7.Selçuklular Devrinde İlmin Himâyesi ve Fikir Hürriyeti ‘
Selçukluların, Türklere mahsus bu hürriyet ve musamahalariyle, Hıristiyan ve Yahudilere karşı güttükleri bu siyasetin müslümanlara ve türlü mezheplere de tatbik edilmesi tabiî idi. Filhakika, îslâm dinini ve Selçuk İmparatorluğunu yıkmak için çeşitli teşkilât kuran Bâtınîler ve müfrit Şi’îler müstesna, Selçuk sultanları ve beyleri mezhepler arası farklara ve kavgalara aslâ müdahale etmemişler; ancak nâdir ahvalde İçtimaî nizâmı korumak ve mücadeleleri yatıştırmak maksadiyle uzlaştırıcı bir rol oynamışlardı. Melikşâh Nizâm ül-mülk’ün Aş’arîler ile Hanbeliler arasında, münakaşalardan sonra kavgalar başlayınca Bağ dad’a, Ebu îshak Şîrâzî’ye gönderdikleri mektupta Nizâmiyye medresesini bir mezhebi korumak için değil ilmi himaye etmek ve yükseltmek gayesiyle kurduklarını, mezhepler arası bir tefrik siyaseti gütmediklerini belirten ifadeleri din ve fikir hürriyeti hakkındaki sağlam görüş ve siyasetlerinin en güzel delillerinden biridir(50).
Hattâ mezhepler – arası mücâdeleleri önlemek maksadiyle vâizleri devletin ve kadıların murâkabesine koydukları hususî hallerde de, yine fikir hürriyetini temin gayesiyle, askerî muhafızları kullanmaktan da geri kalmamışlardı. Gerçekten bu tedbirler istisnaî idi ve ancak mezhepler – arası husumetin mevcut olduğu yerlerde ve hususiyle Irak taraflarında tatbik ediliyordu. Zira umumiyetle Sünnî mezhepler ve mutedil Şi’î- ler arasında ciddî bir taassup ve gerginlik mevcut olmamıştır. Bu sebeple muhite ve ihtiyaca göre bir çok medreselerde dört mezhebe mensup âlim ve talebeler bir arada tahsil ile meşgul oluyorlardı, ki bu hususta hem vekayi-nâmelerde ve hem de medreselerin vakfiyelerinde bol malûmat mevcuttur.
Sultan Sancar zamanında Merv, Belh ve başka kültür merkezlerinde umumî münazaralar, kökleşmiş bir anane halinde, rağbetle devam ediyor; kadınlar bile bu münazaralara katılıyor ve ara sıra kadınlar bu umumî toplantılardan men ediyorlardı. 1222 yılında Semerkanta gelen Çin seyyahı Ch’ang-çh’un ezan okununca kadm-‘erkek herkesin câmie koştuğunu söyler(51). Yetiştirdiği büyük âlimlerile îslâm medeniyetinin doğuşunda, Türkistan gibi müstesna bir mevkii ve onun bir parçası bulunan Hârizm, Selçuklular devrinde de fikrî kemalin son derecesine yükselmişti. Gerçekten hür düşünceye dayanan Mu’tezile mezhebi Hârizm’de o kadar yaygın idi, ki avam halktan bile pek çok mütekellim’e rastlanıyordu.
Fahreddin Râzî (1149-1209) bile Hârizm’in merkezi Urgenç (Curcâniye) e gittiği, zaman ilmî münazaraların ve Mu’tezile mezhebinin bu derece yaygın bulunmasına hayret etmişti. Buhara’ya varınca da münazaralarda bulunmuş ve kalabalık halkın Kelâm’a âit suallerine cevaplar vermişti. Başka bir kaynağa göre “Ürgenç halkı tamamiyle Mu’ tezile’dir; kelâm ilmi ile mümareseleri o derece ileridir, ki çarşı ve pazarlarda hiç taassup göstermeden münazara yaparlar. Eğer bir kişi taassup gösterir veya kaba kelimeler kullanan olursa herkes ona cephe alır. Delilsiz konuştuğu için de itibar görmez ve sözü kesilir” idi(52).
Dikkate şayandır ki Hârizm halkı Moğol istilâsından sonra ‘ yine de Mu’tezile mezhebine sâdık kalmış; müslüman olmuş Moğol vâli ve hâkimleri Sünni olduğu için, mezheplerim gizli olarak muhafaza etmişlerdi(53) Selçuk sultanları, melikleri, beyleri ve hatunlarının âlimlere, din adamlarına, şâir ve sanatkârlara gösterdikleri ‘saygı, onlara kurdukları müesseseler ve yaptıkları ihsanlar hayrete şayan bir derecede ve kendi kudretleri ile mütenasip bir seviyede idi. Tuğrul beg ve Alp Ârslan’ın âlimler ve din adamları karşısındaki tevazuları ve saygıları hakkında yukarıda bir hayli misal vermiş idik. Tuğrul beg: “kendime bir köşk yapıp da yanında bir câmi inşâ etmezsem Allah’tan utanırım”(54) derken bu saygının dayandığı imanı belirtiyordu. O fethettiği şehirlere girerken ilk işi âlimleri ve din adamlarını tevazûla ziyaret etmekti.
Selçuk devrinin azametini ve cihân hâkimiyeti şüûrunu daha fazla duyan Melikşâh ile İmam ul-Harameyn Abu’l-M a’âlî Cuvaynî arasında geçen bir hâdise, devletin ve sultanın haşmeti bahis mevzuu olduğu halde, âlimlerin ne derece yüksek bir mevkie sahip olduklarını gösteren güzel bir misaldir. Gerçekten, rivâyete göre, Melikşâh hilâlin gö zükmesi üzerine bayram gününü ilân eder. Fakat Cuveynî, aksine ertesi günün Ramazan olduğuna ve oruç tutulması gerektiğine dair bir fetvâ verir. Sultan bu nâzik durum karşısında İmâm ul-Haremeyn’i, nezaketle, saraya dâvet eder. Görüşme sırasında büyük âlim: “Sultana ait işlerde fermana itaat vazifemizdir; lâkin fetvâya taallûk eden meselelerde de sultanın bize sorması gerekir” cevabını verir. Bu cevabı haklı bulan sultan, haşmetini düşünmeden, fetvâya uyar ve onu hürmetle yolcu eder(55).
Nîşâpûrlu âlim Ali bin Haşan al-Sandalî, Tuğrul bey’in Bağdad seferinden sonra, zahidâne bir hayata başlamıştı. Bir Cuma namazında onunla karşılaşan Melikşah ona kendisini ziyaret etmediğini hatırlatır. Sandalı Sultana bunun sebebi olarak “Sizin hükümdarların en iyisi olmanız, benimde alimlerin en kötüsü olmamaklığım içindir” cevabını verir ve bunu da: “Zira hükümdarların en iyisi âlimleri ziyaret eden, âlimlerin en kötüsü de hükümdarların ziyaretine koşandır” şeklinde izah ederek devrin mükemmel zihniyetini meydana koyar(56).Nîşâpûr’da Şâfiîler ile Hanefîler arasında çıkan bir mücadele bir âsâyiş meselesi olduğu ve Sultan Sancarın da ordusuyla şehrin yakınında bulunduğu halde müdahalede bulunmaması, âlimleri vasıta kılarak hâdiseyi yatıştırması ilim ve mezhepler arası münasebetlere karışmamak endişesini gösterir(57).
Gerçekten bu zamanda şehir halkının ekseriyetini Hanefîler teşkil ettiği ve onlardan bir miktar adam öldürüldüğü halde Sultan orduyu hâdiseye karıştırmaktan sakmmıştır. Bütün Selçuk sultanları ve Türklerin ekseriyeti gibi samimî bir Hanefî olan Sancar’ın Gazalî’nin İmâm-i A’zâm Ebu Hanife aleyhinde konuştuğu rivayeti münasebetiyle aralarında vukubulan mülâkat da cidden kayde şayandır. Bu rivâyet üzerine çok üzülen Sultan Sancar bizzat görüşmek üzere Gazalî’yi huzuruna dâvet etti. Dinî ve felsefî meseleler dolayısiyle buhranlı bir ruh haleti içinde Tûs’da inzivaya çekilen Gazali, Sultana yazdığı cevabında, hükümdarların huzûruna çıkmamağa ahd eylediğini bildirmekte, yeminini bozmamasını rica etmekte ve ancak emre uyarak Meşhed’e kadar gelebileceğini belirtmektedir.
Böylece, burada, ordugâhda vukubulan karşılaşmada. Sultan büyük âlimin gelişinde bütün emirleri ile birlikte ayağa kalkar ve onu tahtında yanında oturtur. Gazali âlimlerin hükümdarlar huzurunda dua, senâ ve tavsiyelerle söze başlamaları âdet olduğunu, fakat riyâ ile karışması ihtimali karşısında, kendisinin huzurda böyle hareket etmiyeceğini, duayı ancak Allah ile yalnız kaldığı zaman yaptığını beyandan sonra Tuğrul beg, Alp Arslan ve Melikşâh’dan bahisle mühim fikir ve nasihatlerde bulunmuş ve büyük İslâm hukukçusu , Imâm-i A’zâm aleyhinde konuşmasının imkânsız ve böyle bir rivâyetin yalan olduğunu bildirmiştir. Bu beyandan çok memnun kâlan “îslâmın hükümdarı” (Sancar bu zamanda henüz Horasan meliki idi) bütün Horasan ve Irak âlimlerinin hazır bulunup Gazalî’yi dinlemelerini arzu ettiğini, bu mümkün olmadığına göre büyük âlime bu konuşmaları yazmasını rica ediyor ve bir nüshasını o memleketlere gönderip âlimlere ne derece hürmet eylediğinin bilinmesini istediğini söylüyordu.
Bundan başka, Sultan, Gazalî’nin inzivada kalmasına râzı olmayarak kendisine medreseler inşâ edeceğini, derslerine başlayıp âlimlerin müşküllerini halletmesini ve ilmi yaymasını da rica ediyordu. Gazali bizzat al-Munkız’inde söylediğine göre: “zamanın padişahı, Cenâb-ı Hakkın takdiri ile, derunî bir arzu duydu ve bu “Fetret”i (Bâtınîlerin ve filozofların îslâ miyeti sarsmalarını) kaldırmak için, itiraz kabûl etmiyecek bir surette, Nîşâpûr’a gidip derse başlamamı emretti” ifadesiyle hâdiseyi anlatır(57a).
Böylece Gazali, on iki yıllık bir fâsıladan sonra, 1105 (599) de Nîşâpûr Nizâmiyesinde tekrar derslerine başladı. Gazalî Nasihatül Mulûk adlı eserini de bu görüşme üzerine yazmıştı(58).Selçuk sultanları, emîr ve beyleri ilim, edebiyat ve sanatın hâmisi olarak büyük hizmetler yapmışlardır. Bunlar arasında ilk büyük Selçuklu sultanları ve hususiyle Melikşâh, Sancar ve Nizâm ül-mülk medeniyet tarihinde çok mümtaz bir mevki kazanmışlardır. Âlim, filozof, riyaziyeci, tabip, sanatkâr, edip ve şâirlerin çoğu Selçuklu saraylarına mensuptur veya onların himayelerini görmüşler veyahut onların vakfettikleri müeseselerde yetişmek imkânını bulmuşlardır.
Bu devir âlimlerinin mühim bir kısmının Türk olduğunu, bazan isimleri, hal tercümeleri ve bazan da memleketleri dolayısiyle bilinmektedir. Alp Arslan kendisine has irâdm bir kısmını fakirlere dağıtırken onda birini de ilim adamlarına sarf ediyordu(59), Melikşâh, kurduğu medreseler ve kültür müesseselerinden başka âlim ve mutasavviflere yılda 300.000 din âr (altın) ihsan ediyordu(60). Sarayı ve muhiti âlim, şâir, tabip ve filosoflar ile dolu olan Sultan Sancar’m, rivâyete göre bir defa beş gün zarfında onlara yaptığı ihsanlar 700.000, dinâr nakit, 1000 atlas elbise, pek çok at ve sair kıymetli eşya olup kendisinin ve devletinin haşmeti ile mütenasip idi. Hazinedarı kendisine hâzinenin boşalacağından bahsettiği zaman “benim hak kımda mala meyletti denilmesi çirkin olur; bu atlas elbiseleri de emirlere dağıt” cevabını verdi(61).
Selçuk sultanları ve beyleri Şi’î imamların türbelerini inşâ ve ziyarette kusur etmiyor; Şi’î âlimlere ve seyyidlere ihsanlarda bulunuyor; kendilerine zâviyeler ve medreseler yapıyor ve bu miiesseselere vakıflar tahsis ediyorlardı. Nitekim o devirde İran’ın kahir ekseriyeti Sünnî olduğu halde Kum ve Kaşan şehirleri Şi’î idi ve buralarda medreseler inşâ etmişlerdi. Esasen mutedil Şi’îleri ayırmak için de bir sebep yoktu. Melikşâh’in, kızı Salkım Hatunu Şi’î Mâzenderân meliki Sipeh-bud Ali ile evlendirmesi Sünnîliğin zaferine çalışan Selçukluların mutedil Şi’îlere karşı farklı düşünmediklerine delâlet eder. Ali’nin kardeşi Karin’in de Sultan Mehmed Tapar’ın kızı ile evli olduğu rivâyet ediliyor. Buna mukabil mütefekkir Şi’îlerin de imanlı Sünnî ve Hanefî olan Türkler hakkında, Sünnîler gibi, medhiyeler yazmaları, “Gâzı v e Cihângir” tâ birlerini kullanmaları sebebi budur(62).
Böylece, Bâtınîler ve müfrit Şi’îler müstesna, Selçukluların türlü din ve mezheplere hürriyet bahşettikleri hususunda müslüman ve Hıristiyan müellifler birleşmekte ve bu manevî miras aynen Osmanlılara intikal etmiş bulunmaktadır. Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarının cihânşumûl bir kudret ve mâna kazanmasında bu siyâset ve zihniyetin tesiri büyük olmuş; dinî zulüm ve kıtallere uğrayan Yeni çağ Avrupasında bile din hürriyetine kavuşmak için Osmanlı idaresi arzu edilmiştir(63). Nizâm ül-mülk’ün kendi mezhebdaşları Şafiîler için İsfahan ve Hemedan’da vakfeylediği câmilerin Sultan Mehmed Tapar tarafından alınıp Hanefîlere tahsis edilmesi bir istisna gibi gözükmektedir(64). Bununla beraber burada siyasî bir âmilin mevcûdiyeti kendini göstermektedir.
Filhakika Sultan Mehmed’in, ağabeyisi Berkyaruk ile saltanat mücâdelesinde, karşısında başlıca kuvvet olarak Nizâm ül-mülk fırkasını bulmuş olması böyle bir sebebin mevcûdiyetini gösterir. Nitekim Bâtınîlere karşı cihâdı ile meşhur olan Mehmed Tapar huzurunda Bâtınîlerle cereyan eden bir münazarada, gösterdiği kudret dolayısiyle, Şi’î imam Ebu îsmâ’il’e ihsanlar yapması bir mezhep taassubuna kapılmadığını ifade eder(65). Mehmed Tapar’ın Bâtınîler ile mücâdelelerde daha müessir olabilmek ve hiyanete uğramamak maksadiyle “ilhâd ve nifak unsuru İraklıları” (Arap ve Acem Irakı) devlet hizmetinden çıkarması da bu cihâd siyâsetiyle ilgili idi66. Yüksek makamlarda bazan gizli Bâtınîlerin meydana çıkması ve mücâdeleleri baltalamaları bu tedbirin zaruriliğini göstermiştir. Sultan Sancar da Halife’ye yazdığı bir mektubunda Irak’ın mülhidler ile dolu olduğunu belirtir ve devrin umumî kanaatine tercüman olur(67).
Osman Turan-Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti
0 Yorumlar