Kur’ân-ı Kerim’de Allahü Teâlâ (meâlen) buyurdular ki: «…Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri vakit, sana gelip Allah’tan af isteseler, Allah’ın Peygamberi de onlar için mağfiret isteseydi, Allah’ı çok tevbe kabul edici, çok merhametli bulurlardı.» (Nisâ sûresi, âyet: 64). Bu âyet-i celile, halkın Peygamber sallallahü aleyhi ve selleme gelip nezdinde Allah’tan mağfiret istemesinin, kendisini de onlara Allah’tan, mağfiret dilemesinin teşvikine delâlet ediyor. Bu durum gerçi Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin hayatında vârid olmuş ise de bu, kendisine ait bir rütbe olup tâzimi için vefatında da mevcuttur.
Eğer desen ki, «Onlara, mağfiret istemek için hayatında yanına geliyorlardı. Ama vefatından sonra durum böyle değildir.» Cevah olarak derim ki: Bu âyet-i celile, onların, Allah’ı tevbeleri kabul edici ve merhamet edici bulmalarının şu üç şeyle ilgili olduğuna delâlet eder:
1 — Yanına gelmeleri.
2 — Allah’tan mağfiret istemeleri.
3 — Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin de onlar için Allah’tan mağfiret dilemesi.
Resûlullah’ın mağfiret talebinin, bütün Müslümanlara olduğu sabittir. Nitekim Allahü Teâlâ şöyle buyurur: «(Ey Muhammedi) Bil ki, Allah’tan başka tanrı yoktur. Kendinin, inanmış erkek ve kadınların günahlarının bağışlanmasını dile! Allah gezip dolaştığınız ve duracağınız yeri bilir.» (Muhammed sûresi, âyet: 19). îşte bu âyet-i celilenin meâli ile yukarıda bahsi geçen üç şeyden biri olan Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin her mü’min erkeğe ve her mü’mine kadına mağfiret dilemesi sabit oldu. Peygamberin huzurunda istiğfarda bulunduklarında, Allah’a yaptıkları tevbelerinin kabul olunması ve Allah’ın onlara merhamet etmesi üç şeye(1) tekabül eder. Nisa sûresindeki mezkûr âyet-i celilede, Resûlullah’ın istiğfarının onların istiğfarından sonra olmasını tayin edecek hiçbir delâlet yoktur.
Hattâ âyet-i celile mücmel olup mânâ itibariyle Resûlullah’ın onlar için mağfiret dilemesinin, dileklerinden önce veya sonra olmasının mümkün olduğuna delâlet eder. Zira âyet-i celile- den maksat, Hz. Peygamber’e gelip nezdinde Allah’tan af dilemesi için onların Peygamber sallallahü aleyhi ve selleme gelerek mağfiret dilediği kimselerin zümresine dahil olmalarıdır. Peygamber in onlara mağfiret talebinin, kendilerine mağfiret istemelerinden sonra olması gerektiğini söyleyebilmek için, âyette geçen «ve Resûlullah’ın onlara mağfiret dilediği» mânâsını ifade eden tâbirin, «onlar Allah’tan mağfiret diledikleri» tâbirine atfedilmesi gerekir. Fakat, «onlar Allah’a…» tâbirini, önceden geçen «Sana gelip de» mânâsına olan tâbire atfetsek, kabul ettiğimiz mezkûr mânâya da ihtiyacımız yoktur.
Bütün bu te’vil ve cevaplar, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin vefatından sonra, hiçbir kimseye mağfiret talebinde bulunmayacağı ihtimaline göredir. Halbuki ileride gerek hayatında ve gerek vefatından sonra, ümmetine mağfiret dileğinde bulunmasından bahsedeceğimiz için Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin vefatından sonra ümmetine istiğfar etmeyeceği hususundaki iddiayı kabul etmiyoruz. Mağfiret dileği nasıl inkâr edilebilir ki, ümmetine olan rahmet ve şefkatinin kâmil olduğu bilinen bir gerçektir. İşte bundan anlaşılır ki, kendisine Allah’tan af dilemesi için gelen kimsenin isteğini geri çevirmez.
Hülâsa: Bütün takdir ve ihtimallere göre, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin hayatında olsun, vefatında olsun mağfiret dile mesi için kendisine gelen kimseye âyet-i celilede geçen her üç şeyin hasıl olduğu sabit olmuştur. Mezkûr âyet-i celile, gerçi Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin hayatında kendilerine istiğfar etmesi için nezdine gelen muayyen kavimler hakkında nâzil olmuş(2) ise de, nuzûlünün illeti genelleştirilmek sûretiyle gerek hayatında, gerek vefatından sonra kendisinde o vasıflar mevcut olup o gâye ile nezdine gelenlere şâmildir. Âlimler bu nedenle bu âyet-i celileden Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin her iki hâletine de şâmil olduğunu anlayıp türbesinin ziyaretine gelen kimse, bu âyet-i celileyi okuyup kendisine Allah’tan af dileğinde bulunması müstehabdır, demişlerdir.
Utbi’nin bu husustaki hikâyesi meşhur olup bütün mezheb âlimleri yazdıkları menasik eserlerinde ve tarihçiler de tarih kitaplarında hikâyet etmiş, hepsi de bunun güzel ve her ziyaretçinin yapması lâzım gelen şeyler olduğunu kabul etmişlerdir. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin türbesinin ziyareti, Allah’a bir mânevi yaklaşma olduğu hakkındaki hadis-i şerifleri ise, kitabımızın birinci ve ikinci bablarında zikrettik. O hadîsler, özel olarak Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin kabrinin ziyaret edilmesine dair delillerdir.
Hadîs âlimleri, sahih hadîslerde kabirlerin ziyaret edilmesi için emredildiğine dair ittifak etmişlerdir. Nitekim Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem: «Ben sizi mezarları ziyaret etmekten menetmiştim. Bundan böyle mezarları ziyaret edin.» (Müslim, Hz. Büreyde’den) buyurdu. Diğer bir rivayete göre, buyurdular ki: «Mezarları ziyaret edin. Zira mezarlar size âhireti hatırlatır.» (İbn Mâce, Ebû Hüreyre’den). Hafız Ebû Mûsâ el-İsbahanî, «Adâb-ı ziyareti’l-Kubur» kitabında der ki: Hz. Büreyde, Enes, Ali b. Ebi Ta- lib, İbn Abbas, İbn Me’sûd, Ebû Hüreyre, Hz. Aişe, Ubeyye b. Kâ’b ile Ebû Zer (radıyallahu anhüm’den rivayet edilen hadîslerde, mezarların ziyaret edilmesi emredilmiştir.
Burada Subki’nin «Şifâü’l-Sekam» adlı kitabının beşinci babından nakledilen ibare sona erdi.
☆
Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin mezarı, mezarların en mukaddesidir. Mezarları ziyaret etme hakkında vâki olan bu iki genel emrin hükmüne dahildir.
Yine Subkî anlatıyor: Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin mezarının ziyaret edilmesi hakkında icmaa gelince: Gerçekten Kadı îyaz yazdığı kitabm dördüncü babının evvelinde icmaı hikâyet etmiştir. öyle ise, genel ve özel delillere dayanarak Hz. Peygamber’in mezarının ziyareti matlub, tazim edilmesi de vacibtir, demiştir. Sonra Kadı îyaz demiş ki: Ziyaret için erkeklerle kadınlar arasında hiç- bir fark yoktur. Diğer mezarların ziyaretinin ise, erkekler için müstehab olduğunu söylemiş, kadınlar için de müstehab olup olmadığı hakkında beyanda bulunmamıştır.
Mezarın ziyareti hakkındaki kıyas ise, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin Cennetü’l-Bakî mezarları ve Uhud şehidlerinin mezarlarını ziyaretine kıyas edilir. Başkasının mezarı ziyaret edilmesi müstehab olunca, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin mezarını ziyaret etmek daha evlâdır. Çünkü ümmetin üzerinde hakkı vardır. Ona tâzim etmek vaciptir. Başkası ise mağfireti için, duâya ihtiyacı olduğu hâlde mezarı ziyaret ediliyor.
Nitekim, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin Bakî’deki mezarları ziyaret eylediği gibi… «Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin mağfiret duasına ihtiyacı olmadığına göre, başkası ile kendisinin arasında fark vardır.» desen, cevap olarak derim ki: Peygamber (s.a.v.)’in kabrini ziyaret, ancak tâzim ve onunla bereketlenmek, kendisine okuyacağımız salât ü selâm vasıtasıyla Allah’ın rahmetine erişmek içindir. Nitekim biz Allah’tan talep etmekteysek de vesile mertebesi ile diğer mertebelerin kendisinde hâsıl olduğu bilindiği hâlde bizler ona salât-ü selâm getirmek ve ona vesile mertebesini Allah’tan talep etmekle emrolunduk. Lâkin Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin bunları yapmaya bizi teşvik etmesinin asıl hikmeti, onun için yapacağımız duaya terettüb edecek Allah’ın rahmetine kavuşmamız içindir.
Eğer, «Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin mezarının ziyareti ile başkasının mezarının ziyaret edilmesi arasmda şu fark vardır: Başkasının mezarını ziyaretten dince korkulacak bir mahzur yoktur. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin mezarını ziyaret etmekte ise ona tâzim edilirken kendisine ibadet etmekten korkuluyor,» dersen cevabında derim ki: Bu öyle bir söz
dür ki, ondan insanın tüyleri ürperiyor. Bu konuda cahillerin aldanma ihtimalleri olmasaydı bunu zikretmeyecektim. Çünkü bunda, hayalî, fasit görüşler nedeniyle şer’i delillerin delâletleriyle caiz olan bir şeyin terki sözkonusudur.
Peygamber sallallahü aleyhi ve selemin; «Mezarları ziyaret edin!» diye genel hükmü taşıyan hadîs-i şerifinin tahsisine ve yine buyurduğu; «Mezarımı ziyaret eden kimseye şefaatim vacip olur.» kavli ile amel edilmemesine, ne Kur’ân’ın ne de sünnetin şahid olmadıkları, bu gibi hayalî görüşlerle selef ve halef âlimlerin icmaına muhalefet etmeye nasıl cesaret edebiliriz. Mezarının ziyareti, onu mescit edinme işine benzemeyip ona muhaliftir. Sahabiler, bu mânâyı düşünerek mezarını mescit yapmadılar. Zira bunun hakkında nehy olarak hadîs-i şerif vârid olmuştur.
Hiçbir şer’i delile dayanmadan kendi görüşlerimize göre Şeriat hükümlerini belirtmek bize câiz olamaz. Nitekim bu konuda Âllahü Teâlâ şöyle buyurdu: «Yoksa Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları mı vardır?» (Şura sûresi, âyet: 2i).
Öyle ise, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin mezarının ziyaretini kabul etmeyen kimse, Allah’ın izin verdiği bir şeyi, din dışı saydığı için kavli merduttur. Eğer bu fasid düşüncenin kapısını açarsak, sünnetlerin, hattâ birçok vaciplerin, Kur’ân’ın tamamını, açıkça dinden olan icmaı, sahabe ve tâbiîn’in ahlâkını da terkede- riz. Halbuki İslâm ulemasının hepsi ve selef âlimleri, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemi çokça tâzim etmenin vacip olduğuna itikad etmişlerdir.
Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem hakkında yapılacak tazimin, ona karşı gösterilecek terbiyenin vacip olduğu husususun açıkça ve imâ yolu ile Kur’ân’da ve sahabilerin hayatında nasıl anlatılıp anlaşıldığına dikkat eden kimse, kalbi imanla dolacak, bu fasit hayali tahkir ederek ona kulak asmaktan imtina edecektir. Allahü Teâlâ kendi dininin koruyucusudur. Hidayet ettiği kimse, hidayetlenir. Sapıttığı kimsenin de hiçbir hidayetçisi yoktur.
İslâm âlimleri, halka, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin haklarına dair edeb ve tazimi, şer’î delillere dayanarak beyan etmekle mükelleftirler. Böyle yaptıkları takdirde, Allah’tan başkasına ibadet edilmesinden emniyet hâsıl olur. Allah, cahillerden bir kimsenin sapıtmasını irade ederse, hidayetine hiçbir kimsenin gücü yetmez. Nübüvvet makamı için meşrû olan tazimden bir şey terkedip bu şekilde rububiyyet hakkını edâ ettiğini itikad eden kimse de, şüphesiz Allahü Teâlâ’ya iftira etmiş ve Resûlü hakkında yapmakla emr olunduğu şeyi yapmamış olur. Nitekim tazimde ifrat ederek Sınırı tecavüz etmekle Resûlullah için rububiyyet cihetine giden kimseler de Resûlullah’a iftira etmiş, Rabları subhanehü ve teâlâ hakkında emrolundukları tâzim hakkını zâyi etmiş olurlar. Gerek Allah’ın ve gerek Resûlünün tâzimleri hususunda Allah’ın emrettiği tarzın ve sınırın korunması adâlettir. Hâlen Peygamber Efendimiz’in, meşrû olan, mezarının ziyaretinde herhangi bir mahzura (günaha) sirayet edecek hiçbir şey yoktur.
Burada «Şifâü’s-Sekam» kitabının ibaresi sona erdi.
. ☆
Adı geçen kitap sahibi, mezarların ziyaret edilmesini hüküm bakımından dört kısma ayırdıktan sonra, «Bu kısımlar anlaşılınca. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin mezarının ziyaretinde bu dört mânâ sabit olmuştur», diyerek dört mânânın beyanına geçmiştir.
Yine Subki «ölülerin, dirilerin ziyaretinden yararlanmaları ve onlara gelip erişen sevabı idrak etmeleri hakkında sayılamayacak kadar eserler vardır», diyerek mezarların ziyaretinin müstehab ol duğuna dair uzun uzadıya eserleri ve âlimlerin görüşlerini nakletmiş; «şüphesiz Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin mezarını ziyaret etmeyi üzerine nezreden kimsenin, Şafii ile Maliki âlimlerine göre adağını yerine getirmesi lâzımdır» demiş ve bu görüş (adak) bahsine geçmiştir.
Kaynak:Ebu Hamid bin Merzuk – Bera’atü’l –Eş’ariyyin(Ehl-i Sünnet’in Müdafaası),syf:248-253,Bedir yay.
Dipnotlar:
1) Üç şeyden maksat, Nisâ sûresinin 64’üncü âyetinde meâlen geçen «Önlerin Peygamber’e gelmeleri, nezdinde Allah’tan af dilemeleri ve Resûlullah’ın da onlara Allah’tan mağfiret istemesidir.»
2) Bu âyet-i celile, münâfıklardan Bişr ile bir Yahudi’nin hakkında nâzil olmuş tur. Şöyle ki, Bişr ile bir Yahudi arasında bir dâvâ vâki oldu. Bişr, Kâ’b b. Eşrefin rüşvet yediğini bildiğinden «dâvamız için ona gidelim» dedi. Yahudi ise. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem rüşvet almadığını bildiği için «Peygambere gidelim» dedi. Bu ihtilâftan sonra. Peygambere gittiler. Yahudi haklı çıktı. Bunun üzerine münafık, «Ömer’e gidelim» diyerek Hz. Ömer’e gittiler. Yahudi, Ömer’e:
— «Peygamber bana hak verdi, fakat Bişr Ömer’e gidelim diyerek size geldik* deyince… *
Hz. Ömer, Bişr’e:
— «Bu doğru mudur?» diye sordu.
— «Evet» dedi.
Hz. Ömer:
— «Biraz durun, şimdi geliyorum» diyerek içeriye gidip kılıcım aldı ve Bişrın kafasına vurarak kesti ve şöyle dedi:
— «Allah’ın ve Resûlünün hükmüne razı olmayanın hakkındaki hükmüm işte bu- dur» (Hazım, Medarik ve Celâleyn tefsirlerine bak).
0 Yorumlar