmak duyguları, sık sık çarpışırlar. Bu hallerde duygulardan biri hâkim duruma geçer ve o konudaki çatışma biter. Bu türlü çatışma ve çarpışmalar, insan ruhunda sıkça yaşanan hallerdir. Bu çatışma ve çarpışmalarda hangi ferdde hangi eğilimin hâkim duruma geçeceği önceden kestirilemez. Hatta aynı ferdin ayrı zamanlardaki tavırları farklı farklı olabilir. Birinde ahlâkî yönde tavır koyan aynı kişi bir başka seferde biyolojik ya da sosyal eğilimini öne alabilir. Buna karşılık herhangi bir eğilim, birinin tek hareket kaynağı hâlini alabilir. Bunun türü ilimden kumara, eğlenceden ibâdete… kadar çeşitli olabilir. Bu durumda kişinin bütün çabası, o eğilimin şartlarını ve imkânlarını hazırlayıp onu gerçekleştirmek, onu tatmin etmek ve onda başarı sağlamak olur. Buna “doyumsuz eğilim- ihtiras” denir. Bunun için yerine göre “aşk” terimi de kullanılabilir: İlim aşkı, sanat aşkı, ibâdet aşkı, Tanrı aşkı… gibi. İşte, merhum ve muhterem Ord. Prof. H. Ziya Ülken’in vaktiyle yazdığı “Aşk Ahlâkı”1 isimli eserinde ortaya koymaya çalıştığı tez bu idi. Burada o; “Kişi, seçtiği ya da üstlendiği işi, aşk derecesinde bir duygu, bir tutku ile yapmalıdır. Ahlâk budur.” demek istiyordu.

Eğilimler arasındaki zıdlık; çatışma ve çarpışma, ahlâk açısından olduğu kadar psikolojik açıdan da önemli sonuçlar doğurur. Sözgelimi çeşitli sebeblerle engellenen, geri itilen (refoule edilen) herhangi bir eğilimin enerjisi öteki eğilime intikal eder. Gücünü kaybeden eğilim, başka bir ihtiras halinde doğar ve oradaki başariyle âdetâ intikam alır. Psikanalistler bununla ilgili çeşitli örnekler verirler. Babası tarafından baskıda tutulan çocuk, öteki otoritelere karşı koyduğu tavırlarla bunu gösterir, derler. Yine engellenmiş bulunan bir eğilim (transfor- masyon’a uğrayıp) telâfi edici bir şekil alabilir. Meselâ karanlık işler yapıp düşük bir hayat sürdürmekte olan bi-risi, kalbi saf, yüzü temiz kimseleri seyretmekten hoşlanır ve zevk alır.

Çatışan eğilimler arasında yüzeyde ve geçici bir anlaşma sağlanabilir. Sözgelimi ahlâka aykırı bulduğu bir fiili icrâ eden kişi, çeşitli bahanelerle işi câiz ve kanunî, kendisini mazur görebilir.
Yine psikanalistler ve özellikle S. Freud (1856-1939) tarafından ısrarla üzerinde durulan bir husus, eğilimlerin “incelip yükselmesi -sublimation’u” durumudur. S. Freud, bilhassa cinsiyet eğilimine (seksüel eğilime) -kendi terimiyle içgüdüsüne- dikkati çekiyordu. Bu eğilimin baskı altına alınıp engellenmesi, ona göre, bunun şuûr altına geçmesine yol açabilir ve bu durum bir takım hastalıkların doğmasına sebep olabilir. Fakat bu, diyordu Freud, eğilimin kanal değiştirmesini, incelip yücelerek gerçek sevgisi, ilim tutkusu, sanat aşkı… gibi tamamiyle ideal faaliyetler olarak ortaya çıkmasını da sağlayabilir. Öteki psikanalistler, yalnız cinsiyet eğiliminin değil, başkalarının da böyle olabileceğini, onların da şekil değişikliğine (transformasyona), enerji aktarımına (transportasyon’a), yön değişikliğine (conversion’a), mahiyet tebdiline (sub- limasyon’a) uğrıyabileceğini söylemektedirler. Meselâ haksızlığa uğrama korkusunun adâlet duygusunu ya da kılı kırk yaran bir titizliğe dönüşebileceğini ifâde etmektedirler. Alfred Adler (1870-1937), eğilimlerdeki değişiklikleri “kişilik dengelemesi” olarak yorumluyordu. Biyolojik, psikolojik ya da sosyolojik alandaki eksiklikler telâfi edilir veya edilmeye çalışılır. Sözgelimi “aşağılık” duygusu, “büyüklük duygusu” olarak ortaya konulabilir diyordu. Yine hocanın fikirlerine karşı çıkan ve cinsiyet eğiliminin (libido’nun) merkeze alınmaması; fazla abar- tılmaması gerektiğini söyliyen Gustav Jung (1875-1961), insanda köklü kişilik değişikliklerinin (conversion’ların) bulunduğunu

İnceleyin:  Şuur Sahibi İnsan Olmak

gösteriyordu. Üstelik bunun yalnız çocuklukta değil, her yaşta; ellilerde bile olabileceğini, erkeklikten kadınlığa, dinsizlikten dindarlığa… çeşitli alanlar- da ortaya çıkabileceğini söylüyordu.
Sonuç şu ki eğilimler arasında karşılıklı tesirler; birinden öbürüne geçme, ötekinin şekline bürünme, biri adına ötekine hizmet etme… gibi haller ve hâdiseler olagelmektedir.
Eğilimler arasındaki çatışma, bazen iki eğilim arasında olur. Bazen de herhangi bir eğilim ile zihin, daha doğrusu tahlil ve tenkid gücüne sahib bulunan akıl arasında olur. Sözgelimi herhangi bir İlmî araştırmanın sevilen, sayılan kişiye, parti ve gruplara, kurum ve kuruluşlara karşı sonuç vermesi hâlinde bunun açıklanmasında veya açıklanmasının ardından -çıkacak tartışmalar bunun örnekleriyle doludur. Meselâ Galile (1564-1642) ile kilise arasındaki kavgada çarpışmaların çok şiddetlileri yaşanmıştır.

Eğilimlerin sayısı oldukça kabarıktır. Bunlar çeşitli şekillerde sınıflandırmalara tâbî tutulmuşlardır. Vaktiyle Epicure (341-270), tatmininin gereklilik derecesi açısından üç sınıf istekten bahsediyordu: Tabiî ve zarurî olan istekler. Bunlar; yeme, içme… gibi gerçek ihtiyaçlara bağlı olan isteklerdir. Bunların tatmini zarûridir. Fakat bu oldukça kolaydır. Zira; ”Hakîm; biraz arpa ekmeği, biraz su ile Zeus’u kıskandıracak bir mutluluk içinde yaşar.” denilir. İkincisi, yine tabiî ve fakat zarûri olmıyan isteklerdir. Bunlar birincilere ektirler: Kıymetli yiyecekler, süslü elbiseler, zinetler, aile ile ilgili… olanlar. Üçüncüsü ise ne tabiî, ne de zarûri olan şeylerdir. Zenginlik, şan, şeref… gibi.

İnsanın çeşitli gayret ve faaliyetlerine yer vermiyen ve dolayısiyle menfî tavırlı olan bu görüş, hayatı basit isteklerle sınırlı duygu ve ihtiyaçlara indirgemekte, insan hayatını dar bir çenbere sıkıştırmaktadır. Fazla tahlil ve tenkide değer bulunmamaktadır.

Eğilimler için başka sınıflandırmalar da yapılagelmiştir. Bunlardan biri, eğilimleri iki büyük gruba ayırmaktadır. Birinci grupta yer alanlara “ilk- temel- eğilimler” denilmektedir. Bunlar için Osmanhca metinlerde ”cismanî” ifadesi kullanılıyordu. Bugünkü dilde bunlara “fizik-biyolojik özellik taşıyan eğilimler” diyebiliriz. Bunlar “istek, arzû, içgüdü” olarak da isimlendirilmişlerdir. Bunlar, insan ile öteki canlılar arasındaki ortak noktayı oluştururlar: Beslenme, üreme, toplu halde yaşama…. gibi faaliyetler buradan çıkar. Haklı olarak bunların gayesi “fizik-fizyonomik ve biyolojik hayatı korumak ve devam ettirmek” olarak kabûl edilir. Ancak insanda bunlara “içgüdü” değil “eğilim” denilmesi gerektiği hususuna ve aradaki farklara yukarda temas etmiştik. Bunlar, başlangıçtan itibaren vardırlar, belirgindirler ve kendilerini kolayca ortaya koyarlar. Ancak, devam eden süredeki gelişmeleri oldukça sınırlıdır. Bunlardan ikinci derecede (tâli) eğilimlerin geliştiği kabûl edilmektedir. Herbiri için bedende belli bir organ, “merkez” kabûl edilir. Sözgelimi beslenme için “mide” merkez olarak gösterilir.

Bu sınıflandırmada yer alan ikinci grup eğilimler; “rûhî-psişik eğilimler” veya “yalnızca insana has olan eğilimler” olarak isimlendirilir. Bunlar, çoğunlukla gizli (vir- tuel) hâlde bulundukları için keşfedilmiş ya da keşfedilmeyi bekleyen yıldızlar gibidirler. Zamanla ve çeşitli se- beblerle ortaya çıkarlar. Hatta hiç çıkmadıkları da olur. Bu sebeble de sayıya ve sınıfa kolayca girmezler. Buna mukabil gelişme ve açılma, yücelme ve yükselme imkânları da sınır konulamıyacak kadar çok ve geniştir. Bununla birlikte bunlar, bazı özelliklerle yeniden gruplandırma- ya alınırlar: Benlik ve kişilikle olan eğilimler, topluluğa, toplu hayata yönelik eğilimler, gelişmeye, olgunlaşmaya âid eğilimler veya bir başka ifâdeyle “ideal” eğilimler.

Gerek bunlara bağli olan ve bunlardan türeyen, gerekse insanın kendi gayelerine bağlı bulunan ikinci derecedeki (tâlî) eğilimleri insan kendisi keşif ve icâd eder. Bir başka deyişle insan kendini kendisi keşfeder ve bu keşif ile icad sınırsız denecek kadar geniştir.

Bu konuda yapılan sınıflandırmalar göreceli (izâfî) olup her biri görüş sahibinin kabûl ettiği bir değer üzeri’ ne oturmaktadır. Her değerin karşısına bir başka değerin konulabileceği tabiîdir.

îşte insanın, bütünü ile insan hayatının güçleri (iç dinamikleri); insanı harekete geçiren, onu fiil ve davranışlara sevkeden iç güçleri; İbn Sînâ’nın terimi ile “muharrik kuvvetleri” bunlar; bu eğilimlerdir.

Dünyanın değişimi; imarı ya da yıkımı bu güçlere bağlıdır. Dolayısiyle ahlâkın temeli de bunlar; bu güçler; bu eğilimlerdir.

Eğilimler; zihnin (vehmin) meydana getirdiği (sanal ve kurgusal) şeyler değildir. Aksine hertürlü insan ruhunda, ruhun derinliklerinde bulunan varlıklardır, herbi- ri başlı başına bir varlıktır ve herbiri bir varlık alanı oluşturur.

Eğilimlerden hiçbiri ötekinin temeli ya da gölgesi (veya türevi) değildir. Aksine herbiri temel olma özelliğine aynı derecede sahibdir. Nitekim çeşitli düşünürler farklı eğilimleri “temel” olarak göstermişlerdir. Bu da onlardan herbirinin temel olma özelliğinde bulunduğunu gösterir.

Eğilimler; katı, değişmez, geliştirilmez, durmaz, durdurulamaz, durdurulunca da mutlaka hastalığa bürünür… şeyler değildir. Aksine onlar; yumuşak, akıcı, değişken, gelişip yükselmeye elverişli, tesir etme ve tesir alma … özelliklerine sahib bulunmaktadırlar.

İşte, eğilimlerin varlıkları ve bu özellikleri ahlâkın da temelini oluşturmaktadır. Şöyle ki:

Eğer eğilimler birer varlık alanı teşkil etmeyip zihnin (vehmin) eseri olmuş olsaydı, ahlâk olmazdı. Ya da ahlâk bilgiden ibâret olur; bunların “yokluk” olduklarmm_tayin ve tesbiti ahlâk için yeterli olmuş olurdu. Oysa ahlâk için bilgi gerekli ve fakat yeterli değildir.

Eğer eğilimler, iddia edildiği gibi, yolu ve yönü değiştirilemez sâbit varlıklar; yani “içgüdüler” olmuş olsaydı, ya insan için ahlâktan bahsetmek söz konusu olmazdı, ya da hayvanların fiil ve dayanışlarını da ahlâk sınırlan içine almak icâb ederdi. Oysa ne biri ne ötekisi… Demek oluyor ki eğilimlerin içgüdü değil eğilim oluşu, insan ahlâkının temel kaynağıdır.

Eğilimlerin yumuşak, esnek ve değişebilir… oluşu, insan irâde ve hürriyetinin temelini teşkil eder. Onların belirlenen hedeflere doğru yönlendirilmesi irâdenin işi olacaktır. Zîrâ, irâde, kendi görevini onların bu özelliğinden yararlanarak gerçekleştirebilecektir.

Balığı suyun dışında tutmaya çalışmak, hayatı ve hareketi ortadan kaldırmak demektir. Eğilimleri insanın dışına çıkarmak da bundan farklı birşey değildir. Burada da hayat ve faaliyet durur.

Kötülük olmıyabilir ama, iyilik de olmaz. Öyleyse dünyanın işlenmesi; imân ya da yıkımı eğilimlerin varolmasına ve insanla birlikte bulunmasına bağlıdır.

Ahlâk, eğilimlerin ortadan kaldırılması değil, onların, tayin ve tesbit edilen hedeflere yönlendirilmesi ve bu hedeflere ahenk içinde yürümelerinin sağlanmasıdır.

Hedeflerin şu ya da bu tarzda belirlenmesi ise kişinin dünya görüşüne ve hayat anlayışına bağlıdır.

Prof. Dr. Fahrettin Olguner -Türk-İslam Düşüncesi Üzerine,syf:148-161

 

——

– 1 Nakil, Raymon BalmĞs, Leçons de Philosophie, 11/568
2 R. Descartes, Ahlâk Üzerine Mektunlnr t\A v’.
37-38, Ankara, 1960 MektuPlar> (M.Karasan tercümesi), XXV ve

5 Geniş bilgi için bakınız, Dr. Havrâni Alt.n».. r ,
İstanbul 1997 Alt,ntaŞ» Erzurumlu İbrahim Hakkıy

7 Hilmi Ziya Ülken, Aşk Ahlâkı, İstanbul 1931.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir