Allah’ın tevfikiyle kitabımın bu faslında, rubûbiyyet, ulûhiyyet tevhidleri, ibadet ile mülhakatı hakkında İbn Teymiyye ile îbn Kayyım’ın birçok sözlerinin ve İbn Abdülvehhab’ın bâzı görüşlerinin iptalini yazdım. Ve merhum Allâme Şeyh Yûsuf ed-Dicvi’nin (1365, öl.) rubûbiyyet ile ulûhiyyet tevhidi hakkında yazdığı makalesiyle bu konuya son veriyorum. Allah ona rahmet eylesin! Bu makalesinde şöyle dedi*.
ULÛHİYYET TEVHİDİ VE RUBÛBİYYET TEVHİDİ
«Ulûhiyyet tevhidi ile rubûbiyyet tevhidinin mânâları nedir ve mânâca aralarındaki farkı kim tefrik etmiştir, sahih veya bâtıl olduğuna dair delil nedir?» diye bize gelen birçok mektupta soruyorlar. Dolayısiyle biz de Allah’tan başarı dileyip deriz ki: Bu fikir
İbn Teymiyye’nin saplantısıdır. Demiş ki: Şüphesiz, Peygamberler, yalmz Allah’a ibadet etmek mânâsına olan ulûhiyyet tevhidini bildirmek için gönderilmişlerdir. Allahü Teâlâ kâinatın Rabbidir. Onların işlerinde tasarruf edici olduğunu itikat etmek mânâsına olan rubûbiyyet tevhidi hususunda ne müşrik ne de Müslümanlardan hiçbir kimse, mualefet etmiştir. Nitekim Allahü Teâlâ: «Andolsun ki onlara (müşriklere) “gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?” diye soracak olursan hiç şüphe yok ki, “Allah’tır!” derler.» (Ankebût sûresi, âyet: 61) diye buyurdu.
Daha sonra, İbn Teymiyye ile Vehhabîler demişler ki: Peygamberlere ve velilere tevessül edip onlardan şefaat dileyenler, sıkıntı zamanında onları yardıma çağıranlar, tıpkı sıkıntı anlarında putlara, meleklere ve Mesih’e (İsa’ya) rubûbiyyet itikat ettikleri için kâfir olanlara benzerler. Zira onlar,Vehhabiler, putlar, melekler ve Mesih (îsâ) hakkında rubûbiyyet vasfını itikat ettiklerinden dolayı kâfir olmadılar. Belki, onlara ibadet ettikleri için ulûhiyyet tevhidinin terkinden ötürü kâfir oldular. Mezarları ziyaret edip evliyâya tevessül edip, onlardan yardım talep eden ve Allahü Teâlâ’dan başka hiçbir kimsenin gücü yetmediği şeyi kendilerinden isteyenlere de bu hüküm şâmildir. Hattâ Muhammed b. Abdülvehhab, bunların küfrünün, putlara ibadet edenlerin küfründen daha çirkin olduğunu söylemiştir. Arzu edersen onun üzücü ve korkutucu ibaresini sana zikredeyim. îbn Teymiyye ile Vehhabîler mezheblerinin izahiyle birlikte -ki, hulâsası şudur- ve içinde birçok dâvâları da vardır. Kısaltarak ondan bahsedip sözlerini evvelâ akıl ve nakil yolu ile muhakeme edelim. Ve deriz ki:
İbn Teymiyye taraftarları ile Vehhabilerin; «Tevhid, rubûbiy yet tevhidi ve ulûhiyyet tevhidi şeklinde iki kısma ayrılır.» diyerek yaptıkları bu taksim İbn Teymiyye’den önce, hiçbir kimse tarafından ortaya atılmamıştır. İlerde görüleceği üzere akla yatacak bir şev de değildir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem dahi, İslâmiyet’e dahil olan hiçbir kimseye, «İslâmiyet’te iki tevhid var; sen ulûhiyyet tevhidine itikad etmedikçe Müslüman olamazsın» diye bu yurmadı, buna tek bir kelime ile de işaret etmedi. İbn Teymiyyecilerin, her şeyde onlara uyduklarını ve onlarla iftihar eylediklerini söyledikleri selef âlimlerinden olan hiçbir kimseden de böyle bir taksim duyulmamıştır ve tevhidin bu taksiminde hiçbir fayda yoktur. Zira, şüphesiz hak ilâh, hak Rab, bâtıl, ilâh da bâtıl Rab demektir. İbadete, ilâhlaştırılmaya, ancak gerçek olan Rab müstehaktır.
Bir şeyin menfaat ve zarar verecek bir Rab olduğuna itikad etmediğimiz takdirde, kendisine ibadet etmemizin hiçbir mânâsı yoktur. Bir şeye ibadet edilmesi o. şeyin menfaat ve zarar verecek bir Rab olduğuna inanılmasına terettüp eder. Nitekim, Allahü Teâlâ; «Göklerde, yerde ve ikisinin arasındaki şeylerin Rabbi O’dur. O’na kulluk et ve ibadetinde güçlüğe katlan!..» (Meryem sûresi, âyet: 65) diye meâlen buyurmuştur.
İşte Cenâb-ı Hak Teâlâ, bu âyet-i celilenin mealinde ibadeti, rubûbiyyet vasfına bağlamıştır. Çünkü biz, Allahü Teâlâ’yı menfaat ile zarar, kudreti altında bir Rab olarak itikad etmediğimiz zaman kendisine ibadet etmemizin hiçbir mânâsı yoktur. Yine Allahü Teâlâ; «Ayılın! Göklerde ve yerde gizli şeyleri çıkaran Allah’a, secde edin…» (Nemi sûresi, âyet: 25). Allahü Teâlâ, bu âyetin mealiyle kendisinde tam bir kudret sabit olan zattan başkasına secde edilmesinin câiz olmadığına işaret eder. Ve başkasına secde edilmesinin bir mânâsı yoktur. Aklın kabul ettiği şey de budur. Kur’ân-ı Kerim ile Peygamber (s.a.v.)’in hadîsi de buna delâlet etmektedir.
Nitekim Allahü Teâlâ, Kur’ân’da; «Size melekleri ve peygamberleri rablar olarak benimsemenizi emretmesi yaraşmaz…» (Âl-i îmran sûresi, âyet: 80). îşte Allahü Teâlâ, müşriklerin tek bir Rab değil, müteaddit rablar edindiklerini açıkça belirtmiştir. Kur’ân-ı Kerim, müşriklerin melekleri kendilerine Rab edindiklerini sarahaten bildirdiği hâlde, İbn Teymiyye ile Muhammed b. Abdülvehhab, «Müşrikler rubûbiyyet tevhidine itikad etmiş olup muvahhittirler! itikadlarına göre, bir Rabtan başka rab yoktur. Ancak ulûhiyyet tevhidi hususunda Allaha şerik koşmuşlardır.» demişlerdir. Halbuki Allahü Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de Yûsuf (a.s.)’un, iki hapis arkadaşını rubûbiyyet tevhidine davet ettiğini belirterek şöyle buyurur:
«…Ayın ayn birçok rablar mı daha iyidir, yoksa üstün olan bir Ailalı mı?» (Yûsuf sûresi, âyet: 39). Yine Allahü Teâlâ;
«…Onlar, (ümmetinden önceki ümmetler) kendilerine çok acıyıcı (Rahman) olan Allah’ı inkâr ettiler. (Onlara), O, benim Rabbimdir, de…» (Ra’d sûresi, âyet: 30).
İşte bu âyetlerden de anlaşılıyor ki, müşrikler kendilerine bir değil, birçok rablar edinip onlara ibadet ederlerdi. Allahü Teâlâ’nın rubûbiyyetini inkâr eden müşrik bir kimseye hitaben; arkadaşından hikâyetle; «Kendisiyle konuştuğu arkadaşı ona: “Seni topraktan, sonra nutfeden yaratanı, sonunda seni insan kılığına koyanı mı inkâr ediyorsun? İşte O, benim Rabbim olan Allahtır…’’ dedi.» (Kehf sûresi, âyet 37 – 38). Bu âyet-i celile de mânâca öncekine benzer. Cenâb-ı Hak kıyamet günü diyecekleri sözleri hikâyetle buyurduğu; «Allah’a and içeriz ki biz apaçık azgınlık içinde idik; çünkü biz sizi âlemlerin Rabbine eşit tutmuştuk.» (Şuarâ sûresi, âyet: 97 – 98).
Bu âyet-i celilelerin mânâsına dikkat edildiğinde, zahire göre biz sizi kendimize rablar edindiğimiz için, demektir. Yine; «Bir de onlara, “bağışlayıcıya (Rahman’a) secde edin!” denildiğinde, “bağışlayıcı (Rahman) nedir? Senin emrettiğine secde eder miyiz?” derler…» (Furkan sûresi, âyet: 60) meâlen buyurduğu bu âyetin mânâsına bak! Acaba bu sözün sahibi olan kimse, muvahhid mi (tek bir Allah’ın varlığına inanan mı) dır? Veya bunu itiraf ettiğini biliyor musun?Daha sonra, Allah’ın; «…Onlar (insanlar) ise, Allah hakkında mücadele ederler (çene yarışı yaparlar)…» (Ra’d sûresi, âyet: 13) buyurduğu bu ve buna benzer âyetlerin mânâsına bak ki, hepsini zikretmekle sözü uzatmıyoruz.
Demek ki hakikat, îbn Teymiyye’nin iddia ettiği gibi değildir; aksine müşrik olan bu kâfirlerde rubûbiyyet tevhidinin inancı yok-tur. Yûsuf (a.s.) zindandaki iki arkadaşını rubûbiyyet tevhidinden başka bir şeye davet etmiyordu. Zira Yûsuf (a.s.)’un itikadında, bir şeye rubûbiyyet tevhidi, diğer başkasına ulûhiyyet tevhidi denilir,diye bir şey yoktu. Yoksa Hz. Yûsuf (a.s.) ‘un, tevhide davet eylediği iki arkadaşı, tevhidi kendisinden daha iyi biliyorlardı da onu ilahlar diye tâbir etmeyip, «Birçok rablar mı iyi?» diye buyurduğu sözünde yanıltıyorlar mı idi?
Allahü Teâlâ (insanlar, ruh âleminde iken) onlardan rubûbiyyetin ikrarı için aldığı ahdi hakkında; «…Rabbiniz değil miyim?» diye sordu “Evet Rabbimizsin” dediler…» (A’raf sûresi, âyet: 172) diye buyurur. Şayet, «Müşrikler nezdinde rubûbiyyet tevhidi tahakkuk etmiş, fakat bu iman hususunda yeterli olmayıp kıyamet günü Allah’ın azabından onların kurtulmalarına yetmez.» diyen İbn Teymiyye’nin dediği gibi olsaydı, bu âyette buyurduğu üzere rubûbiyyeti için, onlardan söz alması, âyetin devamında onlardan hikâyetle; «…Gerçekten biz bu ahidden gafil idik…» (A’raf sûresi, âyet: 172) diye müşriklerin kıyamet günü ileri sürecekleri böyle bir mazeretleri de sahih değildir. Rubûbiyyet tevhidi itikadı imanlarına yeterli olsaydı (îbn Teymiyyecilerin dediği gibi) Allahü Teâlâ’nın, misak (ahid) tâbirini, ulûhiyyet tevhidini itiraflarını icab ettirecek tâbirle değiştirmesi vacip olacaktı.
Bu dâvâlarının iptaline dair uzun uzadıya konuşmak imkânımız olmasa dahi bu husus açık bir gerçektir. Her hal ü kârda bu âyetten anlaşıldığına göre, Cenâb-ı Hak Teâlâ, şüphesiz olarak insanlardan, yalnız rubûbiyyet tevhidinin ikrarıyla iktifa etmiştir. Eğer, rubûbiyyet tevhidi ile ulûhiyyet tevhidi birbirlerinden ayrı hakikatler olsalardı, Allahü Teâlâ, ulûhiyyet tevhidinin ikrarını da onlardan talep edecekti.
Akaid ilminin teriminde Allah ile Rab kelimeleri bir mânâda olduklarına, Cenâb-ı Hakk’ın meâlen; «…Göklerin yerin ve ikisi arasında bulunanların hükümranlığı kendisinin olan Allah ne yücedir.» (Zühruf sûresi, âyet: 84) buyurduğu âyeti de delâlet eden delillerdendir. Çünkü, âhirzamanda O’na ibadet edecek hiçbir kimse olmasa da yine yeryüzünün ilâhıdır.
Şayet İbn Teymiyyeciler, bu âyette geçen ilâh kelimesinin mânâsı, «O, yeryüzünde mabuddur. Yâni, ibadete müstehaktır» diyecek olsalar, cevabında; «Öyle ise, ilâh ile Rab arasında mânâca hiçbir fark yoktur. Zira ibâdete müstehak olan Zât, Rab olandan başka bir şey değildir,» deriz.
Firavun’un Musâ (aleyhissalâtü vesselam) ile yaptığı mücadele ancak rubûbiyyet sıfatı hakkındadır. Kur’ân-ı Kerim ondan hikâyetle; «Ben sizin en yüce rabbinizim, dedi.» (Nâziât sûresi, âyet:24) , yine ondan hikâyetle; «(Firavun), “İnan ki benden başka tann tanırsan seni zindanlıklar içine atarım.” dedi.» (Şuarâ sûresi, âyet: 29). Bu konunun uzatılmasına artık hiçbir sebep yoktur.
İbn Teymiyye’nin, «Müşrikler rubûbiyyet tevhidini bilir.» diye iddiasının iptaline dair hadîs-i şerif ise, mezarda iki sual meleğinin ölüden ilâhın demeyip «Rabbin kimdir?» diye sual ettikleri hakkında varid olan hadistir. Çünkü melekler, Rab ile ilâh arasında tefrik etmezler. Zira onlar ne İbn Teymiyyeci, ne de doğru yoldan sapmış kimselerdir. İbn Teymiyyecilerin mezhebine göre, sual meleklerinin ölüden «Rabbin kimdir?» değil, «Allah’ın kimdir?» diye veya her ikisinden sual açmaları vacip idi.
Allahü Teâlâ nın, «Andolsun ki, onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, “Allah…” diyecekler.» (Lokman sûresi, âyet:25) meâlen buyurduğu âyet-i celile İbn Teymiyye’nin dâvasına delil olamaz. Çünkü, kesin deliller ve mânâları açık olan âyet-i kerimeler delâlet ediyorlar ki, müşrikler, zamanın hükmüne icabet etmeye zorunlu olduklarından gönüllerinde olmayan şeyi söylerler. Onların kalplerinde istikrar etmeyen veya akıllarına yatmayan şeyleri de söylemiş olabilirler. Çünkü müşrikler, böyle cevap vermekle beraber böylece itikad etmeyip yalan söylediklerine delâlet eder, şeyler, kendilerinden sadır olmuştur. Zarar ve menfaati Allah’tan başkasına isnat ediyorlar. Koyu cehaletleri yüzünden Allah’ı bilmez, hattâ küçük işlerin husulünde bile başkasını O’nun üzerine takdim ederler.
Allahü Teâlâ’nın müşriklerden hikâyet eylediği; «Ne diyelim, sana mabutlarımızdan bazısının kötülüğü dokunmuş olacak.» dediler… (Hûd sûresi, âyet: 54) sözlerini düşünerek bak! öyle ise, İbn Teymiyye, «Müşrikler, putlar, ne ziyan ne de menfaat veriyorlar diye itikad ederler…» şeklinde sonuna kadar devam eden sözü nasıl diyebilir?
Daha sonra müşrikler, ekin ve davarları hakkında Cenâb-ı Hakk’ın onlardan hikâyet eylediği; «Kendi zanlarına göre, “Bu Allah’ındır, bu da putlarımızmdır.” diyerek Allah’ın yarattığı hayvanlardan ve ekinlerden pay ayırdılar. Putları için ayırdıklarını Allah için vermez, ama Allah için ayırdıklarını putları için verebilirlerdi…» (En’âm sûresi, âyet: 136) sözlerini düşün ki, onlar en küçük ve hakir şeylerin hâsıl olmasında Allah’a ortak koştukları şeyleri Allah’tan önce tutmuşlardır.
Allahü Teâlâ müşriklerin putları hakkındaki itikadlarına dair buyurdu ki: «…Ortak koştuğunuz, yardımlarını umduğunuz şeyleri sizinle birlikte görmüyoruz…» (En’âm sûresi, âyet: 94). Allahü Teâlâ bu âyet-i celilede müşriklerin, putların Allah’a ortak olduklarına itikad ettiklerini bildirmiştir. Ebû Süfyan’ın Uhud gazvesi günü:
— «Ey Hübel (bir putun ismidir) yüksel!» deyince, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin:
— «Allah her şeyden daha üstün, daha yücedir.» diye verdiği cevabı da müşriklerin itikadına delâlet eden delillerdendir.
İşte bunu iyi düşün! Sonra İbn Teymiyye’nin müşriklere isnat ettiği «tevhidde müşrikler, Müslümanlar gibi olup müşrikler ancak ulûhiyyet tevhidine inanmadıkları için onlardan ayrılmışlardır,» dediği kavlinden ne anladığını bana söyle!
Yukarıda geçen delillerden başka Allahü Teâlâ’nın; «Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki onlar da bilmeyerek aşın gidip Allah’a sövmesinler…» (En’âm sûresi, âyet: 108) buyurduğu âyet-i celile ile izahı uzun sürecek daha açık deliller dâvamıza delâlet ediyorlar.
Zikredilen bu delillerden sonra, müşriklerde bir nevi tevhid olup bunun akaid’deıi bir mesele olduğunu düşünebilir misin? Lâkin Teymiyyeciler, -bütün bunlara rağmen- müşrikler rubûbiyyet tevhidini bildiklerinden dolayı, muvahhittirler. Peygamberler, müşriklerin onunla kâfir oldukları ulûhiyyet tevhidine inanmadıkları için onlarla savaşmışlardır, diyorlar. îbn Teymiyyecilerin, peygamberlerin, müşriklerle yaptıkları savaşların sebebini sadece buna hasretmelerinin mânâsını anlamıyorum. Halbuki müşrikler, peygamberleri tekzib ederek, kendilerine Allah’tan nâzil olan âyetleri inkâr edip haram şeyleri helâl kılmış, haşr ve kıyameti de inkâr etmiş, Allah’ın eşi, çocuğu olduğuna ve meleklerin, Allah’ın kızları olduğuna dair bâtıl bir itikatta bulunmuşlardır.
Nitekim Allahü Teâlâ bu hususta şöyle buyurur: «Dikkat ediniz! Onlar, yalan uydurup söylüyorlar; “Allah’ın çocuğu var” diyorlar. Şüphesiz onlar yalancıdırlar.» (Saffat sûresi, âyet: 151, 152). Müşriklerin bu durumlarına rağmen îbn Teymiyyecilerin görüşüne göre, peygamberler onlarla bu itikadlarından dolayı savaşmamış, ancak ulûhiyyet tevhidine inanmadıkları için savaşmış. Kendileri itikatta (Ehl-i sünnetten olan) Müslümanlara eşittirler. îbn Abdülvehhab’ın görüşüne göre ise, kendi zümresinden olmayan Müslümanlar, müşriklerden daha kâfirdirler.
îtikad ettikleri bütün bu şeylerden dolayı gelecek zarar kendileri içindir.
Bize hiçbir şey yoktur. Lâkin zikrettiğimiz bu delillerden sonra, onlara deriz ki, bâtıl itikadınıza göre, haydi ulûhiyyet tevhidi ile rubûbiyyet tevhidi arasında fark olduğunu farzedelim. Ama tevessül, ulûhiyyet tevhidine muhalif değildir. Zira tevessül, lügat, Şeriat ve örf itibariyle ibadet değildir. Salih kişilere tevessül etmek veya onlardan yardım talep etmek için onlara nida etmenir. ibadet olduğunu hiçbir kimse söylememiş ve Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem de böyle bir şeyden haber vermemiştir. Eğer tevessül, ibadet veya ibadetin benzeri bir şey olsaydı, ne diri ne de ölü kişiden tevessül edilmesi câiz olmazdı.
Tevessül eden kimsenin, bir peygamber veya velinin Allah nez- dindeki manevî makamının vesilesiyle, Allah’tan emelinin husulün den başka bir şey talep etmediği malûmdur. Şüphesiz hayatta olsun, öldükten sonra olsun, her iki zatın da Allah nezdinde manevi şerefleri vardır.
Şayet birisi, «Allahü Teâlâ bize köprücük kemiğimizden daha yakındır, öyle ise hiçbir vasıtaya ihtiyaç yoktur.» dese, cevabında şu şiirin mısraını deriz:
«Bir şeyi hıfzettin Halbuki birçok şeyi unuttun.»
Zira bu görüşüne göre her şeyi Allah’a havale edip her şeyde sebep ve vasıtaların düşünülmesi terkedilmelidir. Halbuki, bu kâinat, Allah’ın koyduğu sebep ve müsebbeplerin üzerine bina edilmiştir. Yine bu görüşe göre, kıyamet günü şefaatin olmaması da gerekir. Zira bu görüşe göre, Allah subhanehû ve teâlâ insana her vasıtadan daha yakın olduğu için şefaata ihtiyacı yoktur. Halbuki şefaatin kıyamette oluşu bedihî olan din meselelerindendir.
Hem de Hz. Ömer b. Hattab’ın, «Bizler (ey Allah’ım) Peygamberin amcası olan Abbas’a tevessül ederek sana dua ederiz.»(3)dediği sözünde hatâ etmesi lâzım gelir. Hulasâ îbıı Teymiyyecilerin itikadlarına göre, sebep ve müsebbep, vesile ve vasıtaların kapılarının kapatılması gerekir. Bu düşünce ise, kâinatın evvelinden sonuna kadar üzerine inşa edildiği İlâhi kanuna muhaliftir. Bu takdire göre, onların Müslümanlar hakkında verdikleri hüküm onlara da şâmildir. Çünkü sebep ve vasıtaları terketmeleri mümkün değildir. Hattâ onlar halktan daha şiddetli sebeplere, vasıtalara, ilgi ve itimat göstermektedirler.
Şunu da diyelim ki, tevessül hususunda diri ile ölü kişinin arasında ayırım yapmakta hiçbir mânâ yoktur. Zira tevessül eden kimse, ölüden hiçbir şey talep etmemiş, ancak Allah nezdindeki bu ölünün şerefini veya sevgisini veya başka özelliklerini vesile ederek Allah’tan hacetini dilemiştir. Acaba, mütevessilin (tevessül eden kimsenin) bütün bu düşünceleri ölüyü ilâh edinmek midir? Yoksa bunda şüphe götürmeyen sakınca mı vardır? îbn Teymiyyeciler ise, işi tahkik etmeden tahmine dayanarak söyleyen bir kavimdir. İşin hakikati nasıl böyle olmasın ki, bütün Müslümanlarca tevessülün cevazı, hattâ güzelliği malûmdur.
Dört mezhep kitaplarına, hattâ Hanbelilerin Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemi ziyaretin âdabı hakkındaki mezheplerine bak ki, Allah’tan bir şey dilemek için Peygambere tevessülü müstahap kılmışlardır. Bu İbn Teymiyye’nin meydana çıkıp ümmetin icmai hükmünden dışarı çıkarak akla ve nakle muhalefet edip Müslümanların fıtratlarında yerleşen tevessül hakkında mücadele etmesine kadar böyle devam etmiştir.
Yûsuf ed-Dicvi’nin tevhid hakkındaki makalesi burada sona erdi.
Ebu Hamid bin Merzuk – Bera’atü’l –Eş’ariyyin(Ehl-I Sünnet’in Müdafaası),syf:217-224,Bedir yay.
1) Yûsuf ed-Dicvî, Dicveli olup Dicve Mısır’da Dimyat yakınındadır. Yûsuf, fıkıh Alimi olup Muhammed Abduh’un itikadı konulardaki birçok görüşünü reddetmiştir. «Tütün içmek haram değildir.» demiştir. Saadet-i Ebediye’ye bakınız,
2)Makalesi, 224’üncü sahifede bitiyor.
3) Resûlullah (s.a.v.) efendimizi vesile edip Allahü Teâlâ’ya yapılan duâlar kabul olunduğundan. Hz. Ömer (r.a.) hilâfeti zamanında Medine’de kıtlık olunca. Hz. Ab-bas b. Abdülmuttalib’i vesile edinerek yağmur duâsına çıkmış ve «Yâ Rabbi sevgili Peygamberini vesile yaparak duâ ederiz’. Resûllullah’ın muhterem amcası hürmetine, senden yağmur isteriz. Duamızı kabul buyur. Bize yağmur ihsan eyle» demiş, hemen yağmur yağmıştır.
0 Yorumlar