Aileyi İfsad Etme ve İnsanlığı Yeniden Yapılandırma Küresel Proje “Savaşı” nın Ana Cepheleri

m295293_1702562478_NlrAs-192x300 Aileyi İfsad Etme ve İnsanlığı Yeniden Yapılandırma Küresel Proje "Savaşı" nın Ana Cepheleri

1

İLK CEPHE:
KADİM TERBİYE
SİSTEMİNİN ÇÖKERTİLMESİ

1990’larda yaptığım bir ABD ziyaretinde iletişim hâlinde ol­duğum Amerikalılarda bir gariplik hissetmiş ve bu durumu ilk kitabım Dokuz Yüz Katlı insan’da “Kaliforniya Sendromu” diye tanımlamıştım.[1] Sanki karşımda gerçek insanlar yoktu; sözcüklerle zor tarif edilebilecek bir dağınıklık, ulaşılama- mazlık, bir tür “kararma” içindeydiler. Türkçede “gözlerinin feri[2] gitmiş” diye bir tabir vardır, müşahede ettiğim durum aynen buydu ve çok dikkatimi çekmişti.

2009’a gelindiğinde ABD’de Psikoloji Profesörü Dr. Jean Twenge’nin Ben Nesli kitabı çıktı (2009), hemen Türkçeye ter­cüme ettirip önsözünü yazdım.3 Kitabın ana teması; 1970’ler- de, 1980’lerde ve 1990’larda doğan “ben nesli” mensubu genç-lerin hoşgörülü, sözde özgüvenli, açık fikirli ve hırslı fakat bir o kadar da sinik, depresif, yalnız ve son derece kaygılı oldu­ğunu ortaya koyuyordu. Mesela Twenge, 1950’ler ile 1990’lar arasındaki kaygı artışı için %85 oranını veriyordu. Bu kadar kısa zamanda böyle bir artış sosyoloji ve psikolojide olağa­nüstü bir duruma, bir şeylerin temelden yanlış gittiğine işaret eder. İşte bu artışı anlayabilmek için geriye dönük olarak daha derin bir araştırma yaptım. Böylece 1966’da yine ABD’de baş­layan Values Clarification (“Değerleri Yeniden Belirleme”) karakter eğitimi projesi özellikle dikkatimi çekti ve eğitim adı altında hayret verici bir dezenformasyon hareketiyle karşılaş­tım.[4] Konunun yayılmasına sebep olan Louis E. Raths, Merrill Harmin ve Sidney B. Simon’ın, “öğretmenler ve öğrenciler İçin Pratik Stratejiler” kitabı kısa süre içinde 500.000 nüsha üzerinden yayımlanıp ardından ayrıca on iki benzer kitap da piyasaya sürülmüştü. Peki burada ne amaçlanmaktadır? Kısa ve öz olarak açıklayalım:

Bu kitapta öncelikle “mutlak değerlerin olmadığı” fikri üzerin­den hareket edilir ve Simon, “Hiçbirimiz (önceden) belirlen­miş değerlere sahip değiliz.”[5] savım öne sürer. Raths, bu görüşü güçlendirmek için, “Esas olan, kişinin hangi mutlak değerlere sahip olduğu değil; bu değerlere nasıl ulaştığıdır.” sözde “hik­metini ekler ve değerlerin belirlenmesinin üç aşamasını sıra­lar: seçim, (kendi akima göre) değer verme, edim (aksiyon). Harmin Efendi ise konuyu yedi nokta üzerinden tamamlar:

  1. Seçim, özgür olmalı.
  2. Seçim, farklı alternatifler üzerinden gitmeli.
  3. Her alternatifin neticelerinin ne olabileceği üzerine derin bir şekilde düşünülmeli.
  4. Seçim, sevgiyle korunmalı; onunla mutluluk yaşanmalı.
  5. Seçim, utanmadan herkese açıklanabilmek.
  6. Bu seçimle bir şeyler yapılmalı, aksiyona geçilmeli.
  7. Seçim, hayatın farklı durumlarında tekrarlanmalı.

Yani: “Başkasına zarar vermediğin müddetçe ne yaparsan yap; eğer bu senin özgür seçimin ise, seve seve yapıyorsan, ca­nının çektiği gibi, doya doya, tadını çıkara çıkara yap.” Din, maneviyat, gelenek, görenek, nesiller boyu aktarılan bilge ha­yat tecrübeleri ve insanlığın bütün kadim değerleri bir çırpıda silinir, gençler âdeta Alzheimer hastalığına yakalanır. “Böyle bir hayat felsefesi benimsendiğinde peki o zaman öğretmen ne işe yarayacak?” sorusunu sorarsak cevap yine hazır: Clarifying response (“açıklayıcı cevap”), örnek verelim: Herhangi bir konuda bir öğrenci öğretmenine müracaat ediyor ve “Şöyle mi yoksa böyle mi yapayım?” diye bir soru soruyor; öğretmen de yukarıda sunduğumuz sıralamaya göre öğrenci ile Sokratik bir diyaloğa giriyor ve “Bu seçim seni mutlu ediyor mu, diğer olasılıkları da düşündün mü, bu senin özgür seçimin mi yoksa biri seni zorladı mı?” karşı sorularını soruyor. Amaç, kendile­rine göre doğruyu öğrencinin kendi kendisine bulması.[6]

Eğitim sisteminde âdeta devrim yaratan böyle bir yaklaşımı mümkün kılan ve arka planda yatan hazırlayıcı psikolojik dü­şünce sistemini öncelikle Rollo May, Abraham Maslow, Carl Rogers ve William Coulson’ın “İnsancıl Psikoloji” (Hümanis­tte Psychology) yaklaşımında buluruz. Psikoterapide hasta­lara self-aetualization (“kendini gerçekleştirme”) adı altında esas otoritenin dışarıda değil, kendi içlerinde olduğu mesajı verilirken satır arasında da bedensel ve olabilecek bütün di­ğer diğer hazların da sınır tanımadan yaşanması telkin edilir.

Bu yaklaşım Varoluşçu Psikoloji” ile birleştiğinde, “Var ol­mak istiyorsan özgürce bütün potasiyelini yaşa.” neticesi de çıkar ve “Bütün ahlaki davranışlarınızın tek sorumlusu sîzsi­niz.” mesajı, eğitim alanında da uygulanmaya başlanır.

Ayrıca bu yaklaşımın arka planında yer alan hazırlayıcı felsefi düşünceler de vardır. Mesela G. Kneller, Varoluşçu Felsefe ile böyle bir eğitim sistemi arasındaki ilişkiyi şöy­le açıklar: Birey için yegâne kabul edilebilir değerler ancak kendi özgür seçimiyle kabul ettikleridir. Özgürce seçilme­yenler bir şey ifade etmez. Öğretmen kendi değerlerini ka­bul ettirmeye kalkışmamalı ve kendi inandığı prensipleri ve niçin inandığını açıklarken öğrencisine “Sen istediğin gibi seç veya seçme.” demelidir.[7]

Raths’ın ilham aldığı bir diğer filozof John Dewey (1859- 1952) ise aslında eğitimde reform yapmak isteyen fakat aynı ramanda ölçülü, güzel ahlakı teşvik eden bir eğitim sistemini savunur.[8] [9]

Bu yaklaşımın arka planında rol oynayan bir başka görüş de, Danvinizm’in biyoloji alanına sunduğu Evrim Teorisi’nin, sosyal Darwinizm aracılığıyla insan bilimlerine de uyar­lanmasıdır. Burada, ahlak da dâhil olmak üzere her şeyin zamanla değişebileceği fikri öne sürülür.[10] Ayrıca “bilimsel materyalizm” ve pozitivizm, güzel ahlakı ve onunla ilgili bütün değerleri kendi ampirizm kriterlerine uymadığı, laboratuvarda ölçemediği için de yok sayar.

Neticede, “Değerleri Yeniden Belirleme” projesinin büyük savunucularından Howard Kirschenbaum’un aktardığı gibi, baştan bazı uygulama teknikleri ile başlayan hareket kısa za­man sonra on iki benzer kitabın bir milyon baskı üzerinden yayımlanmasına ve seminerler vasıtasıyla iki yüz bin öğret­menin “eğitilmesine” sebep olur. Hareket, insanlık tarihinin eğitim alanında gördüğü, eşi benzeri olmayan en büyük fela­kettir. Gelenekler üzerinden nesilden nesile aktarılan kadim bilgelik, güzel ahlak ve edeb beş-on sene içerisinde âdeta kö­künden silinir, hikmet kaynağı kurutulur.

İşte, J. Twenge’in yukarıda değindiğimiz Ben Nesli kitabı bu hareketin gençlik üzerindeki devasa olumsuz etkisini açıklar. Twenge bu kitabında bir de çok ilginç bir uyarı yapar ve ay­nen şöyle der:

Gelişmekte olan ülkelerin de sırası gelecek. McDonald’s ve Coca Cola örneklerinde olduğu gibi Amerikan bireyciliği dünyanın her köşesine yayılıyor. Son moda akımlar geli­şen ülkeleri sarmaya devam ederse Ben Nesli yansımaları çok yakında bütün dünyaya ulaşacak, dünyadaki birçok ülkede çocuklar Amerikan kültürüne maruz kaldıkları sü­rece ailenin her şeyden önce geldiği fikrine isyan etmeye başlayacaklar.[11]

Ve nitekim böyle de oldu; kendimiz fikir üretmek yerine na­kil (aktarım) ve taklit (kopyalama) hastalığına tutulmuş biz pedagog, psikolog ve psikiyatristler, âdeta hiç sağduyumuz, vicdanımız, geleneksel birikimimiz yokmuş gibi, bize danı­şan insanlara, “Çocuğu zorlamayın, üstüne varmayın, bıra­kın kendi seçsin[12], doğruları kendi bulsun, renkler ve zevkler tartışılmaz, yeter ki azmet; istediğin her şeyi olabilirsin, ha­yallerinden asla vazgeçme[13], bu beden şenindir istediğin gibi kullan, başkalarının ne dediğine aldırma, önemli olan öz say­gındır, ‘Toplum içinde nasıl davransam?’ diye mi endişeleni­yorsunuz? Sadece kendiniz olun, herkesin bir doğrusu var­dır.” gibi safsataları papağan gibi tekrarladık. Bu bencil, serse­ri[14] varoluş tarzı her yerde yüceltildi; mesela Frank Sinatra’nın “My Way” şarkısı bu kitabın yazarınm bile içini hâlâ özlemle yakar… Peki ya benim yolum rezillik olmuş ise? Burada da cevap yine hazırdır: “Varoluşun bütün sokaklarına girmeden varolmanın ne olduğunu bilemezsin.”[15]

J.Twenge’in yorumuna göre, Whitney Houston’m meşhur “Greatest Love of Ali” (“Bütün Aşkların En Büyüğü”) şarkı­sının vermek istediği asıl mesaj, çocukların “içlerindeki” gü­zelliği görebilmeleri konusunda eğitilmeleriydi.[16] Ve ne yazık ki Houston intihar ederek hayatına son verdi. Peki, bunun sonunda nasıl gençler ortaya çıkacak? Gözlemler, eleştiri ka­bul etmeyen, çabuk incinen, son derece alıngan, sorumluluk taşımayan bir neslin ortaya çıktığını gösterdi.[17] Terbiye ortadan kaldırılınca “özsaygı” kazandıralım derken erken yaşta gebe kalan, suç işlemeye, alkolizme, uyuşturucu kullanmaya yönelen ya da bedelini ödemeden maddi-manevi her şeye sa­hip olma hakkına sahip olduğunu düşünen bir nesil doğdu.

20240204_215634-300x169 Aileyi İfsad Etme ve İnsanlığı Yeniden Yapılandırma Küresel Proje "Savaşı" nın Ana Cepheleri

Ayrıca eğitim sisteminde yapılan bu devrim mahiyetindeki değişiklik, Hollywood film endüstrisi tarafından destekle­nince otuz senelik kısa bir müddet içinde (1970-2000 arası) önce ABD’ye, oradan da bütün dünyaya yayıldı. Twenge ay­nen şöyle yazıyor: “Bütün bu filmlerin ortak mesajı sınırla­yıcı toplumsal değerlere baş kaldırmak. ‘Kurallara uymayın, neyle mutlu oluyorsanız onu yapın.”’ Ve devamında ekliyor: “Bu tarz filmler, iç içe geçmiş iki değişikliği ele alıyor: toplum kurallarının yıkılması ve bireyin doğuşu.”

2

İKİNCİ CEPHE:
KADIN HAKLARI DERKEN
“ERKEK KADIN” YARATMA PROJESİ

1850lerde İngiltere’de Victoria döneminin kadın hakları ko­nusundaki aşırılıklarını düzeltmek için başlayan feminizm hareketi, 1960’larda özellikle ABD’de politik bir harekete ev­rildikten sonra, 1990’lardan itibaren bir “erkek kadın” yarat­ma projesine dönüşür.[19] Twenge yukarıda adı geçen kitabında 2003 yapımı “Mona Lisa Smile” (“Mona Lisa Gülüşü”) filmini örnek veriyor. Julia Roberts bu filmde Wellesley Koleji’nde çalışan bir profesörü canlandırıyor ve göreve başlamasının hemen ardından öğrencilerini erken yaşta evliliğe ve annelik eğitimine karşı çıkmaları için cesaretlendiriyor.

2002’de ise “Bend It Like Beckham” (“Hayatımın Çalımı Beckham”) filminde yarı Hintli yarı Asyalı bir genç kız, aile­sinin bütün karşı çıkmasına rağmen futbolcu olmak üzere ABD’ye taşınıyor ve ailesi de tabii ki, filmin gereği olduğu gibi, bu seçimin doğru olduğuna ikna oluyor.[20] Bu misalleri mesela “Million Dollar Baby” (“Milyonluk Bebek”) ile çoğaltabiliriz; bu filmde de Clint Eastwood (filmdeki adıyla Frankie Dunn), Hilary Swank’i (filmdeki adıyla Maggie Fitzgerald’ı) marifetmiş gibi, yüzünü gözünü patlatarak boks şampiyonu yapıyor. Bura­da baby tabiri de ilginç; âdeta, “Bakın ben artık ‘bebek’ değilim, ‘bebek’likten, dövüşçü boksör kadın durumuna yükseldim.” mesajı veriliyor.[21] Yani sürekli fıtrata, sağduyuya aykırı bir ka­dın ideali modeli yaratılmak isteniyor, özellikle Hollywood film ve televizyon endüstrisi, toplum dokusuna nakış işler gibi, erkek varoluş tarzının üstünlüğünü telkin ediyor. Ve kadının fitri yapışma, ruh sağlığına uysun uymasın, her alanda, sözde eşitlik adına işlev göstermesini ideal bir varoluş tarzı olarak su­nuyor. Bütün savaş filmlerinde erkek askerlerin yanında, çoğu zaman erkekleri yenen savaşçı kahraman kadınlar var.

Bu toplum mühendisliği projesi o kadar etkin ki, Twenge’in Ben Nesli kitabını ilk okuduğumda gözümden kaçmıştı, ka­dınların erkekleşmesi 1973 ila 1992 arasında, yani 19 senede %80’lere varıyor.[22] Bu kadar kısa bir zamanda bu kadar şid­detli bir sosyal dalgalanma, doğal ve alışılmış sosyal dinamik­lerden kaynaklanamaz; yapay, kışkırtılmış, tetiklenmiş bir sü­reç ile karşı karşıyayız.

Peki kadınların erkekleşmesi, yani “celâllenmesi hangi neticeleri doğurur? öncelikle 1970’lerden itibaren evlilik yaşında ileri yaş­lara doğru doğru çok anlamlı bir değişim gözlemliyoruz. ABD’de kadınlarda 20’li yaşların başından, 28,6’ya ve erkeklerde 23’ten 30,4 yaşma bir yükselme var.[23] [24] Erkeksi bir varoluş tarzı benim­seyen bir kadının, özellikle annelik duygusuna gereksinim hisse­dememesi, evlilik motivasyonunu azaltabilir ye diğer etkenlerin yanı sıra evlilik yaşını yukarılara doğru çekebilir.[25] Bunun sonuç­ları da doğumların azalması sebebiyle ülke nüfusunun düşmesi ve yaşlılık oranının artması olabilir.

Fakat psikiyatrist olmam sebebiyle beni asıl ilgilendiren, erkekleşen kadına somatik ve ruhsal açıdan ne olduğudur; yani bu nevzuhur varoluş tarzı insanı kısa ve uzun vadede mutlu mu yoksa mutsuz mu kılar? önce durumu bedensel (somatik) açıdan değerlendire­lim. ikinci kitabım Nefs Psikolojisi ve Rüyaların Dili’nde sundu­ğum gibi, modem tıbbın göz ardı ettiği bir özel patoloji alanı var­dır “Geciktirilmiş Annelik Sendromu”.[26] Özet olarak ifade edersek hem hormonal açıdan hem de yaşattığı psikolojik hâller açısından annelik, kadınların sağlığını farklı hastalıklara karşı korur. Mesela kadın hastalıklar kanser türlerinde bu durum çok belirgindir.[27]

İşin psikolojik yönüne baktığımızda yine aynı durum ile karşı­laşırız ama bu durumun derin nedenini ancak nefs psikolojisi üzerinde gidersek anlayabiliriz. Yaradılıştan gelen yapısı itiba­rıyla kadın ve erkek arasında bazı temel farklılıklar vardır; farklı “kod’lar taşırız. Bu “kod”lara “ilahi isimler” (Esmâül-Hüsnâ/En Güzel İsimler) denir ve bunlar erkek ve kadında farklı yapıda ve yoğunluktadır. İki cinste de aynı celâl ve cemâl isimleri mevcut olsa da kadınlarda cemâl isimlerinin belirginleşmesi (taayyün) çok daha yoğun ve erkeklerde daha seyrektir. Kadın, potansiyel olarak derinliklerinde bir “celâl” çekirdeği taşırken erkek de bir “cemâl” çekirdeği taşır. Bu çekirdek hayat boyu farklı durum­larda uyanmaya hazır bir potansiyel gibidir. Mesela eşini erken kaybetmiş bir kadın, onun işlerini üstüne aldığında, aynen ko­cası gibi karar alabilmeli, otoriter olmalı ve gerekirse çevresine sert davranabilmelidir. Veya İstiklâl Savaşımızda, kocası askerde olan bütün kadınlarımız annelik yaparken baba da olmuşlardır. Erkekte ise durum, mesela, şöyle olabilir: Çok sert, sadece işini düşünen, “işkolik” bir erkek, farkına varmadan cemâli yaşaya- mamasından dolayı, psikosomatik hastalıklar, depresyonlar, evhamlar yaşayabilir. Bu durumu fark eden hassas eşi ona do­ğum gününde bir müzik enstrümanı hediye eder ve bir de mü­zik hocası bulursa adamın hayatı değişebilir. Ne oldu; bu erkek, kadar hasretini çektiği bir cemâl uyanması yaşadı. Demek ki celâl nitelikleri; yani etkinlik, sahip olma tutkusu, şiddet, otorite, risk alma becerisi, katı kuralcılık, hırs, keskin mantık, baskın­lık, rekabetçilik, pragmatizm gibi özellikler başarıyı getirse bile yetmiyor. Bunların yanı sıra hassasiyet, yaratıcılık, estetik, sanat, ahenk, incelik, affetme, kusurları örtme, fedakârlık, merhamet, muhabbet, nezaket gibi hasletler de gerekiyor.[28] [29]

İnsanlığın bu ince yapısı birçok davranış şeklini ve özellik­le bazı patolojileri anlamamız yönünde son derece önemli olduğu için meseleyi kadim Çin bilgelik ekolü Taoizm’deki yin-yang prensibi üzerinden de açıklamaya çalışalım. Aşağıda verdiğimiz diyagram, klasik Taoizm’in sunduğunun farklı bir hâlidir ama genel prensip değişmez.

20240204_215649-300x104 Aileyi İfsad Etme ve İnsanlığı Yeniden Yapılandırma Küresel Proje "Savaşı" nın Ana Cepheleri

Celâl ağırlıklı erkek dünyası sol bölüm (yanğ), cemâl ağırlık­lı kadın dünyası ise sağdaki çiçekli bölüm (yin) tarafindan temsil edilir. Aynen yukarıda açıkladığımız gibi erkek, içinde bir cemâl (yin) çekirdeği (düz, sade kısmın arasındaki çiçekli bölüm), kadın da içinde bir celâl (yanğ) çekirdeği (çiçeklerin arasındaki çiçeksiz, sade bölüm) taşır. Hanımefendilerin çi­çeklerle bezenmiş olmaları cemâl isimlerinin fıtrattan gelen zenginliğine işaret eder.[30] [31] Erkeklerde ise celâl isimleri daha belirgindir.[32] Fakat bütün bu “kod”lar potansiyel olarak iki cinste de vardır; sadece duruma göre uyanmayı bekler. Er­kekler cemâl eksikliğinden dolayı cemâl zengini olan hanıme­fendilere yönelirler ve kadınlar da tam tersi olarak erkeklerin celâl yönlerine çekim hissederler. Neticede fizikte artı ve eksi kutupların birbirini çekmesi gibi yin ve yang veya celâl ve cemâl birbirini çeker ve bir “ikili birlik” oluşur.[33] iki taraf da zenginleşir, bütünleşir, tamamlanır ve evrendeki denge yerine oturur. İşte Lao Tzu, MÖ 600’lerde bu dengeyi fark etmiş ve onu, bu şemayla ve yazılarıyla ifade etmiştir. Bizim tasavvuf geleneğimizde bu birleşme “tevhid” ve “tevfik” olarak tabir edilir. “Tevhid”, Rabbimizin el-Vâhid ism-i şerifinden gelir ve ilahi “Bir”liği ifade eder. “Tevfik” ise vefk kökünden gelir ve bugünkü lisanımızda kullandığımız yabancı kelime “senkro­nizasyona benzer. Celâl ve cemâlin bu dengeli ve meşru be­raberliğinden ise iki taraf için de daha yüksek bir olgunluk hâli ortaya çıkar ve bu hâle de “kemâl” denir.[34]

Yukarıda cemali uyanmamış bir erkek örneği vermiş ve eşi­nin onu nasıl bir incelikle teşvik ettiğini açıklamıştık. Hanı­mefendiler el-Halîm (yumuşak huyluluk, incelik), er-Reşîd (doğruyu bulduran), el-Mücîb (her derde çare bulan), el-Ve- dûd (hakiki manada karşılık beklemeden seven) ve en önem­lisi es-Sabûr (sonuna kadar sabreden) ism-i şerifleri ile mü­şerref oldukları için, hanımefendi kaldıkları müddetçe biz hoyrat erkekler için hayat kurtarıcı olabilirler.

Ama bu bölümün başlığı olan “erkek kadın” hâline dönüşmüş­lerse ne olur? Felaket olur. O nadide, birbirinden latif, rengâ­renk, râyihasına doyum olmayan “çiçek”ler solmaya başlar; cennet bahçesi gibi olan gönülleri âdeta dolu yağmuruna tu­tulmuş gibi tarumar olur. Ve çiçeklerin solmasının bir psikiyat- rist olan bizi ilgilendiren yönü, hayat boyu depresyon yaşama oranlarının günümüzde erkeklere göre belirgin bir şekilde daha yüksek olmasıdır (kadınlarda %21,3; erkeklerde %12,7).[35] Fakat bu oranlar, sanal bağımlılıkla birlikte, 2012’den itibaren “akıllı” telefonlar sebebiyle beklenmedik bir hızla artmış ve J. Twen- ge’in ifadesiyle, artık bu durum bir sosyal dalgalanma değil, bir tsunami haline dönüşmüştür. Özellikle sosyal medya bağımlılı­ğı, depresyonu tetikler görünümdedir.

Ve bu depresyon artışı, yandaki grafikte gördüğümüz gibi, genç kızlarımızda, genç erkeklere göre anlamlı bir şekilde daha fazladır.

2020’lere gelindiğinde tedavi gerektiren depresyon yaygınlığı, ergen kızlarda %25,2 (erkeklerde %9,2) seviyesine çıkmıştır.[36] Biz bu farkın esas sebebinin büyük oranda fıtri yapısal fark­lılıktan kaynaklandığını düşünüyoruz. Yukarıda, kadınlarda cemâl potansiyelinin erkeklere göre çok daha fazla olduğuna işaret etmiştik. Ve bu potansiyel gerçekleşmezse sıkıntı yaratır ve bu sıkıntı da zamanla depresyona dönüşür.

20240204_215704-261x300 Aileyi İfsad Etme ve İnsanlığı Yeniden Yapılandırma Küresel Proje "Savaşı" nın Ana Cepheleri

Bu mevzuda îbna Arabi’nin [ks] kerb kavramı bize ilginç bir açıklama getirir. İbn Arabi [ks] “kerb”i nefesini zorla tutan birinin çektiği sıkıntıya benzetir. Yani doğuştan gelen yapılarında mevcut olan cemâl potansiyeli gerçekleşmezse özellikle genç kızlar, nefesini tutup da veremeyen biri gibi bunalıma girerler. Ağırlıklı olarak er­keksi bir varoluş tarzı yaşayan hanımlar için hassasiyet, gönül alıcılık, incinmiş duyguları tamir etmeye isteklilik, kaba dil kullanmamak, anlayışlılık, namus, fedakârlık, çocukları sev­me, sadakat, başkalarının ihtiyaçlarına duyarlılık, yaratıcılık, estetik, sanat, âhenk, incelik, affetme, kusurları örtme, merha­met, muhabbet, şefkat; kısaca ince kadınlık ve annelik hâlleri bir ayrıntı değil, mutlulukları için zorunlu birer önkoşuldur.

Erkekleşen kadın bütün bu inceliklerini kaybeder ve kısa veya uzun vadede depresyon, kaygı, panikatak, psikosomatik has­talıklar ve benzerlerini yaşar. İşte biz aşağıdaki grafikte gös­terilen, erkekler ve kadınlar arasındaki depresyon ve kaygı oranlarındaki, kadınlar aleyhine anlamlı farkın, celâllenmeyle dolaysız olarak bağlantılı olduğunu düşünüyoruz.[37]

20240204_215716-300x260 Aileyi İfsad Etme ve İnsanlığı Yeniden Yapılandırma Küresel Proje "Savaşı" nın Ana Cepheleri 20240204_215724-300x260 Aileyi İfsad Etme ve İnsanlığı Yeniden Yapılandırma Küresel Proje "Savaşı" nın Ana Cepheleri

Uzaktan kumandalı, güdümlü sözde feminizm, aslında “erkek kadın” yaratma projesi, sadece aile kurumunun çökmesine sebep olmaz, sağlığa verdiği zarardan dolayı ülke ekonomileri için de büyük bir meseledir.

Şimdi tefekkürümüze devam edelim ve çiçeklerin solmasının diğer etkilerine de bakalım. Yukarıda açıkladığımız gibi er­kekler kendi içlerindeki bir eksikliği tamamlamak için kadın­lara yönelirler ama karşısında bir “erkek kadın” gören erkek bu çekimi daha az hisseder ve -burası çok önemli- incelme, hakiki insan olma şansını yitirir; işkolik, kaba saba, hırsına yenilmiş bir varoluş tarzı sergiler. Yani kadın, erkekler için hayat kurtarıcı fonksiyonunu kaybettikçe erkekler de daha mutsuz olur ve farklı psikolojik ve psikosomatik hastalıklar sergilerler. İçten içe toplumun dengesi kaymaya başlar ve ge­nel manada bir varoluş bunalımı ortaya çıkart Yukarıda sun­duğumuz yin-yang şemasındaki en ufak bir denge kayması toplum üzerinde kelebek etkisine benzer bir durum meydana getirir. Ve son olarak erkekleşmiş kadının annelik duyguları da zedelendiği için, çocuklar da bu durumdan olumsuz ma­nada paylarını alırlar. Hayat öncelikleri varolmak yerine sahip olmak ağırlıklı olunca sevgi ve muhabbete ayrılan zaman aza­lır ve sevgisizlik çok ama çok hasta eder.

 

3

ÜÇÜNCÜ CEPHE:
BABA OTORİTESİNİN KASITLI
OLARAK YIKTIRILMASI

“Aileyi îfsad Etme (Bozma) ve İnsanlığı Yeniden Yapılandır­ma Küresel Projesi”nin önceki bölümlerinde eğitim sistemi­nin nasıl terbiyesizleştirildiğini, sonra da feminizm adı altında eş ve annelik kurumunun nasıl yıkıldığını gördük. Şimdi de aile reisi konumunda olan babanın nasıl devreden çıkarıldı­ğına şahit olacağız.

Burada kullanılan stratejiyi anlamak için ise tarihte biraz geriye gitmemiz ve Frankfurt Okulundan başlamamız ge­rekir. Frankfurt Okulu’nun tarihçesini şöyle özetleyebiliriz: Rusya’daki Bolşevik îhtilâli’nden (1917) sonra komünizm, beklentiler doğrultusunda Batı’ya ve ABD’ye yayılmayınca uluslararası komünist teşkilatı (Komintern) bu duraklama­nın sebeplerini araştırır ve Lenin’in teşviki ile Moskova’da, Marx-Engels Enstitüsü’nde bir sempozyum organize edilir. Katılımcılar arasında György Lukâcs, Willi Münzenberg gibi sosyologlar da vardır. 1924’te Lenin öldükten sonra, Lukâcs Almanya ya gider ve orada bir grup komünist temayüllü sosyolog ile irtibat kurar. Bu grup Frankfurt Üniversitesi Sosyal Araştırmalar Enstitüsü etrafında organize olur. Cari Grünberg, Max Horkheimer gibi isimler enstitünün başkan­lığını yaptıktan sonra, Hitler iktidara gelince enstitü kapanır ve üyeleri değişik yollardan ABD’ye kaçarlar (üyelerin ekseri­si Alman Yahudileridir). Frankfurt Okulu, ABD’de Herbert Marcuse, Erich Fromm, Max Horkheimer, Theodor W. Ador- no, Leo Löwenthal ve Jürgen Habermas gibi önemli isimlerin önderliğinde faaliyetlerini sürdürür. Frankfurt Okulu men­supları komünizmin nihai zaferi için iki tür ihtilâl olabileceği­ni savunurlar: Bunlardan birincisi politik ihtilal (Rusya’da ol­duğu gibi), İkincisi ise kültürel ihtilaldir. Bu ekol, bu kültürel ihtilâl üzerine yoğunlaşır. Almanya’daki faaliyetleri esnasında kapitalizmin tenkidi ön plandadır ve Horkheimer’in “Eleştirel Kuram”ı (Critical Theory) çerçevesinde Yeni Çağ Batı Mede- niyeti’nin o güne kadar üzerinde durduğu “geleneksel kuram” sorgulanır. Yani pozitivizm, ampirizm, bilimsellik veya indir­geyici saf ölçme biçme metodunun belki maddi dünya üze­rinde geçerli olabileceği ama tarihin akışı içinde zuhur eden sosyal gerçekleri analiz edemediği fikri savunulur. Çünkü araştırmayı yapan bilim adamı da bu görüşlerin vârisidir.[40]

Frankfurt Okulu ABD’ye taşındıktan sonra ise kapitalizm eleş­tirisi, yerini genel bir Batı medeniyeti tenkidine bırakır. Hork­heimer ve Adorno’nun Aydınlanma? nın Diyalektiği (1944) ve Adorno’nun Minima Moralia (1951) kitaplarında bu tema öne çıkar. Bu eleştiri hem sosyal hem de psikolojik temellere otur­tulmaya çalışılır. Tabii ki çoğunluğu Holokost (Yahudi Soykı­rımı) travması yaşayan Musevilerden oluşan bu ekol (Haber­mas dışındaki önemli isimlerin hemen hemen hepsi; Horkhe­imer, Adorno, Marcuse, Pollock, Fromm ve Löwenthal; “ABD sürgünü”ndeki Yahudi intelijansiyası mensuplarıdır), bilim­sellik adı altında politik propaganda yapmaya başlarlar.

Uygulanan ince stratejiyi anlamaya çalışalım: Yukarıda açık­ladığımız gibi Frankfurt Okulu, Almanya’da aslında sosya­lizmin zaferi için fikir üreten bir düşünce kuruluşu olarak başlamış ve var olan bilimsel materyalizm ve ampirizm pa­radigması çerçevesinde beklenen sosyal değişimin gerçekleş­meyeceği kanaatine varılmıştır. Ve böyle bir sosyal değişi­min mümkün olabilmesi için radikal bir yeniden yapılandır­ma düşünce sistemi gerekir. Bu hedefe varmak için birinci olarak “Bütün bildiklerini eleştir ve unut.”, ikinci olarak ise “Mutlak gerçek yoktur.” önerileri öne sürülür. Yani sosyalist kültürel ihtilâlin mümkün olabilmesi için Türkçe tabiri ile “sil baştan” yapmak gerekir.

Fakat ABD’ye göçten sonra sosyalizm neredeyse tamamen gündemden çıkar ve bu mantık, toplumu kendi amaçları doğ­rultusunda yeniden yapılandırma projesi için uygulanır. Ve yukarıda eğitim sistemi ve feminizm başlıkları altında açıkla­dığımız radikal değişimler devreye girer.

Bu radikal değişimleri anlamak için ABD’ye göç eden entelek­tüellerin, özellikle Frankfurt Okulu entelektüellerinin, psikolo­jik altyapılarım araştırmakta fayda vardır. Çoğu; aile fertlerini, akrabalarını Holokost esnasında Alman toplama kamplarında kaybetmiş, ağır travma geçirmiş insanlardır. Ayrıca bu, 2000 yıllık Avrupa sürgününde yaşadıkları ilk katliam da değildir. Farklı dönemlerde Rusya’da, Polonya’da İspanyada benzer felaketler yaşanmış ve birçok insan telef olmuştur. İşte bu ne­denle “Never again!” (“Bir daha asla!”) mantığı ile, hem yapı­lan haksızlıkların intikamı alınmaya çalışılır hem de toplumun dinamikleri ustaca bir yaklaşımla temelden değiştirilmek iste­nir. Amaç;goy/mleri (goy: kavim [tekil]> goy im-. akvam [çoğul]) yani Yahudi ırkı dışında olan halkları, gelecekte kendileri için zararsız hâle getirmektir.

Analiz etmeye ve çözüm bulmaya çalıştıkları psikolojik denk­lem, bu halklarda (goyim) nasıl böyle bir öfke birikiminin or­taya çıkabilmiş olmasıdır. Mesela Almanların milyonlarca Yahudi ve diğer bazı azınlıkları toplama kamplarına sürmelerinin ve gaz odalarında imha etmelerinin nasıl bir psikolojik izahı olabilir? İlk olarak Batı medeniyeti genel manada mercek altına alınır ve kısa bir müddet sonra suçlu olarak Hristiyanlık gün­deme gelir ve Hristiyanlık; bütün kiliseleri, dogmaları, ahlak kurallarıyla birlikte bir hedef tahtası olur. Burada mantık şöy­le işler:*Önlara göre Hristiyanlık, doğa üzerinde baskı kurma, doğal olanı reddetme dinidir. Ve bu görüşten, kestirme yoldan pragmatik bir çıkarsama yapılır: Antisemitizm (Yahudi karşıt­lığı) bu doğa düşmanlığının sonucu olarak meydana çıkmıştır. Çünkü Hristiyanlar doğal cinsel güdülerini inkâr ettikleri için, Freudyen psikanaliz teorisinin iddia ettiği gibi, psikolojik bir ge­rilim yaşarlar ve bu gerilimi çevreye ve özellikle Yahudiler üze­rine yöneltirler. Yani ilk aşamada yapılan soykırımların ilk so­rumlusu Hristiyanlıktır.[41] Ama teori bu anlatımla sınırlı kalmaz, öfke birikiminin otoriter aile kurumu ve baba ile de bir ilişkisi vardır. Bilindiği gibi Freudyen psikanalizde Oedipus Kompleksi teorisi vardır. Erkek çocuk annenin sevgisi için baba ile rekabet halindedir ve baba da onu bilinçdışında hadım etmekle tehdit eder. Çocuk, babaya karşı gelemediği için içinde bir öfke biriki­mi yaşar ve bu öfke psikolojik bir savunma mekanizması olarak yer değiştirdiğinde çevreye ve tabii ki kendi mantıklarına göre de Yahudilere yansıtılır. Bu durumda babaya karşı olan nefret dindirilmiş, ama Yahudiler kurban hâline gelmiş olur.

İşte esas mesele budur. “Baba=otorite=nefret=çevreye yan­sıyan öfke=Yahudi düşmanlığı” ise çözüm, otoriteyi temsil eden babayı sosyal tahtından indirmekten geçer. Yani ataerkil sistem, baba otoritesi, aile bağları, nesilden nesile aktarılan doğrular, görgü, gelenek, ahlak kuralları gibi hususlar yeniden yapılandırılmalıdır. Bu arada otoriter eğitim sistemi, kadının toplumdaki yeri, kısaca toplumun tüm gelenekleri ve altyapısı hem sorgulanır hem de “entelektüellere” has, mağrur bir eda ile tepeden inme olarak değiştirilmek istenir. /

Daha da ötesi ve ilginç olanı, sosyolog ve psikologlara göre bu yasaklanmış güdü çoğu zaman eşcinsel tabiatlıdır çünkü ha­dım edilme kaygısı sebebiyle babaya itaat edilir. Hadım edil­me kaygısını önlemenin en tesirli yolu ise küçük bir kız hâli­ne dönüşmektir çünkü erkek eşcinselliğinde kişi zaten kendi kendini sembolik manada hadım etmiştir. Böylece babaya karşı olan nefret yine dindirilmiş olur. Yani eşcinsellik ne kadar artarsa, yukarıda açıkladığımız mânâda, öfke birikimi azalır ve çevreye daha az yansıtılır. Bakın nereden nereye gel­dik. .. Türkçede “Zırva te’vil götürmez.” diye bir tabir vardır. Psikanaliz, terapi odasında ve yayımlanan yüz binlerce ki­tap üzerinden baba otoritesini sorgularken diğer yandan da Frankfurt Okulu sosyologları, sosyal bilimler alanını âdeta kendi fikirleri ile işgal ederler. %2,5 nüfus oranı ile Yahudiler, sosyoloji alanında %60 oranlarında etkindirler.

İşte bu atmosferde 1950’lerde Amerikan Yahudi Komitesi’nin bilimsel araştırmalar bölümü, “Önyargı Üzerine Çalışmalar” adı altında bir dizi makale ve kitap yayınlatır. Bunlardan biri de Theodor W. Adorno, Else Frenkel-Brunswik ve Sanford Levinson’m hazırladığı “Otoriter Kişilik” kitabıdır.[42] Kitap, özet olarak şunları söyler: Duygular bastırılırsa çevreye yansır; özellikle öfke, nefret gibi duyguların oluşmaması için çözüm, aşın bireyselliğin teşvik edilmesidir. Ayrıca sosyal gruplaşma­lar, mesela Hristiyan gruplar, milliyetçi oluşumlar gibi top­luluk engellenmeli ve sonuç olarak öfke ve nefretin olmadığı ütopik bir toplum yaratılmalıdır. Yani asıl hedef Siyon veya bugünün tabiri ile bir Matris dünyası yaratmaktır.

Ve bu proje de başarılı olur. Geriye dönüp baktığımızda geçen elli senede özellikle ABD’de baba otoritesinin adım adım yı­kıldığına şahit oluruz. Ama sadece baba değil, otoriteyi temsil eden okul, kilise, sosyal kurumlar… Yani her yerde otorite âdeta özgürlüğün karşı kutbunda olan bir düşman gibi sunulur. Me­sela E. Fromm’un Fear of Freedom (özgürlük Korkusu) kitabı bu temayı işler ve ‘İnsancıl ve Varoluşçu Psikolojiwnin temel düsturlarından olan “Başkasına zarar vermediğin müddetçe her şeyi yapabilirsin, bu hayat senin, korkmadan dolu dolu yaşa.” düşünceleri erdemmiş gibi yayılır. E. Fromm’un bir başka “veciz yumurta”sı; çekirdek ailenin, ona göre, “sadomazoşist” yapıda olmasıdır. Ve bu yapı faşizmin doğum sebebidir.[43] [44]

Baba otoritesinin yıkılmasının çok şaşırtıcı bir başka etkisi ise toplumda meydana çıkan zeka düzeyindeki düşüştür. Bu duru­mun izahı da şöyledir: Beş çocuklu bir ailede üç kız ve iki erkek çocuk olduğunu düşünelim. Bu üç kızdan en fazla hangisi ba­banın sözünü dinlemeyip evlilik dışı ilişkilere girip hamile kal­ma riskini taşır? Cevap “zekâ düzeyi en düşük olan’dır çünkü ebeveynin hiçbir uyarısı dikkate alınmamış ve sonuçlar hesap­lanmadan böyle ilişkilere girilmiştir. Ve bu kişilerde gayrimeşru ilişkiler artarsa toplumun ortalama zekâ düzeyi düşer. 1960-1991 aralığında ABD’de siyahlarda gayrimeşru çocuk oranları %24’ten %68’e, beyazlarda ise %2’den %18’e yükselir.[45] [46] Tabü ki aile içi otoritenin azalması sadece bu alanda değil; alkolizm, uyuşturucu bağımlılığı, şiddet olaylarına karışma gibi sosyal durumlar için de geçerlidir. Dikkat buyurun, eş güdümlü olarak farklı cepheler üzerinden, bilimsellik kamuflajı altında, nakış yapar gibi, bir İn­sanlığı Yeniden Yapılandırma Projesi uygulanmaktadır.

4

DÖRDÜNCÜ CEPHE:
EŞCİNSEL HAYAT TARZININ,
HER TÜRLÜ CİNSEL SAPKINLIĞIN VE
SÜBYANCI LIĞI N KÜRESEL ÇAPTA
EŞ ZAMANLI OLARAK ARTTIRILMASI

2021 yılında Dünya Çocuk ve Aile Koruma Platformunun (DUNYACAKOP) konuşmacı olarak davetlisiydim. Bizimle beraber sunum yapan bir İrlandalIya şu soruyu yönelttim: “Siz İrlandalIlar bildiğim kadarıyla dindar Katoliksiniz; nasıl oldu da eşcinsel evliliğine izin verdiniz?” Muhatabım bir müddet susup anlamlı bir ifade ile gözlerimin içine baktıktan sonra şu cevabı verdi: “George Soros gelip bu iş için bir buçuk milyar dolar yatırırsa olur…” Bir Macar Yahudisinin İrlanda’da ne işi var, kendimize bir soralım.[47]

 

Aileyi İMd Etme ve insanlığı Yeniden Yapılandırma
Küresel Projesi

20240204_215739-300x180 Aileyi İfsad Etme ve İnsanlığı Yeniden Yapılandırma Küresel Proje "Savaşı" nın Ana Cepheleri

Çalışmam ilerledikçe kitabın başından itibaren sunduğum sos- yal analizlerin aslında bir bütünün farklı parçaları olduğunu anladığımda yukarıda sunduğum şu şemayı oluşturdum ve esas amacın ne olabileceğini araştırdığımda, hayretle, dairenin mer- kezinde aile kurumu olduğunu gördüm. Sonraki araştırmala- rım beni daha da vahim bir tabloyla karşılaştırdı. Evet, şüphe yok ki esas hedef, aile ve daha da ötesi “ insanlık” tı. Binbir ba- haneyle sosyal reformlar yapalım derken işin arkasında özenle hazırlanmış başka bir amaç vardı. İşte şimdi çalışacağımız “eş- cinsellik” konusu da bu acımasız savaşın cephelerinden biri. ^Bir psikiyatrist olarak benim eşcinsellik olgusu ile ilk temasım, Zürich Üniversitesi Psikiyatri Polikliniği’nde gördüğüm bir ti- yatrocu hasta ile oldu. Depresyonu vardı ve insan ilişkilerinde yaşadığı düş kırıklıklarını anlatıyor, “Beni çok sukûtuhayale uğrattılar, aldattılar.” diyordu. Eşcinsel yönelimli olduğu için çektiği acılar aynı cins ilişkilerinden kaynaklanıyordu; ben de hayat hikâyesini biraz daha iyi anlamak için, “Kaç kişi sizi aldattı?” diye safça bir soru sordum. Bir müddet sükût ettikten sonra gözlerini önüne eğdi ve “Beş yüzün üzerinde olmuştur.”dedi. Eşcinsel hayat tarzının (gay lifestyle) “inceliklerini” bil­mediğim için “Ama bu nasıl olabilir?” dedim. Yüzünde acı bir tebessümle beni şoke eden bir cevap geldi: “Her gece genel tu­valetlere gidip iki-üç kişi ile ilişki kurarsanız olur.” dedi. Baş­tan bu durumun, bu hastama özel istisnai bir davranış modeli olduğunu düşündüm ama biraz araştırınca bu kişilerde hayat boyu geçici, gecelik ilişkiler kurma sayısının beş yüz ila bin beş yüz arasında olduğunu öğrendim. Değişik araştırmalar, eşcin­sellerin %43’ünün hayatları boyunca 500 ve üstü eşcinsel iliş­kiye girdiğini göstermiştir, %28’i ise hayatları boyunca 1000 ve üzerinde ilişki yaşadıklarını söylerler. Eşcinsellerin %79’u yaşadıkları bu deneyimlerin %50’sinin tamamen yabancı kişi­lerle olduğunu belirtirler. Ve bunların %70’i tek gecelik ilişki­lerdir (one night stands, bkz. “The Castro” filmi). Ayrıca yine eşcinsellik sosyal uygulamalarından olan, weekend gay Circuit partiesde (“hafta sonu gey çember partileri”)alkol, uyuşturu­cu, uyaran tesiri altında, “bulan bulunanla” ilişkiye girer. Risk almaktan kaçınılmaz, prezervatifsiz ilişki (barebacking), bir manada “Aşkım, sana hayatım feda olsun.” anlamını taşır ve ilişkiye artı bir heyecan katar.

Ve beni bir psikaytrist olarak ilgilendiren, böyle uç bir davra­nışın fenomenolojisini anlamak oldu. Araştırdıkça ilişki sa­yısının da ötesinde bir dizi sapkın davranışın ve ritüelin bu duruma paralel gittiğini de gördüm.

Biraz sonra açıklayacağım gibi, hem bedene ve hem de psiko­lojik dengeye zarar veren böyle bir hayat tarzının sürdürüle­bilmesi için, yüksek miktarda bağımlılık durumu olması ge­rekir. Yani alkol, esrar, eroin, kokain gibi madde bağımlılıkla­rına benzer bir süreci izliyoruz. Kişi o madde veya davranışın kendine zarar verdiğini bile bile aldığı geçici yüksek hazdan dolayı süreci ettiriyor. Bütün bağımlılıkların fenomenolojisini anlamak için böyle davranışların, aslında bir tarz “arayış” olduğunu bilmek gerekir. VAlmancada “bağımlılık”, yani die Sucht tabiri, suchen, aramak” ile akraba kelimedir. Yani “bağımlı” aslında bir anlamda “arayan”dır ama neyi arar, ile- ride açıklamaya çalışacağım.

a.Eşcinsel Hayat Tarzına Eşlik Eden Patolojiler

Eşcinsel Hayat Tarzının Bedene Verdiği Zararlar

(Somatik Yan Etkiler)

  • “Çok İlişkinin Sebep Olduğu Enfeksiyöz Hastalıklar: Eş­cinsel lobisi aksini iddia etse de AIDS ve hatta son zaman­larda meydana çıkan Maymun Gribi, şehvet sarhoşluğu esnasında hijyen şartlarına uymadan gerçekleşen cinsel beraberliklerden kaynaklanır. Ama sadece bunlar değil, belsoğukluğu (gonore), frengi (sifilis), hepatit (sarılık), herpes, HPV (insan papilloma virüsü), tüberküloz ve HIV koenfeksiyonu, bakteriyel menengit, epididimit, prostatit ve bu enfeksiyöz hastalıklara paralel giden anal kanser gibi kanser türleri eşcinsel olmayanlara kıyasla eşcinsellerde anlamlı bir şekilde daha yüksek oranlarda görülür.[48]
  • Sapık Cinsel Pratiklerin Bedene Verdiği Zararlar: Anal yır­tıklar ve yaralar, penis ve teştis torbası yaralanmaları, sa- domazoşist pratiklerden kaynaklanan travmalar…

Eşcinsel Hayat Tarzının Nefs Sağlığına Verdiği Zararlar

(Psikolojik Yan Etkiler)

Somatik hastalıkların yanı sıra eşcinsel/gey varoluş tarzı, in­san psikolojisini de olumsuz etkiler. Son araştırmalara göre depresyon, kaygı, sadizm, mazoşizm, intihar ve bağımlılık oranları eşcinsellerde belirgin bir artış gösterir.

İntihar üzerine yapılan iki çalışma eşcinsel hayat tarzını sür­dürenler ile heteroseksüeller arasındaki farkı açıkça göster- iniştir. Bu çalışmalar ileride göreceğimiz “cinsel kimlik tera­pisi” açısından da önemlidir. Çünkü bu tarz terapilere yapılan eleştiriler, “İntihar oranlarını yükseltiyor.” görüşünü savu­nur. Ama gerçekte eşcinsel hayat tarzı zaten insanı intihara sürükleyebilir.[49] [50]

Eşcinsellerde depresyon oranları ise eşcinsel olmayanlara göre %100 ila %150 daha yüksektir.[51]

Bir başka patoloji ise bağımlılığın her türüdür. Eşcinsellerin %25’i ila %33’ü alkoliktir. Uyuşturucu ve alkol bağımlılığı bisek- süel gençlerde heteroseksüellere göre %340 daha yüksektir.[52] “Eşcinsellik psikolojik açıdan patoloji oluşturmaz.” diyen ve karşı görüşü temsil eden iki araştırma, 1982’de Gonsiorek ve 1988’de Ross tarafindan yayımlanmıştır.[53] [54] Bu iki araştırma da eşcinsel olmayanlarla eşcinsel olanlar arasında “Psikolojik açıdan fark yok, varsa da toplumun baskısı nedeniyle var.” görüşünü savunur. Aynı dönemde yapılan bir başka araştır­mada ise Riess (1980) MMPI testi kullanarak eşcinsellerde daha yüksek düzeylerde “kişisel ve duygusal aşın hassasiyet” bulmuştur.[55] Gey hayat tarzı savunucuları, genelde psikolojik sorunların, çevre/mahalle baskısı yüzünden çıktığını savunup “ötekileştirilme, aşağılanma, insan yerine koyulmama bizi hasta ediyor.” derler. Fakat gey hayat tarzına neredeyse hiç itirazı olmayan, eşcinsellerin hoşgörü ile karşılandığı Hollan­da ve Yeni Zelanda’da yapılan çalışmalar bu durumun “ho- mofobi” ile ilgili olmadığını göstermiştir.[56]

Eşcinsel hayat tarzının, hem bedene hem de insan psikolojisi­ne büyük zararlar verdiğini gördük. Peki, böyle bir hayat tar­zının küresel bir hareket olarak bazı medya organları, akade­mik çevreler, sınır tanımayan “kulüp”ler ve politik yandaşlan tarafindan dünyaya normallik ve insan hakları olarak empoze edilmesi toplumu daha nerelere götürebilir?

İnsanlık; tabii, fıtri (yaradılıştan) yapısından gelen kadim bir “savunma duvarf’na sahiptir. Medeniyetler arasında fark­lılıklar olsa bile akıl, mantık, aklıselim (sağduyu, common sense), vicdan diye tanımlanan bu yapı bizi belirli müşterek­lerde birleştirir. Dünyanın değişik ülkelerine yaptığım seya­hatlerde, özellikle Afrika’nın en ücra köşelerinde, dinleri ne olursa olsun (animist, Şamanist, Hristiyan vb.) bu müşterek duvan hem fark ettim hem de ilkel dediğimiz insanlardan nice dersler aldım. İşte bu “duvar” yıkılırsa, insanın düşemeyeceği rezillik yok gibi görünüyor. Eşcinselliğin normallik, hatta if­tihar edilecek bir davranış olarak anlaşılması da, öncelikle bu duvarı yıkacağa benziyor. Bu durumu açıklayan bazı örnek­ler veriyorum: NAMBLA (North American Man-Boy Love Association), “Kuzey Amerika Erkek-Oğlan Sevgi Derneği”; Harry Hay, David Thorstad gibi gey hareketinin ileri gelen­leri tarafından .kurulmuş bir dernektir. Amaçları yetişkin er­keklerin, reşit olmayan erkek çocuklarla cinsel ilişki kurma­larının doğru ve faydalı olduğunu kanıtlamak ve bunu yasal hâle getirmektir. Çoğu gey yürüyüşünde onlar da yer alırlar, pankartlar taşırlar, “insan” haklarını savunurlar. Bu konu dile getirildiğinde diğer gey kuruluşları hemen savunmaya geçer ve “Onlar bizden değil, bizim tasvip etmediğimiz bir yöne­lim…” derler. Ama istatistiklere bakıldığında, eşcinselliğin çok acı bir yönü ile karşılaşırız. Maalesef %13 oranı ile eşcinsel­ler çocuklara karşı işlenen cinsel taciz suçlularının %33’ünü teşkil ederler.[57] “Sübyancılık” veya genç ergenlere düşkünlük eşcinsel temayülün temel taşlarından biridir. Eşcinsellerin %73’ünün 16-19 yaşında çocuklarla ilişki kurdukları çalışma­larla tespit edilmiştir.[58] [59] [60]

Neticede hem beden hem de nefs sağlığına büyük zarar ve­ren, ortalama hayat beklentisini yirmi yıl kısaltan kadın ve erkek eşcinselliği, eş zamanlı küresel propaganda sayesinde günümüzde patlama durumuna gelmiştir. Aşağıdaki birin­ci grafikteki 2012-2021 arası artış J. Twenge’in 2012 yılma verdiği anlam ile tamamen örtüşür. Nitekim 2012, akıllı telefonların yayılmaya başladığı tarihtir, yani bir milattır. Aşağıdaki, nesiller arası bu karşılaştırma ise çok çarpıcıdır. 2017’de 5 ila 24 yaş aralığında olan Amerikalı Z kuşağı, baş­ka hiçbir nesilde görülmemiş bir artışla kendini LGBT ile kimliklendirir.

İkinci grafik daha da vahimdir çünkü 2012-2021 arası Amerika­lılarda kendilerini LGBT+ olarak tanımlamada % 100 artış izleriz.

20240204_215757-237x300 Aileyi İfsad Etme ve İnsanlığı Yeniden Yapılandırma Küresel Proje "Savaşı" nın Ana Cepheleri

Daha da vahimi, Z kuşağının %20 civarında olduğu kayde­dilen kendisini LGBTQ+ olarak tanımlama oranları, özellikle bazı ABD üniversitelerinde ortalamanın çok daha üstündedir. En yakın tarihli araştırma, bu oranların Ivy League okulların­da en yüksek oranlarda olduğunu gösterdi. Brown Üniversi­tesi %38 ile birinci sırada.62 63

20240204_215812-250x300 Aileyi İfsad Etme ve İnsanlığı Yeniden Yapılandırma Küresel Proje "Savaşı" nın Ana Cepheleri

Bu yeni cephenin ön hazırlığı gender dysphoria (“cinsiyetinden memnun olmamanın getirdiği gerilim”) diye tanımlanır. Sosyal medyaya “trans guru’lar yerleştirilir ve bunlar zamanla bir rol model hâline dönüşür. Telkin edilen ana tema, “Ben doğuştan gelen cinsiyetimden memnun değilim, kendimi karşı cins gibi hissediyorum.” fikridir. Ve sonrasında cinsiyet değiştirenlerin kendilerini daha mutlu, daha özgür, daha özgüvende hissettik­leri propagandası yapılır. Bir müddet sonra sosyal bulaşıcılık devreye girer ve dünyanın her tarafında trans eğilimler başlar. Son on senede cinsiyetinden memnun olmama oranları Batı dünyasında ve özellikle ABD’de %1000 oranlarında artmış, lise öğrencilerinin %2’si kendilerini trans olarak tanımlamaya baş­lamışlardır.[65] [66] Bu oran İngiltere’de %4000’e ulaşmıştır.[67] Bura­da ilginç olan, ABD’deki DSM gibi kuruluşların, kendi kriterle­rine göre teşhis kategorileri yaratma eğilimidir.[68] [69]

Ve bu ağa yakalanan, mesela on dört yaşındaki masum, gül gibi kızınız, özellikle Kaliforniya’da oturuyorsanız, gittiği okulun psikologuna yönelir ve okul idaresinin onayı ile size (ebeveynlerine) haber verilmeden, kısa bir izleme süresinden sonra, School Based Health Çare Clinics (“kul Tabanlı Sağlık Hizmetleri Kliniği”) tarafından reçetelenen Lupron adlı ilacı almaya başlar.[70] Bu ilaç, ergenlik gelişimini durduran bir ilaç­tır. Ergenlik belirtileri, düğmeye basılmış gibi duraklar, âdeta çocuğun yumurtalıkları dondurulur. Ama iş burada da bit­mez; garip kızımız biraz gelişmiş göğüsleri belli olmasın diye onları kundaklar gibi bantlamaya başlar. Ve bir sonraki aşa­ma tabii ki testosteron (erkeklik hormonu) alınmasıdır, reçete hazırdır. YouTube’da altı binin üzerinde video, testosteronun nasıl enjekte edileceğini gösterir.[71] Ve gül gibi kızımızın sa­kalları çıkmaya başlar, sesi kalınlaşır, kasları gelişir, beden dili değişir. Bu aşamada cerrahlar devreye girer; önce göğüsler, sonra rahim, yumurtalıklar gider. Alınan testosteronlarla kli­toris küçük bir havuç kadar büyür ve bazıları bu özelliklerini teşhir bile ederler. Başvurduğunuz neredeyse bütün psikolog ve psikiyatristler tek bir koro hâlinde “Aman, çocuğa karşı çıkmayın, bu doğuştan gelen bir durumdur, üstüne varırsanız sonu kötü olur, intihar bile eder.” teranesini okumaya baş­larlar. Hâlbuki ergen cinsiyet memnuniyetsizliği vakalarının %70’i geri dönüşlüdür (geçicidir).[72]/

“Bu çocuklar nasıl bu hâle geldi?”nin birinci cevabı, tabii ki, “sos­yal medya üzerinden kasıtlı olarak yayılan zehir’dir. ikinci cevap ise gender affirmation therapy nin (“seçilen cinsiyeti onaylama terapisi”) bilimsellik adı altında öne sürdüğü zırvalardır. t

b.Bilimsellik Adı Altında Öne Sürülen ve

Empoze Edilmeye Çalışılan Zırvalar

Birinci Zırva: “Ergenler kim olduklarını bilirler. Ben dişiy­dim ama artık erkek olduğumu hissediyorum, (veya tersi­ni) dediklerinde onlara güvenmek ve inanmak lazımdır.”

Yani 12-14 yaşlarında bir ergen gelecek, bunları söyleyecek ve biz de ebeveynler olarak kabul edeceğiz; tımarhanedeki deli kardeşlerimiz bile bizim bu hâlimize gülerler. Peki biz bu hâle nasıl geldik, elli sene içinde sağduyumuza ne oldu? İşte bu çalış­manın birinci cephesinde, “eğitim sisteminin çökertilmesi”ni açıklarken values clarification (“değerleri açıklama-yeniden belirleme”) projesinden söz etmiştik. Yani “Çocuk her ko­nuda kendi değerlerini kendi belirlemeli.” görüşünün uzun vadede nelere sebep olabileceğini anlamaya başlıyoruz. Eğer çocuklar bu oranlarda saçmalıyor, hayatlarını mahvediyorlar­sa bu deli saçmalıklarının birinci sorumlusu biz psikologlar ve psikiyatristleriz. Yarım asırdır ahkâm kesiyor ve terbiye konusunda anne babaları çoğu zaman yanlış yönlendiriyoruz.

Bu konuda şöyle bir fikra anlatılır: Bir anne erkek çocuğunu alıp bir psikiyatriste götürür çünkü çocuk ısrarla tavuk olduğunu iddia etmektedir. Anne psikiyatriste durumu anlatırken çocuk araya girer ve “Sizin görüşünüze ihtiyacımız yok, biz tavuklar kim olduğumuzu gayet iyi biliriz.” der. Anne, çocuğa “Tavuk olduğuna dair kanıtın nedir?” diye sorar ve ekler: “Bak, tüylerin bile yok” Çocuk, “Doğru, tüylerim yok çünkü ergenlikte trav­ma yaşadım.” cevabmı verir. Anne, psikiyatriste döner ve “Ba­kın, görüyor musunuz, bu çocuk akimı yitirmiş.” der. Psikiyat- rist ise bir müddet düşündükten sonra anneye yönelir ve “Sizi anlıyorum, durumunuz çok zor ama anlayışlı olun; siz gerçek­ten bir tavukla konuşuyorsunuz, tavuk olduğunu iddia ediyorsa doğuştan böyledir ve bunun tedavisi de yoktur.” yanıtını verir.[73] Evet, maalesef hem dünyada hem de Türkiyemizde psikolog ve psikiyatristlerin ezici çoğunluğu böyle bir tutum sergiler.

ikinci Zırva: “Sosyal değişim ve yeni kimliğin kabulü, so­nuç olarak zarar vermeyen bir serbest seçimdir.”

Açıklayalım; bizim gül kızımız Ayşe adını değiştirdi Orhan oldu, erkeklerle aynı tuvaletlere girdi, câmın saçlarını kestir­di, erkek gibi giyinmeye başladı, baştan ergenliği durduracak ilaçlar ve sonra da erkeklik hormonları (testosteron) aldı, sa­kalları çıktı, vücudu kıllandı ve üç yıl sonra kriz geçince yine eski cinsel kimliğine geri dönmek istedi. Şimdi tüm bu süreci en başından itibaren destekleyen ve bu kızımızı her anlamda mağdur eden proje sahiplerine “No problem… Mesele yok!” mu diyeceğiz? Böyle bir şeyi iddia edebilmek için ya ahmak ya kara cahil ya da “hınzır” olmak lazım.

Üçüncü Zırva: “Eğer çocuğunuzun bu değişimine karşı çı­karsanız çocuk intihar edebilir.”

Peki, hakikat ne? 2014 tarihinde Williams Enstitüsü tarafın­dan yapılan bir çalışma, trans ve/veya cinsiyetini kabul etme­yen yetişkinlerde intihar girişim oranlarını %41 olarak belir­lemiştir. Genel ABD halkı için bu oran %0,6 iken eşcinsel ve biseksüel olanlarda % 10 ila %20 arasındadır. Yani doğal, za­rarsız, özgür seçim, tercih vesaire diye sunulan bu hayat tarz­larım yaşayan on kişiden dördü intiharı düşünecek ve hatta deneyecek kadar mutsuz zaten.74

Dördüncü Zırva: “Seçilen cinsel kimlik sabittir. Trans ol­mayı seçmiş çocuğu değiştiremezsin.”

Yukarıda değindiğimiz gibi bu çocukların %70’i aslında fikir­lerinde dönüş yaşamışlardır.

Bu görüşlerin zırva olduğunu anladık. Bunların ne tıbbi ne psikolojik ne de sosyolojik dayanakları vardır.

c.Nefs İlmi Açısından Eşcinsellik İkilemi

Bu bölümün ortalarında Zürich Üniversitesi polikliniğinde gördüğüm eşcinsel hastadan söz etmiş ve yaşadığı hayat tar­zının fenomenolojisini anlamaya çalışacağımı ifade etmiş­tim. Evet, ne oluyor da normal karşı cins ilişkilerine kıyasla bu insanlar çok daha yüksek sayıda, farklı kişilerle ilişki kur­ma gereksinimi hissediyor ve ayrıca akılalmaz başka sapık pratiklere de yöneliyorlar? Yukarıda açıklamıştım; Zürich’te gördüğüm kişi her gece genel tuvaletlere gidip iki-üç kişiyle cinsel ilişki kurduğundan söz etmişti. Biraz araştırınca bu du­rumun bir istina olmadığını öğrendim; bunlar gay kulüplerin­de» hamamlarında sıkça yapılan uygulamalardı. Bir eşcinsel, New York’un “Men’s Country” ve Chicago’nun “Steamwork- s*ünü anlatırken ayrıntıları açıklıyor. Mesela “Men’s Country” dokuz kadı bir bina ve içinde hapishane, soğutulmuş bir et taşıma kamyonu gibi dizayn edilmiş mekanlar, sadomazoşist kırbaçlama, bağlama, domine etme veya başka işkencelerin uygulama odaları gibi akıl almayacak özel cinsel ilişki mekân­larının yanı sıra dark roornlan (“karanlık oda”) veya “karan­lık koridorları da var. Karanlık koridorda, koridorun iki ta­rafında, içinde basit bir yatak olan ve önü perdeyle örtülmüş odacıklar var. Muhterem eşcinsel kardeşlerimiz bu yataklarda yatıyor ve oradan geçen farklı kişilerle gece boyunca defalarca “muhabbet” yaşıyorlar.[74] O koridordan acayip çığlıkların, akıl almaz feryadann, seslerin geldiği tahmin edebiliriz.[75]

İnceleyin:  Hamdi Yazır'ın Sosyal Felsefesi'ne Giriş.

Peki, bu feryadar neyin feryadı? İnsanlar kendilerini aşağıla­tarak, bağlatarak, boğdurarak, dövdürerek, üzerlerine def-i tabii yaptırtarak, akla hayale gelmeyen uygulamalarla aslında ne arıyorlar, neyin peşindeler?[76]

Cinsellikten alınan haz, doyum noktasında bile beyindeki do- pamin gibi bazı hormonların salgılanmasından kaynaklanır ve bir müddet sonra söner.7’ Çekilen bütün bu eziyetler, ya­şanan acılar, utançlar, ölümü bile göze alarak girilen riskler, kaybolan hayat seneleri, üç kuruşluk dopamin hazzı için mi­dir?[77] [78] [79] Hayır. İnsanın derinliklerinde maddi haz arayışının ötesinde başka bir motivasyon olmalıdır; işte şimdi nefs ilmi üzerinden bu durumu anlamaya çalışacağız.

Ruh ve Beden Beraber Yaratılmışlık: “Birlik Özlemi

Nasıl ki bir istiridyenin sert kabuğu altında, etli tabakaların derinliklerinde gizlenmiş bir inci varsa, her insanın da yüce­liklerinde mecazi manada bir “beyaz inci” vardır; bu, “ruh” veya “can” diye de tanımlanır. Bedenin atomistik, molekü- ler bir yapısı varken “can”ımız zaman, madde, mekân ötesi bir boyuttadır. Ve bu “can”ın geldiği ilahi “Bir”lik boyutu ile bağlantısı kesilmez; can, hep dünyadaki parçalanmışlığının karşı kutbunda olan bütünlüğün, “Bir”liğin hasreti içinde ya­şar. Her insanın bilinçdışında taşıdığı en büyük arzusu tekrar bu “Bir’liğe ulaşmaktır. îşte Mevlânâ Celâleddîn Rûmî [ks], 25.000 beyitlik Mesnevisine, ilk 18 beyitinde bu hasreti, iş­tiyakı anlatarak başlamıştır.[80] [81] Ney’in feryadı, kesildiği ka­mışlığa, yani ilahi “Bif’liğe duyduğu hasretten kaynaklanır. Acaba yukarıda tasvirgettiğimiz karanlık koridorlardaki eş­cinsel kardeşlerimizin feryadı da bu derin, basit kelimelerle anlatılamayacak kadar yoğun acının bir dışavurumu mudur? Cinsellikle bu acının ilişkisini anlamak için, cinselliği sadece iki bedenin değil de, iki beden ve beraberinde iki “can”ın de­rin beraberliği ve hatta beraberlik ötesi “Bir”liği olarak görür­sek, bu “sır” biraz aydınlanmaya başlar. Bedenler maddi yapı­ları sebebiyle yaşadığımız bu dört boyuttandır[83] ve aralarında hiçbir zaman aşılamayacak bir ten sınırı vardır, istediğimiz kadar sarılalım, koklayalım, öpelim, ısıralım; o sınır hep aşıl­maz kalır. Ama “can”lar için bu böyle değildir çünkü “can”lar zaman ve mekân ötesi âlemin varlıkları oldukları için, onla­rın “Bif’liği, madde ötesi bir “Birliktir. Biraz soyut gibi gelen bu hâli anlatabilmek için bir örnek verelim. Yeni doğmuş bir bebeğin, annesinin çıplak göğsüne koyulduğunda annenin ve tabii ki bebeğin hissettikleri biraz olsun bu derin buluşmayı veya daha doğrusu “Bir”leşmeyi ifade edebilir. Anne, mutlak “Bir”lik, yani tevhid âleminden kopup gelen ve artık “dünyalı” olduğu için ağlayan bebeği, göğsüne alarak teselli eder. Cinsel birliktelikte de aranan esas derin duygu budur; bu, bedenle­rin birleşmesinden kaynaklanan orgazmın verdiği hazzm çok ötesindedir. Ama bu duygu veya daha doğrusu hâl, ancak Ya­ratıcı izin verirse tam manasıyla gerçekleşir; ilişki meşru de­ğilse, sadakat yoksa, yarım, yetersiz kalır, mühür açılmaz. Ve bu ulaşamama, bütünleşememe insana çok derin bir acı verir. Anne, kollarını uzatmış, bebeğini arzulamakta ama bir sebep­ten dolayı biri o buluşmayı engellemektedir. Bebek bir yandan ağlamakta, anne “Bebeğimi verin!” diye haykırmaktadır ama onlar, ama bir türlü birbirlerine kavuşamamaktadırlar. İşte bu durum insana, neredeyse onu delirtecek kadar derin bir acı, kelimelere sığmayan bir düş kırıklığı yaşatır. Bu sebeple eşcinsel kardeşlerimiz karanlık koridorlarda feryat ederler, o tarifsiz acılarını dünyaya duyurmak isterler. Aslında bu fer­li yatlar bir imdat çağrısı gibidir ama işin ince psikolojisi bilin- . mediği için, kimse esas manayı kavrayamaz.[84]

Buraya kadar neyi anladık; insan “insan” olarak yaratıldığı için, hayvani yönünün, bedeninin ona verdiği bazlarla yetine­mez; daha ötesini, madde ötesini, “ruh”ların (veya canların) “Birleşmesinin ona verdiği yüksek hazzı arzular. îşte bu, aşk­ların en yücesi ve en latif hâli olan “tevhid aşkTdır.[85] [86] *

İki “can”m beraber olabilmesinin ise bazı incelikleri vardır; şimdi oraya bakalım.

Öncelikle “Büyük Yaratıcı”, insanlığın “kullanma kılavuzuna” bazı kurallar koymuş ve bu kurallara uyularak gerçekleşen er­kek ve kadın birlikteliğini kutsal kılmıştır.[87]

Bu kutsallığın korunması için karşı cins ilişkisinde meşruluk aranır; ön hazırlığı, törenleri, şahitleri ve iki tarafın sadakat beyanları ile bu beraberlik artık kutsanmış bir “Birlikteliktir. “Büyük Şahid”in gözlemi altında “can’larm buluşmasına izin verilir. Eğer evlilik akdi yapılmamış, meşru şartlar yerine gel­memişse karşı cins ilişkiler kutsanmışlığını kaybeder, aldat­malar artar ve aynı derin hâlleri yaşatmaz.

Fakat iş bununla da sınırlı kalmaz; istikrarlı karşı cins ilişkile­rinin çok özel bir ince yönü daha vardır: Bu ilişkilerde yaradı­lıştan gelen yapısal bir eksiklik tamamlanır.

20240204_215824-300x169 Aileyi İfsad Etme ve İnsanlığı Yeniden Yapılandırma Küresel Proje "Savaşı" nın Ana Cepheleri

Kitabın başında sunduğumuz yin-yang diyagramına ve yeni görseller eklenmiş ikinci hâline bakarsak, sol taraftaki erkek­lerin celâl ağırlıklı ve sağ taraftaki kadınların da cemâl zengini olduğunu görürüz. İşte nasıl fizik kurallarına göre artı eksiyi çekiyorsa celâl de cemâle ve cemâl de celâle bir çekim hisseder (yin-yangda olduğu gibi). Cinslerin birbirlerini beğenmeleri­nin derin sırlarından biri de budur; iki taraf da fıtrattan gelen yapısal eksildiğini hisseder ve karşı cinste kendini tamamlar, doğada var olan varlık dengesi insanda da gerçekleşir. Kadim yin-yang sembolü aynen bu durumu ifade eder.[88]

‘Eşcinsel ilişki, gayrimeşru erkek-kadın ilişkisine göre daha da vahim bir durumdur çünkü yukarıda açıkladığımız manada “ruhların/canların” senkronizasyonu, tamamlanması, bütünleşmesi hiçbir zaman gerçekleşmez, eksiklikler tamamlanmaz ve ayrıca celâl ve celâl (veya cemâl ve cemâl), aynı kutupların, hatta direkt eksi ile eksinin birbirini itme-si gibi birbirini iter. Ve bu kavuşma, birleşme yerine daha da uzaklaşma, yukarıda açıkladığımız gibi, insana zamanla çok derin bir dehşet verici doyumsuzluk acısı yaşatır. Bu se-beple, her insan gibi Hazret-i İnsan olan mübarek eşcinsel kardeşlerimiz hep bir doyumsuzluk içinde, akılalmaz sapkın arayışlara girerler. Çoklu ilişkiler bir müddet sonra yetme-diği için her yola başvurulur. Fakat aranan, cinsel tatmin de-ğil, canlar beraberliğinin tattırdığı tevhid hâlidir.[89] [90]

Netice olarak eşcinsel hayat tarzı, kadın veya erkek fark et­mez, bir insanlık trajedisidir.

Son senelerde eş zamanlı olarak küresel çapta gerçekleşen eşcinsellik eğilimi bu çalışma boyunca diğer cephelerde açık­ladığımız gibi, doğal bir sosyolojik dalgalanma değil, tama­men kasıtlı olarak yönetilen, tetiklenmiş bir süreç olarak ele alınmıştır.

 

BEŞİNCİ CEPHE:
“TOPLUMSAL CİNSİYET”
İDEOLOJİSİ/KADIN VE ERKEK
FARKINI ORTADAN
KALDIRMA PROJESİ

Bu çalışma boyunca ilk aşama olarak kadim terbiye sistemi­nin nasıl ortadan kaldırıldığını, ikinci aşamada erkek kadın yaratma projesi ile anneliğin devreden çıkarıldığını gördük Sonra üçüncü aşama olarak “Bütün kötülüklerin başı otorite­dir.” varsayımından hareketle babanın ailedeki rolünün sor­gulanması ve neticesinde ABD örneğinde olduğu gibi, toplu­mun aldığı zararları, ahlak çöküntüsünü izledik. Dördüncü aşama olarak eş zamanlı küresel bir yayılımla sadece eşcinsel­liğin değil, transseksüellik gibi gibi her türlü cinsel sapıklığın bir erdemmiş gibi teşvik edildiğini anladık. Ve şimdi geldik beşinci aşamaya… Kadın ve erkek farkının ortadan kaldırıl­ması. Dikkat buyurun, bütün bu aşamaların birbiriyle bağlan­tısı var; bu aşamaları tek tek ele aldığımızda göremiyoruz ama kitabın başında sunduğumuz gibi hepsini bir araya getirdiği­mizde büyük manzara ortaya çıkıyor.

20240204_215836-300x178 Aileyi İfsad Etme ve İnsanlığı Yeniden Yapılandırma Küresel Proje "Savaşı" nın Ana Cepheleri

Dikkatimizi çevreden merkeze doğru çevirdiğimizde bütün oklar aileyi ve insanlığı hedef alıyor; esas amaç çekirdek aile­yi ve dahası, insanlığı yok etmek Kanımca bu beşinci aşama, büyük çapta bir sosyal mühendislik projesiyle karşı karşıya ol­duğumuzun en açık kanıtı. Diğer dört aşama; çocuk, kadın, eş­cinsel hakları adı altında, hep bir hak koruma, haksızlığa karşı çıkma kamuflajıyla sunulurken burada artık oyun meydana çıkıyor. Büyük olasılıkla kazandıkları başarı sebebiyle temkini artık elden bırakmışlar, kendilerini ifşa ediyorlar.

Gender Agenda (“Cinsiyet Gündemi”), bu projenin doruk noktası şaheseri; önceki dört aşama âdeta bunun için kurgu­lanmış. Artık kadın, erkek, çocuk demeden bütün insanlığı hedef alıyorlar, bütün cepheler tek cephede toplanıyor. Teori aslında çok basit: “Doğuştan gelen bir cinsiyet yoktur, cinsi­yet sosyal bir kurgudur, bir cinsten diğerine akıcı bir geçir­genlik vardır, neyi seçersen o olursun.” Uydur uydur söyle… Zaten medya üzerinde kayıtsız şartsız kontrolleri olduğu için hiç kimse de karşı çıkamıyor, tam bir monolog. Tabii ki bu veciz teorinin ön hazırlığını radikal feministler yapmışlar ve kadın haklarını savunuyoruz derken önceki bölümlerde açıkladığımız gibi, erkeksi varoluş tarzının sözde üstünlüğü üzerine ikna edilmişler. Yapılan sistematik propaganda sonu­cunda, ev hanımı ve/veya anne olmak âdeta ikinci sınıf in­sanlıkmış gibi kabul ettirilmiş. Mesela feminist Betty Friedan (1921-2006), Beyond Gender (“Cinsiyet ötesi”) kitabında şöy­le yazıyor:

20240204_215847-300x182 Aileyi İfsad Etme ve İnsanlığı Yeniden Yapılandırma Küresel Proje "Savaşı" nın Ana Cepheleri

Bence kadınlar farklı tepki verecek; bazıları o gün yemek pişirmeyecek, bazıları kocalarıyla diyaloga girecek, bazıları ise tüm ülkede düzenlenecek mitinglere ve gösterilere katı­lacak Diğerleri de hayatlarını hangi yöne doğru geliştirmek istediklerini tanımlayacak şeyler yazacaklar. Bazıları Sena­törlerine ve Kongre Üyelerine kadınları etkileyen yasalar geçirmeleri için baskı yapacaklar, tek bir noktada kalabile­ceğimizi sanmıyorum, kadınlar her konuda kendi yöntem­leriyle kendi işlerini yapacaklar.[91]

The Feminine Mystique (“Kadınlığın Gizemi”) kitabı ise kısa sürede bestseller (“en çok satan”) olur ve tarihçilere göre ikin­ci dalga feminizmi harekete geçiren ana yapıttır. Özeti şudur:

“Bir kadın için, bir erkek için, kendini bulmanın, bir insan olarak tanımanın tek yolu, onun yaratıcı çalışmasıdır. Başka yolu yok, erkekler düşman değil, onlar da yandaş kurbanlardır; gerçek düşman, kadınların kendilerini aşağılamalarıdır.” Frie- dan, baştan lezbiyen hareketi desteklemese de 1977’de Ulusal Kadın Konferansında fikrini değiştirir ve lezbiyen hayat tar­zının kadın haklan kapsamına alınmasını savunur.

Betty Friedan’nın bir fotoğrafının arka planında gördüğümüz “People For The American Way” (“Amerikan Yolu Toplulu­ğu”) yazısı ise 1981’de televizyon yapımcısı Norman Lear tara­findan kurulmuş bir STK’nın logosudur. Amacı ise, ABD’deki Hristiyanlık ahlakını savunan çoğunluğa karşı mücadele ver­mektir. Lear, aşağıdaki fotoğrafında da gördüğümüz gibi, ta­bii ki bütün cinsel sapıklıkların bir numaralı savunucusudur.

20240204_215902-300x217 Aileyi İfsad Etme ve İnsanlığı Yeniden Yapılandırma Küresel Proje "Savaşı" nın Ana Cepheleri 20240204_215911-300x196 Aileyi İfsad Etme ve İnsanlığı Yeniden Yapılandırma Küresel Proje "Savaşı" nın Ana Cepheleri

Biri parmaklarıyla victory (“zafer”) işareti yaparken diğeri de boynuna gökkuşağı kurdelesini asmış, gözlerindeki ifadeye bakılırsa bu “zafer”in tadım çıkarıyor.[92]

İşte böyle bir atmosferde gender equality (“cinsiyet eşitliği”) fikri doğar. Zaten Friedan’m yukarıda sunduğumuz kitabının başlığı (Beyond Gender) ilk işareti vermiştir.

Friedan ikinci dalga feminizmin, “tek elle insanlık tarihinin akışını değiştiren” yaratıcı “anne”siyken[93] Judith Butler da gender (“cinsiyet”) teorisinin manevi “baba”sıdır.[94]

Butler’ın Undoing Gender (“Cinsiyeti Çözme”) kitabı, türü­nün en tanınmışlarından biridir. On bir bölümden oluşan bu kitabı okumak benim için çok zor oldu, öncelikle, cinsiyet ve cinsellik tekrarlamalarına sıkışıp kalmış, maneviyat başta olmak üzere her alandan uzak, başka boyutu olmayan bir varoluş, insanlık adına çok üzücü. Sonra, ilk bakışta akıllı gibi gelen, sosyologların alışılmış jargonu olan, sofistike bir dille yazılmış, yaldızlı ama içi boş kavramlar çok sıkıcı geldi. Ayrıca Butler kendisi de lezbiyen olduğu için, aşağıda açıkla* yacağım gibi, kitabın satır araları, meta-komünikatif mesajı başta hep lezbiyenlik olmak üzere, her türlü cinsel sapıklığın meşrulaştırılması üzerine kurulmuş. Fakat daha da ötesi, kan bağı akrabalığın ve sübyancılığın gündeme getirilmesi kitabın asıl amacını meydana çıkarıyor; insanlığın yeniden yapılan­ması… Kendisinden dinleyelim:

Gerçekten de, uluslararası lezbiyen ve gey gündeminin gö­revi, gerçekliğin yeniden yaratılmasından, insanın yeniden yapılandırılmasından ve neyin yaşanabilir olup neyin yaşa­namaz olduğu sorusunun arabuluculuğundan başka bir şey değildir. Peki böyle bir çalışma niye âdil olmasın? Ya yeni toplumsal cinsiyet biçimleri mümkünse?[95]

Dikkat buyurun, bu sözleri ben yazsaydım hemen “komplo teorisi” kurmakla suçlanır ve büyük olasılıkla YouTube’dan, “nefret söylemi” bahanesiyle kovulurdum. Küstahlığa ve mağ­rurluğa bakın, bulunduğu konum üzerinden âdeta bütün in­sanlıkla, kadim geleneklerle alay ediyor, kullandığı deyimler, human reconstruction, recreation of reality, psikolojik açıdan çok hastalıklı ifadeler. Hatta bizim, psikolojide “paranoid bü­yüklük sanrıları” diye tanımladığımız hastalık durumunun sos­yolojik, felsefi tabirler ile örtülmüş hali. Okuyucumun sabrını istirham ederek, kısa bir bölümler özeti sunacağım; unutmaya­lım, insanlığa karşı açılmış bir savaşın içindeyiz ve cinsiyetsiz- leştirme cephesinin stratejisini anlamamız lazım.

a.Judith Butler’ın “Yeni İnsan” Sanrılarından inciler

Giriş Bölümü: Plana Göre Beraber Uygulama

Eğer belirli bir norm kümesinde kabul görmek gibi bir ar­zum yoksa, o zaman benim hayatta kalma hissim bu norm­ların baskısından kurtulmaya bağlıdır, bu da kendimi kabul etme (var olma) anlamına gelir.

Butler’ın burada “norm kümesi” diye tanımladığı durum, in­sanlığın binlerce senelik cinsiyet hissi, yani “Ben erkeğim.” veya “Ben kadınım.” demesidir.

Bir sonrasında, cinsiyet ayrımı yapmanın “ben”i (ego) çözdü­ğünü, bütüncüllüğünü bozduğunu ileri sürüyor; yani on bin­lerce senedir kadın ve erkek kimliği ile yaşamış insanlık hep hastalıklıymış…

Yoksa cinsiyetini taşıması gereken ‘ben’in, cinsiyet ayrımı yapıldığında, çözüldüğü mü ortaya çıkıyor? Cinsiyet fikri her zaman başka bir kaynaktan geliyor ve benim dışımda olan bir şeye yöneliyor. Benim yazarı olmadığım bir top­lumda oluşuyor.

Birinci Bölüm: Büyük Heyecan/Cinsel Özerkliğin Sınırlarında Olmak

Kendi bedenlerimiz üzerinde haklar için mücadele etmemize rağmen, uğruna mücadele ettiğimiz bedenler aslında sadece kendimizinkiler değil. Bedenin değişmez bir şekilde toplum­sal bir boyutu da vardır; kamusal alanda bir sosyal fenomen olarak kabul edilirse, o beden artık benim bedenim değildir. Başlangıçtan itibaren başkalarının dünyasına sunulmuş, on­ların izlerini taşıyan, sosyal hayatm getirdiği şartlar altında zorla denenmiş, o bedenim ancak sonraları ve belirgin belir­sizlikle, kendi bedenim diye iddia edebiliyorum.[96]

Beden ortalık malı olarak ilan edildikten sonra, Butler incile­rine devam ediyor:

Bu çerçevede cinsellik artık sadece akrabalık kuralları içinde düzenlenmez, aynı zamanda sürekli bir ilişki evlilik bağları dışında da gerçekleşebilir. Cinsellik bir dizi sosyal söylemle­re de açık hâle gelir. Ve bu durumda artık her zaman bağ­lanma ve evlilik birlikteliği gerekmez. (…] Tam tersine cin­sellik tek eşlilik alanı dışında bizlere bir başka sosyalleşme duygusunu açar.

Sabrınızı istirham ederek devam ediyorum:

Bazdan bana, “Cinsiyet imkânlarını arttırmanın faydası ne­dir?” diye sordular. Şöyle cevap verme eğilimindeydim: Bu olabilirlik, bir lüks değildir; ekmek yemek kadar zorunlu bir gereksinimdir. Bana kalırsa hayatta kalmak için acil müca­dele verenler için bu olabilirlikleri küçümsemeyelim.

Nitekim enternasyonal lezbiyen ve gey politikasının amacı gerçekliği yeniden yapılandırma, insanı yeniden inşa etme ve yaşanabilir ve yaşanamaz sorusuna aracılık etmektir. Peki burada mesele nedir?

Evet.. “What is the problem?” Yani “Mesele nedir?” Toplu­mun çok küçük bir yüzdesinin haklarını savunma bahanesi ile başlayan gey-lezbiyen “hak’ları hareketi meğer bütün in­sanlığa yönelik bir “yeniden inşa etme” projesiymiş. Roman kardeşlerimizin en mert olanları, kendilerini övmek için yap­tıkları yaramazlıkları anlatırlarmış veya halk tabiri ile “çocuk­tan al haberi”…[97]

İkinci Bölüm: Cinsiyet Ayarlamaları

Bu bölümde Butler cinsiyet diye bir kavramın varlığını, farklı felsefi ve sosyolojik ekollerden hareketle yok saymaya çalışır, önce norm, kural ve yasa arasında bir ayrım yapar. Norm, sosyal yapının normalizasyon sürecinde ortaya çıkar ve sos­yal bir kurgu olduğu için, çözülebilir ve doğal görünümünden soyutlanabilir. Butler, Claude Uvi-Straussun (1908-2009) yapısalcılık kuramına kısaca temas ettikten sonra, Strauss’tan etkilenen psiko-analist Jacques Lacan’m (1901-1981) düşünce sistemindeki sosyal ve sembolik normların farklı olabileceği teorisine değinir. Mantık şöyle işler: Yapıyı ve yasayı yan ya­rıya iç içe geçmiş iki daire gibi düşünürsek; bu iki daire, onla­rı kuşatan dil dairesi içindedir. Bu durumda semboller de dil dairesi içindedir; dil değişirse, semboller de tamamen farklı bir mana kazanabilir. Butler, bu felsefi ön hazırlığı yaptıktan sonra, pragmatik bir yaklaşımla, tasarladığı hedefine, cinsiyet kavramının sosyal bir kurgu olduğunu kanıtlamaya yönelir. Yani kendine, amacına yarayan parçaları bir araya getirerek bir düşünce sistemi oluşturmak ister. Ve tezini dayandırdığı esas kaynak ise Fransız filozof Michel Foucault’dur -“Fuko” şeklinde okunur- (1926-1984).

Foucault başh başına bir insanlık fenomenidir, kısaca açıkla­yalım.

Filozof; gerçekliği, kavramların üretimi, dağıtımı, düzenlen­mesi, dolaşımı ve uygulanması için bir araya getirilmiş, kur­gulanmış otoriter bir yapay sistem olarak tanımlar. Birey bu yapay gerçekliğe kurban olmuştur ve otoriteden kurtularak özgürleşmesi gerekir. Bu otoriter sistem vasıtasıyla güç odak­ları oluşur, genelde kabul gören cinsiyet görüşü de ona göre böyle ortaya çıkmıştır. Mesela kilise bu manada baskıcı bir güç odağıdır ve otoritesi ortadan kaldırılmalıdır.[98]

Butler’ın kitabından bazı alıntılarla devam edelim. Foucault eleştirmeni François Ewald, Fransız filozofun kurallarla ilgili bazı fikirlerini şöyle açıklıyor:[99]

Foucault ayrıca bir normatif kuralın önyargı yöntemleri­ne (arts of judgnıent) ait olduğunu iddia eder ve bu kural (norm) şüphesiz güçle ilişkili olmasına rağmen, yine de güç kullanma ve şiddet ile tamamen karakterize edilemez- […] Normun (kuralın) kendi dolaylı bir mantığı vardır ve bu mantık» gücün kendi stratejilerini oluşturmasına ve hedef­lerini seçmesine sebep olur. Ve bu mantık, aynı anda bizim, hayatın ne olabileceğini tasavvur etmemize ve bu doğrul­tuda güç odakları olarak yaşamamıza sebep olur. Bu güç hayatımızı ele aldığında, içinde varlığımızı sürdürdüğümüz biyopolitik alanı yaratır.

Yani anlaşılan Fransız filozof, lafı evirip çevirip kuralsız bir toplumun ön hazırlığını yapıyor.

François Ewald devam ediyor:

[…] Normal olanın doğası normal olmayandan farklı değil­dir. Kural veya oluşturduğu alan, dışsallık tanımaz. “Kural , sınırlan ötesine çıkmak isteyen her şeyi içine alır, hiçbir şey, hiçkimse, hangi farklılığı gösterirse göstersin, kural alanı dışında değildir ve “öteki” diye tanımlanabilecek “ötekilik” taşımaz.

Felsefecilerin yorumu ile Foucault’nun bu düşünceleri, yapı­salcılık sonrası (post-structralism), hakikati araştıran, özgür insan düşüncesi gibi sunulur fakat bütün bu sofistike felsefi sistemin bir de karanlık yüzü, Foucault’nun kendi hayat ger­çekliği vardır. Filozof, en sefih hâliyle eşcinselliği benimsemiş ve önüne gelenle ilişki kuran bir cinsellik sergilemiştir. Ken­disinden dinleyelim:

Her zaman akıllı değildim, aslında okulda çok aptaldım… Hatta benden bile daha aptal olan çok çekici bir çocuk vardı. Ve kendimi çok güzel olan bu çocukla övmek için, onun için ödevini yapmaya başladım -ve bu şekilde zeki ol­dum, tüm bu işleri sadece biraz ondan ileride kalmak için, ona yardım etmek için yaptım. Bir bakıma, hayatımın geri kalanında güzel oğlanları cezbedecek entelektüel şeyler yap. maya çalıştım.[100]

Yani bütün bu felsefi kurgunun esas amacı güzel oğlan tav­lamaktır! Ne ilginç değil mi; filozof dayanamıyor, hakikatini haykırıyor.

Ve bu hayat tarzı, beklendiği gibi, AIDS hastalığını getirir ve yazar 1984’te elli yedi yaşında vefat eder. Fakat bizi burada ilgilendiren, öyle veya böyle, Foucault’nun kişisel hayat tarzı değil, bütün bir düşünce sisteminin nasıl bu hayatı savunmak, haklı göstermek için inşa edildiğidir.

Psikolojik bir savunma mekanizması olarak bu duruma “ya­dsıma ve entelektüalizasyon” denir, insanın en şaşırtıcı ken­di kendini kandırma yönlerinden biridir bu. Evet, toplumsal cinsiyet teorisinin entelektüel mimarlarmdan birinin hazin hayatı böyledir.

Butler’a geri dönersek, aynı özelliği kendisinde de buluruz; kendisi de “tam inançlı” bir lezbiyendir. Bu bölüm bu mantık üzerinden devam eder.

Üçüncü Bölüm: Hakkı Olanın Hakkını Vermek/Cinsiyet Düzenlemeleri ve Transcinsellik Mecazları (Alegorileri)[101]

Butler bu bölümde David Reimer adlı bir erkek çocuğun tra­jik hayat hikayesini anlatır. Özetlersek: Çocuk sekiz aylıkken fimosis nedeniyle cerrahi bir girişim esnasında, teknik arıza- dan sonra cinsel uzvunu kaybeder.[102] Bir sene sonra aile tele­vizyon seyrederken Baltimore John Hopkins Hastahanesi’nde transseksüel ameliyatları anlatan John Money adlı doktoru dinler ve sonrasında oraya gider.[103] Cinsel Kimlik Enstitüsü başhekimi Money’nin yönlendirmesi üzerine cerrahlar önce çocuğun hayalarını alırlar, bir vajina yapmak için ön hazırlık yaparlar ve David adlı bu çocuğun adı Brenda yapılır. Kız ço­cuk olarak yetiştirilen Brenda 8-9 yaşlarına geldiğinde oyun­cak bir makinalı tüfek almak ister, kızlar tuvaletinde diğer kızları şoke edercesine ayakta işer, yani bir dizi erkek davranı­şı sergilemeye başlar. Ebeveynleri çocuğu yine Dr. Money*ye götürür ve doktor ona östrojen vermek istediğinde, çocuk ba­ğırarak odadan kaçar. Money ısrar eder, kadın cinsel organla­rım ve doğum videoları gösterir ama çocuk yine ikna olmaz. Money daha da ileri gider ve “Brenda” ile kardeşini, birbirleri üzerinde cinsel ilişki taklidini yapmaya zorlar. Zavallı çocuğa, cinsel organını göstermesi için tıp fakültesi öğrencileri önün­de striptiz yaptırılır. Bütün bu zorlamalar işe yaramayınca anne babası “Brenda”yı, yerel psikiyatristlerin yönlendirmesi ile başka bir doktora, Milton Diamond’a götürür.

Diamond önceki doktor Money’nin tam tersine, cinsiyeti kalıtımdan gelen hormonal sebeplere bağlı görür. 14 yaşmdayken çocu­ğun adı yine değiştirilir, David olur ve çocuk, bir yandan bu sefer erkeklik hormonları alırken diğer yandan da büyümüş göğüsleri cerrahlar tarafindan alınır. Ve 15-16 yaşlarında bir erkek cinsel uzvu cerrahi girişimlerle yapılmaya çalışılır. Fa­kat bütün bu duruma rağmen John Money’nin Cinsel Kimlik Enstitüsü vakayı, başarılı bir cinsiyet değiştirme olarak ya­yınlar ve ardmdan da trans dönüşümler için genel ideolojik açıklamalar yapılır. Butler, kitabında ebeveyn rızası olma­dan ve çocuk bu konuda sağlıklı karar verme yaşma gelme­den yapılan ameliyatları eleştirir ve bu tarz cerrahi girişimleri “normal görünme” adı altında kötürüm etme operasyonları (mutilation) olarak tanımlar. Fakat bütün bunları anlattıktan sonra Butler kendi sonucunu çıkarır; iki taraf da, yani çocuğu kız yapmak isteyen Dr. Money de, çocuğu kendi isteği üzerine tekrar erkekleştiren Dr. Diamond da haklı değildir. Çünkü iki taraf da kendi normallik beklentileri doğrultusunda çocuğu etkilemiş ve boyundurukları altına almak (subjugation) iste­miştir. Yani erkekliği seçse bile çocuk, aslında sözde gerçek­lik yaklaşımının kurbanı olmuştur. Foucault’nun dediği gibi bu boyunduruktan kurtulsa (desubjugation), özgür olacak ve mesele kalmayacaktır.

David Riemer 38 yaşında intihar ederek hayatını sonlandırır. Sonuç olarak Butler, bu bölümde, Makyavelik, demagojik bir mantık ile zavallı çocuğun hayatını teşhir ederek kendi “Bı­rak, ne isterse olsun.” tezini güçlendirmeye çalışır ve bunun adı da “bilim” olur.

Dördüncü Bölüm: Cinsiyet Kavramını Teşhis Kategorilerinden Çıkarmak[104]

Bölüm, DSM IV’teki “Cinsiyet Kimliği Rahatsızhğı”nın eleşti­risi ile başlar ve Butler cinsel yönelim ne olursa olsun, hastalık gibi görülmemesi gerekliliğini savunur.[105] Nitekim böyle bü­tanının kişiye psikolojik açıdan zararlar verebileceğini ileri sürer. Ayrıca otonomi, özerklik, özgürlük zarar görmemeli­dir çünkü ABD Anayasası bu hakları savunmayı garanti eder. Tabii ki yine, sürdürülen böyle bir hayat tarzının zaten ha­yat beklentisini 20 yıl kısalttığı, depresyon, kaygı ve bir dizi başka hastalıklara yol açtığı üzerine tek bir kelime yoktur.

Eşcinsellik, transseksüellik, çueer’lik gibi sapıklıkların bu bo­yutu, içine girilmesi yasak bir alandır.

Beşinci Bölüm: Akrabalık Her Zaman Karşı Cins ilişkilerinde mi Olur?’106

Bu bölümde savunulan tez; çekirdek aile kan bağları ve ge­netik aktarım olmadan da akrabalık bağlarının olabileceğidir. Eğer eşcinsel evlilikler varsa, çocuk evlat edinme veya yapay döllenme de mümkün olmalıdır.

Butler, sosyal yapının tamamen farklı olabileceğine dair, Çin’in Tibet sınırında yaşayan 50.000 kişilik Mosuo (diğer adıyla Naxi) azınlık grubunu örnek olarak verir. Matriarkal, yani kadın/anne egemenliği olan bu kabilede evlenme yoktur; kadınların yatak odalarının üstünde bir delik vardır, isteyen erkek, kadın da kabul ederse geceleyin oradan inip kadınla beraber olur. Doğan çocuk tamamen annenin ailesine aittir, çocuğun da çoğu zaman belli değildir; miras da anne üzerin­den aktarılır ve erkekler sadece politik alanda söz sahibidir.

Bölümün devamında Butler kendi tezinin tam karşı görüşle­rini savunan Fransız filozof Sylviane Agacinski’yi gündeme getirir. Agacinski Amerika’dan ithal edilen toplumsal cinsiyet ve kuir (queer) teorisini Fransa için canavarca yaşanılacak bir gelecek (monstrous future) olarak tanımlar ve Le Monde ga­zetesindeki makalesinde Butler’ın ismine de değinir.[106] [107] Aga­cinski, eşcinsel ebeveynliğini doğallıkdışı görür çünkü çocuk, sağlıklı bir gelişim için hem anneye hem de babaya ihtiyaç duyar ve eğer eşcinseller çocuk büyütürse bu durum yapay bir insanlık yaratmak demektir. Böyle bir süreç, sonuçta top­lumun şiddet içinde yok olması ile biter. Fransız filozof ayrıca eşcinsellerin çocuk sahibi olmak istemelerini çok ağır bir dil­le, şiddetli tecavüz olarak eleştirir.[108]

Butler artık alıştığımız, kendine özel pragmatik (yararcı) re­torik tarzı ile bölümün sonuna kadar tezini savunmaya çalışır ama kanaatimize göre çok zayıf kalır. Adını tekrarlamasa bile, hep dayandığı ana kaynak Foucault’nun dil teorisidir. Binler­ce senedir devam eden insanlığın kadim ebeveynlik ve çocuk yetiştirme geleneğini, Himalayaların ücra bir köşesinde yaşa­yan küçük bir grubu örnek vererek eleştirmek, ne yazık ki, çok sığ bir yaklaşımdır. Ne güzel olurdu, insanlığın kadim bilgeli­ğinin, arketipsel zenginliğinin biraz farkında olsaydı.

Altıncı Bölüm: Kabul Edilmeye Duyulan Hasret[109]

Bu bölümde Butler, son senelerde adı geçen feminist psiko- analist Jessica Benjamin’in cinsiyet fikirleri üzerinden tezini savunmaya çalışır. Benjamin, çalışmalarında, kişilerarası iliş­kilerde kabul (recognition) üzerine odaklanmıştır. Bu kabulü engelleyen ise baskın gelme, hükmetme duygusudur fakat bu duygu aslında saldırganlık değil, karşısındaki kişinin gerçek­liğini görememe, kabul edememe kaynaklıdır. Böyle ilişkiler­de iki taraf da karmaşık bir kapana yakalanmış gibidir. Ve bu durum bütün sosyal kuramlarımızı, aile ilişkilerimizi, cinsel hayatımızı derinden etkiler ve eşitlik, özgürlük duygularımızı elimizden alır.[110]

Fakat baskın gelme duygusu ve rekabet, kabule dönüşürse bü­tünleşme oluşur ve gerginlik azalır. Benjamin’in yaklaşımında zamanla bir değişiklik belirir ve ikili ilişkinin getirdiği bütün­leşme yerine yazar bir “üçleme”den söz etmeye başlar. Şöyle anlayalım; mesela bir terapist terapiye gelen danışanı ile em- patik bir ilişki kurmak ister fakat özdeşleşme yetmez; sadece empati, diğerinin yaşadıklarını anlamlandırmakta eksik kalır, onun farklılığını tam manasıyla kavratamaz. Çünkü terapistin kendi gölgeleri de (yaşam deneyimleri, kaygıları, değer yargı­ları…) devrededir. İlişki bu durumda akılla kontrol edileme­yen, diğerinin veya “üçüncü”nün (gölgenin) akort ettiği bir melodi gibidir. Bu diğerini Benjamin the shadow ofthe other (“diğerinin gölgesi”) diye tanımlar. Yani gerçek ilişki bir “göl­geler oyununa dönüşür ve bu durumda artık çok farklı iliş­ki türü de önyargısız kabul edilmelidir.[111] Yani sonuç olarak terapistin danışanına göre daha sağduyulu, vicdanlı, bilgelik sahibi olabileceği fikri usulca ortadan kaldırılır.

Okuyucumu sıktığımın farkındayım, ama LGBTQ… akımının nasıl meydana çıktığını anlamamız için bu ayntılar önemlidir.

Butler, Benjamin’in bu fikirlerini filozof G. W. F. Hegel üze­rinden derinleştirmek ister ve Ruhun Fenomenolojisi üzerine bazı değerlendirmeler yapar. Hegel’e göre iki insanın birbiriy- le karşılaşmasında (encounter) bencillik ortadan kalkmalı, kişi kendi kendisini kaybetmeli ve diğerinde tekrardan bulmalı­dır, gerçek özbilinçlenme budur.[112]

Yazar ayrıca bu bölümde “iş”i yine cinselliğe getirir ve baskın gelme üzerine şöyle bir örnek verir: İki cins ile de cinsel ilişki kuran bir kadın düşünelim; ilişkide alt konumda kalma, ona göre kadınlık ve lezbiyen arzularını bir tarafa bırakmasını ge­rektirdiği için, beraber olduğu 1 numaralı erkekten ayrılıyor çünkü bu erkek altta kalmayı hiçbir zaman kabul etmiyor. Ve bu kadın başka bir kadına yönelmek yerine, cinsel ilişki esna­sında altta kalmayı kabul eden 2 numaralı bir erkek buluyor ve üstüne biniyor, olabilir ki anal yoldan da girişim yapıyor. Sonrasında Butler, kadının motivasyonu üzerine bir dizi ola­bilirlik sunuyor.

Lütfen beni affedin; bu, aklı bacakları ve apış araşma sıkış­mış hanımın yazdığı deli saçmalarının ancak bu kadarmı size aktarıyorum ama içinde bulunduğumuz bu savaşın kurmay­larının, insanlığı yeniden yapılandırma iddiasında bulunan bu zavallıların mantığını anlamamız lazım çünkü “toplumsal cinsiyet” hezeyanı böyle meydana çıkıyor.

20240204_215925-300x116 Aileyi İfsad Etme ve İnsanlığı Yeniden Yapılandırma Küresel Proje "Savaşı" nın Ana Cepheleri

Yedinci Bölüm: Ensest Yasağının İkilemleri[113]

Bu bölümde Butler, her seferinde lafı, döndürüp dolaştırdıktan sonra akrabalık ilişkilerinde ensest rezaletini sorgulamaya ve bazı durumlarda bunu haklı çıkarmaya kadar getirir. Bir kadim atasözü, “Niye inşa edildiğini bilmiyorsan bir duvarı yıkma.” der; edeb, güzel ahlak, sağduyu giderse insanın üretebileceği saçmalıkların sonu yoktur. Sigmund Freud’un Oedipus Komp­leksi teorisinden hareketle erkek çocuk annesine karşı hissettiği cinsel çekimi, yasak olduğu için başka bir kadına yöneltir. Kız çocuk ise babasına hissettiği yakınlığı yine yasak olduğu için annesi ile aşın özdeşleşerek aşar; anne bundan dolayı bir fetiş (tapınma nesnesi) veya penis temsili hâline dönüşür.[114] Sonuç olarak cinsellik kavramının doğuşu bu süreçten kaynaklanır. Bu girişi yaptıktan sonra Butler önce ensestin, gerçekleşmemiş hayalî bir arzu olabileceğine veya zorlama olmadan iki tarafın da rızası ile olabileceğine işaret eder.[115] Ve bölümün devamında ensest yasağı yasası üzerinden lafı esas konuya getirir: Ensestte olduğu gibi bazı sevgi türleri yasak kapsamına girerse o zaman bu yasak, eşcinsel ilişkilere de yansır. Butler, tezini güçlendir­mek için 18. yüzyıldaki kız ve erkek kardeş cinsel ilişkilerinin nasıl şiirsel bir dille anlatıldığını hatırlatır.

Bu durumda heteroseksüel (karşı cins) kavramı ve ilişkileri ensest yasağından kaynaklanıyorsa çözüm, zorlama olmadığı takdirde bu yasağın kaldırılmasıdır.

Sekizinci Bölüm: Bedensel İtiraflar116

Bu bölümde Butler, Foucault’nun Cinselliğin Tarihi kitabın­dan hareketle “ruhbanlığın gücü” (pastoral power) kavramın­dan başlar ve bir sınıf insanm (rahiplerin), bulunduğu konum üzerinden, günah çıkarma esnasında nasıl diğer insanları ah­laki açıdan terbiye ettiğini ve “vicdanlarını koşullandırdığını açıklar. Bu manada insan Foucault’ya göre, rahibin görüş­lerini kabul ettiğinde bedenini ve arzularını feda etmiş olur (self-sacrifice). Filozofun yorumcusu John Cassian şu sonucu çıkarır: “Bu durumda insan ancak gerçek bedenini (arzuları manasında) ve gerçek varoluşunu yok ettiğinde ‘gerçekliğe’ vardığını sanar”.[117] Yani Foucault’ya göre bir Hrıstiyan din uygulaması olan günah çıkarmada, tam manasıyla bir serbest irade yadsıması (inkârı) vardır ve bu süreci mümkün kılan, kullanılan kelimeler ve cümlelerdir (verbalization); sonuç ola­rak dil iradeyi yok eder. Psikoanaliz esnasında bir terapistin karşısında durmak benzer özelliği gösterir. Demek ki günah çıkarmaya veya bir psikiyatriste gidip hayatmının incelikleri­ni açıklamak, a priori olarak suçu kabullenmek ve kendi varo­luşunu inkâr etmek anlamına gelir.

Okuyucumuz anlamıştır; Butler’m varmak istediği nokta, “Her ne hayat yaşanmışsa yaşanmıştır ve kimsenin kimseye içini dökme, hesap verme zorunluluğu yoktur.”dur. Butler, tezini kendine göre daha da güçlendirmek için Antik Yunan tragedyasından, Sofokles’in oyunundaki Antigon’u örnek ve­rir.[118] Butler’a göre Antigon ile kardeşi Polineikes arasında çok güçlü bir bağ ve belki de ensest ilişkisi vardır. Dayısı Kreon, Polineikes öldükten sonra onun gömülmesine yasak koymuş ve gömene ölüm cezası vereceğini duyurmuştur. Antigon bu cezaya rağmen ölümü göze alır, kardeşini gömer. Butler bu örnek üzerinden hem kendi varoluş tarzma bir varoluş kah­ramanlığı (existential heroism) yakıştırırken bir yandan da kuralları çiğnemeyi idealize ederek kendini izleyen bütün bir kitleyi aynı davranışı göstermeye cesaretlendirir. Kullandığı cümleler şöyledir: “Yaptığımı inkâr etmeyeceğim.”,“İnkâr etmiyorum.”, “Kimse beni başkalarının dili üzerinden inkâr etmeye zorlayamaz.”, “Bu yaptıklarım benim sahip olduğum, hayatıma anlam veren ‘zenginliğim>dir.”

Yani bırakın yapılan hatalar dolayısıyla suçluluk duymayı, o hataları övünç gibi göstermeye çalışarak insanlığı yeniden yapılandırma projesi için deli saçması fikirler üretir kendi­si. Şimdi bazı garip eşcinsellerin, ilişki kurdukları insanların AIDS’li olduklarını bile bile onlarla cinsel beraberlik yaşa­malarının “mantığını” ve “pride/övünç/onur” yürüyüşlerini anlamaya başlıyoruz.[119] Evet, aynen Antigon’un yaptığı gibi, aşkı uğruna ölümü göze almak ve mezardaki gerdek odasında sonsuz beraberliği yaşamak.[120] Butler devamında yine Freud’a döner ve insanlığın yaptığı hatalar dolayısıyla suçluluk duy­masını Oedipus Kompleksi ile birleştirir; zaten yukarıda açık­ladığımız gibi bu kompleks olmasa cinsiyet fikri de olmaya­caktır.[121] Bu suçluluğu Freud obscure sense of guilt (“karanlık suçluluk duygusu”) diye tanımlar; sebebi ise, kendi sığ insan kavrayışına göre anneye sahip olma dürtüsü ile babayı öldür­me isteğidir. Yani Freud, Foucault ve Butler bütün insanlığın vicdanını bu hezeyana indirgerler.

Aynı bölümün sonlarına doğru Butler bir veciz “yumurta” daha yumurtlar ve insan bedenini ayrı bir antite (varlık) gibi sunmaya çalışır. Mesela terapi odasında geçmişte yaşanmış bir cinsel itiraf dile getirildiğinde kişi, kendisinin değil de, bedeni­nin ne yapmış olduğunu söyler, hatta aslında bu itiraf bedenin kendi söylevidir. Eğer suçluluk dile getiriliyorsa bu -kişinin değil- o haltı işlemiş bedenin suçluluğudur. Diyelim ki bir kadına tecavüz etti; terapi sedirinde yatarken parmağı ile be­denini gösterip, “Ben yapmadım, bu ‘hayvan’ yaptı…” der.122

Lütfen kitabı yırtmayın, “Bu kadar da olmaz!” demeyin, top­lumsal cinsiyetin ve lezbiyenliğin duayeni “The Great Butler”- dan söz ediyoruz.

Tabii ki sadece biz değil, işin gerçek yüzünü kavrayan baş­kaları da vardır; Butler Brezilya’yı ziyaret ettiğinde kendisine karşı protesto yürüyüşleri yapılır, “Cehenneme git sübyancı!” sloganları atılır ve bir ara hayatı tehlikeye bile girer. Aşağı­daki fotoğrafta gördüğümüz gibi suçlamalara cevabı: “What>s the problem?” (“Mesele nedir?”)dir; evet, mesele nedir? Son olarak küçük bir ayrıntı: Bizde yaşanan Boğaziçi Üniversitesi olaylarında kendisinin de parmağı vardır.

20240204_215937-300x211 Aileyi İfsad Etme ve İnsanlığı Yeniden Yapılandırma Küresel Proje "Savaşı" nın Ana Cepheleri

Dokuzuncu Bölüm: Cinsiyet Farklılığının Sonu mu?[123]

Butler» Undoing Gender (“Cinsiyeti Çözme”) adlı bu kitabın giriş bölümünde, amacını “lezbiyen ve gey gündeminin gö­revi, gerçekliğin yeniden yaratılması, insanın yeniden oluştu­rulması” olarak açıkladıktan sonra bu bölüme feminizm hare­ketinin bazı yönlerini eleştirerek başlar. Kullandığı kavramlar açısından feminizmde bir kafa karışıklığı vardır ve feminizm bundan dolayı anlamlı bir gündem oluşturamaz.[124] Butler’a göre cinsiyet farkı (sexual difference)) toplumsal cinsiyet (gen­der) ve cinsellik (sexuality) farklı şeylerdir.[125]

Cinsiyet, biyolojik yapıyı; “toplumsal cinsiyet” davranışsal, kültürel ve psikolojik özellikleri dile getirir. Başka bir ifadey­le, bu ikilemde erkek-kadın biyolojik yapıyı ama erkeklik ve kadınlık/kızlık ancak psikolojik ve sosyokültürel yapıyı açık­lar.[126] Çağlar boyu insanlık gender yani cins sözcüğünü kul­landığında erkek ve kadın farklılığını anlamıştır ama eşcinsel­lik, transseksüellik, kuirlik (ne erkek ne kadın) gündeminin kurucuları bu kelimeye “sihirli bir değnek” ile dokunduğun­da, sözcük bir anlam sıçraması yapar ve amacı doğrultusunda ne erkek ne kadın, “ikisinin arasında bir şey” manasıyla yükle­nir bu kelime. Butler, Foucault’dan aldığı ders ile sözcüklerin gücünü anlamış ve sekizinci bölümde, filozofun “Dil, iradeyi yok eder.” kuralını kendi ideolojisine göre kullanarak bu deyi­me evrensel bir yaygınlık ve geçerlilik kazandırmıştır.[127]

Homofobi , cinsel tercih”, “onur” (pride) ve benzer deyim­leri kullandığımızda farkına varmadan gerçeklikten kopar ve o sözcüğün etkisi altına gireriz. Kitabın önceki bölümlerin­de açıkladığımız gibi trajik bir hayat tarzı olan eşcinselliğin, “onur” ile ne alakası vardır? Hayat beklentisini ortalama 20 yıl kısaltan, sadece AIDS’e veya Maymun Gribi’ne değil, bir dizi somatik ve psikolojik hastalığa yol açan eşcinsel hayat tarzı nasıl bir “tercih” olabilir?128129

Foucault’nun “Cinsiyet kimliğinin ardında ‘gerçek’ bir cin­siyet yoktur.”, “Erkeklik ve kadınlık içi boş kavramlardır.” düşüncesini savunmak için yeni bir tabir gerekir ve onların kullandığı anlamda gender, yeni bir anlamla yeniden doğar.[128] [129] [130] Feminizm tabiri Butler’ı rahatsız eder ve kadın diye bir cins sosyal açıdan zaten bir dil kurgusu ise feminizm, yani kadın hakları da toplumsal cinsiyet için bir engeldir.[131] Bu neden­le Butler, bölümün devamında toplumsal cinsiyet (gender) ve feminizm ilişkisine ağırlık verir. Toplumsal cinsiyet fikrininin karşısında iki direnç vardır: Biri feministler diğeri ise tehlikeyi hisseden Katolik Kilisesi ve Vatikan’dır. Feministler uzun yıllar boyunca savundukları kadın hakları meselesinde “Kadın diye bir kavram artık yok olacaksa niye savunduk?” çelişkisini ya­şarlar. Vatikan ise ince oyunun farkına varmıştır ve gender kav­ramını, Birleşmiş Milletler Hükümet Dışı Örgütü’nün (NGO) programından çıkarmak istemektedir çünkü kavramın özellik­le kadınlar konusunda kullanıldığında eşcinselliğin onayı için bir şifte, kod anlamını taşıdığını ve erkek-kadın dışında yeni bir cins yaratma girişimi olduğunu fark etmiştir.

Butler kendince bu eleştirileri savmaya çalıştıktan sonra İtalyan feminist yazar Rosi Braidotti’nin “Metamorfoz” adlı kitabına cevap niteliğinde bir bölüm sunar.[132] Cinsel farklı­lıklar konusunda, feminizm kavramının, genelde olduğu gibi olumsuz anlaşılmayacağını öne sürer çünkü kendi “toplumsal cinsiyet” anlayışına göre ikili cinsellik (kadın-erkek) kavramı artık aşılmıştır. Ve bu durumu açıklamak için erkek rolünde sevici kadın örneğini verir (butch desire). Bu kadınlar erkek olmadıkları hâlde diğer kadınlan erkek gibi sevebilirler. Bö­lümün sonuna doğru da heteroseksüellik (karşı cinsle ilişki) eleştirisi gelir; sadece karşı cinsle ilişki kuranların eşcinsel ilişki kuramamalarının sebebi Butler’a göre bu kişilerin ken­di kendilerine yönelik koydukları yasaktan kaynaklanır ve bu yasak onların bilindışına bastırdıkları gizli eşcinsellik dürtüsü sebebiyledir; yani kendi kendilerinden korkarlar.

Onuncu Bolüm: Sosyal Değişim Meselesi[133]

Bu bölümde Butler tezini tekrarlar ve amacının esasçıhk («- sentialism) tarafindan ileri sürülen, “cinsiyetin bedenin ya­dsınmayacak bir gerçeği ve doğuştan gelen durumu” oldu­ğu görüşünü eleştirir. Kendisi üzerinden bir örnek vererek, kadın tarzı sergileyen eşcinsel erkeklerin, kendisinin bütün gayretine rağmen hayatı boyunca başaramadığı dişiliği kendi­sinden çok daha iyi yaptıklarını söyler. Mutlak cinsiyet olma­dığı görüşünü daha da güçlendirmek için de, ABD’deki drag fenomeninin politik alana yansımasını örnek verir.[134] Aslında dipnotta açıkladığımız gibi, İnsanlığı Yeniden Yapılandırma Projesi’nin bir yönü olan drag olayını Butler, güncel kabul edilmiş gerçekliğin, drag hareketi üzerinden nasıl göreceli hâle geldiği ve yeni “gerçeklik” modellerine gereklilik duyul­duğunu açıklamak için kullanır.

Butler, devamen yeni insan modelini açıklamak için, Gloria Anzaldûa’nm görüşleri, üzerinden devam eder.[135] Anzaldua, sosyal değişimin olabilmesi için tekil öznenin ötesine geçmeyi savunur (beyond a “unitary” subject).

Gloria Anzaldua, 1975’te halüsinojen alarak yaşadığı deneyim­lerinde içinde farklı Gloria’larm olduğunu fark etmiş, bu du­rumu “Çoklu Gloria”lar deyimiyle tanımlamış ve bu çoklu ki­şilikler sonradan yazdığı kitaplarda devreye girmiştir.[136] İddi­ası şudur: “Ancak sürekli bu iki taraflı dönüşüm yaşandığında kadınlığın ve toplumun multikültürel açıdan anlaşılması mümkün olur.”137

Anzaldüa’nın dipnotta sunduğumuz yaşantısına bakarsak, yeni insan modelinin çok renkli bir cinselliği olacak demektir! Butler, kitabını felsefe üzerine genel manada yaptığı bazı de­ğerlendirmelerle bitirir.

Okuyucu belki ilk bakışta Butler’ın akıllara ziyan, güzel ah­lakı hiçe sayan fakat onun da ötesinde sübyancılık ve ensesti savunan düşüncelerine niye bu kadar önem verip uzun uza­dıya anlattığımı anlamayabilir. Mesele sivri akıllı bir ABD’li sosyologun, kendine özel düşüncelerinden ibaret değildir; bu, insanlığa karşı açılmış, sosyal mühendislik projeleri üzerin­den yürütülen bir savaşın ana stratejilerinden biridir. Yeni bir radikal insan modeli ancak erkek ve kadın farkı, yani cinsiyet ortadan kaldırılırsa mümkün olabilir; Butler da gördüğünüz gibi bu konuda hayli “yaratıcı” ve üretkendir. Bizi Türkiye olarak ilgilendiren ise projenin bu ayağının bize nasıl yansıdı­ğıdır, aşağıda bunu açıklamaya çalışacağım.

b.Truva Atının Cinsiyeti Neydi?

Truva atı; aygır, kısrak veya cinsiyeti olmayan bir unicorn olabilir.138 Şüpheniz olmasın, eğer konu gündeme getirilir­se bizim feminist veya toplumsal cinsiyet duyarlılığı olan hanımlar, üzerine sayfalarca makale ve hatta kitap bile ya­zabilirler. Evet, şaka bir yana, 2010 civarındayız ve ikinci kitabım Nefs Psikolojisi ve Rüyaların Dilinin hazırlık çalış­maları içindeyim. Detaylarını tam hatırlamasam da İstanbul Söyleşmesinin gündeme getirildiği günlerdeydi, üzerimi­ze gelecek tehlikeyi hissettiğim için Ankara’dan binlerine ulaşıp uyarmak için çabalara girdim. Sonuç olarak bir dos- tumun araya girmesiyle o zamanlar Meclis Başkanı olan, şimdi rahmetli, Burhan Kuzu Hoca’dan randevu alabildim. Meclisteki makam odasında buluşmak üzere verdiği saatte oraya gittim ve zannedersem 20-25 dakika geç geldi. Tabii ki söz verilen zaman konusunda hiç hoşgörüsü olmayan bir “isviçreli” Türk olarak, hocaya hayli çıkıştım; biraz şaşkın gözlerle bana baktı ama bu daha hiçbir şeydi, esas konuya girdiğimde rahmetlinin hâlini görecektiniz. Eşcinsel hayat tarzının bütün trajik “inceliklerini anlattığımda, Burhan Hoca kızardı ve terlemeye başladı. Başka çarem yoktu, bizi nasıl bir hayatın beklediğini açıklayabilmek için onu şoke etmeyi de göze alarak bunları anlatmalıydım.

“Peki, netice nedir?” derseniz… 24 Kasım 2011’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, 247 vekilden 246’sının kabul, 1 ve­kilin çekimser oy vermesi ile Türkiye, sözleşmeyi parlamento­sundan geçiren ilk ülke oldu.

Sözleşme; toplumsal cinsiyet, cinsiyet dengesizliği ve güç iliş­kilerindeki mevcut duruma dayalı şiddetin mağdurlarından “kadına” ayrıca dikkat çekmekle beraber çocukların korun­masını da içermekte ve “kadın” terimi sadece yetişkinleri değil 18 yaşından küçük kız çocuklarını da kapsamakta ve bu doğ­rultuda uygulanacak politikaların nasıl olacağını belirlemek­teydi. Acaba biraz kitap okuyan ve araştırma yapan bir millet olsaydık, mesela Butler’ın yukarıda açıkladığım görüşlerini biraz bile olsun bilseydik, böyle bir oyuna gelir miydik, kadın hakları bahanesi ile kamufle edilmiş bu Truva atını içimize alır mıydık? Evet, on sene boyunca 2011-2021 arasında, “zehir” yavaşça içimize akıtılmaya başlandı ve toplumun her kesimi işin aslını anlamadan sözleşmeyi savunur hâle geldi. Küresel projenin kurmayları kendi aralarında durumumuza ne kadar gülmüşler, şampanya patlatıp zafer şarkıları söylemişlerdir.

Neticede 2021 senesinde hatadan dönüldü ama “virüs” ne ya­zık ki bazı zihinlere yerleşti.139

Bu sözleşmenin bazı maddelerini, zamanı geldiğinde patlaya­cak, toprak altına yerleştirilmiş mayınlar gibi düşünebiliriz. Bu maddeleri özetleyelim:

Truva Atı veya Mayın Tarlası: İstanbul Sözleşmesi

Mayın 1: ‘Toplumsal Cinsiyet Eşitliği”

“Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” terimi en tehlikeli olanıdır.140

Yukarıda gender teorisinin nasıl ortaya çıktığı ve hedefinin ne olduğu Butler’m kendi ağzından anlaşıldıktan sonra hâlâ işin esasım anlayamamak, bilgi eksildiğinin de ötesinde seçici bir kavrayış eksikliği ve psikolojik yadsıma mekanizmasıdır.141 Üçüncü dalga feminizm, yani “erkek kadın” yaratma, erkek eşcinselliği ile erkekliği sulandırma, yani her türlü sapıklığın küresel çapta üstel bir hızla teşvik edilmesi ve alan artık müsa­it olduğu için erkek ve kadın farkını tamamen silme… Bahane de hazırdır: Kadınlara uygulanan şiddet ve eşitsizlik.

Bu strateji sıkça kullanılır; önce insanlarda acıma, merhamet duyguları uyandırılır ve yeterli hazırlık yapıldıktan sonra ani­den taktik değiştirilir ve kadınlığı tamamen silme projesi dev­reye girer. Yani hak hukuk derken: “Yorgan gitti kavga bitti.” Zaten ABD’de bazı feminist teyzeler kadınlık gidiyor diye is­yandadır ama iş işten geçmiştir. Tabii ki burada yanlış bir anlamaya yer vermeyelim; kadın haklarını geliştirmek, uygula­nan şiddeti engellemek her uygar insanın görevidir ve bu alanda ilerlemelerin gerçekleşmesi gayet doğaldır. Ama bunların derdi bu değil; böyle görünse bile artık anladığınız gibi “büyük oyun” hak hukuk değil, insanlığı yeniden yapılandırmak. Siz saygıde­ğer okucularımın kavradığını ise bazı saygıdeğer hanımefen­diler hiç anlayamıyor; anakronik (bu zamana ait olmayan) bir takılma var. Ama bu takılma çok tehlikeli çünkü bu savaşta cep­hemiz bölünüyor, ciddi manada güç ve zaman kaybediyoruz.

Mayın 2: Cinsiyet Hakkında Kalıplaştırılmış Yargılar, Klişeleşmiş Roller[142]

Yani bir erkeğe erkek ve kadına kadın demek bunlara göre “kalıplaştırılmış yargı”dır; âdeta Foucault, Butler, Benjamin, Anzaldû a el ele vermişler, koro hâlinde şarkı söylemektedir­ler. Peki sadece iki cinsiyet yoksa bunun yerine ne getirilmeli­dir; tabii ki “Cinsiyet Rolü Normları” (Gender Streotype), yani LGBT ile başlayan ve LGBTQIA+ ve ötesine giden bir seri.[143] Ne masum değil mi? Kadın hakları derken nerelere geldik.

Mayın 3: Törelerin, Geleneklerin ve Ar, Namus Gibi

Kadim İnsani Değerlerin Kökünün Kazınması[144]

Aşağıdaki dipnotta ilk bakışta âdil gibi görünen bu ifa­de ABD uygulamalarında olduğu gibi inanılmaz saçma boyutlara ulaşmıştır. Evet çağımızda da töre, namus, gele­nek, din adı altında yapılan bazı uygulamalar vardır ve şüp­hesiz bunların değişmesi gerekir. Bazı ülkelerde sözde İs­lam, şeriat adı altında kadınlara karşı yapılan zulmün gerçek dinle hiçbir alakası yoktur, bunlar yerel, ilkel yorumlardır. Ama burada genel manada “kökünün kazınması” kullanılı­yor; yani daha açık ifade edersek bizi olumlu yanlarımızla da “namussuz” yapmak istiyorlar.

İnceleyin:  Doğu-Batı

Mayın 4: “Kadın’ Terimi, 18 Yaşından Küçük Kızları da Kapsayacaktır”145146

Yine ilk bakışta çok anlamlı bir karar; nitekim küçük yaşta cinsel istismara uğrayan kız çocuklarımızı nasıl koruyacağız? Ama burada “mayın” başka yerdedir; şöyle bir senaryo düşü­nün: Artık doğal gibi kabul ettirilmek istenen “Cinsiyet Rolü Normları” çerçevesinde yine 13-14 yaşlarmda bir kızımızın bu kez “sözde” kendi rızası ile lezbiyen veya trans olmak is­tediğinde ebeveynin bu duruma karşı çıkması bir özgürlük ve kişisel haklar kısıtlaması olarak değerlendirilecektir. Kız evi terk edebilir, biriyle yaşayabilir ve ağabey veya baba kızı zorla eve getirmek istediğinde suç işlemiş olacak ve önce uyarı ala­cak ve sonra da cezai müeyyede uygulanacaktır.

Domuz bağı nasıl çalışıyor görüyor musunuz, Fitne Nobel ödülü olsa bu sözleşmeye verilirdi herhâlde.[147]

Ayrıca sözleşmenin maddelerinden biri olan, GREVIO dene­tim sistemi daha da büyük bir felaket; artık kim olduklarını bildikleriniz, uluslarüstü bir komite kuracaklar ve bunlar da

Türkiye’deki durumu denetleyecekler. Âdeta sosyal açıdan bir Düyûn-ı Umûmiye.[148]

Bilmem anlatabiliyor muyum; öyle bir gaflet içindeyiz ki in­san şaşıyor, zafer kazandığımızı zannedip Truva atını şehri­mize almışız, içinde ne olduğuna bakmadan hayranlıkla et­rafında dolaşıyor, cinsiyetini tartışıyoruz. Böyle bir teslimiyet davranışının derin psikolojik anlamını bölümün sonunda açıklayacağım.

Truva Savaşlarının Ortasında Kalmış Garip Mustafa

Sizlere kitabın başında sunduğum bu beş cepheli savaşın önce varlığını sonra da stratejilerini açıklamaya çalışırken farklı kuruluşlarla temas halindeydim, sunumlar yapıyordum. Yine bir kuruluş tarafindan devletin yüksek makamlarına da su­num yapmaya davet edildim. Birazdan açıklayacağım olayın boyutlarınınm bu oranlarda olabileceğini tahmin etmediğim için, ilk sunum için şart koşulan “sansür”ü kabul ettim. Ka­dınları erkekleştirme (üçüncü dalga feminizm), toplumsal cinsiyet ve özellikle İstanbul Sözleşmesi konusunda tek keli­me etmem istenmiyordu. Hâlbuki kitabın başındaki şemada gördüğümüz gibi, bu iki alan, bu savaşın en önemli cephele- rindendi ve üzerlerine konuşulmaması, genel stratejinin anla­şılmasını engelliyordu. Derdimi anlatamadığım için kendime çok kızdım ve bir dahaki sunumda sansürü kabul etmeme kararma vardım. İkinci sunum Ankara’da yine devletin ba­kan seviyesinde ileri gelenlerine yapılacaktı; sıra bana gelince konuşmaya başladım fakat tam konuşmamın ortasında, ara­ya girildi, sözüm kesildi, en hafif tabiri ile, nezaket kuralla­rını aşan bir girişim ile susturulmaya çalışıldım. Evet, belki İsviçreli Türk yönüm susacaktı ama Rumeli göçmeni Sipahi Mehmed yanım uyandı, oturduğum yerden kalktım ve beni izleyen muhterem zevatın şaşkın bakışları arasında, sesimin I tonunu yükselterek, “Bakın muhterem kardeşlerim, biz bir i‘ savaşın ortasındayız ve eğer bu konulara değinmezsek bu sa- 1 vaşı anlayamayız.” deyip devam ettim.

Söylediklerim etkili olmuş olmalı ki, bir dahaki sempozyuma baş konuşmacı olarak davetliydim. Orada, daha önce varlı­ğını hissettiğim ama yine bu oranlarda olabileceğini tahmin etmediğim bir gerilim fark ettim. U şeklindeki masanın bir kanadındaki hanımefendiler ile karşı kanadındakiler arasında tam bir kopukluk, onun da ötesinde, birbirlerine bakmamaya kadar varan bir gerilim vardı ve ben de iki masanın birleştiği yerde, yani ortadaydım. Bir o tarafa bir bu tarafa bakıyor ve içimden “Aman Allahım, ben nerelere düştüm?” diyordum. Grup terapilerinden bu tarz trajikomik senaryolara alışık ol­duğum için, gerilimi azaltmak için neler yapılması gerektiği­ni biliyordum ama ne yazık ki terapide değildik. Bir ara bana bakıldığım hissettim; başımı çevirdiğimde bir hanımın öfke dolu gözleriyle karşılaştım, âdeta gözleriyle beni yiyecekti. Hep muzip bir yapım olduğu için olayın mizahi yönü de içim­de canlandı ve beni bir gülme aldı. Belli olmasın diye ağzımı tuttum, diğer yandan da “virüs”ün çok derinlere işlemiş ol­duğunu anladım. Toplumda kanaat önderi olmuş, akademik kariyer yapmış bu hanımefendiler çok spesifik bir körlük yaşı­yorlar ve İstanbul Sözleşmesi’nin içine yerleştirilmiş, toplum­sal cinsiyet gibi “mayın”ları ısrarla görmemekte diretiyorlar­dı. Âdeta oturma odasında bir fil vardı ve ben “Bu filin burada ne işi var?” dediğimde, “Hangi fil, nerede o fil, fil olduğuna emin misin?” cevabını alıyordum. Sağduyu devreden çıkmış, zehirli bir asabiyet içlerine yerleşmiş, sağlıklı muhakeme kay­bolmuştu. Bu konulara girdiğimizde kaşlar çatılıyor, gözler donuklaşıyor, beden dili savunma haline geçiyordu.

Bakın, belki erkek dünyası ile geçmişte yaşadıkları olumsuz­luklar sebebiyle haksızlığa, şiddete karşı olan tepkilerinden kaynaklanan duyarlılıktan söz etmiyorum, burada başka bir dinamikle karşı karşıyayız. Psikoterapi esnasında herhangi bir orantısız duygusallıkla karşılaştığımızda altta yatan sebep­leri ararız ve ancak ateş olan yerden duman çıkar. Durumun üzerine derinliğine düşündüğümde kitabın “Netflix Cephesi” bölümünde değineceğim “sistematik gölge aktivasyonu” tek­rar aklıma geldi; büyük olasılıkla “ayar” başarıyla uygulanmış ve sağduyu devreden çıkarılmıştı. Erkek dünyası tarafından baskılanmış, haksızlığa uğramış, belki şiddete maruz kalmış veya öyle olmuş olduğunu sanan “gölge” kışkırtılmış ve ben­liği tamamen istila etmiş, ele geçirmişti. Böyle durumlarda tarafsız bir değerlendirme artık mümkün olmuyor ve hatta sağduyu, aklıselim, vicdan bile devreden çıkıyordu.

Bundan dolayı İnsanlığı Yeniden Yapılandırma Savaşı’nm iki cephesi, yani “erkek kadın” yaratma ve cinsiyeti tamamen or­tadan kaldırma projeleri yok sayılıyor ve oradan gelen saldı­rılara karşı tamamen savunmasız kalıyorduk. Ayrıca “ordu” öyle karşı saflara ayrılmıştı ki kurmaylar beraberce mücade­le vermek yerine birbirlerinden nefret eder hâle gelmişlerdi. Yine “ödül” verilmesi gereken bir toplumsal mühendislik harikası ile karşı karşıyaydık. Bazen derdimi anlatamadığım zaman sunumlarımda içimden “İmdat!” diye bağırma isteği uyanır, bu sunum da öyle bir sunumdu ama cesaret edip de bağıramadım.

6

ALTINCI CEPHE:
TABİİ DUYGULARIN KASITLI
OLARAK BAŞKA ALANLARA
YÖNLENDİRİLMESİ/ÜSTEL
BİR HIZLA ARTTIRILMIŞ

HAYVAN SEVGİSİ

Şimdiye kadar savaşın belirleyebildiğimiz beş cephesini açık­ladık fakat bu mühendislerin yaratıcılığına bir son yok gibi görünüyor. Son senelerde meydana çıkan bir sosyal değişim ise özellikle ev hayvanlarına yönelik sıradan ilgi ötesi sevgi. “Minni” adını verdiğimiz mavi nokta Siyam kedimizi, aşıları için veterinere götürdüm; ailecek tanıştığımız veteriner arka­daş, selâmlaştıktan sonra “Çocuğu şöyle alalım…” dedi.

Hayvan besleyenlerin bildiği gibi veteriner muayenehanele­rine artık “klinik” deniyor ve bildiğimiz insan hastanelerinde bulunan laboratuvar, röntgen ve hatta MR cihazı olmak üze­re, ne varsa oralarda da var.

Turgutreis’te yat limanında kahvesini sevdiğim bir kafeye çok rahat koltuklar yerleştirmişler; bazen orada oturup kitap okumayı severim fakat artık mümkün değil çünkü koltuklara sokak köpekleri yerleşmiş, “Bunların burada ne işi var?” dedi­ğinizde bazı genç hanımlar size öfkeyle bakıyorlar.

Bir arkadaşım anlattı, kedi köpek mamaları faturaları kabul edilebilir düzeyi aştığı için kızına “Bak kızım, bu senin hay­vanlara harcadığın para ile on yetim çocuk bir ay beslenir.” de­diğinde hışımla gözlerini açarak bağıran kızından aldığı cevap, “Çocuklar beni ilgilendirmiyor.” olmuş. Arkadaşıma “Ne his­settin?” dedim, derin bir üzüntü ve hatta dehşetle, “Yahu biz bu çocuklara ne yaptık da bunlar bu hâle geldi?” dedi.

Şehirlerin sokaklarında gezerken çocuk arabalarına dikkatle bakarsanız bazılarının içinde köpek görürsünüz. Sokaklara yayılan kedi köpek mamalarını artık diğer hayvanlar da bolca yiyor, maşallah martılar hindi gibi oldu. Başıboş köpeklerin sayısı çok arttığı ve barınaklar da farklı sebeplerle daha az kul­lanıldığı için köpek çeteleri sokaklarda kol geziyor ve ne yazık ki üzücü olaylara şahit oluyoruz.

20240204_215953-300x192 Aileyi İfsad Etme ve İnsanlığı Yeniden Yapılandırma Küresel Proje "Savaşı" nın Ana Cepheleri

Yanlış anlaşılmasın, tabii hayvan sevgisini eleştirmiyorum, övünmek gibi olmasın, bu kitabın yazarı da hayvanları çok sever; askerlik hizmetim esnasında doktoru olduğum askeri fabrikanın kantininden yüzlerce kişinin yemek artığını top­lar, nizamiye içindeki sahipsiz köpeklere dağıtırdım. Hep kedi köpek sahibi oldum ve hatta onlarla arkadaşlık anılarım bile vardır. Fakat bütün bu sosyal projelerde olduğu gibi, burada yine farklı bir durum var; doğal bir akış yok, zorlamalı bir de­ğişimi izliyoruz, her zaman olduğu gibi Troy Vettese, “Want to trulyince bir ayar” yapıyorlar. Peki, bu neyin ayarı?

Kitabın farklı bölümlerinde açıkladığım “gölge kışkırtma” yöntemini artık anladık sanırım; burada da benzer bir durum­la karşı karşıyayız. Ama bu sefer gölge kışkırtılmıyor; insanın en yüce duygularından biri olan merhamet, şefkat, üzerinden çalışılıyor ve hedef kaydırılıyor. “Tetiklenmiş merhamet sap­ması” gerçekleşiyor.[149] Normal şartlar altında genç bir kadında ergenlik sonrasında çocuklara yönelik olarak uyanması gere­ken sevgi, muhabbet, merhamet, şefkat yönü değiştiriliyor ve bu durum ortaya çıkıyor. Artık aile kurmak, evlenmek, çocuk sahibi olmak gençleri ilgilendirmiyor; zaten hayvanlarla kuru­lan ilişki daha az sorumluluk gerektiriyor; daha konforlu, bir çeşit “kendini kandırma” çünkü bir insanın kendi yavrusu ile kurabileceği ilişkinin komünikatif ve metakomünikatif ince­liklerini taşımıyor bu ilişki. Bunun için de yeterince doyum vermiyor, hep bir eksiklik kalıyor ve evinde onlarca kedi, kö­pek ve her türlü hayvan ile yaşayan insanlar meydana çıkıyor.[150] Ve bu durum, fazla değil, son on sene içinde programlandı ve yine bir sosyal mühendislik harikası ile karşılaştık. Aynen kuklacının el harekeden ile kuklayı oynattığı gibi bizi de iste­dikleri gibi oynatıyorlar ama bir yandan da insanlığın mer­hamet gibi en asil duygularını, ince hâllerini körleştiriyorlar.

Ve bu ayarın karşılığı ise yine depresyon ve kaygı çünkü isten­diği kadar hayvan sevilsin; bu sevgi, insanlar arası sevginin, mesela bir annenin bebeği ile yaşadığı sevginin yerini tuta­maz. Hayvan sevgisi bir süreliğine idare eder ama sonunda yetmez ve sıkıntı, varoluş anksiyetesi başlar; istatistiksel ve­riler bunu kanıtlar. Ve tasavvufun bize öğrettiği gibi; insan, fıtrattan gelen bu asil duyguları yaşayamazsa aynen nefesini tutup da veremeyen bir insanda olduğu gibi “kerb” hâli yaşar, daralır.[151]

Ama işin diğer göz ardı ettirilmiş boyutu ise dünyada yaşanan açlık, sefalet, çocuk ölümlerine rağmen kedi, köpek ve diğer ev hayvanları için harcanan paradır. 2020 verilerine göre ev hay­vanları pazarı dünyada 261 milyar dolara ulaşmış ve 2022’de sadece ABD’de harcanan para 109 milyar dolar olmuştur. Ev hayvanları yan ürünleri pazarı 2019 ila 2020 arasında %116 artmış ve artmaya da devam etmektedir. Bir hesaplamaya göre ABD’de ev hayvanları için harcanan paranın 1/5’inden daha az bir miktarla akut açlığın önüne geçilebilir.[152]

Şu anda dünyada 900 milyon köpek ve 700 milyon kedi, ev hayvanı olarak beslenmektedir.[153] 2022 yılında ABD’de vete­riner masrafları 36 milyar dolara ulaşmış ve sadece 2021-2022 arasında %4,7 artış göstermiştir.[154]

Bilmem anlatabiliyor muyum; nasıl insafsız, delirtilmiş bir dünyada yaşıyoruz. Afrika’da ve dünyanın diğer ülkelerinde yüz binlerce çocuk Kuvaşiorkor (Kwashiorkor) hastalığına yakalanmış, göbekleri şişmiş, acıyla sokaklarda dolaşırken biz milyarları aslında bu kadar ürememesi gereken kedi, köpeğe harcıyoruz.[155]

20240204_220002-300x285 Aileyi İfsad Etme ve İnsanlığı Yeniden Yapılandırma Küresel Proje "Savaşı" nın Ana Cepheleri

Bu son projede diğerlerine göre hedef daha belirgin. Annelik yaşanmazsa ilk aşamada nüfus artışı yavaşlayacak ve ayrıca toplumsal cinsiyet yapılanması için alan hazırlanacak. Yine bu son projeden aldığımız ders şudur: Bu projenin mimarları, bu kontrol mekanizmasını ellerinde bulundurdukları sürece karar verdikleri her sosyal değişimi gerçekleştirebilecek güçte olacaklar. Yani her gün yeni oyunlarla karşılaşma ihtimaline hazır olmalıyız. Aşağıda açıklayacağımız Hekaton ile tango böyle bir şey.

 

Mustafa Merter – Hekaton’la Son Tango,,syf:19-99

Dipnotlar:

 

[1] Yıllar sonra Psikolog Martin Seligman’ın “Kaliforniya benliği” ifadesine rastladım ama aynı durumu ifade etmiyoruz.

[2] Fer; “parlaklık, aydınlık, nur” demektir.

[3] Jean M. Twenge, Ben Nesli, çev. Esra öztürk (İstanbul: Kaknüs Yayınlan, 2009).

[4] Aslında clarification kelimesinin Türkçeye doğrudan tercümesi “açıklama, açıklığa kavuşturma” olsa da işin gidişatı kadim değerlerin yok edilmesi yö­nündedir. Bu sebeple “değerleri yeniden belirleme” daha doğru bir karşılık olabilir.

[5] “None of us has the right set of values.”

[6] Sokrates’in öğrencilerine bilgileri sorular sorarak öğretmesi “Sokratik diya­log” adıyla bilinir. Bu anlamda Sokratik sorgulama yapan kişi, karşısında­kine yeni bir şey öğretmemekte, sadece kişinin bildiğini anımsatıp bilince çıkartmaktadır.

[7] George F. Kneller, Intruduction to the Philosophy ofEducation (New York: John Wiley & Sons, 1964).

[8] J. Dewey’in eğitim sistemi aslmda bizim kadim rüşd usulümüze benzer; yani çocuk veya talebe eğitimde pasif kalmamalı ve kendisi de doğruları bulmak için bir çaba içine girmelidir. Ama aradaki büyük fark şudur: Rüşd usulünde ilahi rabıta ve bir mürşid-i kâmil vardır. Mürşid sadece sözleri ile değil; hâlleri, Kur’ân-ı Kerîm kaynaklı güzel ahlakı üzerinden de doğruyu buldurur. Yani öğretmenin güzel ahlak ve tekâmül seviyesi doğruyu buldur­mak için esas belirleyici unsurdur.

[9] Dewey, APT, 2010; Dewey, DRT, 2010; Dewey, MPC, 2010; Dewey, PST, 2010; Dewey, TTC, 2010; Dewey, TTP, 2010.

[10] Lickona, “The Return of Character Education”, s. 9.

[11] Jean M. Twcngc, Ben Nesli, çev. Esra öztürk (İstanbul: Kaknüs Yayınlan, 2009), s. 20.

[12] İlginçtir, çocuğun seçimlerine kayıtsız şartsız saygı duymayı eleştiren “Kül­tür Şoku” adlı kılavuz kitapta şöyle bir durum aktarılır: Bir yabancı, parkta bir Amerikalının minnacık bir çocukla konuşmaya çalıştığım görür. Ebe­veyn, çocuğa “Şimdi eve gitmek ister misin? diye sorar. Uykusu olduğu her halinden belli olan ve bir yandan da ağlayan çocuk “Hayır.” der. Böylece aile parkta hoşnutsuzca oturmaya devam eder. Çocuğun böyle bir karar vermek için çok küçük olduğunu gören yabancı kendi kendine “Bu insanlara ne oluyor böyle?” diye söylenir. Kılavuza göre bu olaylar Amerikan kültürü­nün bir parçasıdır. a.g.e, s. 107.

[13] Bu hayallerden biri de ünlü olma isteğidir. ABD’de yüz binlerce genç, ar­tist olma ümidiyle genç yaşta Kaliforniya’ya gitmiş ve bazdan Harvey Weinstein, Roman Polanski gibi Hollywood filmcilerinin kurbanı olmuş­lardır. Bu ünlü olma isteği maalesef bize de yansımış ve özellikle sosyal medya bağımhlığı oranım son senelerde daha da arttırmıştır.

[14] “Ser”, Farsçada “baş” demektir; serseri, “başkasını dinlemeyen, kendi başını dinleyen; başına buyruk” demektir.

[15] Bir zamanlar bir psikiyatrisi dostum, kendisine varoluşçu psikoterapiyi öğ­renmeye gelenlere “önce var ol, sonra gel.” derdi.

[16] Twenge, a.g.e., s. 65.

[17] a.g.e, s. 92.

18 J. Twenge, W. K. Campbell, Asrın Vebası: Narsisizm İlleti, çev. özlem Yük­sel (İstanbul: Kaknüs Yayınlan, 2010), s. 75. (Grafik İstatistiğinin Kaynağı: D. F. Alwin, “İtaatten özerkliğe: Çocuklarda İstenen özelliklerde Değişiklik 1024-78”, Public Opinion Quarterly, 1988, 52, 33-52 ve General Social Sur- vey Data, 1988,1996 ve 2004.)

[19] Victoria döneminin (veya Viktoryen dönem), genellikle Kraliçe Victo­ria’nın (sıklıkla en büyük ve en sevilen Britanya hükümdarı olarak kabul edilir) hüküm sürdüğü 1837 ile 1901 yıllan arası için kullanılan bir dönem- lendirmedir.

[20] Twenge, a.g.e., s. 35-36.

[21] Filmin yapımcıları: Clint Eastwood, Albert S. Ruddy, Tom Rosenberg, Paul Haggis.

[22] J. Twenge, BEM Cinsiyet Ölçeği’ni kullanıyor ve tipik eril ve dişil özellik­leri ölçen iki anketin, 28.920 üniversite öğrencisi üzerinde uygulanmış 103 örneğini bir araya getirip şu açıklamayı veriyor: “>Eril> ölçek; r’rekabetçi’, ‘bağımsız’, ‘asla kolay vazgeçmeyen’ ve ‘tutkulu’ gibi kelimeler içeriyor. 1990larda ankete cevap veren kadınların %50’sinden fazlası “eril” olarak çıkmıştı. Bu oran 1970lerde sadece %20’ydi. Yani kadınlar, 1970’lerdeki Patlama Nesli nin üniversite öğrencilerine kıyasla %80’den fazla eril özel­liklere sahipti. Değişim o kadar büyüktü ki 19901ann başlarında erkeklerin ve kadınların, sözde erkeksi olduğu söylenen özellikleri ölçen ankete verdiği cevaplar ayırt edilemiyordu. Açıkça görülüyordu ki bu özellikler artık erilli­ğe değil insanlığa aitti.” a.g.e., s. 266.

[23] United States Census Bureau, “Historical Marital Status Tables. Table MS-2. Estimated Median Age at First Marriage, by Sex: 1890 to the Present”, 22 Kasım 2021.

[24] TÜİK tarafından açıklanan verilere göre Türkiye’de resmî olarak ilk evliliğini 2020 yılında yapmış olan kadınların ortalama evlenme yaşı 25,1 iken erkekle­rin ortalama evlenme yaşı 27,9 oldu.

[25] Geçim sıkıntısı, sosyal karışıklıklar, kırsal kesimden şehirlere veya başka ülke­lere göç, savaş, varoluş kaygısı gibi sosyal etkenler de burada devreye girebilir. Ama yukarıda verdiğimiz ABD örneğinde bunlardan hiçbiri büyük oranlarda mevcut değildir.

[26] Mustafa Merter, Nefs Psikolojisi ve Rüyaların Dili (İstanbul: Kaknüs Yayınlan, 2014), s. 525.

[27] Çocuk sahibi olmayan kadınlarda meme kanseri riski, 20 yaşından evvel 1 çocuk sahibi olanlara göre %90 oranlarında artar (American Journal of Public Health, 1987, 77:495-497). Ayrıca yumurtalık ve rahim kanserleri için de aynı durum geçerlidir. Ve hamilelik sayısı arttıkça kanser riski daha da azalır (NIH, National Cancer Institute, Reproductive History and Cancer Risk, 9 Kasım 2016).

[28] “BEM Cinsiyet Rolü Envanteri Kadınsılık Ve Erkeksilik ölçekleri Türkçe Formunun Psikometrik özellikleri”, Doç. Dr. Zehra Yaşın Dökmen, Kriz Dergisi 7(1): 27-40.

[29] Ayrıca filozoflar bu iki farklı varoluş tarzını, sahip olma ve var olma kategorileri altında değerlendirirler. Bkz. Erich Fromm, To Have or to Be? (Sahip Olmak ya da Olmak, İstanbul: Say Yayınlan, 2017); Herbert Marcuse, One-Dimensional Man (Tek Boyutlu İnsan, çev. Seçkin Çağan, İstanbul: May Yayınlan, 1968).

[30] Bu diyagram, mevcut Tao yin-yang diyagramının, bu kitabın yazarı tarafin­dan celâl-cemâl kavramlarını görsel olarak ifade etmek üzere düzenlenmiş hâlidir.

[31] İlâhi varlık kodlan veya Rabbimizin güzel isimlerinin (Esmâül-Hüsnâ) bü­yük çoğunluğu “cemâl” isimleridir. Bu isimlerden bazılarını bizdeki taay­yünleri (belirginleşmeleri) açısından da zikredelim: er-Rahmân, er-Rahîm, ei-Kuddûs, es-Selâm, el-Mü’mln (güven, emniyet verici), el-Müheymin (gözetip koruyan), el-Hâlik (yaratan), el-Bârf (tam ve eksiksiz yaratan), el-Musavvir (en güzel şekil veren), el-Gaffâr (hataları fazlasıyla bağışlayan), el-Vehhâb (karşılıksız bol veren), er-Rezzâk (nzıklandıran), el-Fettâh (rah­met hâzinelerini açan), el-Alîm (hakiki manada bilen), el-Bâsıt (genişleten), er-Rafi’ (yükselten), el-Muiz (aziz eden), es-Serm (her şeyi işiten), el-Basîr (her şeyi gören), el-Adi (adaletin kendisi), el-Latîf (incenin incesi ve lütfe­den), el-Habîr (her şeyden haberi olan), el-Halîm sabırlı, acele ve kızgın­lıkla muamele etmeyen, insandaki tezahürü “ipek gibi” yumuşak huylu), el-Gafur (hataları silen), el-Hafîz (koruyan), el-Hasîb (her işe yeten), er- Rakîb (gözetip koruyan), er-Raûf (çok merhametli), el-Mücîb (her derde çare bulmak için icabet eden), el-Vâsi’ (ikramlarında deniz gibi geniş olan), el-Vâlî (yakınlarının her şeyini düşünen) el-Bâis (ölü gibi olanları bile diril­ten), eş-Şehîd (her şeyi gören), el-Vekîl kullarının -aile içindeki tezahürüy­le “yavrularının”- işlerini kendi işinden üstün tutan), el-Velî(gerçek dost), el-Muhyî (hayat veren, insandaki tezahürüyle sembolik manada dirilten), el-Hayy (hayatm kaynağı, hayat veren), el-Kayyûm (bütün “aileyi” veya var­lığı ayakta tutan), el-Berr (yakınlarına karşı sevgisi, rahmeti ve merhameti neredeyse sonsuz olan), el-Vedûd (sevgininin özünü taşıyan, aşk ile seven), en-Nûr (her şeyi aydınlatan), es-Sabûr (her şeye -insandaki tezahürü ile ne­redeyse her şeye- sabreden)…

[32] el-Cebbâr (istediğini zorla yaptıran), el-Kahhâr (gerektiğinde yok eden, kahreden), el-Kâbız (daraltan), el-Hâûd (alçaltan), el-Muzill (zelil eden, aşağılayan), el-Mümît (öldüren), el-Müntakım (mazlumların ahım zalim­lerden çıkartan), ed-Dârr (elem verici şeyleri yaratan, zarar veren), el-Kâdir (yüksek derecede kudretli), el-Muktedir (bütün meseleleri çözen)…

[33] tng. dualunion

[34] Tekâmül ise nefs ilmine göre, “nefs yapısında daha ferah, daha aydınlık, daha özgür, daha geniş, daha ümit ve güven veren varoluş konumlarına yükselme” demektir.

[35] R. C. Keşler, K. A.JdcGonagle, M. Swartz, “National Comorbidity Survey”, Journal of Affective Disorders 1993; 29 :85-95.

[36] The National Institute of Mental Health (NIMH), 2020.

[37] Ulusal Komorbidite (Eş Zamanlı Hastalık) Araştırması (NCS; 1990-1992 yılları arasmda gerçekleştirilmiştir) herhangi bir anksiyete bozukluğu için yaşam boyu yaygınlık oranlarının kadınlar için %3O,5 ve erkekler için % 19,2 olduğunu ortaya koymuştur (Kessler ve diğerleri, 1994). Yaygınlık oranları da panik bozukluğu (PB; %5,0’a karşı %2,0), agorafobi (AG; %70’a karşı %3,5), özgül fobi (%15,7’ye karşı %6,7), sosyal anksiyete bozukluğu (SAD; %15,5’e karşı %11,1), yaygın anksiyete bozukluğu (YAB; %6’ya karşı %3,6; Kessler ve diğerleri, 1994) ve travma sonrası stres bozukluğu (TSSB; %10,4’e karşı %5,O, Kessler ve diğerleri, 1995) da dâhil olmak üzere incelenen her anksiyete bozukluğu için kadınlarda erkeklerden daha yüksektir.

[38] Kaynafc Monitoring the Future, 1991-2015.

[39] Kaynak Kelly ve diğerleri (23); Przybylski and VVeinstein (25), Twenge ve Campbell tarafindan yeniden analiz edilmiştir (28).

[40] “[…] what the reaearcher does not realise is that he is caught in a historical context in which ideologies shape the thinking […]”

[41] Hitler’e destek veren psikoposlar.

[42] Bütün bu isimler Gershom Scholem’in “Yahudi Tarikatı” diye tanımladığı Frankfurt Okulunun katılımcılarıdır. Kevin McDonald, Eleştiri Kültürü: 20. Yüzyıl Entelektüel ve Siyasi Akımlarında Yahudi Etkisi, Evrimsel Bir Analiz, çev. Gül Aktaş (İstanbul: Kaknüs Yayınlan, 2022), s. 360.

[43] Eridi Fromm, Studies on Authority and the Family, 1936; Kevin McDonald, Eleştiri Kültürü: 20. Yüzyıl Entelektüel ve Siyasi Akımlarında Yahudi Etkisi, Evrimsel Bir Analiz, çev. Gül Aktaş (İstanbul: Kaknüs Yayınlan, 2022), s. 364.

[44] Zoltân Tar, The Frankfurt School: The Critical Theories ofMax Horkheimer and Theodor W. Adorno (New York: John Wiley & Sons), s. 87-88.

[45] Richard J. Herrnstein, Charles Murray, The Bell Curve: Intelligence and Class Structure in American Life (New York: Free Press).

[46] McDonald, a.g.e., s. 355.

[47] George Soros (doğum adı György Schwartz, 12 Ağustos 1930), Macar asıllı bir borsa yatırımcısıdır, ayrıca “açık toplum”u yaymak isteyen sözde hayır­sever yardım etkinlikleri de vardır. Şu andaki servetinin milyarlarca dolarlık bir kısmını dünyanın farklı ülkelerinde sosyal faaliyetlere aktarır. Fakat bu yardımlarım o ülkelerin sosyopolitik sistemini kontrol etmek için yaptığı da iddia edilir. Onun “açık toplum* fikri, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Londra Ekonomi Okulunda eğitim alırken tanıştığı filozof Kari Popper’dan (1902-1994) kaynaklanır ve özellikle filozofun Açık Toplum ve Düşmanlan kitabından çok etkilenmiştir. Türkiye’de ise Gezi Parkı olaylarının arka pla­nındaki “gölge adam”ı, finansörü olduğunu yönünde ciddi bulgular vardır.

[48] Kolektif, Eşcinsel Hayat Tarzının Sağlık Tehlikeleri (İstanbul: Kaknüs Ya­yınlan, 2021), s. 271.

[49] G. Remafedi, S. Frendi, M. Story, M. D. Resnick ve R. Blum, “The Relation- ship between Suicide Risk and Sexual Orientation: Results of A Population Based Study”, American Journal of Public Health, Ocak 1998,88 (1): 57-60.

[50] R. Herrell, J. Goldberg, W. R. True, V. Ramakrishnan, M. Lyons, S. Eisen, M.T. Tsuang, “Sexual Orientation and Suicidality: A Co-Twin Control Study in Adult Men”, Archives of General Psychiatry, 56:867874.

[51] Kolektif, Eşcinsel Hayat Tarzının Sağlık Tehlikeleri (İstanbul: Kaknüs Ya­yınlan, 2021), s. 91.

[52] Dr. M. P. Marshal, Univ. Of Pittsburgh, Journal Addiction, Nisan 2008.

[53] J. C. Gonsiorek, “Results of Psychological Testing on Homosexual Popula- tions”, Homosexuality.

Social, Psychological and Biological Issues, ed. W. Paul, J. D. Weinrich, J.. Gonsiorek, M. E. Hotvedt (New York: Sage Publications, 1982), s. 71-88; J. C. Gonsiorek, “The Empirical Basis for the Demişe of the Illness Model of Homosexuality”, ed. J. C. Gonsiorek, J. D. Weinrich, Homosexuality: Re­search Implications for Public Policy (New York: Sage Publications, 1991), s. 115-136.

[54] M. W. Ross, “Homosexuality and Mental Health: A Cross-Cultural Re- view”, Journal of Homosexuality, 1988,15(1/2): 131-152.

[55] B. Riess, ^ychological Tests in Homosexuality”, Honıosexual Behavior: A Mo-
dem Appraisal,
ed. J|Macmor (New York: Basic Books, 1980), s. 298-311.

[56] D. M. Fergusson, L. J. Horwood, A. L. Beautrais, “Is Sexual Orientation Related to Mental Health Problems and Suicidality in Young People?”, Archives of General Psychiatry, 1999,56:876-880.

[57] Ray Blanchard ve diğerleri, “Fratemal Birth Order and Sexual Orientation in Pcdophiles**, Archives ofSexual Behaviour» 29 (2000): 464.

[58] Carla Jay, Ailen Young, The Gay Report (New York: Summit Books, 1979), s. 275.

[59] Zaten “erkek çocuk pomosu” da eşcinsellerde belirgin bir şekilde daha fazla rağbet görür.

[60] Kenneth V. Lanning, “Child Molesters: A Behavioral Analysis”, National Çenter for Missing & Exploited Children, 2001,4. Baskı, s. 86.

61 Kaynak: https://news.gallup.com/poll/389792/lgbt-identification-ticks-up.aspx

62 https://nypost.com/2023/07/20/ivy-league-lgbtq-numbers-soar-harvard- numbers-triple/

63 https://www.browndailyherald.com/article/2023/06/lgbtq-student-self- identificatioBfeıs-doubled-since-2010-accordmg-to-herald-polling-data

64 Kaynak: Behavioral Risk Factor Surveillance System (BRFSS); National College Health Assessment (NCHA); National Immunization Survey (NIS);The National Survey of Early Childhood Health (NSECH).

[65] Abigail Shrier, Irreversible Damage (Londra: Swift Press 2021), s. 32.

[66] M. M. Johns, R. Lowry, J. Andrzejewski, L. C. Barrios, Z. Demissie, T. Mc- Manus, C. T. Rasberry, L. Robin, J. M. Undenvood, “Transgender Identity and Experiences of Violence Victimization, Substance Use, Suicide Risk, and Sexual Risk Behaviors Among High School Students: States and Large Urban School Diştricts”, Centers for Disease Control and Prevention, 2017 25 Ocak 2019, 68(3): 67-71. https: //www.cdc.gov/mmwr/volumes/68/wr/ mm6803a3.htm

[67] Shrier, a.g.e., s. 32.

[68] DSM’nin açılımı “The Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disor- ders”, Türkçe karşılığı ise “Mental Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı”dır.

[69] 1952’de DSM Tanı Kriterleri’nde eşcinsellik sosyopatik kişilik bozuklukları altında yer alırken 1968’de bu kategoriden çıkarılıp diğer cinsel sapmalarla birlikte sınıflandırıldı. Burada eşcinsellik ancak kişinin benlik algılamasıy­la uyumsuzluk gösterdiğinde problem olarak görülüyordu. DSM’nin 1973 baskısında ise eşcinsellikten artık hiç bahsedilmedi ve eşcinsellik, “başka bir kategoriye girmeyen diğer cinsel bozukluklar” başhğı altına (hetero/homo ayrımı yapmadan kişinin cinsel eğilimleri ile ilgili sürekli ve belirgin olarak yaşadığı sıkıntı olarak) alındı.

[70] Shrier, a.g.e., s. 60-61,163.

[71] a.g.e.» s. 166.

[72] a.g.e.» s. 119.

[73] Abigail Shrier‘ın Irreversible Damage kitabındaki benzer bir fıkrayı, biraz değiştirerek sundum ama asıl mana değişmedi. Türkçe baskısı için bkz. Abi­gail Shrier, Geridpönüşü Olmayan Hasar: Kızlarımızı Yoldan Çıkaran Trans- gender İlleti (İstanbul: Kaknüs Yayınlan, 2023).

74.age,s.117

[75] Kolektif, Eşcinsel Hayat Tarzının Sağlık Tehlikeleri, (İstanbul: Kaknüs Yayınlan, 2021), s. 173.

[76] Yine bu sapık pratiklerden biri de otoerotik boğulma teknikleri, oksijensiz orgazm arayışlarıdır. Bir zamanların Kung Fu filmlerinin “çekirge”si David Carradine, bu uygulama için kullandığı, bir ucunun boynuna diğerinin ise penisine bağlı olduğu plastik seks aleti ile kendi kendini tatmin ederken alet iki taraftan da kördüğüm olup bir dolaba takılır, nefes alamayan Carradine’in böyle can verdiği Tayland polisinin adli tıp raporunda meydana çıkmıştır.

[77] Bazı eşcinsel erkekler üzerlerine dışkılanmasmı veya başkalarına dışkılamayı (koprofıli) veya dışkı yemeyi (koprofaji) isterler. Bu uygulamalara scat play denir. Felching be birinin rektumundan rektal ve seminal sıvıların emilme­si demektir. 2006 yılında yapılan bir araştırma, eşcinsellerin %17’sinin scat play yaptığını gösterdi. Benzer başka bir uygulama ise golden shower deni­len üstüne İletmektir. Kolektif, Eşcinsel Hayat Tarzının Sağlık Tehlikeleri, (İstanbul: Kaknüs Yayınları, 2021), s. 265.

[78] Dopamin, serotonin, ositosin, endorfin, endokannabinoid gibi aminoasit- ler, merkezî sinir sisteminin haz veren iç “hormondandır.

[79] Barebacking denen, korunmadan yaşanan cinsel ilişkinin sözde hazzı, AIDS ris­kini bile unutturur. Burayla da kalmaz: Bug searching (“böcek arayışı”), kendisi AIDSli olmadığı hâlde, bir AIDS hastası ile bile isteye ilişki kurma isteğidir.

[80] Eşcinsel hayat tarzı, hayat beklentisini ortalama yirmi sene kısaltır.

[81] “iştiyak”, “olağanüstü büyük arzu, derin özleyiş” demektir.

82. Dinle, bu ney neler hikâyet eder, ayrılıklardan nasıl şikâyet eder.

Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan bütün insanlık acıyla inlemektedir.

İştiyak derdini açıklayabilmek için, ayrılık acılarıyla parça parça olmuş bir kalp teterim.

Aslından, vatanından uzaklaşmış olan kimse, orada geçirmiş olduğu zamanı tekrar arar.

(Orijinal metni biraz değiştirerek sunduk, manaya sadık kalındı).

[83] Üç madde boyutu: genişlik, uzunluk, yükseklik. Ek olarak zaman.

[84] İki can bir olunca benlik aradan çıkarmış. Gönül sevgiliyi bulmuşsa kuru dal bile çiçek açarmış.

[85] Primary human passionfor “divine oneness”.

[86] Batı delerinde bu sevgi ‘platonik sevgi” şeklinde tabir edilir ama Batı, nefs yapısmı bilmediği için esas manayı kaçırır.

[87] “Kullanma kılavuzu”, Kur an-ı Kerîm’dir.

[88] Bu tamamlanma süreci, tasavvufta “tevfik” olarak tabir edilir; tevfik, senkro­nizasyon manasına gelir.

[89] Eski bir porno yıldızı olan J. Sciamra Bra, San Francisco’daki Dore Alley Street Fair’i anlatıyor. (Hazirandaki “onur yürüyüşü”, eylüldeki Folsom Street Fair ve ekimdeki Castro Street Fair ile birlikte Dore Alley, San Fran­cisco eşcinsel takvimindeki en önemli olaylardan biridir.) “Dore Alley e ilk defa 1988’de katıldım, 19 yaşındaydım ve birkaç aydır yeni yaşam tar- zmdaydım. Yaklaşık bir düzine erkekle yatmış, kulüplerde ve hamamlarda olup bitenlerden çoktan sıkılmıştım, bu yüzden farklı bir şey istiyordum; henüz keşfedilmemiş bir şey ve o günün çoğunu yarı sersem bir şekilde ge­çirdim. Beni şaşırtan, sergilenen seks eylemlerinin açıklığı değildi çünkü zaten gey olduğumu açıkladım, ilk haftamda Castro’daki popüler bir gey barda umumi tuvaletleri ziyaret ederken her türlü şaşırtıcı fiziksel varyasyo­na ve pozisyona tanık olmuştum. Hayır, bu manzaraları bu kadar şoke edici kılan, gey erkeklerin sapkınlığı uç noktalara çıkarma istekleriydi. Bir köşede son derece yakışıklı ve iri uzuvlu bir adama oral seks yapmak için sıra bekle­yen erkeklerden oluşan uzun bir kuyruk vardı. Sokağın diğer tarafında baş­ka bir adamm açık ağzına idrarını yapan maskeli bir adam duruyordu. En acıklı manzara, kol ve bacaklarını yana açarak kaldırıma yüzükoyun uzan­mış, herhangi birinin onunla çiftleşmesini ya da üstüne çıkmasını bekleyen orta yaşın üstündeki bir adamdı, kimse yapmadı.” Kolektif, Eşcinsel Hayat Tarzının Sağlık Tehlikeleri, (İstanbul: Kaknüs Yayınlan, 2021), s. 164.

[90] Bu çoklu ilişkiler özellikle ergenlik, gençlik dönemlerinde çok fazladır. Yaş­lanan bazı eşcinsel çiftlerin birbirlerine sadık kaldıkları vakalar da vardır Peter Sprigg, Outrage: HoW Gay Activists and Liberal Judges Are Trashing D^ocracy to Redefine Marriage (Washington> DC: Regnery Publishing,

[91] Lisa Fredenksen JBohannon, Woman’s Work: The Story of Betty Friedan (Greensboro, NC: Morgan Reynolds, 2004).

[92] Lütfen bir büyüteç alıp Norman Efendi’nin iki gözünü büyüterek her gözü ayn ayrı değerlendirin, benim gördüğümü görüyorsanız anlaştık demektir!

[93] Eski kocası Cari Friedan’m tanımı: “Changed the course of human histo- ry almost single-handedly.” (“İnsanlık tarihinin gidişatını neredeyse tek başma değiştirdi.) Germaine Greer, “The Betty I Knew”, The Guardian (7 Şubat 2006) [78]

[94] Judith Pamela Butler (1957), Amerikalı filozof. ABD, Cleveland doğumlu­dur, ataları Macaristan ve Rusya kökenlidir. Anne tarafindan akrabalarının çoğu ikinci Dünya Savaşı’nda Alman toplama kamplarında hayatlarım kay­betmişlerdir. Lezbiyendir ve arkadaşı Wendy Brown ile beraber yaşar.

[95] “Indeed, the mission of the International lesbian and gay agenda is nothing more than a recreation of reality, human reconstruction and mediation of the question of what is habitable and what is not. So why would something like this be unfair? What if new forms of social gender are possible?” Judith Butler, Undoing Gender, (Londra: Routledge, 2004), s. 30.

[96] “Although we struggle for rights över our own bodies, the very bodies for which we struggle are not quite ever only our own. The body has its invariably public dimension; constituted as a social phenomenon in the public sphere, my body is and is not mine. Given över fr om the start to the world of others, bearing their imprint, formed within the crucible of social life, the body is only later, and with some uncertainty, that to which I lay claim as my own.”

[97] Merd-i Kıpti şecaat arz ederken sirkatini söylermiş

[98] R. A. Lynch, “Foucault’s Theory of Power”, Michel Foucault: Key Concepts,
red. D. Taylor (Stocksfıeld: Acumen Publishing Ltd., 2011), s. 13-26.

[99] Bkz. François Ewald, “Norms, Discipline, and the Law”; “A Concept of Social
Law”; “A Power Without an Exterior” ve Charles Taylor, “To Follow a Rule.”

[100] James Miller, The Passion ofMichel Foucault (New York Simon & Schus- tcr, 1993).

[101] özgün Başlık “Doing Justice to Someone: Sex Reassignment and Allego- ries of Transsexuality”

[102] “Fimosis”, erkek cinsel organın ön kısmındaki derinin doğuştan geriye çekilmesi hâlidir. İdrar yaparken zorlanma ve şişme olabilir, küçük bir ameliyatla düzelir.

[103] John William Money (8 Temmuz 1921 -7 Temmuz 2006), cinsel kimlik ve cinsel farklılaşma araştırmalarında uzmanlaşmış Yeni ZelandalI psikolog, seksolog ve yazar. Sosyal yapılaşmanın cinsiyet üzerine etkisi ve oluşan cinsel kimlik, cinsel yönelim kavramlarını ilk ortaya sürenlerdendir, özel­likle pedofıli (sübyancılık) üzerine görüşleri çok eleştiri almıştır. Şöyle der: “10-12 yaşmda bir çocuk, 20-30 yaşlarında bir erkeğe çekim duyuyorsa, iki taraf da aynı istekle, zorlama olmadan beraber olmak istiyorlarsa, bu durumu hastalıklı olarak göremem.” “Interview: John Money, PAIDIKA: The Journal ofPaedophilia, İlkbahar 1991, c. 2, no. 3, s. 5; John Colapinto, The True Story of John/Joan”, Rolling Stone, Aralık 1997, s. 54-97.

[104] özgün Başlık: “Undiagnosing Gender”

[105] özgün Başlık: “Gender Identity Disorder”

[106] özgün Başlık: “Is Kinship Always Already Heterosexual?”

[107] Kuir (Queer) heteroseksüel olmayan (homoseksüel olması şart değil) azınlıkta kalan cinsiyet ve cinsel yönelimlerin hepsini içine alan bir şemsi- ye terimdir.                                                    T

[108] “She writes: *It takes a certain “violence”, if one is homosexual> to want a child [II faut une certaine “violence”, quand on est homosexuel, pour vouloir un enfant]…’” Butler, Undoing Gender, s. 118.

[109] özgün Başlık: “Longing for Recognition”

[110] Jessica Benjamin, The Bonds of Love: Psychoanalysis, Feminism and the Problem of Domincation (New York: Pantheon Books, 1988).

[111] “So perhaps enacting for us the expansive possibilities of the critic who makes an Identification with formerly repudiated possibilities.” Butler, a.g.e, s.135.

[112] Tasavvufa göre iki insanın derin beraberliği, tevfik (synchronization) hâli, ruhların/canların maddiyat, cinsellik ötesi derin “Birliğidir. Bu “Bir”lik hâli yaşandığında ilahi enformasyon akışı (vâridât, füyûzât, ilhâmât, tulûât…) gerçekleşir ve vehbî olarak (kesbî: kendi çabası ile kazanılan, vehbî: ilahi kurallara uyulduğunda verilen) latif (ince) hâller kazanılır. Ama mesela lezbiyenlik gibi gayrimeşru cinsel ilişkilerde olduğu gibi, ilahi kurallara uyulmazsa bu hâller yaşanmaz ve insan sürekli bir tevhid eksik- ligi açhŞı hisseder. “Tevhid”, 1+1’in 2’den daha fazla bir değer kazanması, sayılar dünyasının ötesine geçmek demektir.

[113] özgün Başlık: “Quandaries of the Incest Taboo”

[114] “The daughter’s incestuous passion is less fully explored in the Freudian corpus, but her renunciation for her desire for her father culminates in an Identification with her mother and a turn to the child as a fetish or penis substitute.” Butler, a.g.e., s. 152.

[115] “So I keep adding this qualification: ‘when incest is a violation,’ suggesting that I think that there may be occasions in which it is not Why would I talk that way? Well> I do think that there are probably forms of incest that are not necessarily traumatic or which gain their traumatic character by virtue of the consciousness of social shame that they produce.” a.g.e., s. 157.

[116] Orijinal Başlık: “Bodily Confessions”

[117] Butler, a.g.e., s. 163.

[118] Antigon’un babası Oedipus, Thebai Kralı Laios’un oğludur. Bazı olaylar sonucunda, lokaste ile, yani öz annesi ile evlenir. Bu evlilikten dört ço­cukları olur: Ismene, Antigonc, Polineikes ve Eteokles. Antigon’un annesi İokaste’nin erkek kardeşi Kreon yani dayısı, Oidipus’un iki oğlu yani An­tigon’un erkek kardeşleriyle karşı karşıya gelir ve onlar babalarının laneti dolayısıyla birbirlerini öldürürler. Kreon tahta geçtikten sonra Eteokles’e uygun bir cenaze töreni düzenlemesine rağmen, diğer kardeş Polinei- kes’in cesedini surların önünde bırakır ve onu gömmeye çalışanı öldüre­ceğini söyler. (Antigon, Sofokles’in günümüze ulaşan yedi tragedyasından en eskisidir. îlk defa MÖ 442 senesinde oynanmıştır.)

[119] İngilizce tabiri ile bug chasing ya da “böcek arama”.

[120] “She loveı her brother, says, in fact, she wants to ‘lie with him\ and so pursues death, which she also calls her ‘bridal chamber’ in order to be with him forever.” Butler, a.g.e., s. 169.

[121] Obscure sense of guilt,’ a guilt that does not know its reason for being, can be derived from the Oedipus complex and was a reaction to the two great criminal intentions of killing the father and having sexual relations with the mother.”’

[123] Özgün Başlık: “The End of Sexual Difference?”

[124] “It seems that feminism is in a mess, unable to stabilize the terms that facilitate a meaningful agenda.” a.g.e., s. 175.

[125] Kullanımı yaygın fakat Türkçe karşılığı olmayan İngilizce kelimelerden biri gender. Türkçede “cinsiyet” desek de aslında apayrı bir kavram olan “toplumsal cinsiyet” anlamına gelir.

[126] Gender, Fransızcada genre (“janr” şeklinde okunur), “cins” demektir ve kökeni Latince gener-, genus, yani doğum, ırk, cins kelimesidir.

[127] Sosyolog John Money ve arkadaşları bu deyimi, 1950’lerde biyolojik cinsi­yet ile bir rol olarak taşman cinsiyetin farkını belirtmek için ortaya atmış­lardır.

[128] Burada seçim, tercih kavramları, “iki zararsız olabilirlik arasından birini seçmek” manasmda kullanılır.

[129] Yanlış anlaşılmasın, her insanın zâtı gibi eşcinsel kardeşlerimizin de zâtla­rı kutsal ve arınmıştır. Ama insan, tekrarladığı hataları yüzünden hayatım mahvedebilir.

[130] “Feminists have with the help of Foucault’s ideas studied different ways that women form their bodies: through plastic surgery, diet, eating dis- orders, ete. Foucault’s historization of sex has also affected feminist theo- rists such as Judith Butler, who used Foucault’s theories about the relation between subject, power and sex to question gendered subjects. Butler follows Foucault by saying that there is no ‘true’ gender behind gender identity that constitutes its biological and objeetive fundament.” J. Oksa­la, “Freedom and Bodies”, Michel Foucault: Key Concepts, red. D. Taylor, (Stocksfield: Acumen Publishing Ltd, 2011), s. 85-97.

[131] “To question a term, a term like feminism, is to ask how it plays, what investments it bears, what aims it achieves, what alterations it undergoes. The changeable life of that term does not preelude its use. If a term be- comes (jaestionable, does that mean it cannot be used any longer, and that we can only use terms that we already know how to master?”

[132] Aslında Braidotti, erkek odaklı dünya tarihini eleştirir. Anthropos ve Vit- ruvius ötesi, kadın ve eşcinsellerin oluşturacağı “Zoe” adlı yeni bir insan türü önerir. “Anthropos”, Eski Yunan’da hikmet sahibi olgun insan, in- san-ı kâmil, aziz, evliya manasına gelir. “Vitruvius”, ise Leonardo Da Vin- ci’nin günlük notlarının arasında bulunan meşhur olmuş bir eskiz, yani Batılı, beyaz, sağlıklı, yakışıldı ve erkek insan tipi demektir. Rosi Baidotti, İnsan Sonrası kitabında böyle yeni bir insan modelini tanımlar.

[133] Özgün Başlık: “The Question of Social Transformation”

[134] Drag Queen (“Drag Kraliçe”), eğlence veya moda için genellikle abartılı feminen tavırlar ve toplumsal kadın rolleri benimseyerek kadın kıyafetle­ri giyen kişi. Drag queen kişilikler genellikle erkekler tarafindan yaratılır. Drag durumunun politize olması ise eşcinsellik ve trans gündemine dik­kat çekmek için kullanılmasıdır. Daha da vahim olan, mesela çocukları (sözde) okumaya teşvik etmek için, kütüphanelerde drag’lara kitap okut­mak ve hatta anaokullarmda performans sergiletmektir. Amaç açıktır, en küçük yaştan itibaren zehirleme başlar.

[135] Mekukah/Amerikalı/Kızılderili bir kökenden gelen Anzaldû a, erkek-ka- dın, baba-kız, kız kardeş-erkek kardeş, kadın-köpek, kadın-kaplan gibi cinsellik fantezileri yaşamıştır ve kendini hem hetero hem lezbiyen ve hem de queer olarak tanımlar. Yani Butler’ın aradığı ideal modeldir. Farklı uyuşturucular ve bir halüsinojen olan psilosibin mantarı da kullanmıştır, fanteziler buradan da kaynaklanabilir.

[136] “Interviews/Entrevistas”, Johns Hopkins University, Erişim: 6 Ekim 2021.

137 Butler, a.g.e., s. 228.

138 Unicorn’un; saf ve masum olduğuna, kanı içildiğinde kişiyi ölümsüz kıl­dığına, bu nedenle onu öldürmenin lanet getireceğine inanılan efsanevi, mitolojik bir hayvan olduğu söylenmektedir. Bu adlandırma, Latince “bir/ tek” anlamına gelen uni ve “boynuz” anlamına gelen comus sözcüklerin­den türemiştir (Türkçe karşılığı Tekboynuz’dur). Yine bir efsaneye göre, sadece bakire kızların yanma yaklaşır ve bu şekilde yakalanabilir.

139 İstanbul Sözleşmesi’nin, 20 Mart 2021 tarihinde Resmî Gazete’de yayım­lanan 3718 sayılı Cumhurbaşkanı karan sonucunda. Cumhurbaşkanı Re­cep Tayyip Erdoğan tarafından, feshedilmesine karar verildi.

140 “Toplumsal cinsiyet, herhangi bir toplumun kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davra­nışlar ve faaliyetler olarak anlaşılacaktır.” İstanbul Sözleşmesi, Bölüm I, Madde 3, Fırka C.

141 Yadsıma veya inkâr (denial), gözler önündeki gerçeği, bilinçdışındaki bazı başka sebeplerden dolayı görmek istememek, yok saymak demektir. Bastırma (repressiori) daha güçlü bir savunma mekanizmasıdır; gerçeklik daha da derinlere atılmıştır.

[142] Taraflar kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadın­ların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı önyargı­ların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri alacaklardır.” İstanbul Sözleş­mesi, Bölüm III, Madde 12, Fırka 5.

[143] LGBTQIA+: Lesbian, Gay, Bisexual, Transgender, Queer/Questio- ning -one’s sexual or gender identity-, Intersex, Asexual/Aromantic/^Agender +…

[144] “Taraflar kültür, töre, din, gelenek veya sözde ‘namus* gibi kavramların bu «özleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemine gerekçe olarak kulla- nılmamasını temin edeceklerdir.” İstanbul Sözleşmesi, Bölüm III, Madde 12, Fırka 1.

[145] İstanbul Sözleşmesi, Bölüm I, Madde 3, Fırka F.

[146] “Taraflar herhangi bir ziyaret hakkı veya velayet hakkının kullanılmasının mağdurun veya çocukların haklarını veya emniyetini tehlikeye düşürme­mesini sağlayacak gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.” İstanbul Sözleşmesi, Bölüm V, Madde 31.

[147] “Domuz bağı”, kişinin bükülmüş dizleri arasına başının sokulması, el ve ayaklarının boyunla birlikte bağlanıp kımıldanamayacak duruma getiril­mesi yoluyla yapılan işkence biçimidir.

[148] Düyûn-ı Umûmiye (Düyûn-ı Umûmiye-i Osmâniye Varidât-ı Muhassasa İdaresi), 1881-1923 yılları arasında Osmanlı Devleti’nin iç ve dış borçları­nı denetleyen kurumdur. Çok acı bir teslimiyet belirtisidir.

[149] Tetiklenmiş merhamet sapması (Triggered compassion deviation),

[150] Allah (cc) her yerden, hayvanlardan da tecelli eder ama en üstün belirgin- eşme (taayyün) yeri insandır. Her şey insan için yaratılmıştır

[151] Toshihiko Izutsu, İbn Arabi’nin Füsûs’undaki Anahtar Kavramlar, çev.
Ahmed Yüksel Özemre (İstanbul: Kaknüs Yayınları, 1998), s. 195.

[152] https://www.resetera.com

[153] Troy Vettese, “Want to truly have empathy for animals? Stop owning pets” The Guardian, 4 Şubat 2023.

[154] Pet Ownership Statistics, Monika Martyn, 1 Şubat 2023.

[155] Kuvaşiorkor (Kwashiorkor) hastalığı, yetersiz protein alımı sonucu ortaya çıkan beslenme yetersizliğidir. Büyümede gerileme, anemi, ödem (karın bölgesinde şişlik), karaciğer yağlanması, deri ve saçta renk değişikliği, gastrointestinal bozukluk, psikomotor değişiklikler ve kas harabiyeti gibi belirtilerle kendini gösterir. Protein dışı besin öğelerinin de kuvaşiorkorla ilişkili olduğu belirtilmektedir. Enfeksiyonlar, parazitler, kültürel kökenli hatalı beslenme alışkanlıkları da bu hastalığın ortaya çıkışında rol oyna­maktadır.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir