Mahku’t-Tekavvul fî Meseleti’t-Tevessül

haz2 Mahku’t-Tekavvul fî Meseleti’t-Tevessül

Tevessül Mes’elesinde Söylenen Asılsız Sözlerin İptâli]

Muhammed Zahid el-Kevserî (r.h)

MÜTERCİM:Hüseyin Avni Hoca

Bütün hamdler Allah’a mahsûstur. Allah’ın salâtları ve selâmı da Efendimiz Allah’ın Resûlü Muhammed’in, âlinin ve arkadaşlarının tamamı üzerine olsun.

Bundan sonra…

Şübhesiz biz görmekteyiz ki, Haşeviyye(1) tâifesi zaman zaman Ümmet’in tamamını, kabirleri ziyâretleri ve hayırlı kimselerle Allah’a tevessül etmeleri sebebiyle küfürle suçlamaya yeltenmektedir. Sanki Ümmet bununla (kabir ziyâreti ve tevessül ile) -hâşâ- putperestler olmaktadır. Bu yüzden Usûluddîn (akâid) imâmlarının tevessül hakkındaki görüşlerini zikretmek istedim. Çünki, tevhid ile putlara ibadet ederek şirke girmek arasını ayıracak salâhiyyet sahibi kimseler sadece onlardır. Bununla beraber, hakkı yerine geri çevirmek ve câhilleri engellemek içün, ilim ehline göre Kitâb ve Sünnet’teki değişik delâletleri serdetmeyi diledim.

Kullarını muvaffak kılacak olan sadece Allah Sübhânehû ve teâlâdır.

Allah celle celâlühû’dan yardım isteyerek şöyle diyorum: Şübhesiz ki ben burada, (Haşeviyye’nin) da’vetçilerini Ümmet-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm’ı şirke girmekle ithâm etmeye vesîle olan tevessül mes’elesi hakkında konuşmayı münâsib görüyorum. Ben bu bahsin kapısını çalmak istemezdim. Çünki hüccet ve delîl apaçık ortadayken bunun etrafında sonu gelmeyecek bir munâkaşa çıkardılar. Bu fitneyi ilk çıkaranın maksadı, Müslümanların malları hakkında verdiği hükmü, ‘müşriklerdir’ yaftasıyla onların kanları(nı akıtmak) temeline oturtması içün, mallarını(n alınmasını) mübâh kılmaktan başka bir şey değildir. Haşevîlerin tevhîde da’vetleri nasıl doğru olabilir?!.. Hâlbuki onlar, tevessül’ü inkâr etmelerinde Kitâb, Sünnet, Ümmet’in kuşaktan kuşağa intikâl eden ameli ve aklın hücceti/delîli karşısında mağlûb olan kimselerdir.

Kitâb’a gelince…

Onlardan (Kitâb’da geçen âyetlerden) birisi Allah teâlâ’nın ‘O’na varmaya vesîle arayınız’ âyetidir. Vesîle, ma’nâsının umûmuyla, şahıslarla ve amellerle tevessül etmeyi de içine almaktadır. Hatta Şeriat’ta, tevessülden ilk akla gelen -iftirâcıların gevezeliğine rağmen- her ikisidir Bu husûsta diri ile ölü arasındaki fark, ancak, öldükten sonra dirilmeyi inkâra götüren “rûhların (ölmekle) yok olması” i’tikâdı ve bu husûstaki Şer’î delîlleri inkâr etmeyi lâzım getiren “nefisten (rûhdân), bedenlerden ayrıldıktan sonra cüz’î idrâklerin yok olduğu” iddiâsı üzerinde tabîatlaşan kimseden sâdır olabilir. Sözü edilen âyetteki vesîlenin şahıslarla tevessülü de içine almasına gelince…

Bu, ne mücerred bir re’y iledir, ne de sadece lügat umûmundan alınma bir şeydir. Aksine o, Ömerü’l-Faruk radıyellâhu anhu’dan rivâyet edilmiştir ki, O, Abbâs radıyellâhu anhu ile yağmur duâsında tevessül ettikten sonra şöyle buyurmuştur: “Bu -vallâhi- Allah azze ve celle’ye bir vesîledir…’” Nitekim İbnu Abdi’l-Berr’in el- İstîâb’ında böyle gelmiştir.

Sünnet’e gelince…

Sünnet delîllerinden birisi, Osman İbnu Huneyf radıyellâhu anhu’nun hadîsidir. O hadîste şöyle geçmektedir: “Ey Muhammed!.. Şübhesiz ki ben seninle Rabbime yöneldim.” Resûl sallellâhu aleyhi ve sellem a’mâya duâyı işte böyle öğretmiştir. Onda şahıs ile tevessül vardır. Onu zâhirinden çevirmek, sözleri nefsânî arzular ile yerlerinden tahrîf etmektir. A’mânın duâsının, Resûl salavâtullâhi aleyhi efendimizin duâsı ile kabûl edilmesi yahud da a’mânın (kendi) duâsıyla kabûl edilmesi ise rivâyette zikredilmemiştir. O yüzden bizim bununla işimiz yoktur. Aksine hüccet, Resûl aleyhisselâm’dan rivâyet edilen duânın ibâresidir. Bu hadîsin sahîh olduğuna dâir hadîs hâfızlarından bir topluluk açıkça ifâdeler kullanmışlardır. Nitekim ileride gelecektir.

Yine, Fâtımâ bintü Esed radıyellâhu anhâ hadîsinde şöyle gelmiştir: “Nebîn ve benden evvelki peygamberlerin hakkıyla (senden istiyorum).”

Bu hadîsin Ravh İbnu Salâh’ın dışındaki râvîleri sağlam kimselerdir. Onun hakkında da Hâkim sağlam ve emniyet edilen bir kimsedir demiş, İbnu Hibbân O’nu es-Sikât isimli eserinde zikretmiştir. Bu hadîs de, dirilerle tevessül bâbında, dirilerle ölüler arasında hiçbir farkın bulunmadığına dâir bir nasstır. Bu, peygamberlerin rütbesiyle açık bir tevessüldür.

Ebû Saîd el-Hudrî radıyellâhu anhu hadîsinde; “Ey Allah’ım!.. Şübhesiz ki ben senden, senden isteyenlerin hakkı içün istiyorum” ifâdesi geçmektedir.

Bu da ölü ve diri Müslümanların tamamıyla bir tevessüldür. Senedindeki İbnu’l-Muvaffak, (şeyhi) İbnu Merzûk’tan yaptığı rivâyette tek kalmamıştır. İbnu Merzûk ise Müslim’in râvîlerindendir. Tirmizî, senedinde Atıyye’nin bulunduğu birçok hadîsin hasen olduğuna hükmetmiştir. Nitekim ileride gelecektir. Ümmet’in, -diri olsun, ölü olsun- nebîler ve sâlihlerle tevessül etmek hususundaki âdeti, kuşaklar boyu devam edegelmiştir.

Hazreti Ömer radıyellâhu anhu’nun yağmur duâsında “şübhe yoktur ki biz, Sana Nebîmizin amcasıyla tevessül etmekteyiz” sözü, Sahâbe’nin Sahâbe’yle tevessül etmesine dâir (açık) bir nasstır. Bunda Abbâs radıyellâhu anhu’nun şahsıyla tevessül inşâsı(2) vardır. Bu cümlede haberin fâidesi (3) yoktur. Çünki Allah sübhânehû ve teâlâ tevessül edenlerin tevessülünü bilir. (Bu cümlede) -yine- haberin fâidesinin lâzımı (4) da yoktur. Zîrâ Allah teâlâ, tevessül edenlerin, tevessül etmelerini, kendilerinin bildiklerini de bilir. Böylece cümle, sadece şahıs ile tevessül inşâsı (5) içün olmaktadır.

“Biz tevessül ederdik’” sözünde yine birinci cümlede olan vardır.(6) Üstelik Sahâbî’nin “biz şöyle yapardık” sözü, o ifâdeden evvelki vakit içün kabûl edilir.

Böylece ma’nâ şu olmaktadır: Sahâbe radıyellâhu anhum Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’le hayatında ve refîk-i a’lâya kavuşmasından sonra, kıtlık senesine kadar tevessül ederlerdi. Bunu, aleyhissalâtü vesselâm efendimizin ölümünden evveliyle sınırlandırmak, nefsin arzusundan kaynaklanan bir sınırlandırmaktır ve delîlsiz bir şekilde hadîsin nassını tahrîb ve te’vîl etmektir.

Kim ki, peygamberlerle ölümlerinden sonra tevessül etmenin câiz olduğunu, Hazreti Ömer radıyellâhu anhu’nun yağmur duâsında Abbâs radıyellâhu anhu ile tevessül etmeye dönmesi sebebiyle inkâr etmeye kalkışırsa, muhâl olan bir şeye yeltenmiş, Ömer radıyellâhu anhu’ya, -söylemesi şöyle dursun- aklına bile gelmeyen bir şeyi nisbet etmiştir.

Bu yüzden şu yapılan, sahîh ve açık bir sünneti re’y ile iptal etmeye teşebbüs etmekten başka bir şey değildir. Ömer radıyellâhu anhu’nun bu işi, başka bir şeyi değil, sadece ve sadece şunu göstermektedir: Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem ile tevessül etmek câiz olduğu gibi, Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’in diri olan akrabalarıyla da tevessül etmek câizdir.. Hatta İbnu Abdi’l-Berr’in el-İstîâb’ında Ömer radıyellâhu anhu’nun Abbâs radıyellâhu anhu ile tevessülünün sebebi vardır.

Orada şöyle denilmektedir: “Şübhe yoktur ki yeryüzü, Ömer zamanında kıtlık senesinde şiddetli bir şekilde kurak olmuştu. Bu on beşinci sene idi. Ka’b dedi ki; ey mü’minlerin emîri! İsrâîloğullarına böyle bir şey isâbet ettiği zaman Nebîlerin yakınlarıyla yağmur duâsı yaparlardı. Bunun üzerine Ömer radıyellâhu anhu işte bu (Abbâs), Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’in amcası ve babasının kardeşi ve Hâşimoğullarının efendisidir, dedi ve ona doğru yürüdü ve hâli ona şikâyet etti…”

Şimdi Ömer radıyellâhu anhu’nun Abbâs radıyellâhu anhu ile yağmur istemesinin Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’in ölü olup, söylenileni duymamasından ve Allah teâlâ katında onun bir rütbesinin bulunmamasından olmadığı açığa çıkmış oldu mu?! Hâşâ… Bu sadece atılan bir iftirâdır.

Sahâbî Bilâl İbnu Hâris radıyellâhu anhu’nun Hazreti Ömer radıyellâhu anhu zamanında kıtlık günlerinde Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in kabrine gelmesi hakkındaki Mâlikü’d-Dâr hadîsi (ve ondaki) ‘Ya Resûlellâh!.. Ümmetin içün yağmur iste, zîrâ şübhesiz ki onlar helâk oldular’ demesi, Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’in rü’yâda ona gelip de, ‘Ömer’e git ve O’na selâm söyle ve haber ver ki, onlara yağmur yağdırılacak’ sözü, hiçbir inkâr bulunmaksızın Sahâbe radıyellâhu anhum’un Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ile ölümünden sonra tevessül ettiği hakkında açık bir nasstır. Hadîs, -Fethu’l-Bârî’de de geçtiği gibi- İbnu Ebî Şeybe’nin sahîh bir senedle rivâyet ettiği hadîslerdendir.(7)

Bu, refîk-i a’lâya kavuştuktan (ölüp cennete gittikten) sonra Nebi sallellâhu aleyhi ve sellem ile tevessül etmeyi câiz görmeyenlerin belini kıran bir rivâyettir.

Aynı şekilde, Osman İbnu Huneyf radıyellâhu anhu’nun zikri geçen hâcet duâsını Osman İbnu Affân radıyellâhu anhu’nun yanındaki ihtiyâc sâhibi birisine öğretmek hakkındaki hadîsi de böyledir. Onda, -hiçbir kimsenin inkârı olmaksızın- Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’le, vefâtından sonra tevessül etmek vardır. Hadîsi Taberânî sahîh bulmuş ve O’nu (Taberânî’yi) Ebû’l-Hasen el-Heysemî Mecmâu’z-Zevâid’de ikrâr etmiştir (doğrulamıştır). Nitekim ileride gelecektir.

Büyük muhaddis Muhammed Âbid es-Sindî, husûsî (olarak tevessül mes’elesi hakkında yazdığı) bir cüzde, bu mevzû’da gelen hadîsleri ve eserleri (Sahâbî söz ve fiillerini) toplamış, (hasta gönüllere) şifâ vermiş ve yeterli olmuştur.

Ümmet’in bu husûstaki kuşaklar boyu birbirine intikal eden ameline gelince…

Onu sayıp dökmek (çok olmaları yüzünden) zor olan şeylerdendir. Bu mes’elede husûsî kitâblar vardır.

Ahmed İbnu Hanbel’in Ebû Bekir el-Mervezî’nin rivâyeti olan el-Menâsik’inde Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’le tevessül etme(si) vardır.

Hanbelî âlimlerinin büyüklerinden Ebu’l-Vefâ İbnu Ukayl’in et-Tezkire’sinde yer alan aleyhissalâtü vesselâm ile tevessül etmek hakkındaki ifâdeleri anlatmak uzun sürer. Bu ibâreyi, es-Seyfü’s-Sakîl’e yazdığımız Tekmîle’mizde zikrettik.

İmâm Şafiî’nin Ebû Hanîfe ile tevessül etmesi, Hatîb’in Târîh’inin başlarında sahîh bir senedle zikredilmiştir.(8 )

Hâfız Abdülğanî el-Makdisî el-Hanbelî’nin doktorları âciz bırakan bir hastalık içün şifâ bulmak maksadıyla Ahmed İbnu Hanbel’in kabrine dokunması, Hâfız Ziyâ el-Makdisî el-Hanbelî’nin mezkûr şeyhinden işiterek yazdığı el-Hikâyâtü’lMensûre’sinde anlatılmaktadır.(9 )Kitâb, Zâhiriyyetü’dDımeşk’de müellifin hattıyla korunmaktadır. Bunlar (-Hâşâ-) kabre ibâdet eden kimseler midirler?!..

(Tevessül’ün câiz olduğunun) akıl cihetine/ tarafına gelince

İmâm Fahrüddîn er-Râzî, Allâme Sa’düddîn et-Teftâzânî, Allâme Seyyid Şerîf el-Cürcânî ve başkaları gibi akâid âlimlerinin büyüklerinden olan kimseler -ki akâid mes’elelerindeki müşkilâtların hâllinde onlara müracaat edilmektedir- diri olsun, ölü olsun, peygamberler ve sâlihlerle tevessül etmenin câiz olduğunu açıkça ifâde etmişlerdir. Ümmet’in, îmân, küfür, tevhîd, şirk ve hâlis ibâdet husûslarında onlara koşuşturmasına rağmen, onlara, kabirlere ibâdet etmek ve Allah’a şirk koşmaya da’vet etmek iftirâsı atmaya hangi utanmazın gücü yeter?!.. Herkese göre, mededin (yardım eli uzatmanın) tamamı, sebeblerin sâhibi ve yaratanı olan Allah celle celâlühû’dandır.

İşte sana imâmların bu mes’eledeki sözlerinden bir takım ifâdeler: (Fahruddîn) er-Râzî, Tefsîr’inde şöyle diyor:

“Cismânî alâkalardan (bedenlerle ilgili olan bağlantılardan) kurtulan ve ulvî (yksek) âleme kavuş- mağa şiddetli arzulu olan beşerî rûhlar, cesedlerin karanlıklarından çıkmalarından (öldükten) sonra, melekler âlemine ve mukaddes yerlere giderler ve onlardan (rûhlardan) bu âlemin hâllerinde eserler ortaya çıkar. O yüzden, işte onlardır ‘iş(ler)i tedbîr edenler.’ (10) İnsân bazen üstâdını rü’yâda görür de, ona, içinden çıkılması zor bir mes’ele sorar ve üstâdı kendisine o mes’eleden çıkışın yolunu gösterir; değil mi?” (11)

Fahruddîn er-Râzî yine el-Metâlibu’l-Âliye’de -ki o Kelâm İlmi hakkındaki kitâblarının en kıymetlilerindendir- 7. kitâb’ın 3. makâlesinin 10. faslında şöyle der: “İnsan, bazen babasını ve anasını rü’yâda görür ve onlara bir takım şeyleri sorar, onlar da doğru cevâblar verirler. Bazen de onu hiç kimsenin bilmediği bir yerdeki defîneye yönlendirirler.”

Râzî sonra şöyle dedi: Ben ilk ilim öğrenmeye başladığımda çocuktum ve ‘Başlangıcı Bulunmayan Hâdisler/ Sonradan Olma Şeyler’ bahsini okuyordum. Rü’yâmda babamı gördüm. Babam bana şöyle dedi: (Bu mes’elede), delîllerin en güzeli şöyle denilmesidir: Hareket bir hâlden bir hâle intikâl etmektir. O da mâhiyyeti îcâbı başka şeyden sonra olmasını gerektirir. Ezel/kıdem ise başka şeyden sonra olmamayı gerektirir. O yüzden bu iki şeyin (başka şeyden sonra olmak ve başka şeyden sonra olmamanın) bir araya getirilmesinin imkânsız olması gerekir.”

Fahruddîn el-Râzî sonra şöyle dedi: “Açık olan odur ki, bu tarz bir cevâb, bu mes’elede söylenen her şeyden daha güzeldir.(12) Yine işittim ki, Şâir Firdevsî, Sultân Mahmûd İbnü Sübüktekin nâmına te’lîf ettiği Şâhnâme isimli kitâbı yazdığı, (Sultân kendisine) gerektiği gibi hakkını vermediği ve bu kitâba yakışır şekilde O’nu gözetmediği zaman canı sıkıldı ve rü’yâsında Rüstem’i gördü. Rüstem, O’na, ‘bu kitâbta beni çok övdün. Oysa ben ölüler arasındayım; hakkını ödemeye gücüm yetmez; ancak sen falanca yere git ve orayı kaz; zîrâ şübhen olmasın ki, orada bir defîne bulacaksın; onu al,’ dedi. Bu yüzden Firdevsî, ölümünden sonraki Rüstem, yaşayan Mahmûd’dan daha cömerttir, derdi.”(13)

(Râzî) yine bu Makâle’den On Beşinci Fasıl’da da delîlleri serdettikten sonra şöyle dedi: “İşte bunlardan dolayı nefsin (rûhun) bedenden ayrıldıktan sonra, cüz’îleri (14) bilebileceğine kesin inanmak lâzımdır. Bu, âhiret mes’elelerinde faydalanılacak kıymetli bir temel kâidedir.”(15)

(Râzî), yine bu makâlenin on sekizinci faslında şöyle dedi: “Pâdişâhların büyüklerinden birisi -ki O, Melik Muhammed İbnu Sâm İbnu’l-Huseyn el-Ğavrî olup gidişâtı güzel, yolu makbûl, âlimlere meyli çok, dindâr ve akıllıların meclîslerine rağbeti kuvvetli olan bir zât idi- bu mes’ele hakkında bana suâl sordu. Ben de bu husûsta bir risâle yazdım. Şimdi de burada o risâlenin hulâsasını anlatıyorum ve şöyle diyorum: Bu meselede konuşmak içün bir takım mukaddimeler/ önceden anlatılması gereken husûslar vardır:

Birinci Mukaddime:

Biz, insan nefislerinin, bedenlerin ölümünden sonra bâkî olduğunu ve bedenlerinden ayrılan o nefislerin (rûhlar’ın), bedenlerine bağlı olan nefislerden bazı yanları ile daha güçlü olduğunu göstermiştik. O nefisler bedenlerinden ayrılınca, perde yok olup ğayb âlemi ve âhiret konaklarının sırları onlara açılır. Bedenlerdeyken bürhânlarla/kesin delîllerle bilinen bilgiler, bedenlerden ayrıldıktan sonra, zarûrî (delîle muhtaç olmadan herkesin bilebileceği) hâle gelirler. Zîrâ bedenlerdeki nefisler, meşakkat ve örtü altında idiler. Bedenler yok olunca ve kalmayınca o nefisler açıldı, ışığa çıktı ve parıldamağa başladı; bedenlerden ayrılan nefisler için bir çeşit üstünlük hâsıl oldu. Bedenlerdeki nefislerin de başka bir yönden bedenlerden ayrılan nefislerden üstün oluşları ise şundandır: Çünkü kesb/kazanmak ve taleb etmek âletleri, birbirine eklenen fikirler, birbirini ta’kîb eden görüşler vâsıtasıyla kalıcıdırlar. Bu nefisler de (henüz) bâkıdirler ve her bir gün yeni bir ilim elde etmektedirler.Bu hâl ise bedenlerden ayrılan nefislerde yoktur.

İkinci Mukaddime:

Nefislerin bedenlere bağlı oluşu şiddetli bir aşk ve tastamam bir sevgiye benzer. Bu sebeble bu dünyada elde etmeyi istedikleri her şeyi, hayır ve rahatı bu bedene ulaştırmak için isterler. O halde -Nefs-i Nâtıkaların(16) olup biten teferruâtı bilebileceklerine ve ölümlerinden sonra da bu idrâk ile sıfatlanmış olarak kalacaklarına dâir görüşü müdâfaa ettiğimize göre- insan ölüp nefis bedenden ayrılınca (onun) bu meyil (gene de) kalır ve bu aşk yok olmaz. Bu nefisler, o bedenlere büyük bir meyil ve büyük bir incizâb/ çekilmek ve kapılmak hâlinde kalırlar.

Bu mukaddimelerden (anlatılmak isteneni) anladıysan, şöyle deriz: İnsan, nefsi kuvvetli, cevheri kâmil ve te’sîri şiddetli bir kişinin kabrine gider, orada bir zaman durur ve nefsi o türbeden te’sîrlenirse -ki sen, ölünün nefsinin (rûhunun) o türbeyle bir bağlantısı olduğunu bilmiştin- işte o zaman, diri ziyâretçinin nefsi ile ölünün nefsi için o türbe üzerinde bir araya gelmek sebebiyle bir karşılaşmak meydana gelir.

Böylece o iki nefis, her birisinin ışığı diğerine aksedecek şekilde yerleştirilen, net gösteren iki aynaya benzer hâle gelirler. Dolayısıyla, o diri ziyâretçinin elde ettiği delîllerle kazanılan ma’rifetlerden, kazanmakla elde edilen ilimlerden ve Allah celle celâlühû’nun önünde eğilmek ve Allah celle celâlühû’nun hükmüne razı olmak türünden olan üstün ahlâktan o ölünün rûhuna akseder/yansır. O ölen kimsenin nefsine hâsıl olan, kâmil ve parlak ilimlerin tamâmından bir nûr da, diri ziyâretçinin rûhuna akseder. Bu yolla da, şu ziyâret, ziyâret eden ile ziyâret edilene en büyük bir menfaatin ve en yüce bir parlaklığın hâsıl olmasının sebebi olur. Kabir ziyâretinin meşrû’ olmasındaki aslî sebeb(lerden birisi) işte budur. Bu ziyârette, bahsettiğimizden daha ince ve gizli daha başka sırların da hâsıl olması ihtimâlden uzak değildir. Eşyânın hakîkatlerini tamamen bilmek sadece Allah katındadır.”(17) (Râzî’den Nakil Bitti.)

İşte, Fahrüddîn er-Râzî’nin, ziyâret esnâsında ziyâret edenle ziyâret edilenin rütbelerine göre, almak, vermek, istifâde etmek ve faydalandırmak husûslarındaki fikir ve kanaatini gördün.

Allâme et-Teftâzânî, Şerhu’l-Mekâsıd’da -ki bu kitâb temel Usûlüddîn (kelâm) kitâblarındandır ikinci cüz, otuz üçüncü sahîfede felsefecilere cevâb verirken şöyle dedi:

“Felsefecilere göre, cüz’îlerin(18) idrâk edilmesi (kavranması), sûret(lerin)in âletlerde (göz ve kulak gibi uzuvlarda) hâsıl olmasına bağlı bir şart olunca, nefsin (bedenden) ayrılması ve âletlerin kalmaması anında, şartın yok olması ile meşrûtun (şarta bağlı olarak var olanın) da yok olması zarûreti/ kaçınılmazlığı sebebiyle, cüz’îleri idrâk ede(bile)cek hiçbir şey de kalmaz.

Bize göre ise, cüz’îlerin (tek tek varlıkların ve olayların) idrâkinde -ya bu (idrâkin) ne nefiste ne de histe sûretin meydana gelmesi ile olmadığından veya cüz’înin sûretinin nefiste şekillenmesi imkânsız olmaması sebebiyle- uzuvların bulunması şart değildir. Hattâ İslâm’ın kâidelerinden açık olan budur. O yüzden, nefis (rûh) bedenden ayrıldıktan sonra cüz’î idrâkleri, diri olanların -bilhassa (onlardan) dünyada kendileri ile ölü arasında tanışıklık olanlarınınhâllerinin cüz’îlerinden bazısını bilir.

Kabir ziyâreti ve hayırların inmesi, musîbetlerin de savulması isteklerinde, hayırlı ölülerin nefisleriyle olan istiâne (yardım istemek) ile işte bundan dolayı faydalanılır. Zîrâ nefsin (bedenden) ayrılmasından sonra beden ve bedenin gömüldüğü türbe (kabir) ile bir tür alâkası, bağlantısı vardır. O yüzden diri olan o kabri ziyâret ettiği vakit, iki nefis arasında buluşmalar ve feyz alıp vermeler olur…”(19)

Şu büyük imâmın mes’ele hakkındaki tahkîki işte budur. Bu da tevhîd ile şirkin arasını ayıramayacak olan kimselerden sâdır olan bir söz müdür?! Yazıklar olsun böyle düşünenlere!..”

Teftâzânî sözü edilen cüz’ün 150. sayfasında şöyle dedi:

“Kısacası, velilerin kerametleri, neredeyse nebilerin mucizelerine katılmışdır.(20) Kerâmetlerin inkâr edilmesi bid’atçiler ve hevâların sâhibleri için şaşılacak bir şey değildir. Zîrâ bunu, ibâdet işlerinde çaba sarf etmelerine ve kötülükler(in bazısın)dan kaçmalarına rağmen, kendilerinde aslâ görmediler; bir şey üzere olduklarını iddiâ eden önderlerinden de işitmediler. Bu yüzden, kerâmet sâhibi Allah dostlarının derilerini parçalayarak ve etlerini ısırarak aleyhlerine düştüler. Ben onlara bol bol sövdüm, sövmekten bir şey bırakmadım; ama onlar develeri aldılar götürdüler (malı götürdüler) (21) meşhûr atasözünün altında oturarak, Onları ancak câhil mutasavvıflar olarak isimlendirmekte ve sadece bid’atçilerin arasında saymaktadırlar. Hâlbuki bilmediler ki, bu işin binası, akîde berraklığı, sır pâklığı, tarîkat izince gitmek ve hakîkati seçmek üzerinde kuruludur.”(22) (Teftâzânî’nin Sözü Bitti.)

Bu büyük İmâmın, kerâmet sâhibi Ehlüllâh hakkındaki sözü işte budur. Bununla beraber O’nun (Teftâzânî’nin) tasavvufla herhangi bir bağı ve bağlantısı da yoktur. Bunda, Ümmet’in seçkin kişilerinin kanını içmeyi âdet edinenler için bir ibret vardır…

Allâme Seyyid Şerîf el-Cürcânî, el-Metâli’ üzerine yazdığı Hâşiye’sinin başlarında, bu kitâbı şerhedenin(23) kitâbının(24) başlarında,(25) Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ve âline salât etmenin yönünü (ve îzâhını) ve feyz elde etmekde onlarla tevessül etmeye olan ihtiyâcın şeklini açıklarken şöyle dedi:

“Eğer, ‘Bu tevessül, ancak rûhlar bedenlere bağlı olduklarında tasavvur edilebilir, onlardan ayrıldıklarında ise düşünülemez; zîrâ (öldükten sonra) artık münâsebeti gerektiren hiçbir şey yoktur’ dense, (şöyle) deriz: Onlar, (Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ve âli’nin rûhları dünyadayken) yüksek bir himmetle, gayretle yönlerini, nâkıs nefisleri kâmil hâle getirmeye çeviren kimseler olarak bedenlere bağlıydılar. Şübhe yoktur ki, bunun eseri onlarda durmaktadır. İşte bu yüzden, kabirlerini ziyâret etmek, birçok nûrların onlardan ziyâretçilere akmasını hazırlayan(bir sebeb)dir. Nitekim gönül gözü görenler bunu müşâhede etmektedirler.”(26) (Cürcânî’nin Sözü Bitti.)

Böylece bu mes’elede Kitâb, Sünnet, kuşaktan kuşağa intikâl ede gelen amel ve akâid imâmlarının sözleri birbirine uymuş oldu. Bundan sonra kim inâd ederse artık o, yoldan kaymış bir kimsedir.

Şimdi Allah’ın izni ile kısaca getirdiğimiz delîlleri etrâflıca ortaya koymak içün -bu husûstaki âyetlere işâret ettikten sonra- mevzû’ hakkında rivâyet edilen hâdîsler ve eserlerden bahsedeceğim.

Diyorum ki; Önceden, Allah teâlâ’nın ‘Ey îmân edenler, O’na (Allah’a ulaşmaya) vesîleyi arayın”(27) sözünü, onunla, zâtlarla ve amellerle tevessül etmenin Şer’an istenen bir şey olduğuna delîl getirmek içün okuduk. Çünki, tevessül etmek onu da bunu da (amellerle ve şahıslarla tevessül etmenin her ikisini de) içine alır. Bu âyetin, şahıslarla da tevessül etmeyi içine aldığını söylemek, ne sırf rey iledir, ne de lügatın umûmu/genelliği iledir.(28)

Aksine bu, İbnu Abdi’lBerr’in el-İstîâb’ındaki Hazreti Ömer radıyellâhu anhu’dan yaptığı bir rivâyette vardır: Hz. Ömer radıyellâhu anhu, Hz. Abbas radıyellâhu anhu ile istiska ettikten ve kendilerine yağmur yağdırıldıktan sonra şöyle demişti: ‘Vallâhi bu Allah azze ve celle’ye (varmak içün aranan ve tutulan) bir vesîledir ve O’nun katından bir rütbedir.’(29)

Fethu’l-Bârî’de(30) bulunduğuna göre, Zübeyr İbnu Bekkâr’ın el-Ensâb’ında geçen, Hz. Ömer radıyellâhu anhu’nun ‘O’nu -yani Abbâs’ı- Allah(celle celâluhû’y)a vesîle edininiz’ sözünü de buna ekleyebilirsiniz.

Bu sözden, ondan duâ isteyiniz ma’nâsı düşünülemez. Zîrâ Hz. Ömer radıyellâhu anhu ondan duâ istemiş, O da duâ etmek içün öne geçmişti. Mü’minlerin Emîri’nin O’ndan duâ istemesi, O’nun da Ömer’in isteğini yerine getirerek duâ içün öne geçmesinden sonra, Hz. Ömer radıyellâhu anhu’nun bu sözü ancak, O’nunla Allah celle celâluhû’ya tevessül ediniz(31) ma’nâsında olur. Nitekim Hz. Ömer radıyellâhu anhu’nun kendisi de öyle yaptı. Lâkin nefsin arzusu (kişiyi) kör ve sağır yapar.

Fethu’l-Bârî’de şöyle denilmektedir: “Ömer radıyellâhu anhu’nun ‘Abbâs’la tevessül ettikleri’ne dâir olan sözünde, onların, Ömer radı- yellâhu anhu’dan, kendileri için Abbâs radıyellâhu anhu’dan yağmur duâsı yapmasını istemeleri ma’nâsının bulunduğunu göstermez. Zîrâ iki hâlde de (bu sözde) Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’den şefâat dileyenler olarak, Allah celle celâlühû’dan yağmur istemeleri ihtimâli vardır.

İbnu Rüşeyd şöyle demiştir: (İmâm Buhârî), insanların ‘imâmdan yağmur duâsı yapmasını istemeleri bâbı’ başlığıyla, evlâ yolla delîl getirmeyi murâd etmiştir. Çünki onlar, O’nunla Allah celle celâluhû’dan istiyorlar, Allah celle celâluhû da onlara yağmur yağdırıyorsa, (Allah celle celâluhû’dan) istemek içün O’nu öne geçirmeleri daha münâsibdir.” (Fethu’l-Bârî’den Nakil Bitti.)

İki hadîs Hâfızı İbnu Hacer ve İbnu Rüşeyd’in şu sözleri, ‘Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem ile tevessül etmek demek, O’ndan duâ istemektir’ diyerek vehimlere dalanların vehimleri(nin asılsız oldukları) hakkında hükmünü vermektedir. Tevessül ile duânın ne alâkası vardır?!.. Evet, bazen vesîle edinilen kimse, tevessül eden için duâ da eder. Ancak bu, tevessülün ne lügat olarak, ne de Şer’an gösterdiği bir ma’nâ değildir.(32)

Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem ile tevessül etmek içün ‘Hâlbuki onlar (Yehûdîler), kâfirlere karşı, (O’nunla Allah’dan yardım ve) fetih istiyorlardı’ (33) âyeti ile de istînâs edilebilir/yalnızlık giderilebilir.(34)

Rivâyet tefsîrcilerinden Beğâvî ve diğerleri (İbnu Ebî Hâtim, İbnu Cerîr, Kurtubî ve Âlûsî) bu âyet-i celîlenin tefsîrinde, şu rivâyeti getiriyorlar: “Yehûdîler’e bir musîbet geldiği, bir düşman ansızın saldırdığı zaman, ‘Ey Allah’ım! Onlara karşı âhir zamanda gönderilecek olan, sıfatını Tevrât’ta bulmakta olduğumuz Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem ile (O’nun hâtırına) bize yardım et’ diye duâ ederler ve yardım görürlerdi.”(35)

Bu husûstaki rivâyetler derli toplu olarak (Hafız) Süyûtî’nin ed-Dürrü’l-Mensûr’unda zikredilmektedir.(36) “Şâyet onlar kendilerine zulmettiklerinde, sana gelseler ve Allah celle celâlühû’dan mağfiret isteseler ve Resûlullah sallellâhu aleyhi ve sellem de onlar için mağfiret dilese, elbette Allah celle celâlühû’yu tevbeleri çok fazla kabûl edici ve çok ziyâde merhâmet edici olarak bulurlardı”(37)âyetini ölümden öncesi ile sınırlandırmak, hevâ îcâbı olan, hiçbir delîl bulunmaksızın yapılan bir sınırlandırmadır.

Mutlak’ı mutlaklığı üzere bırakmak(38) (kâidesi) Ehl-i Hakk(olan Ehl-i Sünnet)’in ittifak ettiği husûslardandır. Sınırlandırmak da ancak bir delîl ile olur. Hâlbuki burada âyeti sınırlandırıcı hiçbir delîl yoktur. Aksine, mezheblerin fakîhleri -Hanbelîlere varıncaya kadar- bu âyetin ölümden sonrasını da içine aldığı görüşündedirler. ُّ

َون{ ُ َصل ْ ي ُ ِورِهم ٌ ِ ف ُى قب َاء َ ْحي ُ أ َاء بيِنْلْ َاأ’/ }َNebîler kabirlerinde diridirler; namaz kılarlar.’(39)

Hanbelîlere göre Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in kabrini ziyâret vaktindeki tevessül kalıbını, İbnu’l-Kayyim’in Nûniyye’sine (Takıyyuddîn esSübkî tarafından) yapılan (es-Seyfu’s-sakîl isimli) reddiyenin Tekmîle’sinde(40) Hanbelî âlimlerinin öncekilerinden Ebu’l-Vefâ İbnu Ukayl’in et-Tezkire isimli kitâbından naklederek anlatmıştık. Onda tevessül ve bu (yukarıda zikretmiş olduğumuz Nisâ:64.) âyet geçmektedir.

Utbî’nin haberi(41) bir kalem çekmekle reddedilecek rivâyetlerden değildir.

[Hadîsler ve Eserler]

Şimdi de önceden kısaca zikrettiğimiz tevessül hakkındaki hadîs ve eserler üzerinde konuşmaya dönelim…

(Birinci Hadîs): Onlardan birisi İmâm Buhârî’nin el-İstiskâ(Bâbı’n)’da rivâyet etmiş olduğu hadîstir. Öyle ki, Sahîh’inde şöyle demiştir:

‘Bana Hasan İbnu Muhammed rivâyet etti (dedi). (O), bize Muhammed el-Ensârî rivâyet etti, dedi. (O), bana babam Abdullah İbnu Müsennâ, Sümâme İbnu Abdillâh İbni Enes’den, (O), Enes’den şöyle rivâyet etti (dedi): Ömer İbnu’l-Hattâb radıyellâhu anhu kıtlığa ma’rûz kaldıkları zaman Abbâs İbnu Abdilmuttalib ile istiskâ etti ve şöyle dedi: “Ey Allah’ım!… Şübhe yoktur ki, biz Sana Nebîmiz sallellâhu aleyhi ve sellem ile tevessül eder ve sen bize yağmur yağdırırdın. Ve şübhe yoktur ki, (şimdi) biz sana Nebîmizin amcasıyla tevessül ediyoruz. Bize yağmur yağdır. (Râvî Enes) onlara derhal yağmur yağdırıldı, dedi.”(42)

İnceleyin:  Mezhepsizlik Dinsizliğe Köprüdür

Bu rivâyette zât ile tevessül vardır.

Burada hazf edilen bir muzâf’ın bulunduğunu, yani sözün ‘Nebîmizin amcası(nın duâsı) ile…’ demek olduğunu iddiâ etmek, herhangi bir delîl bulunmaksızın söylenen katıksız bir asılsız sözdür. Nitekim Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in öldü diye Abbâs radıyellâhu anhu’ya dönüldüğünü var saymak, Ömer radıyellâhu anhu’nun hiçbir şekilde aklına gelmeyen bir şeyi O’na söyletmektir (yakıştırmaktır.) Aksine onda, ‘daha üstün bir kimse bulunmasına rağmen daha aşağıdaki bir kimseyle tevessül etmenin câiz olduğu’ vardır. Hatta ‘Nebîmizin amcasıyla’ lafzıyla tevessül etmek, Abbâs’ın Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in yanındaki yakınlığı ve onun katındaki rütbesiyle tevessül etmektir. Böylece bu tevessül Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’le de olmuş olur.

“(Tevessül eder) idik” sözü de Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem zamanına hâs değildir. Aksine, o zamanı ve kıtlık senesine kadar olan ondan sonraki vakti içine almaktadır. (Burada tevessülü Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem efendimizin yaşadığı zamanla) sınırlandırmak, herhangi bir sınırlandırıcı bulunmadan yapılan bir sınırlandırmaktır.

Buhârî’de de yer aldığı gibi, İbnu Ömer radıyellâhu anhumâ, Ebû Tâlib’in, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’i öven şu şiirini okur ve şöyle derdi: “Ve (hiçbir kavim), yüzüyle (veya zâtıyla) bulutlardan (insanlar tarafından Allah’ın) yağmur (yağdırması) istenen hiçbir beyaz(zât)ı (geriye bırakmadı(43)”(44)

Hatta Fethu’l-Bârî’de de geçtiği gibi, Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’in bu şiiri okuttuğu da rivâyet edilmiştir. (45) Hassân radıyellâhu anhu’nun şiirinde şöyle gelmiştir:“Bulutlar Abbâs’ın yüz akı ile yağmur yağdırdı.” Nitekim el-İstîâb’da böyle geçmektedir.(46)

Bütün bunlarda Allah’dan, Abbâs’ın zâtı ve Allah katındaki rütbesi ile yağmur istemek vardır.

(İkinci Hadîs): Onlardan biri de İmâm Beyhakî’nin,47 O’nun yoluyla da Takıyy es-Sübkî’nin(48) Şifâu’s-Sikâm’da ve başkalarının (başka eserlerde) rivâyet etmiş oldukları Mâlikü’d-Dâr hadîsidir.

Bu hadîs, Ömer radıyellâhu anhu zamanında Bilâl İbnu Hâris el-Müzenî radıyellâhu anhu’nun Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’le yağmur istemesi hakkındadır. Mâlikü’d-Dâr, Hazreti Ömer’in âzâdlı kölesi olan Mâlik İbnu İyâz’dır. O’nun hazîne bekçisiydi. O’nu Ömer, çoluk çocuğuna vekâlet vazîfesiyle vazîfelendirmişti. O’nu sonradan Osman radıyellâhu anhu (halka dağıtılacak malların) taksîmiyle vazîfelendirdi.Bu yüzden ona Mâlikü’dDâr ismi verilmişti. Nitekim İbnu Sa’d’ın Tabakât’ında ve (İbnu Hacer’in) el-İsâbe(sin)’de böyle denilmiştir.

İbnu Kuteybe’nin Maarif’inde şöyle yazılıdır: Ömer İbnu’l-Hattâb’ın âzâdlı kölelerinden birisi de Mâlikü’d-Dâr’dır. Ömer, O’nu içinde insanlara bir şey dağıtacağı evde vazîfelendirmişti. (İbnu Kuteybe’nin Sözü Bitti.)

Hadîsin ibâresi(nin tercümesi) şöyledir: “Ömer İbnu’l-Hattâb radıyellâhu anhu’nun halîfeliği zamanında insanlara kıtlık isâbet etti de, bir adam Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in kabrine geldi ve ‘Yâ Resûlellâh!.. Ümmet’in için (Allah celle celâlühû’dan) yağmur iste, zîrâ onlar helâk oldular’ dedi. Sonra hemen Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem o adama rü’yâsında geldi ve ‘Ömer’e git selâm söyle ve onlara yağmur yağdırılacağını haber ver…’ buyurdu.”

(Hadîsden) delîl getirilecek yer, Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem kabirdeyken ondan yağmur duâsı yapması istenilmesi, O’nun Rabbine duâ etmesi, kendisinden bir şey isteyenin suâlini bilmesi, bu yaptığına Sahâbe’den hiçbir kimsenin inkârda bulunmamasıdır.

Bu hadîsi, İmâm Buhârî Târîh’inde,(49) Ebû Sâlih Zekvân yoluyla kısa olarak rivâyet etmiştir. Onu İbnu Ebî Hayseme bu şekilden uzunca olarak rivâyet etmiştir. Nitekim el-İsâbe’de böyle denilmektedir.(50) Onu, yine İbnu Ebî Şeybe, (51) Ebû Sâlih es-Semmân’dan, O da Mâlikü’d-Dâr’dan olmak üzere sahîh bir isnâdla rivâyet etmiştir. Nitekim bunu İbnu Hacer Fethu’lBârî’de(52) açıkça ifâde etmiştir.

(Fethu’l-Bârî’de) }ى’/}yâ’ ile (}ارى ِالد’} َّ ed-Dârî’ şeklindeki) yazılışı matbaa hatâsıdır.

İbnu Hacer, “rü’yâyı gören, Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’den biri olan Bilâl İbnu Hâris elMüzenî’dir; nitekim Seyf, el-Fütûh’da böyle rivâyet etti,” dedi.

Bu rivâyet, Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’in, Resûlüllâh sallâhu aleyhi ve sellem ile ölümünden sonra istiskâ etmekteki amelleri husûsunda bir nassdır. Öyle ki, içlerinden hiçbirisi bu haber kendilerine ulaşmasına rağmen onu inkâr etmemiştir. Mü’minlerin Emîrine götürülen haber yayılır.

İşte bu yüzden, bu rivâyet birilerine yalan söz isnâd edenlerin dilini koparır.

(Üçüncü Hadîs): Onlardan birisi de Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in Osman İbnu Huneyf radıyellâhu anhu’ya öğrettiği bir duâ hakkındaki hadîstir ki, onda (şu ifâdeler) vardır:

“(Bir a’mâ adam Resûlullah sallellâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve ‘bana (gözümün açılması husûsunda) âfiyet vermesi içün Allah celle celâluhu’ya duâ et’ dedi. Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem de, ‘İstersen duâ edeyim, dilersen sabret; bu senin içün en hayırlısı olur’ buyurdu. Adam, duâ et, dedi. (Râvî), Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem, güzelce abdest almasını ve şu duâyı yapmasını emretti, dedi): ‘Ey Allah’ım! Ben rahmet Nebîsi, Nebîn sallellâhu aleyhi ve sellem ile senden istiyorum ve sana yöneliyorum. Ey Muhammed!.. sallellâhu aleyhi ve sellem. Şübhesiz ki ben seninle, hâcetim yerine gelsin diye, hâcetim husûsunda Rabbime yöneldim. Ey Allah’ım!.. O’nu hakkımda şefâatçi yap…’ ”

Bu hadîste, Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in zâtı ve rütbesiyle tevessül ve de ğıyâbında ona seslenmek vardır. Bu da yine (imâmlara) yalan söz isnâd edenlerin dilini koparır; (sesini soluğunu keser).

Bu hadîsi, Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr’inde,(53) Tirmizî Câmi’inin ed-Deavât bâbı sonlarında,(54) İbnu Mâce, Sünen’inin, Salâtül-Hâce’sinde (55) -ki onda sahîh olduğuna dâir da açık bir ibâre(si) vardır- Nesâî, Amelü’l-Yevm ve’l-Leyle’de,(56) Ebû Nuaym, Ma’rifetü’sSahâbe’de, Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve’de(57) ve başkaları (başka yerlerde), şâhid getirildiği yerlerin dışında, aralarındaki bir takım küçük farklılıklarla berâber rivâyet etmişlerdir.

Sayıları on beşe yaklaşan hadîs hâfızı, bu rivâyetin sahîh olduğuna hükmetmiştir. Sonrakilerin birçoğu hâric, Tirmizî, (58)İbnu Hibbân, Hâkim, Taberânî, Ebû Nuaym, Beyhakî(59) ve Münzirî onlardandır.

Tirmizî’nin senedi şöyledir: Bize Mahmûd İbnu Ğaylan rivâyet etti: (O), bize Osman İbnu Ömer haber verdi (dedi). (O), bize Şu’be, Ebû Ca’fer’den, (O), Umâre İbnu Huzeyme İbni Sâbit’den, (O), Osman İbnu Huneyf’den haber verdi, dedi.

Sonra Tirmizî hadîsi getirdi ve şöyle söyledi: ‘Bu hadîs, hasen, sahîh ve ğarîbdir. Bunu ancak Ebû Ca’fer yoluyla bilmekteyiz -ki O el-Hatmîdir-.’

Bazı matbû’ nüshâlarda ‘O Hatmî’den başka birisidir’, bazılarında da ‘O, Hatmî değildir’ şeklinde ifâdeler yer almaktadır. Her ikisi de nüshâ sâhiblerinin tasarruflarından kaynaklanmıştır. Tirmizî’nin ‘O, falancı değildir’ deyip de açıklama yapmaması âdeti yoktur. Üstelik Umâre’den rivâyet eden Ebû Ca’fer, Şu’be’nin şeyhleri arasındadır. O, sadece Medîne asıllı, sonra da Basra’lı Umeyr İbnu Yezîd el-Hatmî’dir. Nitekim bilinen basılı ve yazma ricâl kitâblarından bu ortaya çıkmaktadır. 160 senesinde ölen Ebû Ca’fer er Râzî, Şu’be’nin şeyhlerinden olup, 105’te vefât eden Umâre’ye aslâ yetişmemiştir. Çünki onun Hicaz’a gitmesi Umâre’nin ölümünden dokuz sene kadar sonradır. Şu’be de -yapmakta olduğu rivâyetlerde sağlam olmakta- Şu’be’dir. Üstelik hadîsin Taberânî ve başkalarının yanında başka tarîkleri de vardır ki, şu tarîkler senedin başındaki râvînin ittifakla sika olan hatmî olduğunu açıkça ifâde etmektedir. Taberânî’nin bu hadîsteki senedi Takıyy elSübkî’nin Şifâu’s-Sikâm’ında geçmektedir.

Tirmizî’nin senedinin râvîlerinin tamamı sağlam kimselerdir. Rivâyeti ğarîb diye isimlendirmesi, sadece Osman İbnu Ömer’in Şu’be’den rivâyet etmekte tek kalması, Ebû Ca’fer’in de Umâre’den rivâyet etmekte yalnız kalmasıdır ki, bu iki râvî ittifakla sağlam kimselerdir. Ameller sadece niyetlerledir’ (60) hadîsinde olduğu gibi, nice sahîh hadîsler vardır ki, râvîlerden birisi onda tek kalır. Bunu hasen diye isimlendirmesinin sebebi de, Ebû Ca’fer ve Osman İbnu Ömer’den sonraki tarîklerinin birden fazla oluşudur. Onu sahîh diye isimlendirmesinin sebebi ise, râvîlerindeki sıhhat vasıflarının tekâmülüdür.

(Dördüncü Hadîs): Onlardan birisi de yine Osman İbnu Huneyf hadîsidir.

Bu hadîs zikri geçen hâcet namazı duâsının Osman İbnu Affân radıyellâhu anhu yanında bir hâceti olan kimseye öğretilmesi ve o kişinin duâyı yapıp hâcetinin yerine gelmesi hakkındadır.

“[Bir adam, Osman radıyellâhu anhu’ya, -halîfeliği zamanında- bir ihtiyacı için gidip geliyordu. Osman radıyellâhu anhu O’na iltifât etmiyor, hâcetine bakmıyordu. Adam bunu Osman İbnu Huneyf’e şikâyet etti. Osman İbnu Huneyf radıyellâhu anhu da şöyle dedi: Abdest yerine git, abdest al ve namaz kıl; sonra da ‘Ey Allah’ım!.. Ben rahmet Nebîsi olan Nebîn Muhammed sallellâhu aleyhi ve sellem ile sana yöneliyorum ve senden istiyorum. Ey Muhammed!.. Ben ihtiyacımın görülmesi için seninle Rabbime yöneliyorum’ şeklinde duâ et ve hâcetini söyle.

Adam gitti ve bunu yaptı. Sonra da Hz. Osman radıyellâhu anhu’ya geldi. Kapıcı O’na gitti, elinden tuttu; O’nu Hz. Osman radıyellâhu anhu’nun yanına soktu. Onunla oturttu ve O’na hâcetini söyle dedi. O da, hacetini söyledi. Hz. Osman radıyellâhu anhu da hâcetini yerine getirdi. Sonra da (O’na), ‘şu vakıt oluncaya kadar hâcetini hatırlamadım’ dedi (ve devâmla) ‘hâcetin olursa bize gel’ diye söyledi. Sonra adam, O’nun yanından çıktı ve Osmân İbnu Huneyf’le karşılaştı. O’na, ‘Allah hayırlı mükâfaatını versin, hâcetime bakmıyordu ve bana iltifât etmiyordu.

Nihâyet sen O’na benim hakkımda konuştun (ve böylece işimi gördü)’ dedi. Bunun üzerine Osmân İbnu Huneyf şöyle dedi: ‘Vallâhi O’nunla konuşmadım. Lâkin Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem’i gördüm. O’na bir ama adam gelmiş ve gözlerinin görmediğinden şikâyet etmiş (ve gözlerinin açılması içün düâ etmesini istemişti.) Bunun üzerine Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem O’na, yâhud sabredersin buyurdu. (Adam), yâ Resûlellah!.. Beni çekip götürecek kimse yok; (görmemek) bana doğrusu ağır geldi. Bunun üzerine Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem O’na, Abdesthâneye git, abdest al. Sonra iki rek’at namaz kıl; sonra da bu düâyı yap buyurdu. Osmân İbnu Huneyf, vallâhi ayrılmadık,sözümüz uzadı ve nihâyet, adam onda hiçbir (görmeme) kederi olmaksızın yanımıza girdi (gözleri artık görüyordu.), dedi.]”(61)

Bu hadîsteki (tevessülün câizliğine) şâhid getirilen yer, sözü edilen Sahâbî’nin hâcet duâsı hadîsinden,onun Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in zamanına mahsûs olmadığını anlamasıdır. Bu da, O’nunla salavâtüllâhi aleyhi vefâtından sonra tevessül etmek ve O’na seslenmek ve Sahâbe rıdvanullahi teâlâ aleyhim ecmain arasında tevârüs eden bir ameldir.

Bu hadîsi Taberânî, el-Kebîr’de (ve es-Sağîr’de) (62) rivâyet etmiş ve onu birçok tarîklerle getirdikten sonra
sahîh olduğunu söylemiştir. Nitekim bunu Ebu’lHasen el-Heysemî, Mecmâu’z-Zevâid’de zikretmiş ve O’nu sahîh bulmakta takrîr (tasdîk) etmiştir.(63)Nitekim O’ndan evvel Münzirî et-Terğib’de,(64) ondan da evvel Ebu’l-Hasen el-Makdisî takrîr etmişlerdir.Bu hadîsi aynı zamanda Ebû Nuaym el-Ma’rife’de ve Beyhakî (Delâil’de) birisi sahîh olan iki isnâdla(65) rivâyet etmişlerdir.(66)

(Beşinci Hadîs): Onlardan birisi de Fatıme Bintü Esed radıyellâhu anhâ hadîsidir ki, bu hadîste Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’in “Nebîn ve benden evvelki peygamberlerin hakkıyla/ hürmetine (anam Esed kızı Fâtıme’yi bağışla, O’na hüccetini telkîn eyle ve gireceği yeri kabrini O’na geniş eyle) (67)’” ifâdeleri vardır.

Bu hadîsi İbnu Hibbân ve Hâkim sahîh bulmuşlar, Taberânî de el-Kebîr’de ve el-Evsat’da İbnu Hibbân’ın ve Hâkim’in sika kabûl ettiği Ravh İbnu Salâh’ın bulunduğu bir senedle rivâyet etmişdir. Diğer râvîleri de el-Heysemî’nin el-Mecmâ’da ifâde ettiği gibi, Sahîh’in râvîleridir. (68)

Bu hadîste âhirete intikâl eden Nebîler(imiz) aleyhimü’s-salavâtü ve’t-teslîmât efendilerimizin zâtlarıyla tevessül bulunmaktadır.

(Altıncı Hadîs): Onlardan birisi de yine Ömer radıyellâhu anhu’nun Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’den rivâyet etmiş olduğu hadîstir:

Âdem aleyhisselâm hatâyı işlediği zaman ‘Muhammed’in hakkıyla senden beni bağışlamanı istiyorum’ dedi.

Bu hadîsi, Hâkim el-Müstedrek’te rivâyet etmiş ve ‘bu, isnâdı sahîh bir hadîstir ve o, Abdurrahman İbnu Zeyd’e âid zikrettiğim ilk hadîstir’ demiştir. (Hâkim’in Sözü Bitti.)

Bunun senedini, Takıyy es-Sübkî, Şifâu’sSikâm’da getirmiştir. Bu hadîsi Taberânî, el-Evsat’ta ve es-Sağîr’de rivâyet etmiş olup, senedlerinde elHeysemî’nin tanımadığı kimseler vardır.

Abdurrahmân İbnu Zeyd’e gelince; Mâlik O’nu zayıf kabûl etmiş ve bu hükümde diğer bir takım kimseler O’na tâbi’ olmuşlardır. Ancak O (İbnu Zeyd), yalan ile ithâm edilmemiş, aksine, yanılmakla ithâm edilmiştir. O’nun gibi birinin rivâyetleri elenir, bazıları seçilir. Bu rivâyetin Mâlik’in kabûl ettiği rivâyetlerden olduğunu gördüğünde, Hâkim’in yaptığı da budur.

İmam Mâlik, İbnu -Humeyd’in O’ndan rivâyet ettiğine göre- (Halîfe) Ebû Ca’fer el-Mensûr’a şöyle demiştir: ‘O, senin ve baban Âdem aleyhisselâm’ın vesîlesidir.’

İmâm Mâlik radıyellâhu anhu, (Abdurrahman’dan gelen) haberin doğruluğunu kabûl ettikten ve onu delîl olarak ileri sürdükten sonra, Abdurrahman’dan (şu rivâyette) ‘yanılma’ ve ‘zabt azlığı’ töhmeti kalkar. Ki, bu töhmetlerleO’nu ithâm edenler, sadece Mâlik’e uyuyorlardı, O’na dayanıyorlardı. Abdurrahman İbnu Zeyd, her bir haberi reddedilecek kimselerden değildir.

İşte size, İmâm Şâfiî… El-Ümm’de ve Müsned’inde Allah’ın dîni(nin mes’eleler)inde O’nun bazı hadîslerini delîl getirmektedir.(69) Bu sebeble, bu hadîsi sahîh kabûl etmesinde, Hâkim kınanamaz. Aksine, doğru olan, bu(isnâdı sahîhtir hükmü) dür. Ancak, Mustafa sallellâhu aleyhi ve sellem’in fazîletlerini işittiğinde göğsü daralanlara göre doğru olmayabilir.

Mâlik’in Ebû Ca’fer’e söylediği mezkûr söze gelince; onu Kadı İyâz eş-Şifâ bi Ta’rîfi Hukuki’lMustafâ’da ceyyid/güzel bir senedle rivâyet etmiştir. Seneddeki İbnu Humeyd et-Takıyy es-Sübkî’nin zannettiğinin hilâfına tercîh edilecek görüşe göre Muhammed İbnu Humeyd er-Râzî’dir.

Lâkin bu Râzî’nin hâli, eş-Şems İbnu Abdi’lHâdî’nin tasvîr etmek istediği gibi değildir. Öyle ki, hakkında (kınama yoluyla) konuşanların tamamının sözlerini toplamış, onu övenlerin sözlerini ihmâl etmiştir. O (İbnu Abdi’l-Hâdî) gençliğinde İbnu Teymiyye ile buluşup ona kanan ve doğru yoldan çıkan üç kişiden birisidir. Şeyhinin yalnız kaldığı yanlışlarının zıddına getirilen delîllerde cerhi zikreder, ta’dil’i ise görmezden gelir.

Bu Muhammed İbnu Humeyd’den, Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbnu Mâce, Ahmed İbnu Hanbel ve Yahyâ İbnu Maîn rivâyet etmiştir. İbnu Ebî Hayseme ‘İbnu Maîn’e o sorulmuş, İbnu Maîn’de sağlamdır, onda bir beis yoktur, Râzî zekîdir, demiştir’ dedi. Ahmed İbnu Hanbel, ‘Muhammed İbnu Humeyd durdukça Rey şehrinde ilim devam edecektir’ demiştir. Sâğânî ve Zuhelî Onu övenlerdendir. Halîlî, el-İrşâd’da ‘hâfızdı ve bu işi (hadîs ilmini) bilenlerden birisiydi, Ahmed ve Yahyâ ondan râzı olmuştur’ dedi. Buhârî’de ‘hakkında nazar vardır’ demiştir.

Böylesi bir kimse, böyle bir haberde ithâm edilemez. Hicrî 248’de yüksek bir yaşta vefât etmiştir. İmâm Mâlik öldüğünde (Râzî’nin) yaşı 15’ten aşağı değildi. Hâlbuki onlar (Hanbelî mezhebine mensûb olduğunu söyleyen ve tevessülü inkâr edenler), imâmları(olduğunu iddiâ ettikleri Ahmed İbnu Hanbel)in Müsned’inde 5 yaşında olan kimsenin rivâyetini kabûl etmektedirler.

Ya’kûb İbnu İshâk’ta hiçbir beis yoktur. Nitekim Hatîb, Târîh’inde böyle dedi.

Ebu’l-Hasen Abdullah İbnu Muhammed İbnu’l-Müntâb, Kadı İsmail’in en büyük talebelerindendir. Muktedir, bu İbnu’l-Müntâb’ı, üç yüz senesi civarlarında Medine-i Münevvere kadılığına getirmişti. O zamanda ilim sâhiblerinden ileri gelen sağlam kişilerden başkası Medine-i Münevvere kadılığına getirilmezdi. İbnu’l-Müntâb’ın isminde birçokları yanlışa düşmüştür. Talebesi Muhammed İbnu Ahmed İbni’l-Ferec’i, Sem’ânî, el-Ensâb(isimli kitâbın)da Cezâirî’yi anlatırken güvenilir bulmuş ve İbnu’l-Esîr, el-Lübâb’da O’nu tasdîk etmiştir. Ebû’l-Hasen (İbnu Alî) el-Fihrî(70) güvenilir ve sağlam kimselerden olup, Zehebî’nin el-’İber’inde tanıtılmıştır. İbnu Dilhâs, İbnu Abdi’l-Berr’in şeyhlerinin sağlamlarındandır ve İbnu Büşküvâl’ın es-Sıle(isimli eserin)’de tanıtılmıştır. Bu kitâb Madrid’de basılmıştır…(71) Sübkî onların hâllerini Şifâu’s-Sikâm isimli eserinde bizim zikrettiğimizin dışına çıkmayacak bir şekilde anlatmıştır.

İbnu Abdi’l-Hâdî bu haberi kabûl etmekten kaçınmaktadır. Çünki O, çâresiz, şeyhi (İbnu Teymiyye)’nin yanlışlıklarına dokunmaktadır. İbnu’l-Müntâb bu haberi rivâyet etmekle, şeyhi  Kadı İsmâîl’in, el-Mebsût’undaki, İbnu Vehb’in Mâlik’den yaptığı rivâyete zıd olarak yaptığı rivâyeti reddetmesini murâd etti. İsmâîl Irak’lı âlimlerdendir. Mısır’lı ve Medîne’li âlimler Mâlik’in me’selelerini (söz ve ictihâdlarını) onlardan (Irak’lı âlimlerden) daha iyi bilirler. Üstelik İsmâîl, (Mâlik’den) zikrettiğini Mâlik’e isnâd etmedi, irsâl etti.(72)

Lâkin bu, İbnu Abdi’lHâdî’nin nefsinin arzusuna uyduğundan, bunu, İbnu Müntâb’ın rivâyetinin aksine, senedini araştırıp sormadan kabûl etmektedir. Fikrince senedini anmaya ihtiyâc bırakmayacak ölçüde (İsmâîl’i) aşırı bir şekilde medhetmektedir. Dâvûd el-Isfehânî’nin Onun hakkında söylediğini sanki görmedi. Allah teâlâ’nın, yarattıklarında birçok şeyler (hikmetler) vardır.

Üstelik Âdem aleyhisselâm’ın tevessülü hakkında birbirini kuvvetlendiren başka rivâyetler de gelmiştir ki, yazdıklarımızla yetinerek onları zikretmeye hâcet duymadık. Çünki geçen hadîsler, -ne olursa olsunhasmını alt etmek istemekte zorâkiliklere girmeyen her bir kimseye yeter.

(Yedinci Hadîs): Onlardan birisi de İbnu Mâce’deki ‘namaza yürüme(nin âdâbı) bâbı’ndaki Ebû Saîd elHudrî radıyellâhu anhu’nun hadîsidir: َُل َك ِ ب َح ِّق َّ الس ِائِل َني َ ْسأ َّ ُله َّم ِ إِّنى أ َ َج ِ إَل َّ ى الصلاَِة َال َ ْن َ ق َال ِ إ َذ َ ا خر } م ْ ِقَذِن ِى م َن َّ الن ِار { َ ْن ُ تن َُل َك أ َ ْسأ ْ َك َ وِب َح ِّق مَْ م َش َاى َ هَذا أ َعَلي “Kim evinden namaza çıktığında, ‘Senden, Senden isteyenlerin sendeki hakkı ve bu yürüyüşüm hakkı ile (hakkı için) istiyorum…. Senden, beni ateşten kurtarmanı istiyorum, (73) derse…’(74)

Şihâb el-Bûsîrî, Misbâhu’z-Zücâce fi Zevâidi İbni Mâce’de(75) şöyle dedi:

İbnu Mâce’nin bu isnâdında peşpeşe zayıf râvîler vardır: Atıyye -ki Avfîdir-, Fudayl İbnu Merzûk ve Fadl İbnu’l-Muvaffak’ın hepsi zayıf râvîlerdir.

[Lâkin Fadl İbnu Muvaffak, İbnu Uyeyne’nin dayıoğludur. Hakkında Ebû Hâtim, sâlih bir kimse olup, hadîsi zayıftır, demiştir. O’nun dışında bu râvînin zayıf olduğunu söyleyen de yoktur. Zayıflıkla suçlanmasının sebebi de açıklanmamıştır.76 Belli de değildir. Hattâ Büstî (İbnu Hibbân), bunun sağlam olduğunu söylemiştir.](77) Ancak, İbnu Huzeyme, bu hadîsi, Sahîh’inde Fudayl İbnu Merzûk yoluyla rivâyet etmiştir ki, bu rivâyet O’na göre sahîhtir.(78)

Onu Rezîn de zikretmiştir.

Onu Ahmed İbnu Menî’ de, Müsned’inde, rivâyet etmiştir ve (şöyle demiştir): Bize Yezîd rivâyet etti, (O), bize Fudayl İbnu Merzûk rivâyet etti (dedi). Böylece onu isnâdı ve metni ile zikretmiştir. (El-Bûsîrî’nin Sözü Bitti.)

Alâuddîn Muğlatay, el-İ’lâm Şerhu Süneni İbni Mâce’de şöyle dedi: Bu hadîsi Ebû Nuaym el-Fadl -ki o İbnu Dükeyn’dir- Kitâbu’s-Salât’da Fudayl İbnu Merzûk’tan, (O) Atiyye’den, (O) Ebû Saîd-i Hudrî radıyellâhu anhu’dan mevkûf olarak rivâyet etti.(79) (Muğlatay’ın Sözü Bitti.)

Atıyye, (hadîsi) Ebû Saîd el-Hudrî radıyellâhu anhu’dan rivâyet etmekte yalnız değildir. Aksine, Abdulhakem İbnu Zekvân’ın rivâyetinde, Ebu’sSıddîk, (onu) Ebû Saîd’den rivâyette, Atıyye’ye mutâbeat etmiştir.(80)

Bu zât da, her ne kadar Ebu’l-Ferec İbnu’l-Cevzî, hadîsi, el-’İlel(ü’l-Mutenâhiyye)’de onunla illetli kabûl ettiyse de, İbnu Hibbân’a göre sağlam bir râvîdir…

İbnu’s-Sünnî, Amelü’l-Yevm ve’l-Leyle’de Vâzi’in bulunduğu bir senedle Bilâl’den rivâyet etmiştir ki, onda (senedde) ne Atıyye, ne İbnu Merzûk ve ne de İbnu’l-Muvaffak bulunmamaktadır. (Rivâyette geçen duâ şudur):

“Ey Allah’ım!.. (Ben senden, senden) isteyenlerin sendeki hakkıyla istiyorum.”

Böylece ortaya çıkmıştır ki, ne Atıyye, ne İbnu Merzûk, ne de İbnu’l-Muvaffak bu tarîklere nazarla -üç tanesinin zayıflığı farz edilse bile- yalnız kalmamışlardır. Bununla beraber Ahmed İbnu Menî’in şeyhi Yezîd İbnu Hârûn, İbnu Merzûk’tan rivâyet etmekte İbnu’l-Muvaffak’a ortak olmuştur. Kezâ, el-Fadl İbnu Dükeyn, İbnu Fudayl, Süleymân İbnu Hayyân ve diğerleri de böyledir.

Atıyye şiileşmekle kınanmıştır; lâkin Tirmizî birçok hadîste O’nun rivâyetini hasen kabûl etmiştir. İbnu Maîn’den O’nun sâlih bir kimse olduğu rivâyet edilmiştir. İbnu Sa’d’ın ‘inşâallâh O sikadır, sağlamdır’ dediği anlatılmıştır. İbnu Adiyy, ‘O’nun sâlih (işe yarar) hadîsleri vardır’ demiştir. Hudrî’yi açıkça ifâde ettikten sonra bilhassa mutâbeatlerle beraber tedlîs ihtimâli kalmamıştır. İbnu Merzûk’un sika kabûl edilmesi Müslim’e göre ağırlık kazanmış ve O’ndan Sahîh’inde rivâyet etmiştir.

Üstelik hadîs, Bilâl radıyellâhu anhu’nun tarîkiyle de rivâyet edilmiş olup,(81) sağlamlık derecesi ne kadar düşse, delîl olmak mertebesinden aşağı düşmez. (82) Hattâ mütâbi’ ve şâhidlerinin(83) çokluğu sebebi ile, sahîhlik ile hasenlik arasındadır. (84)Nitekim biz onlara (mütâbi’ ve şâhidlerine) işâret ettik.

‘Cerh, ta’dilden önce gelir’ diyenlerin sözü -zayıf (bir kanaat ve ictihâd) olmasına rağmen- (cerh ve tâ’dîl’in) terâzideki denklikleriyle (aynı ağırlıkta olup) teâruz ettikleri (çeliştikleri) zamandadır. Bunun isbâtının önünde ise birçok uçurumlar vardır. (İsbâtı zor, hattâ neredeyse imkânsız bir şeydir.) İşte bu yüzden bid’atçilerin, ehl-i hadîs’in, sağlamlığın kendi katlarında ağırlık kazanmasıyla sağlam bulduğu râvîlerin rivâyetiyle sâbit olan hadîsleri reddetmek içün bu (‘cerh,ta’dilden önce gelir’) sözü(nü) mesned edinmelerinin imkânı yoktur.

Bu hadîsi, iki hadîs hafızı, Irâkî, İhyâ Tahrîci’nde,(85) İbnu Hacer de Emâli’l-Ezkar’da(86) hasen bulmuşlardır.(87)

Hadîste, Müslümanların umûmu/geneli ve ileri gelenleriyle tevessül vardır.

Suâlin iki mef’ûlünden birisine }ب/}bâ harfini dâhil etmek, sadece isti’lâmî (bilgi edinmek içün olan) suâllerdedir. َ ْل ِ ب ِه َ خِب ً يرا{ ,ın’Allah Nitekim haberi, onuَ{/ ‘ف ْاسأ olana sor’ (88) ve }عٍ س ِآئ ٌل ِ ب َعَذ ٍ اب َ و ِاق َ َل َ سأ’/} َbir soran vuku bulacak olan azâbı sordu’ (89) âyeti celîlelerinde böyledir. İsti’tâî (‘birinin vermesini istemek’ manasındaki) suâle gelince… Onda }ب/}bâ harfi ancak kendisiyle tevessül edilen (aracı kılınan) kimseye girer. İşte sana hadîs rivâyetleriyle gelen duâlar…(90)

O hâlde burada ikinci mef’ûle }ب/}bâ’nın girmesini tasavvur etmek, sözü hevâ ile çığırından çıkarmaktır ve kulakların duymak istemediği bâtıl bir na’radır.

‘Hak’ kelimesinin ma’nâsı (mecbûrî) icâbet değil, aksine yalvararak isteyen kimselerin Allah sübhânehû ve teâlâ’nın fazlından hakettikleri şey demektir. Bu yüzden, ‘isteyenlerin hakkıyla’ sözünü bu duâ eden içün bir suâl/“sorup öğrenmek” saymak -bilhassa hadîste ona atfedilen şeyler düşünülürse- katıksız bir hezeyandır…

Hadîsin siyâkında bundan başka suâl olmaya elverişli bir şey bulunmadığını iddiâ etmekse, fevkalade gülünçtür. Bu iddiâ sahibinden, “beni cehennemden korumanı’”(91) sözü nereye gitti?.. Te’kid içün fiilin nice kez tekrâr edildiği olur…

Öyleyse ْ ْقَذِن ِى م َن َّ الن ِار{ ,fiildeki son َ ْن ُ تن َُل َك أ َ ْسأ أ ‘}daki istenen ْ ِقَذِن ِ ى م َ �ن ِّ النارِ{ َ ْن ُ تن أ’)/}beni ateşten kurtarman’, bundan), önce geçen iki }ك َلَُ َ ْسأ أ }fiilindeki suâlin/ istenenin tâ kendisidir. Hatta bu fiiller, te’kid bâbından olmasaydılar, o zaman tenazu’ bâbına gireceklerdi.(92) ْ ِقَذِن ِى م َن ِّ الن ِار{] kayıd bu takdîrde her Dolayısıyla َ ْن ُ تن }أ َُل َك{ birinci nin’ َ ْسأ أ }ile de alâkalı olduğu kaydı] mu’teber olmaktadır.

‘Falancı ile’ veya ‘falancının hakkı içün’ veya ‘falancanın hürmetine’ gibi ifâdelerle, ‘Allah’tan başkasına yemîn edilmiş olur’ düşüncesi ile tevessül’ü reddetmeye yeltenenler, sadece Mustafa sallellâhu aleyhi ve sellem’e redde kalkışmaktadırlar. Zîrâ tevessül siğalarını/kalıplarını, öğreten odur. O ifâde biçimleri içerisinde şahıslarla tevessül de vardır. Tevessül nerede, yemîn nerede?

(Tevessülle beraber) burada ‘istiğâse’/(birinden ğavs yani yardıma koşmasını istemek), ve ‘istiâne’/ (birinden yardım istemek)’ kelimelerini ilâve etmemizde hiçbir beis yoktur. Hepsi aynı vâdidendir:

Buhârî’deki şefaat hadîsinde; “(İnsanlar) Âdem aleyhisselâm’dan, sonra Mûsâ aleyhisselâm’dan, sonra da Muhammed sallellâhu aleyhi ve sellem’den ğavs (medet ve yardım) isteyecekler” (ifâdesi vardır.)

Bu (rivâyet), tevessül ederken ‘istiğâse’ lafzının (da) kullanılmasının câiz olduğunu göstermektedir.

Taberânî’deki “bana istiğâse edilmez (benden meded etmem istenmez)” (93) hadîsine gelince…

Onun senedinde, (Abdullâh) İbnu Lehîa (isimli bir râvî) bulunmaktadır ki, O’nun hâlini biz el-İşfâk isimli kitâbımızda açıklamıştık. Dolayısıyla (bu rivâyet sâlihlerle tevessül yapılabileceğine dâir olan) sahîh hadîs(ler)le boy ölçüşemez.

“Yardım istediğinde Allah’dan iste” hadîsine gelince… O, “Her hangi bir yardım istenilecek kimseden yardım istediğin zaman, Allah’dan yardım iste’” ma’nâsındadır. Üstelik tarîklerinin tamamında bir yumuşaklık/hafiflik vardır.

Hadîs, bu şekilde anlaşılmakla, hakîkat ma’nâsına yorulmuştur. Dolayısıyla Müslüman, sebeblerden herhangi bir sebeble yardım istediği zaman sebeblerin sâhibi olan Allah’ı aslâ unutmayacaktır.

İşte size Ömer radıyellâhu anhu. Abbâs ile istiskâ ettiği zaman, istiskâsında, ‘ey Allah’ım, bize yağmur yağdır’ demeyi unutmamıştır. İslâmi edeb işte budur. Eğer hadîsi bu ma’nâya yormazsak, o zaman mecâz zorâkiliklerine gireceğiz ve elbette birçok âyetler ve hadîsler ona muârız olacaktır ki, onları sayıp dökmekte sözü uzatmak vardır.

Üstelik hadîsteki }ذا َا/}ِizâ kelimesi }ماَّ َ küllemâُ {/كل (her ne zaman ki) ma’nâsını ifâde etmekten çok uzaktır. Aksine o, mantıkçılara göre ihmâl sigalarındandır.(94)O yüzden hasmın buna tutunmaya aslâ gücü olmaz. Sen buna, zamîrin müfred getirilmesini (95) de ilâve et.

İleri gelen zâtların -ki İbnu Abbâs radıyellâhu anhumâ da onlardan birisidir- istiânelerinin (sebeblerle değil) müsebbibu’l-esbâb (sebebleri sebeb yapan Allah) ile olması, onlar içün güzel bir şeydir.

‘(Allah teâlâ’nın) Sadece senden yardım isteriz’ sözüne gelince; bu sibâk ve siyâk (başı ve sonu) karînesi (alâmet ve ipucu) ile hidâyet husûsundadır. Nitekim bu, münacaat (Allah’a yalvarıp yakarmak) hâline en lâyık olandır. O yüzden onda sıradan olan dünyevî sebebleri iptal etmek yoktur.

İnceleyin:  Emredilen Nurani Tevessül

Birçok kıymetli eserlerin sâhibi arkadaşımız, muhakkık, allâme, büyük üstâd şeyh Muhammed Haseneyn el-Adevî el-Mâlikî rahimehullâh, Teymiyye’cilerin tevessül etrâfında uydurdukları birçok şübheleri savmak içün nice kitâblar te’lîf etmiş ve tatlı açıklamaları, kıymetdâr tahkîkleriyle (incelemeleriyle) onların karanlıklarını gidermiş olmakla çok güzel yapmıştır. Onun ilimdeki makamı, şunların şeyhlerinin şeyhlerinin rütbesinden ehl-i ilmin arasındaki ittifakla derecelerce üstündür.

Kabirdeki kimselerin işitmeleri ve idrâk etmeleri mes’elesine gelince… Bu husûstaki delîlleri en geniş bir şekilde sayıp dökenlerden birisi muhaddis Abdülhayy el-Leknevî olup, Tezkiretü’r-Râşid’de bunu yapmıştır.(96)

“Sen kabirdekilere işittiremezsin”(97) âyeti celîlesine gelince… O muhakkıklara göre müşrikler hakkındadır. Orada (Tezkiretü’r-Râşid’de) bunun da tahkîki vardır. O hâlde muğâlatacıların muğâlatalarına (demagogların demagojilerine) iltifât etme!.

Bu hadîslerle (Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in söz ve işlerine dâir rivâyetlerle) ve eserlerle (Sahâbe’nin söz ve işlerine dâir rivâyetlerle) ortaya çıkmaktadır ki, Nebîler, velîler ve sâlihlerle, diriler olsun, ölüler olsun tevessül etmeyi inkâr edenlerin yanında en küçük bir hüccet yoktur. Ve Müslümanlara, tevessül sebebiyle şirke girmek iftirâsını atmak, zararı bu iftirâyı atana dönecek olan sonu düşünülmeden bir işe saldırmaktan başka bir şey değildir.

Allah teâlâ’dan (bu ve benzeri musîbetlerden) selâmet (kurtulmayı) isteriz.

Sıradan insanlar arasında ziyâret ve tevessül âdâbına riâyette hatâ eden kimseler varsa; o zaman ilim sâhiblerine mutlak gerekli olan, onları rıfk ve mülâyemetle (yumuşak bir şekilde) doğruya irşâd etmektir. Tevessül ve ziyârete dâir olan Ümmet’in amelî, şu Harran’lının (İbni Teymiye’nin, onu) inkâr etmek bid’atine gelinceye kadar devâm etmiştir. Ehl-i ilim onun hîle ve tuzağını göğsüne çevirmiş ve onun fitnesi, belâlarını bilmeyen kimseler yanında devâm etmiştir. Âlûsî ve onun tefsîrinde tasarrufta bulunan oğlu, birtakım hatâlar yapmışlardır ki, bu delîller onlara cevâb vermektedir. Bu ikisi birtakım mes’elelerde, komşuları (Sıddîk Hasan Han elKannûcî) ve bazı şeyhlerinden onlara sirâyet eden şeyden (hastalıklardan) dolayı muzdarib (fikirleri oturmamış) kimselerdi. Burası, bunun genişçe anlatılmasının yeri değildir.

Ümmet’in, yaratılanların en hayırlısı ile tevessül hakkındaki amelini öğrenmek isteyenler imâm ve önder Ebû Abdillâh el-Numan Muhammed İbnu Mûsâ et-Tilimsânî el-Mâlikî’nin Mısbâhu’z-Zalâm fi’l-Müstağîsîne bi Hayri’l-En’am(98) isimli kitâbına müracaat etsinler. Bu zât hicri 683’de vefât etmiştir ki, kitâbı Dâru Kütübi’l-Mısriyye mahfûzâtındandır. Bu yazılanlarda, sırf ötekinin berikinin hatasını bulmaya ve hasmını -ne olursa olsun- yenmeye çalışmayan herkes içün yetecek bilgi ve delil vardır.

Yazıyı Aldığım yer:

https://www.academia.edu/7929563/Mahku_t-Tekavvul_f%C3%AE_Meseleti_t-Tevess%C3%BCl._%C4%B0mam_Zahid_el-Kevseri

Dipnotlar:

1 Haşeviyye: Nassların zâhirlerini, Hâricî bedevîliği, câhilliği ve ahmaklığı ile teşbîhe ve tecsîme, yani Allah’a şekil ve cisim yakıştırmaya basamak yapan sapıklar sürüsü. Bu ‘Haşevîlik’ sıfatını, Allah’ın sıfatlarını inkâr edenlerin de şunlar içün kullanması, onları ma’sûm kılmaz. Çoğu zaman bu iki kullanmayı -aralarındaki büyük farka rağmen- kasden karıştırırlar ve câhilleri kandırmakta basamak yaparlar. Oysa bu ve bu gibi husûslarda, Ehl-i Sünnet, bazı nassların zâhirini, başka bazı nasslar yüzünden, göründüğü gibi değil de -hakîkatine îmân etmekle beraber- nasslar çerçevesinde te’vîl ederek Şâri’in kasdettiği ma’nâyı yakalarlar; Sıfatları inkâr edenler ise, mücerred aklî ve mantıkî mülâhazalarla ölçüsüz ve asılsız te’vîllere saparlar ve asıl ma’nâyı ortadan kaldırırlar veya ondan uzaklaşırlar.

َ2 ِح َمُه اهلل}  ر’/{rahimehullâh’ cümlesindeki { َ َ ِحم ر’/{rahime’ kelimesi aslında mâzî bir fiil ve ‘rahmet etti’ ma’nâsında ‘haber’ olmakla beraber, ‘rahmet etsin’ ma’nâsında ‘inşâ’/‘kurmak’/ ‘yapmak’ talebidir. Dolayısıyla ma’nâsı ‘Allah ona rahmet etti’ haberi değil, ‘Allah ona rahmet etsin’ inşâsıdır. Burada da ‘Sana Nebîmizin amcasıyla tevessül etmekteyiz’ ifâdesi Allah’a bir ‘haber vermek’ değil, ‘tevessülümüzü kabûl et’ inşâsıdır, düâsıdır.

3 Haberin fâidesi (faydası), ‘muhâtaba bir hüküm kazandırmak, yani haber verenin, verdiği haberi, onu bilmeyene bildirmesi’dir. (Muhtasaru’l-Meânî: 37-38)

4 Haberin fâidesinin lâzımı (haberin faydasından hiç ayrılmayan şey), ‘haber verenin, verdiği haberi kendisinin bildiğini, haber verdiği kimseye bildirmesi’dir. (Muhtasaru’lMeânî:37-38 )

5 Allah celle celâlühû’ya düâ edip O’ndan bir şey istemek.

6 Yani bu bir haber vermek değil, tevessül inşâsıdır, düâsıdır.

7 Tahrîci ileride gelecektir.

8 Hatîb, Târîhu Bağdat (1/123)

9 İmam Zehebî’nin Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ’sında Selef’ın tevessül amelini hiçbir zaman elden bırakmadığına dâir, birçok misâl var. Mağribli bir mü’mine bacımız üşenmemiş ondan bu husûstaki misâlleri derlemiş koca bir eser meydana getirmiş. İnşâellah ondan bir takımlarını ayrı bir yazıda aktaracağız.

10 Burada asıl mühim olan nokta böyle bir zâtın böyle bir inanışı şirk kabûl etmediği gibi bizzat ona sâhib olmasıdır; tercîh edilen görüşün “işleri tedbîr edenler”in ölmüş sâlih kişilerin olup-olmaması ise ayrı bir husûstur.

11 Fahruddîn el-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, Nâziât sûresi, 5. âyetin tefsîri (11/31) Râzî aynı yerde şunları da söylemektedir: “Câlinos (isimli eski bir hekîm/doktor), ‘ben hastaydım; kendimi tedâvî etmekten âciz kaldım da, rü’yâda tedâvînin nasıl olacağını bana öğreten birini gördüm’, dememiş miydi”?!…

12 Bazı felsefeciler ile onları bazı noktalarda taklîd eden İbnu Teymiyye, İbnu’l-Kayyım ve diğer gölgeleri, “bazı hâdislerin/“sonradan yaratılan varlıklar”ın aynı zamanda kadîm/ezelî olduğunu”, yani onların hem “yaratılmış” hem de “kadîm” ve “ezelî” olduğunu iddia etmişlerdir. Allah celle celâlühû’yu hâşâ hiçbir zaman koltuksuz bırakmamak için Arş’ın aynı zamanda hem yaratılmış hem de kadîm olduğunu iddia etmişlerdir. Bir yandan felsefecilere karşı nasslardan yana mücâdele ettiklerini iddiâ edip mü’minleri yanıltırlarken diğer yanda felsefecilerin kuyruklarına takılmışlardır. Hâlbuki böyle bir iddiâ saçma bir iddiadır. Bir şeyin, hem ‘hâdis’/‘sonradan olma’ olması hem de ‘Kadîm’/‘evveli olmayan’ olması imkânsızdır. Geniş bilgi için, İmâm Sübkî’nin ‘es-Seyfu’s-Sakîl’ine ve ona İmâm Kevserî tarafından yazılan hâşiyesi ‘Tebdîdü’z-Zalâmi’l-Muhayyim’e bakılsın.

13 İmam Fahruddîn er-Râzî, el-Metâlibu’l-Âliyye (7/228)

14 Cüzîler: Bu âlemde bulunan varlıklardan ve hâdiselerden/ olan şeylerden, teker teker her biri.

15 İmam Fahruddîn er-Râzî, el-Metâlibu’l-Âliyye (7/261-262)

16 Nefs-i Nâtıka: Zâtında maddeden mücerred olan/soyulan ama yaptıklarında onunla beraber olan cevher (Seyyid Şerîf Cürcânî, et-Ta’rîfât, 157)

17 İmam Fahruddîn er-Râzî, el-Metâlibu’l-Âliyye (7/275-277)

18 Âlemde var olan şeylerin ayrı ayrı olarak her biri.

19 Allâme Sa’düddîn et-Teftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd (3/338)Kitâbın tahkîkını yapan edebsiz câhil ise, bu işin Allah teâlâ tarafından yasaklanan bir şirk olduğunu söylerken Allah’dan korkmamanın yanında kullardan da utanmıyor. Öyle ya, ona göre -hâşâ- bir müşrik olan Teftâzânî’nin kitâbını tahkîk edip neşretmekle maddî menfaati ön plâna çıkarıyor.

20 Hattâ “neredeyse”si yok, İmâm Nesefî ve birçoklarına göre “velîlerin kerâmetleri bağlı oldukları nebîlerin mu’cizeleridir.” [İmam Nesefî, Medârikü’t-Tenzîl (4/1312), Dâru’l-Edâ, Cin Sûresinin 26. âyetinin tefsîri.]

ً21 َ ا و َ ا ْوَدْو ِ ا ب اْ ِ ال ِ بل}  ّ سب َ ْ هم ُتُعْس َو ْا”/{َEvsa’tühüm sebben ve evdev bî’libili”/“ben onlara bol bol sövdüm, sövmekten bir şey bırakmadım; ama onlar da develeri (malı) aldılar götürdüler” sözü, bir Arab atasözü olup hikâyesi kısaca şöyledir: Arablardan bir adamın develerine baskın yapılmış ve develer alınıp götürülmüş. Gözden kaybolduklarında bir tepeye çıkmış ve onlara sövmeye başlamış. Kavmine döndüğü zaman, ona malını, develerini bulup bulmadığını sormuşlar; o da bunun üzerine yukarıda geçen sözü söylemiş. (Meydânî, Mecma’u’l-Emsâl: 3/426, md.4360)

22 Allâme Sa’düddîn et-Teftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd (5/75) Âlemü’l-Kütüb

23 Kudbuddîn er-Râzî

24 Levâmi’u’l-Esrâr Şerhu Metâli’i’l-Envâr

25 Levâmi’u’l-Esrâr Şerhu Metâli’i’l-Envâr: Bir baskısında (5), başka bir baskısında (6-7) Kudbuddîn er-Râzî, bu eserinde hem tevessül’ü hem de isti’âne’yi zikredip müdâfaa ediyor.

26 Seyyid Alâ Şerhi’l-Metâli’: Bir baskısında (17), başka bir baskısında (19) Yukarıdaki üç büyük İmâm, Râzî, Teftâzânî ve Cürcânî’den aktarılan ifâdeler, İmâm Kevserî’nin Makâlât’ından (382) hareketle asıl me’hazlara/kaynaklara varılmıştır. Onun verdiği me’hazların kimileri yazma, kimileri de eski baskı olduğu ve kimi yerleri rakamla vermediği için me’hazları zamânımızda basılan kitâblardan gösterdik. Burada ayrıca istedik ki, şu büyük imâmlara i’tirâz edebilecek ‘tevhîdçiler’e (!) -onlara göre- ‘tevhîd imâmlarından’(!) biri, hattâ ikincisi olan İbnu’l-Kayyim’den de bir hediyye takdîm edelim: İbnu’l-Kayyim, şöyle diyor: “Bedenin esîrliğinden, bağlarından ve engellerinden kurtulan rûhun, zelîl bedenin bağlarında ve engellerinde hapsolunan rûhta olmayan, tasarruf, güç, nüfuz, himmet, hızla Mevlâ’ya yükselmek ve Allah’la alâkası vardır. Bedeninde mahbûs iken (rü’yâdayken) bu olursa, ya ondan sıyrılıp ayrılınca, güçleri kendinde bir araya toplanınca ve de (bedene girmeden evvel rûhlar âlemindeki) ilk vaziyetinde de yüce, pak, büyük ve yüksek himmet sâhibi olunca nasıl olur? İşte bu rûhların bedenden ayrılınca başka bir hâli, başka bir işi vardır. Rûhların, bedenlerindeyken benzerlerine güç yetiremeyecekleri şeyleri ölümlerinden sonra yaptıklarına dâir insanoğlunun çeşitli sınıflarında görülen rü’yâlar tevatür edegelmiştir. Bir, iki, az bir sayı ve benzeri ile çok sayıda askerleri bozguna uğratmak gibi… Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, Ebûbekir ve Ömer radıyellahu anhumâ, nice kez rü’yâda görülmüştür ki, rûhları küfür ve zulüm ordularını hezîmete uğratmışlardır. Bir de bakılmıştır ki, küfür orduları -sayılarının çokluğuna ve mü’minlerin zayıflığına ve azlığına rağmen- mağlub olmuşlar ve kırılmışlardır.” (İbnu’lKayyim, er-Rûh:237)

27 Mâide: 35

28 Ma’lûmdur ki, vesîle kendisiyle başka bir şeye yaklaşılacak her bir (gayr-ı meşrû’ olmayan) şey, vâsıta; tevessül de bu vâsıtayı elde etmek ve ona tutunmak idi. Bu, sâdece lügatın umûmu/geneli ile olsaydı, yine de istidlâle/delîl getirmeye yeterdi; ma’nâyı, delâletiyle gösteren bir delîl olurdu ki bu delîl getirmede üçüncü mertebede bir kuvvete sâhibdir..

29 [İbnu Hacer, Fethu’l-Bârî (2/519)], Kevserî, Makâlât (379)

30 [İbnu Hacer, Fethu’l-Bârî (2/398-399)], Kevserî, Makâlât (Aynı sahîfe)

31 Yani, Allah celle celâluhû’ya; ‘bu zâtın hâtırı için, bu ihtiyâcımızı yerine getir,’ diye yalvarınız, demek olur.

32 Yani, duâ etmek ne lügatın ne de Şerîat’ın tevessüle yüklediği ma’nâ değildir.

33 Bakara: 89

34 Tek başına delîl olarak kebûl edilmese bile, diğer delîllerin yanında onları takviyeye yarayabilir.

35 İbnu Ebî Hâtim (1/171), İbnu Cerîr (2/333-336), Beğâvî (1/93), Kurtubî (2/21), Rûhu’l-Meânî (1/320)

36 Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr (1/215-217) Dâru’l-Fikir,1414

37 Nisâ: 64

38 Bir sınırlandırma getirmeden genel ve her bir şeyi içine alabilecek bir ifâde ile söylenilen söz.

39 Ebû Ya’lâ (6/147), Temmâm (1/33,H:58), İbnu Asâkir (13/326), Deylemî (1/119), İbnu Adiyy (2/327, Tercüme:460, el-Hasen İbnu Kuteybe el-Medâinî), İbnu Adiyy, ‘onda bir beis olmadığını umuyorum’ dedi. İbnu Hacer, Fethu’l-Bârî’de, ‘Bunu Beyhakî, Hayâtü’lEnbiyâ fî Kubûrihim isimli kitabında rivâyet etmiş ve sahîh bulmuştur’ dedi. (7/160-161), Dâru’l-Fikir,1411 İbnu Hacer aynı yerde bunun Bezzâr tarafından da rivâyet edildiğini, ayrıca Beyhakî tarafından başka bir lafızla da rivâyet edildiğini ama senedinde hıfzı kötü olan bir râvî bulunduğunu, Müslim rivâyetinde Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in Mûsâ alehisselâmı kabrinde namaz kılarken gördüğünün, yine Müslim rivâyetinde ‘Îsâ ve İbrâhîm aleyhimesselâm efendilerimizi de namaz kılarken gördüğünün bulunduğunu söylemektedir. Münâvî, ‘bunu Ebû Ya’lâ, Enes İbnu Mâlik’den rivâyet etmiştir ki sahîh bir hadîsdir’ dedi.

40 Kevserî tarafından yazılan Tebdîdü’z-Zalâmi’l-Muhayyim nâmındaki eserde.

41 İmâm Hâfız Ebû Abdillâh Muhammed İbnu Mûsâ İbni Nü’mân el-Mezâlî el Merrâküşî (607- 683) şöyle diyor: Bize rivâyet edildiğine göre Hâfız Ebû Sa’d es-Sem’ânî Ali radıyellâhu anhu ve kerremellâhu vechehû’nun şöyle dediğini anlattı: Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’i defnettikten üç gün sonra yanımıza bir bedevî geldi, kendini Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in kabri üstüne attı, toprağından başına saçtı ve şöyle dedi: Söyledin ve sözünü işittik. Senden anladığımızı sen Allah’tan anladın. Sana indirilen âyetler arasında, şâyet onlar kendilerine zulmettikler vakit sana gelseler, hemen Allahtan af isteseler ve onlar için Resûl de af isteseydi, elbette Allah celle celâlühû’yu tevvâb ve rahîm olarak bulacaklardı âyeti de vardı. Nefsime zulmettim ve benim için af dilemen maksadıyla geldim. Bunun üzerine kabirden hemen,bağışlandın diye ses geldi. [Mısbâhu’z-Zalâm (21) Ayrıca benzeri bir lâfızlarla: İmâm Beyhakî, Şuabu’l-Îmân [3/495, (4187), İmâm İbnu Kesîr, Tefsîr (2/306), İmâm Kurtubî, Tefsîr (5/265), İmâm Nesefî, Tefsîr (1/234), İmâm İbnu Kudâme, el-Muğnî (3/557), İmâm İzz İbnu Cemâa, Hidâyetü’s-Sâlik (3/1383), İmâm İbnu’l-Cevzî, Müsîrul-Ğarâmi’s-Sâkin (2/301), İmâm Sâlihî Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd (12/380), İmâm Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ (4/1361), İmâm Ebu’l-Yümn İbnu Asâkir, İthâfu’z-Zâir (68-69), İmâm İbnu’n-Neccâr, ed-Dürretü’s-Semîne (224), İmâm İbnu Hacer el-Heytemî, Tühfetü’z-Züvvâr (55)], Mısbâhu’z-Zalâm’ı tahkık edip neşreden kişi. (Aynı sahîfe)] İmâm Ebû Abdillâh Muhammed İbnu Mûsâ İbni Nu’mân el- Mezâlî el Merrâküşî, yine kendi isnâdıyla, Muhammed İbnu Nu’mân İbni Şibl el-Bâhilî’den şöyle dediğini rivâyet etti: Medîneye girdim ve Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in kabrine vardım. Bir de gördüm ki, bir bedevî devesini hızlıca sürüyor. Hemen devesini çöktürdü ve bağladı. Sonra kabr-i şerîfe girdi ve güzelce bir selâm verip hoş bir duâ yaptı.

Sonra da şöyle dedi: Anam babam hakkı içün yâ Resûlelleh sallellâhu naleyhi ve sellem! Kesinlikle Allah celle celâlühû seni vahyine hâs kıldı ve sana içinde evvelkilerin ve sonrakilerin ilmini topladığı bir kitâb indirdi ve kitâbında, ‘şâyet onlar kendilerine zulmettikler vakit sana gelseler ve hemen Allah’dan af isteselerdi, Resûl de onlar için af isteseydi, elbette Allah celle celâlühû’yu tevvâb ve rahîm olarak bulacaklardı’ buyurdu. Dediği de haktır. Ben sana günahları i’tirâf ederek, seni Rabbine şefaatçı yapmaya geldim. O da (Allah’ın, şu âyetinde) va’dettiğidir. Sonra kabre döndü ve şöyle dedi: -Ey en hayırlısı, düzlükte kemikleri gömülenlerin!.. / Ve güzel koktuğu onların güzel kokusundan düzlüğün ve yüksek tepelerin. -Sensin o Nebî ki, umulur şefâati/Sıratta, kaydığı zamanda ayaklar. -Canımdır fedâ o kabre ki, sensin sâkini/ Ondadır afâf, ondadır cömertlik, ondadır kerem. Sonra da bineğine binip gitti. Ancak mağfiretle gittiğinde hiç şübhe etmiyorum İnşâellah. Muhammed İbnu Abdillâh el-Utbî de bu haberi anlattı ve sonuna şu ilâveyi yaptı: “Derken uyuya kaldım ve hemen Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’i rüyâda gördüm, bana şöyle dedi: ‘Ey Utbî!.. Bedevî’ye yetiş ve ona Allah celle celâlühû’nün onu bağışladığını müjdele.’ ” Merhûm Seyyîd Muhammed Alevî Mâlikî bu haberin kaynaklarını veriyor: İmâm Nevevî, (El-Îzâh: 498, el-Mecmû’: 8/276) Ebû’l-Vefâ İbnu Ukayl, İbnu Kesîr, Tefsîru’l-Kurani’lAzîm (1/520-521), Ebû Muhammed İbnu Kudâme, (ElMuğnî, 3:556), Ebû’l-Ferec İbnu Kudâme, (Şerh-i Kebîr, 3: 495),Mensûr İbnu Yûnus, (Keşşafu’l-Kınâ, 5:30), İmâm Kurtubî (El-Câmi’, 5:265). İmâm Nevevi, (El-Mecmû’, 8:274) İmâm Nevevi, Utbî’nin bedeviden naklettiği bu beytleri, Resûlullah sallellâhu aleyhi ve sellem’in kabrini ziyâret esnasında söylemenin müstehab olduğunu söylemiştir

42 Buhârî (1010,3710), İbnu Hibbân (2561)

43 Bu i’râb ve ona dayanarak verilen ma’nâ, İbnu Hacer’in َ ْسَق ْى ال َغَم ُام } ,O. tercîhidir ُ ْست َ َض ي ْي اب َ و)/{َve ebyada yüsteskâ…) ibâresini önceki beyitte geçen {داِّ ً سي َ َك َ ق ْوٌم َ َ َ ا تر م’ /{mâ tereke kavmun seyyiden’deki {داِّ ً ْبَي َض} atfederek e’seyyidenَ } /‘سي َ {ا /’ebyeda’da mef’ûliyyet üzere nasbı râcih buluyor. [Fethu’lBârî (Dârü’l-Fikir baskısı):3/184-185] {ه ِه ِج ْو َب ِ ام ُمَغ َال ى ْ قَسَ ْ ُ ْست / {ي ‘Yüsteskâ›l-ğamâmu bi vechîhî’deki {جهْو)/{َvech)/yüz, Arab dilinde, (zât)’tan kinâye olarak da kullanılır. Buna göre, “zâtıyla bulutlardan yağmur istenen her bakımdan ak ve pâk bir insan”dan söz ediliyor.… İsteyen, te’vîle gitmeyip, “ ‘zâtı’ ile değil, ‘yüzü’ iledir” de diyebilir(!)

44 Ahmed İbnu Hanbel: (2/93), Buhârî (Muallak olarak) (1009), İbnu Mâce: (1272) Rivâyet sahîhtir.

45 İbnu Hacer, Fethu’l-Bârî (3/183), Dâru’l-Fikir,1414

46 İbnu Abdi’l-Berr, el-İstîâb, el-İsâbe kenarı (3/98-99), Dâru’lFikir, 1398

47 İbnu Kesîr, el-Bidâye (8/93-94), İbnu Kesîr bu rivâyetin isnâdının sahîh olduğunu söyledi.

48 İmâm Sübkî, Şifâu’s-Sikâm (144-145)

49 İmâm Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr (7/304, Md:1295) Dârü’l-Fikir.

50 Bu ihâle, el-İsâbe’de bulunamamıştır.

51 İbnu Ebî Şeybe, el-Musannef (6/356-357, H: 32002)

52 İbnu Hacer, Fethu’l-Bârî (3/183-185), Dâru’l-Fikir

53 İmâm Buharî, Et-Tarîhu’l-Kebîr (6/209-210), Dârü’l-Fikir.

54 Tirmizî, Sünen (H:3578) 55 İbnu Mâce, Sünen (1/157), (H:1385), Dârü’l-Ma’rife.

56 Nesâî, Amelü’l-Yevm ve’l-Leyle (204, H:663), Müessesetü’lKütübi’s-Sekafiyye,1406

57 Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve (6/166, 167,168), İlmiyye, 1405

58 Tirmizî, es-Sünen (5/569)

59 Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve (6/167), İlmiyye,1405

60 Ebû Dâvud et-Tayâlisî (9, H:37), Humeydî (1/16, H:28), Buhârî (6553), Müslim (1907), Ebû Dâvûd (2201), Tirmizî (1647), Nesâî (7/13, H:3794), İbnu Mâce (4227)

61 İmam Kevserî sözü uzatmamak içün rivâyeti bütünüyle getirmediyse de biz meselenin anlaşılmasını kolaylaştırmak içün onu hemen hemen tamamıyle almayı münâsib gördük.

62 Taberânî, el-Kebîr (9/30-31), es-Sağîr, (er-Ravdu’dDânî:1/306-307)

63 El-Heysemi, Mecmauz-Zevâid (2/279) 64 El-Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb (129 H:1008) 65 Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvveh, biri sahîh olan iki isnâd ile (6/167-168)

66 İbnu Teymiyye de bu rivâyetin sahîh olduğunu (Kâidetün Celîle:98)’de i’tirâf etmektedir.

67 Bu ibâre, rivâyetin aslındandır. İmâm Kevserî sözü uzatmamış olmak içün onu hazfetmiştir. Biz daha anlaşılır olması içün ilâve ettik.

68 Taberâni, el-Kebîr (24/351-352) ve [Taberânî, el-Evsat, (356- 357- Mecma’u’l-bahreyn), Ebû Nüaym, Hilye:3/121], el-Kebîr Tâ’lîk’ı: 24/351, [Beyhekî, Delâilü’n-Nübüvve…]

69 İmam Şafiî, el-Müsned (2/173, H:607)

70 İmâm Kevserî, bu râvîyi ‘el-Fihrî’ şeklinde zabt etmiş, Tabakât ve Ricâl kitâblarında da görebildiğimiz kadarıyla böyledir. Ancak Şifâ ve şerhlerinde, ‘el-Fihr’ şeklindedir. Allahu a’lem.

71 İmâm Kevserî, İyâd’ın haberi kendilerinden aldığı şeyhlerinin sağlam olup olmadıkları hakkında bir şey dememiştir. Ancak aşağıda da geleceği üzere, Hâfız Muhaddis Hafâcî onların güvenilir ve sağlam kimseler olduğunu söylemiştir.

72 Kesintisiz senedle Mâlik’e dayandırmayıp, Ondan rivâyet edeni atlayarak kesik bir senedle O’ndan rivâyet etti.

73 ‘O’nun senin yanındaki hâtırı ve rütbesi hürmetine senden istiyorum’, derse…

74 Ahmed İbnu Hanbel (3/21), İbnu Ebî Şeybe (15/106-107, H:29812, Muhammed Avvâme tahkîkı. Metindeki lafız, İbnu Ebî Şeybe’nindir.), İbnu Mâce (778), İbnu’s-Sunnî (84-85) ve [İbnu Huzeyme, (Sahîh’inin bir cüzü olan) et-Tevhîd (1/41- 42, M. Avvâme, Musannef hâmişi:15/106-107) Taberânî, ed-Düâ (2032, M. Avvâme, el-Musannef hâmişi:15/106-107), İbnu Menî’, Ebû Nuaym Fazl İbnu Dükeyn, Kitâbu’s-Salât (İbnu Hacer, Netâicü’l-Efkâr:1/273, M. Avvâme, el-Musannef hâmişi:15/106-107)]

75 El-Bûsîrî, Mısbâhu’z-Zücâce (132-133, H:263), Dâru’lKütübi’l-İlmiyye, 1414

76 Cerh, müfesser değildir, kınamanın sebebi açıklanmamıştır; dolayısıyla mu’teber değildir.

77 Bu köşeli parantez arası makâlenin dipnotunda yer aldıysa da onu içinde zikretmeyi münâsib gördük.

78 El-Bûsîrî, İbnu Mâce Zevâidi el-Mısbâh’ında (132-133, H:263) ve ona tâbi’ olarak es-Sindî de İbnu Mâce Hâşiyesinde (Dârü’lMa’rifeh) böyle demektedir. (1/429)

79 Alâuddîn Muğlatay, el-İ’lâm Şerhu Süneni İbni Mâce (Mektebetü Nezzâr Mustafa Bâz) (4/1316-1317)

80 Ayni hadîsi aynî Sahâbî’den rivâyet etmekte O’na uymuştur.

81 Yani, Ebû Saî el-Hudrînin yaptığı rivâyetin, bir başka Sahâbî olan Bilâl’den de gelen şâhid’i de vardır. 82 Yani hasen olmaktan aşağı düşmez.

83 Mütâbi’: Bir kişi bir râvîden bir isnâdla bir Sahâbî’den bir hadîs rivâyet eder ve bir başka kişi, aynı râvîden veya onun üstündeki râvîden aynı isnâd ile aynı hadîsi aynı Sahâbî’den aynı lafızla veya aynı ma’nâ ile rivâyet ederse, ikinci hadîse (veya râvîye) ‘mütâbi’ ismi verilir. Şâhid: Tercîh edilen meşhûr görüşe göre bir Sahâbî’den yapılan rivâyetin başka bir Sahâbî’den yapılması hâlinde ikinci rivâyet birincinin Şâhidi olur. Bazıları da “bir rivâyet, -ister bir Sahâbî’den, ister iki ayrı Sahâbîden olsun- diğerine lafızda uyarsa, mütâbi’, manada uyarsa şâhid olur” demişlerdir. Kimileri de “Mütâbi’ ve Şâhid’in ikisi de aynı manadadır” demişlerdir. [Mukaddimetü’d-Dihlevî (biraz tasarruf ile):63- 64 Dâru İbni Kesîr,1426)]

84 Allahu a’lem sahîh liğayrihî.

85 [Hafız Irâkî, İhyâ Tahrîci (1/323)], M. Avvâme, el-Musannef hâmişi:15/107

86 [İbnu Hacer, Netâicü’l-Efkâr (1/272)], M. Avvâme, elMusannef hâmişi:15/107

87 Ayrıca, şu Hadîs Hâfızları da bu rivâyeti hasen kabûl etmişlerdir: [Hafız Abdu’l-Ğanî el-Makdisî, en-Nasîha fi’lEdiyeti’s-Sahîha, Münzirî’nin şeyhi Ebû’l-Hasen el-Makdisî, -ki bunu ondan Münzirî nakletmiştir- (et-Terğîb:2/458-459), Dümyâtî, el-Metceru’r-Râbih (1325)], M. Avvâme, el-Musannef hâmişi:15/107

88 Furkan: 59 Bu cümledeki, ‘onu haberdâr olana sor’ derken, ‘sor’ fiil (yüklem), ‘sor’daki gizli ‘sen’ fâil (özne), ‘o’ ve ‘haberdâr’ kelimeleri de iki mef’ûldürler (nesnedir.) Söylenmek istenen َ َل} :şudur سأ’/ { َseele’ fiili ‘sorup bilgi öğrenmek’ ve ‘bir şey istemek’ gibi değişik manalara gelir ve her ikisi de iki mef’ûl alır. Bunlardan bilgi edinmek içün olan ‘suâl’in mef’ûl’üne {ب’/{ ِbâ’ harf-i cerri girer. Metindeki iki misâlde olduğu gibi. Ancak ‘haber öğrenmek’ içün değil de ‘bir şey istemek ve almak’ manasında olan, ‘suâl’in iki mefûl-i bih’inden hiçbirine {ِب’/{bâ’ harfi girmez. {ةَ َ َ ِ ب ِه ْ ال َع ِافي َ َل اهلل سأ’/ { َseelellâhe bihî’l- âfiyete’/ ‘Allah’dan onu istedi’ manasında değil, ‘Allah’dan onun ile (hâtırına) âfiyet istedi’ demek olur. ‘İstedi’ fiil, ‘Allah’dan’ mef’ûl, ‘âfiyeti’ kelimesi diğer mef’ûl-i bih,{هِب {ِ ‘bihî’ kelimesi ise vâsıta edinilen mef’ûl/nesne olur. Yani, ‘bihî’ lafzı ‘suâl’in iki mef’ûl-i bihinden biri olamaz; ikinci mefrûlün bih “el-âfiyete’ kelimesidir.

89 Meâric: 1

90 Meselâ, hadîsde gelen {اً ً َ ا خ ِاشع َ ِّلل ُه َّم ِ اِّن َ ى ا ْسَاُل َك َ …قْلب Ey}/‘أ Allahım!… Şübhesiz ki ben, Sen’den korkan bir kalb suâl ediyorum (istiyorum)’ şeklindeki duâda olduğu gibi. Burada ‘istiyorum’ fiil, ‘senden’ birinci mef’ûl-i bih, ‘korkan bir kalb’ de ikinci mef’ûl-i bih. İkisinde de ‘bâ’ harfi yok. Bunların dışında bir mef’ûl’e ‘bâ’ girecek olsaydı, ‘vasıtasıyla’ veya ‘aracılığıyla’ manasında olurdu. Cümleye meselâ {كِّ َ َ ِبي biِ}/‘بن nebiyyike’ kelimesini ekleseydik, ondaki ‘bâ’ ile ‘Nebin (vâsıtası) ile’ demiş olacaktık.

91 ‘Nebin ile Senden beni cehennemden korumanı istiyorum’ cümlesinde, ‘istiyorum’ fiil, ‘senden’ birinci mef’ûl-i bih, ‘beni korumanı’ ikinci mef’ûl-i bih, ‘Nebin ile’ de tevessül edilen, vesîle edinilen, ‘Nebin hâtırına’ ma’nâsında. Yoksa ‘Senden Nebîni istiyorum’ veya ‘Sana nebîni soruyorum’ gibi ‘şiddetli güldürecek’ ve ‘uzun uzun eğlendirecek’ olan manalar değil…

92 İki fiilden her biri, bir lafzı kendine bir fâil veya her biri mef’ûl veya biri fâil diğeri de mef’ûl olarak almak isterse, buna ‘tenâzu’ yani iki fiilin bir lafız üzerinde çekişmesi denir ki, teferruatı uzundur. İşin daha fazla olan nahiv inceliklerini ehline bırakıyor, ziyâde îzâha dalmayı lüzûmsuz görüyoruz. Burada şöyle denilir: {كْ َ َُل َك ِ ب َ �ح ِّ �ق َّ ال�س ِ �ائ ِ �ل� َ ين َ عَلي َ ْسأ ,deki}’أ َلُ} َ ْسأ أ’/{istiyorum’, iki mef’ûlün bih istiyor: Birincisi, şu fiilin sonundaki {ك’/{ َsen(den)’ ikincisi ise burada açıkta yok; ancak ْ ِقَذِن ِى م َن َّ الن ِار} ilerideki َ ْن ُ تن أ’/{beni ateşten kurtarman(ı)’ lafzını ْ ْقَذِن ِ ى م َ �ن َّ الن ِار} ,istiyor almak olarak mefûl َ ْن ُ تن َُل َك أ َ ْسأ ,deki}’ أ َُل َك} َ ْسأ َلُ}’ nin}’أ َ ْسأ أ‘/{itiyorum’ fiili de sonuna takılan birinci mef’ûl {َك’/{sen(den)’ başka bir ikinci mefûl olarak yine hemen ْ ِقَذِن ِى م َن َّ الن ِار} dibindeki َ ْن ُ تن أ’/{beni ateşten kurtarman(ı)’ lafzını mefûl olarak almak istiyor. Dolayısıyla iki {لَ ُ َ ْسأ أَنْ} bir lafzı} أ ْ ِقَذِن ِى م َن ِّ النارِ تن {ُlafzını kendilerine ikinci mef’ûl olarak almak istiyor ve çekişiyorlar. Nahiv mezheblerinden hangisini kabûl ederseniz edin, birinin ikinci mef’ûlü kalmıyor; birinde zamir ْ ِقَذِن ِى م َن َّ الن ِار} ,o ki zorundasınız etmek takdîr َ ْن ُ تن أ’/{beni ateşten kurtarman(ı)’ lafzına dönecektir. Şâz olan nahiv görüşleri ise meselemiz dışındadır.

93 Taberânî, (Heysemî, Mecmâu’z-Zevâid:10/159)

94 “Her zaman” ve “bazen’” ma’nâsındaki lafızlardan boş bırakılan ve “bazan” manasına gelen kalıplardandır.

95 Yani cemi/çoğul olarak “istâne edin” denilmeyip müfred/ tekil olarak “istiâne et” denilmiştir.

96 Abdülhayy el-Leknevî, Tezkiretü’r-Râşid, Mecmûatü Resâili’l-Leknevî (6/428-435) İdâretü’l-Kur’ân,1419, 1. baskı.

97 Fâtır: 22

98 Bu kitâb, yakınlarda Hüseyin Muhammed Ali Şükrî’nin gayret ve çalışmasıyla Dârü’l-Medîneti’l-Münevvere ve Dârü’s-Seyyid Abbâs Sakar el-Hüseynî tarafından müştereken basılmıştır. Trhsz.

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir