Selçuklu Devrinde İlim ve Kültürün Yükselmesi ve Yayılması
8. İlim ve Kültürün Yükselmesi ve Yayılması
Selçukluların ve onlardan doğan devletlerin medeniyet tarihinde en büyük hizmetleri, şüphesiz, Tuğrul beg’den itibaren Islâm dünyasının her tarafını câmi, medrese, kütüphâne, tıp mektebi, hastahâne, imâret, zâviye ve kervansaraylar ile doldurmaları, bu müesseselere büyük vakıflar yapmaları idi. Filhakika, bir ilim ocağı olarak, medreselerin devlet eli ile teşkilâtlanması, tahsilin vakıf suretiyle meccânî olması ve Islâm dünyasına yayılması Selçukluların eseridir. Selçuklulardan önce devlet ile münasebeti olmadan Türkistan’da ve Horasan’da mevcut bulunan medreseler ve zâviyeler (ribâtlar) in X.uncu asırda îslâmiyetin Türkler arasında yayılmasında çok büyük hizmeti olmuştur(68). Esasen ilk medreselerin Belh ve Buhara’da mevcut eski Budist Vih aralarını taklit ile kurulduğu sanılmaktadır.
Nitekim Cuveynî de Buhara adının put-perestlerce ilmin toplandığı yer mânasında Buhâr’dan geldiğini ve Uygurların da putlarla dolu olan mâbedlerine bu adı verdiklerini söyler(69). Yukarıda belirttiğimiz üzere ilk Selçuk medresesi Tuğrul bey zamanında Nişâpûr’da kurulmuştu. Filhakika Zehebi’ye dayanan Subki Nışâpûr’da Nizâm ül-mülk’den önce Beyhakiyye ve Sa’diyye medreselerinin bulunduğunu, burada vali olan Sebüg-tekin’in oğlu ve Gazneli Mahmud’un kardeşi ve başkaları da burada medreseler inşâ ettiklerini söyler. Fakat imparatorluğun her tarafında medrese inşâsına girişilmesi Alp Arslan zamanında başlar. Zekeriya Kazvînî’ye göre Sultan Nizâm ül-mülk ile Nişâpûr’da, câmiin kapısında, elbiseleri perişan gençleri görünce sebebini sormuş; vezir de ona “bunlara insanların en şereflileri olup dünya zevki bulunmıyan ilim tâlipleridirler” cevabını vermiş ve bunun üzerine Sultan kendilerine bir yurt inşâsını ve maaş verilmesini emretmiştir”(70).
Selçuk devletinin âlimler ve talebe için, vakıf suretiyle meccânî, tahsillerini temin eden teşkilâtlı medreseleri, Alp Arslan zamanında, Bağdad’da 1067 (459) de, Nizamiye’nin inşâsiyle başlamış ve süratle bütün İslâm ülkelerine yayılmıştır. Artık sultanlar, vezirler, beyler ve hatunlar birbirini takip etmekle, bu faaliyet büyük bir hız kazandı. Nizâm ül-mülk zamanında Bağdad’dan sonra îsfahan, Rey, Nişâpûr, Merv, Belh, Herat, Basra, Musul, Amul… gibi büyük merkezlerde kurulan ilk medreseler de Nizâmiyye adını almış ve sonradan diğer isimlerle başka medreseler vücut bulmuştur(71). Selçuklular zamanında medreseler vasıtasiyle ilmin himayesi ve yayılması, tahsilin meccânî ve kolay yapılması sebepleri de bizzat bu devrin yaratıcılarından Nizâm ül-mülk tarafından gösterilmiştir.
Gerçekten büyük vezîre göre eski pâdişahlar âlimlere maaş vermedikleri ve onları bir vazife ile bağlamadıkları için onlar hükümdarlara ve devlete karşı hareket ediyorlardı.(72).Selçuk devleti medreseler vasıtasiyle bir yandan ilmi koruyarak yükseltiyor ve yayıyor, öte yandan da vücuda getirdiği bu büyük irfan ordusu sayesinde Şi’î Fâtımîler idaresinde kurulan Sünnî aleyhdarı propagandalara karşı İslâm dünyasını ve devletin bünyesini kuvvetlendiriyordu. İlim ve tahsilin bu derece himayesi, yayılması da böylece Selçukluların eseri olup medeniyet tarihinde ilk defa vukubulmuş ve son demokratik ve sosyal gelişmelere kadar Avrupa medeniyetinin de meçhulü kalmıştı.
Böylece İslâm dünyası Çin hudutlarından Akdeniz kıyılarına kadar ilim, kültür, İçtimaî yardım müesseseleri ve sanat âbideleri ile dolmuştur. Medreselerde âlim ve talebelere maaş tahsisinden başka ilmi teşvik maksadiyle vakıf tahsisatından 100, 500 ve 1000 “dinar veya akça’’ mükâ fatlar da konuyordu(73). Selçuklular ile başlayan bu büyük harekete diğer müslüman kavimler de katılmış ise de kurulan müesseseler kahir bir ekseriyetle Türklerin eseri idi. Suriye gibi ileri bir medeniyet bölgesi olan ve diğer memleketlere nazaran Türk nüfusu az bulunan ülkede bu devirde saâdece, Şam şehrinde 21 câmi, 20 medrese, 9 hânkâh ve ribât, 7 hamam, 1 Dar ul-hadîs ve 1 büyük hastahâne (Atabeg Nureddin’e ait bîmaristan)nin Türklerin eseri olduğuna dair İbn Şaddâd tarafından verilen isimleri hatırlatmak kâfidir. Aynı müellif Halep’te Türklerin ismini taşıyan 77 câmi ve mescit, 7 hânkâh, 8 medrese ve 8 hamam da kaydeder. Bu büyük hizmete rağmen Sünnîliğin ocağı olan medreselerin tesisi, Şi’îlerin kuvvetli olduğu yerlerde, bir takım güçlüklerle karşılaşıyordu.
Nitekim Halep’te hutbenin Fâtımîler yerine Alp Arslan nâmına okunması ancak burada Selçuklulardan önce mevcut Türk askerlerinin himâyesinde mümkün olduğu gibi Halep’te ilk Selçuk medresesi de bundan takriben yarım asır sonra güçlükle kurulabilmişti. Filhakika Artuk bey’in torunu Süleyman, 1116 (510) yılında, ‘bir medrese inşâsına başladığı zaman henüz Şi’îler faaliyette bulunuyor ve her gün yapılan inşaat geceleri yıkılıyordu. Nihâyet Artuklu emîri Alevîlerin reisi Şerif Zuhre bin Ali’nin tavassutunu teminden sonra inşaat tamamlanabilmiş ve böylece Halep, Şam şehirleri tedricen Şi’îlikten kurtarılmıştır(74). Bu sebeple de ıivâyete göre Atabeg Nureddin’e kadar Suriye ilimden ve ilün adamlarından hâlî idi; onun zamanında ise âlimler, sofiler, medreseler ve ribâtlar ile doldu(75). Medreselerde İslâmî ilimler yanında riyâziye, hey’et, tıp ve felsefe gibi aklî ilimlerin okutulması mahallin kültür durumuna ve ilim adamlarının mevcûdiyetine bağlı bulunuyordu.
Büyük merkezlerde ve Nizâmiyyelerde umumiyetle müsbet ilimler de programlarda yer alıyordu. Bağdad’da 1234 de açılan Mustansiriyye medresesinde İslâmî ilimlerden başka tıp, riyâziye ve heyet tedrisatı da yapılıyor; gök biçirainde altın taslar ve bilyeler ile güneşin hareketi tetkik ediliyordu. Zengin vakıflara, büyük ve emsalsiz bir kütüphaneye sahip olan medresede bütün mezheplere mensup talebe ve müderrislere de yer veriliyordu. Bu sırada Basra’da bir tıp medresesi kurulmuştu(76). Sadreddin Konevî’den ve Nasîruddin Tûsî’den tahsil gören Kutbeddin Şîrâzî (1236-1311) İbn Sînâ’nın Kanûn ve Şifâ’sinı, Zamahşerî’nin Keşşâfını okutuyor; yılda 30.000 dirhem maaş alıyor ve çoğunu talebelerine dağıtıyordu(77).
Her medresenin bir kütüphânesi ve şehirlerin umumî kütüphaneleri vardı.Selçuk devletinin kuruluşundan beri meliklerin merkezi ve Sultan Sancar’ın altmış yıl payitahtı olan Merv devrin muazzam bir kültür ve medeniyet şehri haline gelmişti. Saraylar, köşkler, câmiler ve medreselerle – dolu olan bu büyük kültür merkezinde bir çok kütüphâne vardı. 12000 cilt kitap bulunan ve beheri 200 dinar kıymetinde olan kütüphâneler mevcut idi. XIII üncü asrın başlarında eserlerini bu kütüphanelerde hazırladığını söyleyen Yâkut şehirde Nizâm ül-mülk, Mustavfî Şeref ülmülk, vezir Mecd ül-mülk, ikisi Sem’ânî ailesine ait, Hatuniyye, Kemâliyye, ‘Amîdiyye ve Zamîriyye adlarını taşıyan on kütüphâne bulunduğunu ve çoğundan rehinsiz kitap alınabildiğini bildirir(78).
Türkistan ve Hârizm kütüphâneleri pek eski ve zengin idi. İbn Sînâ Buhara’da Samani hükümdarının, kimsenin görmediği, kitaplarla dolu bir kütüphânesinv de tetkiklerini yapmıştı. Şahabeddin Hayrakî’nin Hârizm (Ürgenç)’de, Şafiî câmii yanmda, tesis ettiği kütüphânenin ise, eskiden olduğu gibi istikbalde de, emsali görülmiyeceği rivâyet edilmektedir, ki bu çok yüksek medeniyet merkezinde bu şekilde tavsif edilen bu kütüphânenin cidden muazzam bir şey olması iktiza eder. Moğal istilâsı önünde kitapların ancak en kıymetlilerini götürebilen Şahabeddin ölünce onlar da zamanın kargaşalığında sokak takımı eline düşmüş ve mahvolmuştu(79). Hulagu ile birlikte Bağdad ve Suriye seferlerinde bulunan Nasîruddin Tûsî, bu istilâlar esnasında, yağma edilen kitaplardan Merâga’da büyük rasathanesi yanında, büyük bir kütüphâne vücuda getirdi, ki burada 400.000 cilt yazma toplamıştı(80).
Kirman hükümdarı Mehmed medrese, câmi, zaviye ve kendisine türbe inşa edip bir mamure vücuda getirirken burada kurduğu kütüphâne (Dâr ül-kütüb)ye her ilme ait 5000 kitap vakfeylemişti(81). Kervansaray (dâr uz-ziyâfe) larda ilim ve kültürlü insanlar için kü tüphâne kurulması ve diğer yolcular için de satranç takımları bulundurulması devrin kültürü ve medeniyet seviyesi bakımından dikkate şayandır(82). Umumiyetle câmi, medrese ve kütüphâneler bir arada yapılıyor; kitapçı çarşıları, sahhâflar (Suk ul-kütüb), kâğıt, kalem ve mürekkep satan dükkânlar (Sûk ul-varrâkîn) da bunlara bitişik ve kültür merkezlerinde bulunuyordu. Esasen Orta-çağ şehirleri câmi, medrese, kütüphâne, hamam, imâret gibi külliyeler ile başlıyor; çarşı ve mahalleler bu külliyeler etrafında vücûd buluyordu, ki Türk-îslâm medeniyeti bu ana hususiyeti ile mümtaz idi. îbn Sînâ’nın Şifâ’sı 100 dinara satılıyor (istinsah ediliyor) idi.
Bağdad Nizâmiyye medresesi kütüphâne memuru (hâzin) nun ayda 10 dinar (altın) maaş alması(83), kitapların kıymetini ve devrin İktisadî ve kültürel seviyesini anlamak bakımından çok mânalıdır. Selçuk devrinde tıp tahsili medreselerden ziyade devrin büyük hastahâne (Bîmâristân, Dâr uş-şifâ) lerinde yapılıyordu. Bununla beraber hususî mahiyette de tıp tahsili oluyordu. Şamlı Muhaddeb adlı bir tabip pazar yerlerinde para ile hastalarını muayene ve tedâvi ederdi. 1232 de ölünce evini ve kitaplarını vakfederek burasının müslümanlar için bir Tıp mektebi olmasını vasiyet etmişti. Muhezzibuddin Abdurrahman (doğ.1170) Şam’da evini Tıb medresesi olarak vakfetti ve buradan çok tabîb yetişti. İhtişâr ul-hâvî, Makale fîl-istifrâğ gibi eserleri vardı. Melik Âdil’in hizmetinde 100 dinar maaş alıyordu. Melik Kâmil’i tedâvisi üzerine Reis ül-etıbba (Baş-tabib) tâyin olundu ve hükümdar ayrıca kendisine 12000 dinar para ve altın başlıklı 24 at hediye etti. Diyârbekirli Seyfeddin Amidî’ye mülâzemet ederdi(84).
XIII üncü asrın ilk yarılarında bir müderris halifeye verdiği bir muhtırada zenginlerin evlerine giden tabiplerin çok para kazandıklarını, halktan istihkaklarından fazla ücret aldıklarını, sokak köşelerine oturan tabip ve göz doktorlarının bozuk ilâç kullanarak bedenleri bozduklarını, akşam evlerine çantaları para dolu döndüklerini anlatıp şikâyet eder(85). Buna mukabil Yahya bin İsa (ölümü h. 493) gibi halkı mahallelerinde meccânen tedâvi eden ve onlara parasız ilâç gönderen tabipler de vardı(86). Tıp tahsili nasıl hastahanelerde oluyordu ise hey’et de medreselerden ziyade rasathânelerde öğreniliyordu. Melikşâh büyük paralar sarfiyle önce İsfahanda, sonra da Bağdad’da birer rasathâne kurmuştu ve devrin büyük riyâziye ve heyet (astronomi) âlimleri olan Ömer Hayyâm, Ebu’l-Muzaffer Îsfizârî, Meymûn en-Necîb el-Vâsıtî ve başkalarını rasat işlerini tetkike memur etmişti. Bu rasatlardan sonra Melikşâh’ın, Celâleddin lâkabına nisbetle, yeni bir Celâli takvimi vücuda getirildi. Bu takvime göre 21 Mart 471 (1079) den itibaren yeni bir tarih başlangıcı kabûl ediliyor ve Hicrî sene devlet işleri için kifayetsiz olduğundan ve Abbâsîler devrinde de sağlam bir malî takvim yapılmadığından güneş yılı esasına dayanan bir takvim meydana getiriliyordu.
İlmî bakımdan Gregorien sisteminden de daha sağlam ve hassas olan bu takvim islâmı eserlerde pek seyrek kullanılmıştır. Melikşâh Bağdad’da, “Tuğrul bey şehrı’nde, saraylar, köşkler, mahalleler, çarşılar, hamamlar ve hanlar inşa eder ve Irak’ta büyük kanallar ve sulama tesisleri yaparken sarayın yakınında bir de rasathâne kurup rasat işlerini de orada merkezleştirdi(87). Melikşâh’dan sonra başlayan siyasî buhran rasat işlerini de sarstı ise de durmadı. Filozof Muhammed bin Ahmed Beyhakî riyâziye ve hey’ette pek meşhûr ve devrin âlimlerince de üstünlüğü kabul edilmiş olup Sultan Mehmed Tapar zamanında İsfahan rasathânesinde çalışmalarına devam etti(88). Sultan Mehmed Tapar’dan sonra oğlu Sultan Mahmud da Bağdad rasathânesine Bedful-Usturlâbî şöhretiyle tanınan Ebu’l Kasım Hibetullah’ı memur etmişti, Bedî‘ hey’et ilminde ve hususiyle usturlâb ve şâir felekiyât âletleri imâlinde çok kudretli olup Sultan Mahmûd nâmına hazırladığı Zıyc’leri 1130 da ikmâl etti. Çok rağbette olan rasat imalâtı sayesinde büyük bir servete sahip olmuştu.
Ölümünden sonra onun kudretinde bir imalâtçı çıkmadı. Kendisinden takriben iki asır sonra Muhammed bin İbrahim isminde bir heyetşinas çeşitli ve görülmemiş usturlâblar ve ruhu’lar imâl ediyor; birincileri 10, İkincileri de 2 dinara satıyordu. O, bu tekniğe dair Keşf ur-reyb fi am el ul-ceyb adlı bir eser de telif etmişti(89). Devrinin pek çok âlim, filozof, tabip ve şâirlerini yanında toplayan Sultan Sancar ilmî faaliyetleri teşvik ve himâye ederken rasat işlerine de çok ehemmiyet verdi. Ebu Mansûr Abdıırrahman Hâzinî’nin idare ettiği rasatlar neticesinde Selçuk ülkelerinin tûl ve arz derecelerini ve kıblelerini gösteren Zîyc-i Sancarîyi vücuda getirmişti Hâzininin Mîzân ül-hikmet adlı eseri de fizikte “Arşînıedes”i esas alıyordu. O aynı zamanda kesafetler üzerinde de durmuş ve R. Bacon’dan önce arzın merkezine doğru suyun daha fazla kesifleştiği meselesiyle uğraş mıştır. Semerkantlı filozof Haşan onun talebesinden idi. Hâzini aynı zamanda çok idealist idi. Sultan Sancar bir defa kendisine 1000 altın ihsan etmiş; fakat o 10 dinarın kâfi geldiğini beyan ederek özür dilemişti(90).
Sultan Sancar medeniyet tarihinde çok büyük bir mevki sahibidir.! Altmış yıllık saltanatı esnasında devrin âlimlerini, ediplerini ve sanatkârlarını yetiştirmesi ve himâyesiyle çok hizmet etmişti. Devrin büyük âlimi Şahristânî (ölümü 1153) Sultan Sancar’ın yalan bir dostu idi. Hârizmli hemşehrileri gibi o da Mu’tezile mezhebine mensup olduğundan Kur’ân tefsirinde felsefeye çok ehemmiyet veriyordu. Çağdaşı meşhur âlim ve tarihçi Alin bin Zeyd Bayhakî (1100-1170) kendisine Tâhi’în ve Selef yolunda kalmasını; yâni felsefeye bağlanıp İslâm’dan uzaklaşmamasını ve Gazâlî’ye uymasını tavsiye ettiği zaman çok gazaba gelmişti. Hemşehrisi Mahmûd bin Arslan’ın kaybolmuş büyük Hârizm tarihinden yapılan iktibaslara göre Şahristânî deliller arasında felsefeyi ve hür düşünceyi nass (dogme) a üstün tuttuğundan onun ilhâd (küfr) ine kâil olanlar vardı(91). Onun hemşehrisi büyük tefsir sahibi Zamahşerî (1074-1134) de kendisi gibi Mu’tezile’den olup Sultan Sancar’ın dostlarından idi.
Türkçeye de tercüme ettiği kendi eseri Mukaddimet ül-Edeb’i Sultan Sancar’a it haf etmişti. Zamahşerı (Zamahşer Urgenç yakınındadır) haklı olarak memleketi Hârizm’le iftihar ediyordu. Hârizmlileri, dindar, vefakâr, emânete sâdık, yabancılara ihsan edici, zayıfları koruyucu, gazaya azimli olarak bir çok hasletleri ile başka halklardan daha faziletli görüyordu(92). Zamahşerî’nin ikinci Câhiz saydığı ‘‘Türk” filozu Mahmûd Hârizmî ve diğer Türk filozofu Mehmed îlâkî da Sultan Sancarın himaye ettiği dostları idi. Bu sonuncusu ile kadı ve filozof Abdürrezzak üt-Türkî ve Ömer Hayyâm arasında münazaralar ve ihtilâflar vardı. Abdürrezzak Belh vâlisi meşhur Kumaç’a intisap etmiş; aklî ilimlerde ve hendesede kudretiyle şöhret kazanmıştı Onun Sultân-nâme, Dost-nâme, Kitâb il-lhayvân ve Kitab ül-levâhik adlı eserleri meşhur idi.
Filozof Mehmed bin Ahmed Bayhakî Sultan Mehmed zamanında İsfahan rasathânesinde çalışıyor; riyâziye ve heyetle meşgul oluyordu. Zamanın âlimleri onun üstünlüğünü kabûl ediyordu. Riyâziyenin “gâyesi sayılan Mahrûfisii ilminde” yazdığı kitabı az bir kimse anlıyabiliyordu. Sultan Mehmed’in Bâtınîlere karşı cihâdı sırasında onlar tarafından öldürülmüştü. Mervli Haşan Kattan tıp, riyâziye ve edebiyat şubelerinde mühim eserler yazmıştı ve tedavide az yemek vermekle meşhur idi. Atsız’m 1141 de Merv’i işgâli esnasında kütüphânesi yağma edilmiş ve bunu meşhur edip Reşîduddin Vatvât’tan bildiği için aralarında sert mektuplaşmalar olmuştur. Sultan Sancar’ın hizmetinde bulunan tabiplerden biri de Hıristiyan îbn üt-Tilmîz olup bir çok eserleri arasında Kitâb üt-telhîs’i tabiplerin bir el-kitabı idi. Sancar’dan döndükten sonra Bağdad’da Halife Muktafî’nin hizmetinde yıllık 20000 dinar (altın) maaş alıyordu; 1165 de öldü. İbn ut-Tilmîz’ın meslekdaşı Yahûdi Hibet ullah Ebu’l-Berekât Bağ- dadlı olup Selçuklu sultanı Mahmûd’un ve hatunun hizmetinde bulunmuş meşhur bir tabîb idi.
Selçuklu sultanı hizmetlerinden dolayı kendisini ihsanlara boğdu; o da bu nimet ve itibardan dolayı müslüman oldu. Doktorların suallerine verdiği yazılı cevaplarını toplayanlar eser sâhibi oldu. Mu’teber adlı tıbba aid eseri çok meşhur idi. Sultan’ın kırmızı hiFatmı giymiş olarak ders verirdi. Ebu Zayd Navkânî de riyâziye ve mesâhalar üzerinde yazdığı eserlerle tanınıyordu. Belh’de yaşayan ve 1141 de ölen tabip Ebu Said Muhammed bin Ali’nin de basûr hakkında eseri vardı. Tıp ve hendesede meşhûr olan Mahmûd Sancar’ın aziz tabibi idi. Baheddin Mehmed bin Mahmûd da Sultanın tedavisinde gösterdiği maharet sayesinde Saray baş-tabibliğine yükselmişti. Sultan Sancar ömrünün sonlarında önce Karahıtaylara karşı Katvan’da, sonra da Oğuzlara mağlûb olunca bu âlimlerin bir kısmını kaybetmişti, ki filozof Mehmed Îlâkî ve filozof Semerkantlı Hasan şehitler arasında idi(93).
Sultan Sancar’ın Türkistan, Hârizm ve Horasan’da yetiştirdiği ve himaye ettiği devlet ve ilim adamları o kadar çok idi, ki “Karahıtay kâfirleri Türkistan’ı istilâ ettikten sonra bu memleketi onlarla idare etmek zorunda kaldılar”(94). Bununla beraber Karahıtayların hâkimiyetini eline geçiren Nayman’ların (Moğollaşmış Türklerin) reisi Küçlük, İslâm düşmanlığı dolayısiyle, bu âlimlere zulmediyordu. Kâşgar’da 3000 ilim adamını dinî bir münakaşaya davet ettiği zaman onun korkusundan kimse ses çıkaramıyordu. Nihayet Hotanlı Alâeddin Mehmed ona karşı Îslâmiyetin müdafaasını üzerine aldı. Fakat münakaşada ona ve müslüman âlimlerine mağlûb olan Küçlük Alâeddin Mehmed’e işkence yaptı ve sonunda da kendisini Hotan’daki medresesi kapısında idam etti(95)
Sultan Sancar devrine mensup bu âlimlere ait eserlerden çoğu bize kadar gelmemiş; bilhassa Moğol istilâsında, Orta Asya medeniyeti ile birlikte, bu eserler de yok olmuştur. Bu ilim ve âlimlerin hâmisi bulunan Sultan Sancar da ilim ve kültür âşıkı bir hükümdardı. Onun devrinde yaşayan büyük âlim îbn Funduk, fizik ve mahrutlar ilminde meşhur Ebû’l Feth Kûşek’in “kitaplarını en büyük Sultan Sancar’ın kütüphânesinde gördüm. Sultan bu kitapları mütalâaya çok düşkün idi ”(96) ifâdesiyle Sancar’ın kültür durumunu aydınlatan çok mühim bir bilgi vermektedir. Gerçekten Sancar’a ait bir mektuba dayanan Barthold, İslâm dünyasında hüküm süren, Selçukluların bir asır sonra bile mahallî kültüre yabancı kaldıklarını, yalnız Sultan Sancar değil seleflerinin de daha iyi bir tahsile sahip olmadıklarını söylemek suretiyle Selçuklular hakkında kâfi derecede hazırlıklı bulunmadığını ve bu sebeple fâhiş bir hataya düştüğünü göstermiştir(97).
Vakıa Sultan Sancar Halifeye gönderdiği 1133 (527) tarihli mektubunda “okumak ve yazmak bilmiyorum” ifâdesini kullanmış(98) ise de bunu artık dar mânada anlamamak ve ağdalı Arapça inşâ uslubuna ve diline vâkıf olmadiği şeklinde izah etmek ve hele bu hususu umumileştirmemek icap eder. Sultan Sancar’ın himâyesinde bulunan filozof Ömer bin Sehlân elSavî (öl. 1145) sultanın adına ve onun kütüphanesi için yazdığı Risâle-i Sancariyye devrin müsbet ilimleri ve fizik sahasında çok mühim bir eserdir. Müellif burada tabiatta cereyan eden hâdiseleri hemen bugünkü fizik ilmine göre izah eder. Ona göre güneşin harareti ile sular tebahhur eder; soğuk havaya rastladığı zaman bu buharlar tekâsüf ederek su yani yağmur hâlinde tekrar yere düşer.
Havanın soğukluğu artarsa yağmur yerine kar olur. Ömer bin Şehlân bu hususu isbat için bir testinin içine buz konunca etrafındaki havanın soğuması ile temas ettiği havadaki buğunun su hâline geldiğini, sıcak olursa suyun bulıa” hâlinde kaybolduğunu söyler. O sıcak havanın, soğuk havadan hafif olmasını da buharın yükselmesi sebebi olarak gösterir. O hararet buhar, bulut, yağmur ve karın teşekkülünü izah ettikten sonra gok-gürültüsü, şimşek ve yıldırım hâdiselerini de havanın aynı fizikî değişikliklere maruz kalmasının bir neticesi olarak meydana kor. Bu münasebetle sesin hava dalgaları ile kulağımıza çarparak nasıl vücud bulduğunu ve ziyanın sür’atinden dolayı şimşek çakmasını sesi duymadan Önce gördüğümüzü söylerken de sesin hava ile naklolunduğunu anlatır. Müellif risâlesinde rüzgârları, yer-altı suları, hükürt, zırnık, tuz, nişâdır ve zâcm teşekkülü üzerinde durur. Devrin bu mühim fizik âlimi ve filozofu mukaddimede “Âlemin pâdişâhı en büyük sultan, şark ve garp hükümdarlarının hükümdarı Şancar’m arzusu ile onun kütüphânesi için, hazırladığını söyler.” Bu da Sancar’ın ilim ve kültürün her şubesi ile nasıl uğraştığını gösterir(99a)’.
Selçuk sultan ve meliklerinin ne derece şiir ve edebiyata düşkün oldukları, Melikşâh ve bazı Selçuk beylerinin bizzat Farisî şiir ve Türkçe mektup yazdıkları, saraylarda şehzâdelerin tahsiline ne derece ehemmiyet verildiği hakkında, yukarıda, bazı bilgiler vermiştik. Semerkantlı Nizâmî-i ‘Arûzı’nin “Selçukoğullarının hepsi şiire düşkün” olduğuna dâir ifâdesi de bunu göstermektedir. Avfî Melikşâh ve Toganşâh’dan başka Süleyman ve son Selçuk sultanı Tuğrul, Margmân meliki Yabgu, Atsız ve Tökiş’i de îran şâirleri arasında sayar ve şiirlerinden parçalar nakleder, ki bu bilgiler bile Barthold’u tekzip eder”. (99)
Sancar’ın yeğeni ve Mehmed Tapar’ın oğlu Sultan Mahmûd’un da, on üç yaşında tahta çıktığı zamaıı, yalnız Farsçaya değil Arapçaya ve edebiyata da vakıf olduğunu, iyi bir tarih kültürü ile yetiştirildiğini belirtmiştik. Bu sebeple aynı yaşlarda Horasan meliki olan Sultan Sancar’ın söylendiğinin aksine, tahsilden mahrum kaldığını sanmak nnkânsızdır. Sultan Mes‘ûd’un, yetim kalan amca-zâdeleri, Arslan ve Melikşâh’ı derhal yanma alarak “yetiştirip mektebe koyması” da bu an’ane icâbı idi(100). Henüz İslâm âlemine yeni geldikleri zamanda bile Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış ve daha sonra Kirman meliki Arslan-şâh da heyet ilminde ilerilemiş ve ikinci devrin Batlamiyus’u sayılmıştı. Onun ilmi himâyesi ve neşri sayesinde esnaf bile çocuklarını mekteplere göndererek ilimle uğraşmaya başlamışlardı(101). Esasen ilim ve kültürden behresi olmayan bir insanın bu kadar ilmi ve âlimleri himâyesi, bu ilim ve kültür muhitinin merkezi olması ve çağdaş bir âlimin ifâdesiyle de okumağa bu derece düşkün bulunması imkânsız idi.
Bu sebeple Sultan Sancar’ın yalnız ilim ve kültürün hâmisi olmadığına, bizzat yüksek bir kültüre sâhip bulunduğuna hükmetmekte aslâ tereddüt edilemez. Selçuk imparatorluğunun kurulması müslüman kavimler arasında yeni bir kültür kaynaşmasına imkân vermek suretiyle de medeniyet tarihinde büyük bir ehemmiyet taşır. Hattâ, aşağıda üzerinde duracağımız üzere (VIII, 3) onun bu ehemmiyeti İslâm kavimlerini de aşar ve Avrupa)a da tesir altına alır. Siyasî birlik yanında büyük Türk muhacereti, ticarî münasebetlerin genişlemesi Türkistan, Hârizm, Horasan ve başka ülkelerden diğer. İslâm ülkelerine ve hususiyle Anadolu’ya devamlı olarak pek çok ilim, din, mutasavvıf, edebiyat ve sanat erbabının göçmesine sebep oldu, ki kaynaklar bize sık-sık bu ülkelerden gelmiş kültür adamlarının isimlerini verir. Burada dikkati çeken bir husus da az zamanda göçebe Türkmenler arasında da türlü bölgelerde ilim, din, hukuk, tasavvuf ve tarih sahasında pek çok kimsenin yetiştiğine dâir kaynaklarda bol kayıtların bulunmasıdır.
Bu umumî medeniyet hamlesi içerisinde İran edebiyatının süratle gelişmesi de göze çarpar. Gerçekten Samanîler ve Gazneliler devrinde meydana çıkan Farsça yazı dili ve edebiyatı Selçuklular zamanında altın devrini idrak eder; Karahanlılar da bu edebiyatın gelişmesinde aynı rolü oynar. Bu sâyede İslâm dünyasında yegâne ilim dili Arapça yanında Farça da tedricen ilim dili seviyesine çıkmağa ve ilmî eserler vermeğe başlar(102). İslâm medeniyetinin üçüncü kültür dili olan Türkçe de Farsça kadar bir emekleme devresi ve bir kaç asır geçirdikten sonra yazı ve edebiyat dili hâline gelir; diğer edebiyatlar sukut ederken Türkçe bu medeniyetin birinci kültür dili olur.
Osman Turan-Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti