Salim Öğüt – Modern Düşüncenin İslam Anlayışı ”Alıntılar”
”şeytan içki ve kumarla, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçiyor musunuz?“ ayet-i kerimesini tercüme etmiş ama maalesef yine Kafdağı büyüklüğünde bir gaf yapmakta hiçbir beis görmemiştir. Evet, maalesef ayet-i kerimede geçen ”namaz” kelimesini, bir kesme işaretiyle ”dua” diye açıklamaya kalkışımıştır.
Müellifin bu konulardaki gayrı ciddi tutumu her satırda kendini gösterdiği için, bu tasarrufunda art niyet aramak istemiyorum. Ancak bir zamanlar 19 sayısı üzerine yoğun tartışmaların yapıldığı günlerde duyduklarımızla bir irtibat kurmaya kalkışan çıkarsa, art niyet de arayabilir.
Hatırlanacağı üzere ABD’deki Reşad Halife’in Türkiye’deki halifesi/temsilcisi olarak tanıtılan Edib Yüksel, bir tartışma esnasında sözü tam da bu noktaya getirmiş ve bir turistle kol kola gezerken namazını kıldığını söylemiş, açıklamasını da, neticede namazın dua olduğunu belirterek yapmıştı.
Günümüzde İslam üzerine yapılan tartışmalarda, kötü niyetli insanlarin kullandıkları yöntemlerden biri de bazı terimleri, sözlük anlamlarına irca ederek kafaları karıştırmaktır. Kimilerinin çıkıp Kur’an’da ”faiz” yok ”riba” var demesi, bazılarının “faiz” iyi bir şeydir, çünkü bazı ayetlerde ondan övgü ile bahsediliyor, demeleri bu kabildendir.”
Bu tür saptırmalardan biri de ”namaz” üzerinde yapılmaktadır. Onun manasının dua olduğunu söylemek, bu tür saptırmaların en çok ciddiye olanınıdır; dolayısıyla en tehlikeli olamdır. Müellifin tercümesinde de böylesine bir tahrife yer verilmiştir.
Konunun aslı şudur: Bir lafız ya hakikat ya da mecaz olarak kullanılır. ”Hakikat, konulduğu manada kullanılan lafız demektir. Bazen luğav’î, bazen şer’î, bazen ise örfi olur.
Luğav’ı“ hakikat, dilde hangi mana için vaz’edilmiş ise o manada kullanılan lafız demektir. Mesela, güneş, ay, yıldız lafızları, bilinen manalar için konulmuştur. Bu manalarda kullanılırsa luğavi hakikat olur.
Şer’î hakikat, Şâri’in kastettiği manada kullanılan lafızdır. Mesela Namaz, hac, zekât, evlenme gibi lafızlar, Şâri’in bir takım manaları kastetmek üzere koyduğu lafızlardır. Bunların bu manalarda kullanılması, Şer’i hakikat adını alır.
Örfi hakikat, örfte kendisiyle hangi mana kastediliyor ise o manada kullanılan lafızdır.”546 Mesela bir toplumda ”et” denilince “kırmızı et”in anlaşılması örfi hakikattir. ”Et yedim” diyen insanın balık ya da tavuk eti değil, dana veya kuzu eti yediği anlaşılır. ”Şu ağaçtan yemem” diyen kimse, ”onun meyvesini yemek istemediğini” kastetmiştir, ”kabuğunu” veya ”gövdesini” değil. Bunun böyle anlaşılması örfi bir hakikattir. Bu kurallar bilinmez veya itibar edilmezse dilde anarşi çıkar ve anlaşma zorlaşır.
Bu sebeple bir kimsenin namaz, oruç, hac, zekât ibadetlerine veya Şer’î hakikat olan diğer terimlere, Şerî hakikatin dışında karşılıklar vermesi, büyük hatadır ve telafi edilmeyecek kargaşalara yol açar.Mesela “evlendim” diyen bir insanın ”nikâhlı bir eş aldığı” anlaşılır ve bu anlam, bu kelimenin örfi hakikati olmuştur. Hâlbuki kelimenin hakikat anlamı ”ev sahibi” olmak olmalıydı.
Ne var ki kullanım böyle olmamış, 0 ikinci mana, yani ”ev sahibi olmak” manası mecaz olmuş, hakikat ise ”eş sahibi olmak” olmuştur.
İşte bunun gibi ”dil” ve ”usul” kuralları bilinmez ve bunlara riayet edilmezse, bilginin üretiminde ve paylaşımında kargaşa ve kaos yaşanır.
Gerçekten de bu gün televizyonlarda bir takım konuları tartışan meslektaşlarımız bu konularda yeterince hassasiyet göstermedikleri için, çok gereksiz polemiklere kapı açmakta, dolayısıyla tartıştıkları konular yeterince yararlı olmamaktadır.
Müellif diyor ki:
”Mektep, fabrika, mabet, Amel-i Sâlihin biri diğerine tercih edilemeyecek yansımalarıdır… Bu anlamda hastane yapmak, mabet yapmak kadar dinî bir davranıştır, hatta daha da önceliklidir. Fabrika bacaları cami minareleri kadar önemli ve değerlidir. Bu açıdan baktığımızda, en büyük amel-i Salihlerden birisi, elektriğin keşfidir.”42‘5
Öncelikle belirteyim ki, oldukça öztürkçeci/arı bir dil kullanan müellifin burada özellikle ”Amel-i Sâlih” kavramı gibi çok çok muhafazakar bir terimi seçmesi bana çok manidar gözüktü.
Birçok yerde, hatta Kur’an-ı Kerim mealinde geçen ”Amel-i Salih” kavramını bile ”yararlı iş, faydalı iş olarak” tercüme edip kullanmayı tercih ederken, birden bire burada mektep, hastane, fabrika bacası inşa etmeyi, faydalı veya yararlı iş olarak değil de amel-i salih olarak değerlendirmesi, gerçekten dikkat çekicidir.
İkinci olarak, Amel-i Salih bir kavramdır ve bir medeniyetin malıdır.427 Hiç kimse onu ulu orta kullanmaya ve kendi heveslerini ona yüklemeye yetkili değildir. Onu kullanan kimse önce onunla ne kastedildiğini öğrenecek ve sonra hangi davranışını ”Amel-i Salih” olduğunu, o ölçüler içerisinde ifade etmeye calışacaktır. Tıpkı ”şehid” terimi gibi. Birilerinin çıkıp birilerini “devrim şehidi, basın şehidi” diye takdim etmeleri ne kadar yanlışsa, bu kullanım da öyledir.
Yani hiç kimse ne ”amel-i salih”i ”yararlı iş” olarak, ne de ”yararlı iş”i amel-i salih” olarak takdim etmelidir.
Bu çerçevede bakalım, ait olduğu medeniyet, Amel-i Salih kavramını nasıl tarif etmektedir:
Önce ”Amel”in ne olduğunu anlamaya çalışalım:
İslam Ansiklopedisinde ”Amel” maddesinde şu bilgiler kaydedilmiştir:
“Amel: Canlı varlığın gayeli olarak yaptığı iş’tir. Bu itibarla fiil ve eylemden daha özel bir anlam ifade eder. Ayrıca dinî literatürde: Emir, tavsiye ve yasaklara konu olan, sonunda ceza veya mükâfat bulunan tutum ve davranıştır.
“Ameller, şeriat ilkeleriyle uyuşup uyuşmamaları bakımından genellikle, tâat, mâsiyet ve mübah olarak üç kısma ayrılır. Gerek Kur’ an ve hadislerde, gerekse diğer dinî kaynaklarda tâat sayılan ameller çoğunlukla amel-i Sâlih. .. olarak adlandırılır.
Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde iman ve amel-i salih, bazı ayetlerinde bunlarla birlikte ahiret inancı yan yana zikredilerek amel-i salibin faydası ve gerekliliği, kötü amelin zararı ve yanlışlığı üzerinde ısrarla durulmuş, Müslümanlar her fırsatta iman ve amel-i salihe teşvik edilmiştir.”428
”Amel-i Sâlih ister istemez ihlâsı çağrıştırır. İşin ”Sâlih” olması ancak Allah rızasının mutlaka gözetilmesi ile gerçekleşir. Amel, Allah rızası için olacak ve insan bu amelinin karşılığını yalnız Allah’tan isteyip, yalnız O’ndan bekleyecektir.”429
Peki, “İhlas” nedir? ”İhlas, kulun bütün davranışları ve sözlerinde sadece Allah rızasını gözetmesidir.“30
Râgıb el-İsfehânî İhlas’ı: ”…Her türlü hayırlı faaliyete iyi niyetle yönelmeyi, her durumda yalnızca Allah’ın rızasını gözetmeyi ifade eder.”431 diye tarif etmiştir.
Kısaca, amel-i sâlih, sâlih kulun ameli anlamındadır. Kul gerçekten Sâlih ise, yani İmanım Amelle destekliyor ve güçlendiriyor, Amelini de İhlasla arındırıyor ve ahlâkileştiriyorsa, o kulun yaptığı bütün işler Amel-i Sâlih’tir.
Aksi halde, başta namazı ve orucu olmak üzere cami ve tekke yaptırması bile Amel-i Salih olma vasfını kazanamaz.
O halde, büyük işlere imza atan büyük iş adamlarını ve büyük zenginleri, öncelikle Sâlih kul olmaya davet etmeli, bütün işlerini İhlas üzere, yani Allah’ın rızasını gözeterek yapmalarını tavsiye etmelidir. Onlara yapılacak en büyük iyilik budur. Bu hakikati arılara ulaştırmamak ve bu konularda onları yeterli biçimde uyarmamak, onlara yapılabilecek en büyük kötülüktür.
Aksi halde, sadece ekonomik güç elde edip bu gücü de siyasal etkinliğe ve medyatik güce, dönüştürmek, israf ve lükste sınır tanımadan yaşamak için fabrika bacalarını çoğaltmak Amel-i Sâlih değildir… Zira bu niyetle fabrika inşa eden insan Sâlih kul değildir. Hele hele, bu fabrikalardan elde ettikleri güçle dinî hayatı zayıflatmak için bir takım projelere destek veriyorlarsa, bu durum olsa olsa Kötü Amel olarak adlandırılır. Böyle kimseler de dince tezkiye edilmezler. Böyle bir zihniyet, bütün ülkeyi fabrikalarla doldursa bile, bunun Allah katında sinek kanadı kadar değeri olmadığı bilinmelidir. Hatta veballerini artıran kuruluşlar olarak tescillenir.
Birileri bu hakikati onlara mutlaka haykırmalıdır.
428.Sülyeman Uludağ, “Amel”, DİA, III, 13-14
429 Orhan Çeker, ”Amel-i Sâlih”, Şamil İslam Ansiklopedisi, I, 128
430 Süleyman Uludağ, ”İhlâs”, DİA, )ocı, 5353
Allah önünde secdeye varan kul ile put önünde secdeye varan insanın hali birdir. Ancak birisinin halini ibadet, diğerininkini ise küfür/inkâr/şirk kılan, sadece niyetleridir.
Bu açıdan bakıldığı zaman bazen yemek yemek veya eşiyle beraber olmak ibadet, namaz kılmak ve oruç tutmak şirk olabilir. Yemek yiyen insan o yemeği ve onu ağız tadıyla yeme sıhhatini lütfeden Yüce Yaratıcı’yı minnet ve şükran duygusu içinde anarsa, bu yemek bir ibadettir. Harama uçkur çözmeden helâliyle -nikâhlı eşiyle- yetinirse, bu ilişki ibadettir. Ama başka insanlar görsün diye namaz kılmak veya oruç tutmak riyadır. Riya ise şirkin bir şubesidir.
O halde bütün mesele, hangi fiili hangi niyetle yaptığımızdır. Bu çerçeveden bakıldığı zaman, çalışmak nasıl ibadet olur? sorusunu belki şöyle cevaplamak mümkündür:
Çalışmak, çalışan kişinin, mümin sıfatıyla Allah’ı hatırda tutarak, bir başka ifadeyle O’ndan gafil olmadan, O’nun izin verdiği helal alanlarda, emrettiği prensiplere uyarak ve yasakladıklarından uzak durarak, O’nun rizasını kazanma niyetini gönlünde canlı tutarak, kazancını da O’nun rızası uğrunda sarfetmeyi düşünerekek faaliyet göstermek olursa, bu çalışma ibadet olur.
Örneklendirecek olursak, iş yapabilme ve başarma yeteneğinin tamamını kendinden bilmeden, işindeki başarısında Allah’ın payını da görerek ve teslim ederek,372 haram kazanç yollarına sapmadan, helal yollarla yetinerek, işçisinin veya patronunun hakkına riayet ederek, kazancından fakirin payını ayırarak, yani zekât ve sadaka vererek, bunu da sanki bir lutufta bulunuyormuş gibi başa kakarak değil, bir görevi ifa etmekte olduğunun bilinci içerisinde, kemal-i edep ve kemal-i nezaket ölçüleri içinde yapan ve iş hayatını bu ölçüler içinde sürdüren bir kimse hiç şüphesiz büyük bir ibadet halindedir. Sanirim zaten bu bilinç düzeyine gelmiş bir insan Allah’a kulluk borcunu, yani İslam’ın şiarı olan diğer ibadetleri de kolay kolay ihmal etmez.
Tabii bütün bu durum, sonsuz ve sınırsız güç sahibi Allah Teala ile kıyas kabul etmez. O Yüce Varlığa gelince O, ne kadar severse sevsin veya öfkelenirse öfkelensin, O’nun kontrolünü kaybetmesini tahayyül ve tasavvur etmek, İslam İmanına zarar verecek bir keyfiyettir. Çünkü bizim her vesile ile dilimize vird edindiğimiz “Sübhânellâh” kelimesi bile tek başına, böyle bir kuruntuya kapılmamıza engel teşkil etmeye yetecek keyfiyettedir. Çünkü bu kelimenin anlamı müellifin de çok iyi bildiği üzere: ”Ya Rabbi! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih, kemal sıfatlarla tavsif ederim” demektir.
Daha açık bir dille: ”Y a Rabbi! Sen bütün eksik ve kusurlu hallerden uzaksın ve Sen bütün üstünlük, yücelik ve mükemmellik özelliklerine sahipsin” anlamına gelmektedir. Böyle olduğuna inanılan bir varlığın, sırf kontrolünü kaybedebileceği gerekçesine sığınarak öfkelenmediğini söylemeye yeltenmek, hem de bunu, O zatı tenzih ediyormuş havası içinde yapmak, dolayısıyla 0 zatın kendisini tanıttığı ve özelliklerini ifade ettiği beyanlarını nazar-ı itibare almamak, anlaşılabilir bir durum değildir.
“Bu dönemde ibadetlerle ilgili dikkati çeken şey, sanıldığının aksine ibadetlerin şekli boyutundaki değişiklik de değildir. Zira ibadetlerde önemli olan şekil boyutu değil, amaç boyutudur.”339
Bu söz, ”ibadetlerde amaç boyutunun önemini vurgulamak” için söylendiği takdirde önemli, ama ”şekil boyutunun önemsiz olduğunu vurgulamak” için söylenmesi halinde saçmadır. Hangi ibadet olursa olsun, önce şekil boyutlarıyla vardır ve Hz. Peygamber (s.a.v) bunu çok önemsediğini çeşitli vesilelerle açık seçik belirtmiştir. Nitekim namazını beğenmediği bir bedeviyi (köylüyü) Hz. Peygamber (s.a.v) üç defa uyarmış ve ”Kalk, namazını kıl, çünkü sen namaz kılmış değilsin” demiştir. Yani namazında tadil-i erkâna riayet etmeyen bir kimseyi ”namaz kılmış sayılmazsın” diyerek defalarca ikaz etmiştir. Zaten ilim adamları, fakihler, müftüler, müctehidler, meselenin sadece bu yönünü, yani şekil yönünü görür, eksik veya yanlışların bulunduğunu sadece bu esasa göre söyleyebilirler.
Bu duruma göre bir kul, gücü yettiği halde kendisine emredilen şekil şartlarından birini ihlal etse -duruma göreya ibadeti tamamen bâtıl (geçersiz) olur ve iadesi gerekir, ya da sevap ve faziletinden çok şey eksilir.
”Ölümü bile yenip, yeniden dirilişi ilan ederek, insanı ölümsüzleştiren bir dinin; insanın enerjisi olan ümidi yok etmek için kullanılması; herhalde Yaratıcının affetmeyeceği bir din günahidir.”315
Bu paragraftaki iki konunun sorgulanması gerektiğini düşünmekteyim:
Birincisi: insanın enerji kaynağı sadece ümit midir? Korku, kaygı, endişe, kriz, buhran ve her türlü olumsuz duygu ve durum, yerine göre akla hayale sığmadık bir enerji kaynağına dönüşmez mi? Karanlıkların en yoğun olduğu vakit, aydınlığın en yakın olduğu zaman değil midir? Özellikle iktisatçıların çok sık kullandığı şu ifade hiç dikkatimizi çekmez mi? ”Her kriz, bir fırsattır.” Birçok bilimsel buluşun savaş veya salgın hastalık dönemlerinde elde edildiği, hakikat değil midir?
O halde, aslolan ve doğru olan bu duyguları yok saymak değil, negatif anlamlarını pozitife çevirmek için çalışmaktır. Yani ”Allah’tan niçin korkacakmışım, canım?” diye sorana: Niçin korkması gerektiğini anlatmalı, bu duygu sayesinde kulun, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı daha dikkatli, daha özenli ve daha riayetkâr olmasını sağlamanın amaçlandığını anlatmalıyız.
Ayrıca ne şekilde korkması gerektiğini açıklayarak, olumsuz biz duruma düşüp, din ve dünya hayatıyla ilgili olarak zarar görmesine engel olmalıyız. Bu korkunun bizi nasıl sağlıklı bir din ve dünya anlayışına yönelteceğini açıklayabilmeliyiz. Unutmayalım ki, ”açları çalıştıran doymak ümidi, tokları çalıştıran ise açlık korkusudur.” Bu duygular bir yumurta ikizi gibidirler. Birbirlerini beslerler, kesinlikle birbirlerinden ayrılmazlar. Kimse de bunları birbirinden ayırmaya kalkışmamalıdır.
Bir de şu ”din günahı” tabirine takıldım. Çok önemli değil belki ama yine de merak işte. Biz şimdiye kadar sadece ”günah” ve ” sevap” diye, yani yalın olarak biliyorduk. Acaba “din günahı” terkibi, bizim bildiğimizden başka bir anlam mı taşımaktadır?
Şayet “güzel” ve ”kötü” nün belirlenmesinde dinî emirler ve yasaklar müdâhil kılınmaz, dinî sınırlar, ilkeler ve kurallar kaale alınmazsa, varılacak nokta budur. Bu noktada sadece ve sadece insanın hevâ ve heveslerini tatmin maksadıyla yöneldiği suursız ve kuralsız zevk arayışı, lezzet ve şehvet talebi, menfaat ve ihtirasları tatmin arzusu vardır. Tabi bu durumda batağa saplanmama ihtimali de yoktur.
Manevi, ruhi, ahlakî, yani dinî hayatımız da böyledir. Allah’a has kul olabilmek için, eline, diline, beline sahip asil bir mümin olabilmek için, hodgâmlıktan diğergâmlığa, yücelebilmek için, maddeperestlikten maddeyi ayakaltı malzemesi olarak görecek fazilete erebilmek için, kısaca kula ve kulun sahip olduklarına kul olmaktan kurtulup Allah’ın kulluğuna terfi edebilmek için, Allah Tealanın çizdiği sarı, kırmızı ve yeşil bütün çizgileri tammak ve gereğini yerine getirmek mecburiyeti vardır.
Bütün bunlardan sonra, ruhi bünyemizin de diyete ihtiyacı olduğu gerçeği ayan beyan ortaya çıkmıştır kanaatindeyim. Ancak burada daha önemli soru şudur: Biyolojik diyette vücudun ihtiyacı olan kalori miktarını tıp uzmanları belirleyebiliyorlar ve ona göre tavsiyelerini yapıyorlar. Peki, ruhi diyette, nefsi bünyemizin ne kadar zevke ve lezzete ihtiyacı olduğuna, ne kadarından fazlasının ruhi bünyemize zarar vereceğine kim karar verecektir? Yani bu konuda ölçüleri kim koyacak, sınırları kim belirleyecektir?
İşte Allah Teala’nın: ”Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim. ”(Maide,3) buyurarak, kullarına sunduğu ve adım ”İslam” koyduğu bu ilahî nimet, bu ölçüleri koyacak ve bu sınırları belirleyecek tek ölçü ve tek merciidir.
Mesela o merci: ”zinaya yaklaşmayın. Çünkü 0, son derece çirkin bir iştir ve çok kötü bir yoldur.”(İsra,32) buyurduysa, artık hiçbir mümin çıkıp, ”burada kastedilen tecavüzdür; iki yetişkinin karşılıklı rızası ile vukubulan cinsel ilişki, zina sayılmaz.” diyemez. Ya da ”aşk varsa zina yoktur.” diye saçmalayamaz.
Aynı şekilde Allah Teala: ”Ey iman edenler! (Aklı örten) içki (ve benzeri şeyler), kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak, şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. ”(Maide,90) buyurduktan sonra artık hiçbir müminin “burada kastedilen, ölçüyü kaçırmaktır. Edebini ve ölçüsünü bilerek içmenin bir sakıncası yoktur.” diyemez.
Hz. Peygamber bir hadislerinde ümmetinin günahkârlarına şefaat edeceğini haber vermiştir.(Buhari,Da’avat,1)Bir başka hadiste de şöyle buyurmuştur: ”Her peygamberin kendine has, kabul olunan bir duası vardır ve onunla dua edegelmiştir. Fakat ben duamı ahirette ümmetime şefaat etmek için saklıyorum.”(Buhari,Vasaya,12)
Müslümana düşen görev, şefaate güvenip dinin gereklerini terk etmek değil, şefaate layık olabilmek için çalışmaktır. (Nitekim) Hz. Peygamber kızı Fâtıma’ya şu tavsiyede bulunmuştur: ”Ey Fâtıma, çalış, muhakkak ki ben Allah’ın azabından bir parçasını bile senden def edemem.254
“Bu talihsizliğin boyutları, mezhep tartışmaları, tarikat kavgaları, hatta kutsal kabul edilen din savaşlarına kadar uzanmıştır‘.”224
Önce son cümleden başlayalım. Tarihimizde din savaşları diye bir ”kara leke” yoktur. Hatta mezhep savaşları da yoktur. Yukarıdan beri “Ortadoğu İslamı”, ”Taliban İslamı” ile başlayıp, ardından ”mezhep tartışması, tarikat kavgası” ile devam eden bu üslup, netice itibariyle getirilip ”din savaşı”na bağlansa da, sanırım hiçbir vicdan sahibi, bu değerlendirmeleri ciddiye almayacaktır.
Diğer taraftan ”ihtilaf” olgusuna dair görüşümü yukarıda uzun uzun anlattım.225 Burada tekrara düşmemek için sadece şunu sormakla yetinmek istiyorum: Yeryüzünde insanın müdahil olduğu ama ihtilafın bulunmadığı bir alan gösterilebilir mi?
Bütün ülkelerde ve ülkemizde, en büyük, en şiddetli, en sürekli kavgalar demokrasilerin mabedi diye tanımlanan millet meclislerinde olmuyor mu? Hukuk adamlarının bir araya gelip hukukî problemleri tartıştıkları toplantılardaki kavgalar, herkesçe malum değil mi? Bilim, siyaset ve hukuk adamlarının hukuk ve demokrasi anlayışları aynı mı?
Yeryüzündeki en zarif, en kibar, en müeddeb insanlar olmaları beklenen sanat adamları, bazen sanat anlayışlarındaki farklılıktan, bazen sanata hizmet sunma politikalarındaki zihniyet ayrılığından dolayı, sendika toplantılarında vb yerlerde nasıl boğaz boğaza gelmektedirler, görmez miyiz? Mimarlar mühendisler odasının sadece İstanbul’a boğaz köprüsü veya tüp geçit konusundaki ihtilaflarından söz etsek, beş yüz yıllık bir tarikatın iç çekişmelerinden daha çok yer tutardı herhalde.
Bundan daha doğal ne olabilir? İnsanın olduğu her yerde düşünen bir kafa, vuran bir kalp ve duyan bir yürek mevcuttur. Bunların olduğu her yerde de görüş ayrılığı, duygu farklılığı, ifade çeşitliliği bulunacaktır. Nitekim bu kanaatlerini kitaplaştırırken müellifin, aynı alanda uzmanlaşmış meslektaşlarının büyük çoğunluğuna muhalif bir duruş sergilemesi bu kabilden değil midir?
Bu konuyu en iyi takdir etmesi gereken akademisyenlerden biri, şüphesiz müellif olmalıydı. Çünkü kendileri her konuda ve her ortamda görüş ve kanaatlerini rahatça ifade edebilmektedirler. Bu imkânı kullanan insanlar, başkalarının da bu hakkı kullanmalarından rahatsızlık duymamalıdırlar. İnsanlar kanaatlerini ve hissiyatlarını ifade edince de, bir takım görüş ayrılıklarının ortaya çıkması kaçınılmazdır.
Bu meseleyi bu şekilde değerlendiren bir ilim adamı, ”mezhep tartışmaları”nı, aşağıdaki ayet-i kerimelere muhalefet etmek olarak anlamamalı, anlayamamalıdır:
”Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin..”225
”Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın.”227
“Şu dinlerini parça parça edenler ve kendileri de grup grup ayrılmış olanlar var ya, (senin) onlarla hiçbir ilişiğin yoktur.”228
Doğrusu, müellifin bu çalışmasını okuyuncaya kadar bu ayet-i kerimeleri bu bağlamda yorumlayan, yani mezhep farklılıklarını, daha açık bir ifade ile İmam Ebü Hanife ile İmam Ebü Yusuf arasındaki, İmam Mâlik ile İmam Şafii arasındaki ilmî kanaat farklılıklarını ”Allah’ın ipinden uzaklaşma”, ”parçalanıp bölünme”, ”kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşme”, ”dinlerini parça parça etme” olarak değerlendirildiğini görmemiştim. Ancak bu kitabı okuduktan sonra bunu öğrendim ve akabinde şunu düşündüm:
Yeryüzünde yüz milyonlarca insanın bu dinî yaşamalarını mümkün kılan bu müstesna şahsiyetler, bu mümtaz simalar, bu yıldız insanlar, şayet bu ithamı hak ediyorsa, müellifin bu kitabında dile getirdiği ve büyük çoğunluğu hiçbir yaraya merhem olmayan, hatta bazen kezzap gibi işleyen fikirlerinin yol açtığı ve bundan sonra da açacağı ihtilaflar için ne demeli, bilemiyorum.
Bilmeyenler için söyleyeyim: Ne Ebu Hanife ne de diğerleri, hiç kimseyi kendilerini taklide davet etmemişlerdir. Onlar, Ferhat’ın kayalıkları yararak, uzun mesafelerden şehre su getirmesi misali, bütün ömürlerini Allah’ın dinini anlamaya ve anlatmaya vakfetmiş ilim, ihlâs ve iman abideleridir. Herhalde en büyük kusurları, getirdikleri bu suyu sebil kılmaları, bu konuda bir cimrilik göstermemeleri, kovasını doldurmaya gelenleri kovalamamaları, aksine izzet ve ikramda bulunmalarıdır.
Şimdi birilerinin çıkıp da, sanki o insanlar kendi dönemlerinin askeri, siyasi, mali gücünü kullanarak, o günün Müslümanlarını kendilerine râm olmaya zorlamışlar gibi takdim etmeleri, büyük haksızlık, hatta büyük iftiradır. Ne o dönemde, ne bu dönemde, hiçbir Müslüman hiçbir mezhebe veya tarikata herhangi bir baskı ile intisap etmemiştir. Söz konusu intisap sadece gönül bağından kaynaklanmaktadır. Bazı cahillerin münferit tavırları, koskoca kurumları lekelemek için kullanılamaz. Eğer böyle yapmaya kalkışırsak, günümüzde, ortada ne demokrasi, ne hukuk, ne laiklik ne de Özgürlük kalır. Çünkü bu kurumlar adına öyle yanlışlıklar öyle haksızlıklar yapılıyor ki..
Bu kurumlar öylesine istismar ediliyor ve öylesine büyük kavgaların içine çekilmek isteniyor ki… Ama bütün bunlara rağmen aklı başında hiçbir insan bu durumdan dolayı, bu kurumları yıpratıcı bir ifade kullanmayı düşünmüyor. Çünkü aklı başında her insan, bu durumun son derece tabii olduğunu idrak ediyor ve tavrını ona göre belirliyor. Mezhep ve meşrep farklılıkları konusunda da böylesine sağduyulu düşünmek ve davranmak, hem aklî, hem ahlâki hem de dinî bir mecburiyettir.
”Şayet bir mabede girerken ayakkabılarımı çıkarmak istemiyorsam, ayakkabılarımı çıkarmam gerekmeyen bir mabede giderim.”
İşte bütün söylemek istediğimiz mesele budur. Kardeşim, bu dinin mabedine ayakkabısız girilir. Ama modern insan hem bu mabede girmek istiyor, hem de ayakkabılarını çıkarmak istemiyor. Ondan sonra da bizim gibi ilahiyatçılara “ayağını paspasa silerek mi girsin, yoksa galoş mu taksın?” diye tartışmak düşüyor. ”Kardeşim, ayakkabınla gidebileceğin mabetler de var.” Diyerek bir türlü meseleyi dürüstçe çözmeye yanaşmıyoruz.
Bu durum sizin, bizim veya onların istemesiyle veya istememesiyle alakalı değildir.
İnsanların birliği ve kardeşliği söylemi de, daha çok Masonlara ait bir ”slogan” olarak bilinir.194 Içini nasıl doldurduklarını bilemem. Mesela onlar insanları ”çağdaş” ve ”çağdışı” diye ayırmadan, ”laikçi, şeriatçı, tarikatçı” demeden bağırlarına basarlar mı? Mesela, işyerlerinde, holdinglerinde, fabrikalarında, paspasçı ve çaycı olarak değil, doktor, hukukçu, iletişim uzmanı, mühendis gibi üst düzey görevlere, inancından dolayı başım örttüğünü söyleyeni, sünnet diye inandığı için sakal bırakanı, hatta namaz konusunda ciddi ve titiz olanı, getirebilirler mi? Bu ülkede uzun bir süredir pervasızca yaşanan ve daha çok inanan hanımların yaşadığı hak ihlallerine, kardeşlik ülküsünü taşıma onuru adına, hiç itiraz etmişler midir? Bu soruları çoğaltabilirsiniz.
Evet, içini nasıl doldurduklarını bilmiyorum ama bu insanlar bu sloganı, patenti kendilerine ait olacak ölçüde içselleştirmişlerdir.
Mesela ”çağdaş yaşam” sloganı da böyledir. Hepimiz bu çağda yaşarız ama bu slogan bazı çevrelerin malı olmuştur ve kullanıldığı zaman ”bu çağda yaşamak”tan başka anlamlar içerir. Onun için de bir ilahiyatçı, dindar bir hayat tarzını bu söylemle ifade edemez.
Aynı şekilde ”halkların birliği” veya ”ulusların birliği” söylemleri de, kulakda hoş tınılar yaratmaktadır ama bunların da sahipleri vardır ve sanki gizli bir patent kurumu bunları onlar adına tescil etmiştir. Yani bu tabirler, masum, objektif/nesnel birer kelime değil, birer ”Jargon”195dur.
Bu değerlendirme, ne insanların kardeşliğine itirazdır, ne de çağdaş yaşamın doğru kullanımına. Sadece, reel politik denilen cinsten bir yaklaşımla, dinî alanda yazıp çizenlerin de kendi terminolojilerine sadık kalmaları yönünde bir tavsiyede bulunmaktır, o kadar.
Mesela “müminlerin kardeşliği” söylemi bu kabildendir. Hem gerçekçidir, hem de temel kaynağımız, kutsal kitabımız Kuran-ı Kerim’de karşılığını hemencecik bulabilirsiniz: ”Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.”19‘S
Ve bu yaklaşım, hakikaten dürüst yaklaşımdır. Bütün insanlığın kardeşliğini savunanlar, acaba kendi aileleri içinde bu düşünceyi kabul edebilmişler midir? Şayet bunu başaramadılarsa, mesela başka partiye oy veren oğluna veya arzu etmediği “yaşam biçimini” benimseyen kızma tahammül edemezlerse, böyle büyük laflar ederek, büyük iddialar taşıyan cümleler kurarak, kendilerini zor durumda bırakmış olmazlar mı?
’Kefenin cebi yok, dünya malı dünyada kalır.’ tarzındaki, adeta dünyadan kaçışı öğütleyen anlamsız sözler, yerini çalışmaya, üretmeye teşvik eden öğütlere bırakmalıdır.”187
Müellifin, “anlamsız söz” diye nitelemekte hiçbir beis görmediği bu söz, benim penceremden bakıldığında, dünyanın en büyük hikmeti olarak görülmektedir. Böylesine hikmetli bir tesbiti, sadece ve sadece ”Gülelim, oynayalım, kâm alalım dünyadan” felsefesiyle yaşayan, Islam’ın infak kültüründen hiç mi hiç haberi olmayan insanlar yanlış değerlendirebilirler.
Ben biliyorum ki bu kitabın müellifi kesinlikle onlardan değildir. Ama ne talihsizliktir ki, bu değerlendirme onun kitabında yer almış, bana da bu duruma bir açıklama getirmek düşmüştür.
İnfak kültürüyle yetişen dindar nesil içinse bu çok büyük bir söz, çok anlamlı bir hikmet, hayatın rotasını belirlemede, insan denen varlığa en büyük yardımı ve desteği sağlayan çok değerli bir tesbittir. Zira bu sözün açılımı ve bağrında barındırdığı hakikat, mümin toplumun muhtelif kesimleri için şudur:
Halk için ”Ne verirsen elinle, o gider seninle” dir. Ve izahtan Vârestedir ki, daha yaşıyorken ”canın yongası” mesabesindeki ”mal”dan vazgeçebilmek, karşılıksız olarak, sırf Allah rızası için verebilmektir. Bir başka ifade ile hayır ve hasenat yapmayı evlatlarından, yani mirasçılarından beklemek yerine işini eliyle görmektir.
Evliyaullah/Ehlullah için: ”Ölümün sizin için daha sevimli hale gelmesini istiyorsanız, gideceğiniz yere önceden biraz mal gönderiniz. Zira insan malının ardı sıra gitmeyi sever.” anlayışıdır. Aslında her ikisi de aynı kapıya çıkar fakat her kesim, kendi kültür ve birikim dünyasının diliyle bu hakikatlere ulaşmışlar ve ifade etmişlerdir.
Nihai tahlilde ”kefenin cebi yok” hikmeti, kesinlikle ”tembelliği” davet etmez. Aksini iddia eden varsa, lütfen, dünyanın en büyük medeniyeti olduğunda hiç kimsenin aykırı ses çıkarmadığı ”Vakıf Medeniyeti”mizi nasıl açıklayabileceğini söylesin. Böyle bir medeniyet, kendi karnını doyurmaktan ve ihtiyaçlarını karşılamaktan bile aciz zavallı, miskin, fakir ve garip insanların kurabileceği bir medeniyet olabilir mi?
Evet, halk olsun, münevver olsun, her mümin bilmektedir ki: ”Sizin elinizdeki (dünya malı) tükenir. Allah katındaki (rahmet) ise bak’idir, (tükenmez). Elbette sabırlı davrananlara, yapmakta olduklarının en güzelier mükafatlarını vereceğiz.”188 ayet-i kerimesi hem bir uyarı, hem de ilahî bir taahhüttür. Tabir caiz ise bu ayetin aktüel anlamı: ”Dünya bankalarına yaptığınız yatırımlar talan edilebilir, batabilir; ama Allah’ın bankasına tevdi ettiğiniz mevduat ise, batmak bir yana, en az bire yediyüz karşılığında size geri döner.” demektir.
Bu manayı doğru ve güzel anlayan Allah dostlarından biri, çok kıymetli bir malım, değerinin iki katı bedel ödeyenlere bile vermemiş ve: ”Ben bunu daha yüksek bir bedelle satacağım” demiş, ardından da: ”Allah bu mala yedi yüz katı bedel vaad etmektedir.” diyerek Allah için infak etmiştir.
İşte efendim, ”infak” imanıyla ve ”îsâr”189 ahlakıyla yetişmiş olanların kültür dünyasında, inanç âleminde, felsefi yaklaşımında ve dünya telakkisinde ””Kefenin cebi yok, dünya malı dünyada kalır.” hikmetli sözünün anlamı budur. Eminim ki bunu başka türlü anlayanlar bu imandan ve ahlaktan yeterince nasibi olmayanlardır.
Müellif ”Sünnet olan misvak ağacı kullanmak değil, ağız ve diş temizliğidir.” 167 derken bile sanki misvak kullananlara bir sitem göndermektedir. Aksi halde ”Sünnet olan misvak ağacı kullanmak değil” cümlesinin bir anlamı olur muydu? Doğrudan doğruya ”Sünnet olan ağız ve diş temizliğidir” denmesi, daha makul olmaz mıydı? Ne var ki burada “önemli olan” ağız ve diş temizliğinin Sünnet olduğunu belirtmek değil, ”misvak” kullanmanın Sünnet olmadığını belirtmektir.
Diğer yandan ”Misvak ağacı” terkibi dahi nisbî bir bayağılaştırma/basitleştirme ameliyesine malzeme yapılmak istenmiştir. Yani ”Kavak ağacından ne farkı var ki?” denmek istenmiştir. Çünkü bildiğim kadarıyla normal kullanımda “ağaç” kelimesi yoktur. Evet, her ne kadar misvak bir “ağaç” ise de, özel bir isim gibi kullanılmak suretiyle sanki ”o, bildiğiniz ağaç değil” mesajı verilmek istenmiştir.
Teşbih uygun görülürse sanki şairin Hz. Peygamber için söylediği şu mazmun, bu ağaç için de kullanılmak istenmiştir:
”Evet, Muhammed bir insandır ama her insan gibi değildir. Nitekim yâkut da bir taştır ama sıradan bir taş değildir.”
Sanki bu ”ağaç” bir Sünnet’ i sembolize ediyor diye artık ağaç olmaktan fazla ve bir bitkiden değerli bir hüküm kazanmış gibidir. Tıpkı sakal gibi… O da netice bir ”kıl”dır ama onu Sünnet olarak görenler için o artık sıradan ve vücudun her yerinde bitebilen bir ”kıl” değil, insanın en şerefli uzvu olan yüzünü/cemâlini tezyin eden/süsleyen ”mübarek sakal”dır.
Sağ elle yemek nasıl bir zihniyeti ele veriyorsa, sol elle yemek de öyledir.
Topuğuna kadar örtünmek nasıl bir zihniyetten kaynaklanıyorsa, dizkapağına veya daha yukarısına kadar açmak da yine bir zihniyetin neticesidir.
Ne var ki sermaye ve medya gücünü elinde bulunduranlar, topuğuna kadar örtünmeyi ideolojik bularak periferiye/çevreye gönderirken, diz kapağına veya daha yukarısına kadar açmayı, çağdaş giyim diye merkezde ağırlamaktadırlar.
Sakallılık veya sakalsızlık hali, sağ veya sol el ile yeme adetleri de böyledir. Günümüzde önemli davetlerde yemek yemek, neredeyse bir işkenceye dönüşmüştür. Hangi şarabın hangi yemekle alınması gerektiğinden tutunuz da, salata tabağı ne tarafta, tatlı tabağı ne tarafta duracak meselesine, oradan da hangi yemeği hangi çatalla yiyeceğinize kadar hiçbir ayrıntı atlanmadan hazırlanan sofralarda, -hele bir de sürekli değil de, ara sıra bu sofralarda bulunanların -ne işkence yaşadıklarını ancak kendileri bilir, ama ne moderniteye lanet ederler, ne bu sisteme… Ellerinden geldiğince talimatlara uymaya çalışır, beceremedikleri yerlerde kendilerini kınar, bir dahaki sefere daha dikkatli olmak niyetiyle o sofralardan kalkarlar. Yani demem odur ki bütün mesele, olaylara nasıl baktığınızla ilgilidir.
Gerçek sevgi sevdiğinde fani olmaktır. İlkokul öğrencisi iken sabahları içtiğimiz okul andımızda ”varlığım varlığına armağan olsun” diye bir ifade vardı. İşte sevgi ”kendi varlığını onun varlığına armağan etmektir. ”160 Bendeniz böyle bir sevgiyi bir defa yaşadım ve ne olduğunu çok iyi biliyorum. Derdimi anlatabilmek için bu olayı anlatmaya mecburum. .
Merhum hocamız Mehmet Sofuoğlu Bey’161, aşkını, heyecanım, gayret-i diniyyesini, hülasa her şeyini gerçekten sevdim ve hocaya kalbî bir rabıta ile bağlandım. Bir süre sonra fark ettim ki, ayakkabımın rengi kavuniçi, çift düğmeli ceketimin de alt düğmesi ilikli idi. Bu ikisi de benim zevkime ve tarzıma uygun şeyler değildi. Neden sonra fark ettim ki, ben hocamı taklîden bu rengi seçmişim ve bu duygu içinde alt düğmeyi ilildemişim.
Karşılıksız, hasbî ve insanî olarak bu duyguyu ömürlerinde bir kere yaşamış olanlar, bazı Peygamber (s.a.v.) âşıklarınin O’na benzemek kastıyla sakalını kınalamasım, cübbesini O’nun cübbesine benzetmesini, O’nun gibi sarık bağlamaya çabalamasını O’nun gibi oturup kalkmaya veya yürümeye çalışmasını, O’nun gibi hasır veya mütevazı bir şilte üzerinde yatmasını kesinlikle yadırgamazlar. Kınayanlar bu duygudan nasibini almayanlardır.
Görmez misiniz, modern çağda bile insanlığın idolü/mini putu haline gelmiş bazı Amerikalı aktör, şarkıcı veya futbolcuları Budist rahipler gibi giyinmekte hiçbir beis görmemektedirler. Ya da sıradan insanlar, idollerinin çene yapısı veya elmacık kemiğine sahip olabilmek için estetik ameliyatı bile göze almaktadırlar.
Hülasa, Hz. Peygamber’in yapıp etmemize dair tavsiyelerinin bulunduğu hususları Sünnet olarak kabul eder, diğerlerini ise tamamen kişisel tercih meselesi olarak ele alırız. Birileri onların da sünnet olduğunu söylerse onlarla da ”hikmetle ve en güzel bir yoldan” mücadele ederiz. O’nun yolunu adım adım takip edenleri baş tacı biliriz; kendi tercihlerini başkalarına dayatmaya kalkanları da bu bağnazlıktan sakındırırız.
Bir de saç uzatmak sünnetmiş diyerek saçlarını uzatmalarına dinden delil arayan yetişme çağındaki gençler gibi sadece giyim kuşamına talip olup da güzel ahlakına bîgâne kalanları, daha şiddetle uyarmayı kardeşlik görevi sayarız.
“Manayı dışlayan maddecilik ne kadar tehlikeliyse, maddeyi dışlayan maneviyatçılık da o ölçüde tehlikelidir. Dünyaperestlik insana ne kadar zararlı ise, ahiretperestlik de öyledir. Dine kafa tutan bilimcilik ne ifade ediyorsa, bilimi dışlayan dincilik de onu ifade eder.”138
Bu tür cümleler, sadece dengeyi sağlama hatırına kurulmuş olduklarını düşündüğüm için, zihnimde hep infial uyandırmışlardır. Zira gereksiz ve yersiz denge sağlama çabaları, insandaki adalet duyugusunu rencide etmektedir.139
Bu genel değerlendirmeden sonra ifade edeyim ki “ahiretperest” deyimi, benim için çok çok yeni olup, zihin dünyamda bır karşılığı yoktur ve kanaatimce isabetsiz bir uydurmadır. Çünkü insan ”dünyaperest” olabilir ama aynı anlamda ve aynı ölçüde ”ahiretperest” olamaz. Zira insan, ”ahireti yok sayarak” yaşayabilir ama ”dünyayı yok sayarak” yaşayamaz. Yiyip içme, giyinip kuşanma, barınma, ısınma vb. zaruri ihtiyaçları dolayısıyla, ahiretten koptuğu ölçüde dünyadan kopamaz. Herhalde bu düşünceden dolayı olsa gerektir ki, bugüne kadar böyle bir kullanım icad etmek düşünülmemiştir.
İkinci ve asıl önemli konu ise şudur: Üretim, ihtiyaca binaen yapılmalıdır. Aksi halde ürün ya elde kalır, ya da ancak devlet desteğiyle, zorlama yöntemler ve illegal yollarla tüketim sağlanır ki, bu da hoş bir durum değildir. Fikirler de böyledir. Üretilen fikirler toplumda bir yanlışı tashih etmeli, bir boşluğu doldurmalı, bir güzelliği ikame etmeli, bir çirkinliği bertaraf etmelidir.
Bu çerçeveden bakıldığı zaman bugün bu ülkede veya başka İslam ülkelerinde, acaba insanlar, maddeyi dışlayacak bir maneviyatçılık, ”ahretperestlik” ölçüsünde dünyaya boşvermişlik, bilimi dışlayan bir dincilik anlayışı içinde mi bulunmaktadırlar ki, müellif bu konuda bu tumturaklı ifadelerle ikazda bulunma ihtiyacı hissetmiştir? Eğer böyle düşünüyorsa bunu örneklendirerek temellendirmelidir. Zira bu konu öyle bir kalemde geçilecek bir konu değildir.
Ancak müellif de farkındadır ki, günümüz insanı maddeperestlik, dünyaperestlik ve bilimperestlikte artık öylesine mesafe almıştır ki, bu tavrınin dindeki yerini bile merak etmemektedir. Lüks tüketim, israf, gösteriş merakı, artık muhafazakâr kesimi bile tamamen teslim almıştır. Marka merakı bizlerin, yani muhafazakâr ailelerin çocuklarını daha derinden kuşatmış bir haldedir. Henüz bu dünya ile tanışmamış olanlar varsa, emin olunuz sadece imkânları elvermediği içindir. Yoksa imkâru olduğu halde bu kötü alışkanlıklara yakasını kaptırmayan hiç kimseyi tanımadım. Bu konuda araştırma yapan sivil toplum kuruluşlamun zaman zaman yayınladıkları raporlarda bile, artık bu acı gerçek yer almaktadır.
Farzedelim ki işinin ehli uzman bir doktorla yakın bir dostluk kurmuşsunuz. Sizin de alkol, sigara gibi kötü alışkanlıklarınız var. Acaba bu dostunuz bu duruma sessiz kalır mı? Kalırsa doğru davranmış olur mu? Ve yine farzedelim ki bu kötü alışkanlıklarınız yüzünden ciğeriniz mahvolmuş, bacağınız kangren olmuş. Acaba bu dostunuz olan tabip o ciğeri veya bu bacağı kesip almakta bir saniye tereddüt gösterir mi? Şimdi onun bu davranışı size düşmanlık beslediği için midir? Yoksa tam tersine sıkı dostunuz olduğu için midir?
Bizler ”gayb” konusu olan Allah’ı “şehadet” alanı olan bu âleme ve bu âlemdekilere kıyaslayarak daha iyi anlayabiliriz. Bu yöntem ulemamızın geçmişte de kullandığı bir yöntemdir. Zaten başka çaremiz de yoktur.
Bendeniz bu yönteme başvurarak yukarıdaki misale bakıyor ve o zaman daha iyi anlıyorum ki, Allah Tealanın kullarına zaman zaman ”ben gazûbum (:gazaplıyım)”diye seslenmesi, tamamen bu kabildendir. Kullarını cezalandırmak hevesinden değıl, onları nefsi duyguların sevkettiğı’ günah ve ahlaksızlık gırdabından kurtarıp, hayra, salâha ve iyiliğe yönlendirmek içindir ki, gerçek dosta yakışan da zaten budur.
“O ne güzel sahip, ne güzel yardımcıdır!”(Hac,78)
İşte asıl kaos, kargaşa, keşmekeşlik buradadır. Yani ehliyet ve liyakat sahibi olmayan kimselerin her konuya müdahil olmalarındadır. Özellikle din alanı “mîrî mal”105 gibi görülmekte ve herkesin rahatça fikir beyan edebileceği bir ortak alan gibi değerlendirilmektedir. Hâlbuki en hassas ve dikkatli olunması gereken alan bu alandır.
Zira Hz. Peygamber (s.a.v.): ”Fetva verme konusunda en cüretkâr olanımz, cehennem ateşine en dayanıklı olanınızdır.”(Darimi,Mukaddime 20) buyurmuştur. Bu yüzden din konusunda avam sayılan kimselerin bu konuda fikir üretmeleri son derece tehlikeli ve sakıncalıdır. Zira bilinmektedir ki fikir, bilgi üzerine inşa edilirse anlamlı ve yararh olur. Bilgi temeline dayanmayan her fikir, temenniden ibarettir ve bazen hezeyana dönüşebilir.
Din konusunda bilgiye dayanmadan fikir üretmenin önünü kesmek için bütün ulemanın ittifakıyla şu kanaate varılmıştır: ”İctihad ehliyetini haiz olmayan kimse, isabetli ictihatta bulunsa bile günahkârdır.” Zira onun bu isabeti tesadüfîdir. Tabir caiz ise taş kuşa değil de, kuş taşa değmiştir. Böyle birini yüreklendirmek doğru olmayıp, caydırmak lazımdır. Zira onun genelde hata etme ihtimali çok çok yüksektir.
Ehliyet veliyakat sahibi müctehide gelince onun durumu şudur: ”Müctehidin ictihad ederek ulaştığı sonuç, kendisinin zann-ı galibine göre, Allah’ın o meseledeki hükmüdür. O halde müctehidin, Allah’ın hükmü olduğuna kanaat getirdiği bu sonuca uyması zaruridir; başkasının farklı görüşünden ötürü onu terk edemez. Bu husus bütün bilginlerin ortak fikridir. Çünkü başkasının görüşü de zanna dayanmaktadır. Bir kimsenin kendi zannını bırakıp başkasının zamma dayanması caiz değildir.
Modern insan her şeye sahip olma hırsı ile donatılmıştır. Onun lügatinde ”yok” yoktur. Zira onun cenneti ”yeryüzü”dür. Bu sebeple bu dünyayı cennetleştirmek mecburiyetindedir. Dolayısıyla kutsal kitapların cennet tasvirlerine öykünerek yeni bir dünya kurmaya çalışmaktadır. Ne var ki bu âlem, sonlu ve sınırlı bir âlemdir. Kendisi sonlu ve sınırlı olduğu gibi, sahip olduğu imkânlar da böyledir. Fakat modern insan tipinin yarattığı yeni tasavvur biçimiyle bu hakikatin üstü örtülerek, aksi tezler öne sürülmekte ve modern insana, dilediği her şeye sahip olabileceği öğütlenmekte, hatta bu yönde duyguları kamçılanarak kışkırtılmaktadır.