Mâtürîdî
çev. Bekir Topaloğlu
Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’nin (ö. 333/944) Kitâbü’t-Tevhîd’inden iktibas edilen aşağıdaki metin, peygamberliğin gerçekliğine ilişkin kavrayışla Tann’nın varlığının ispat edilmesi arasında bağ kurması ve konuyu dinî bilginin gerekliliği bağlamında şeriatların varlığıyla irtibatlandırması açısından dikkat çekicidir. Tanrılık (ulûhiyyet) ve peygamberliğin (nübüvvet) ispatı noktasında mucizenin konumuna kısaca atıf yapmakla yetinerek konuya başlangıç yapan Mâtürîdî, Allah’ın birtakım emir ve yasaklar koymasının gerekçelerini anlatımının odak noktası olarak belirler. Buna göre peygamberlikle birlikte ortaya çıkan emir ve yasaklar, öncelikle âlemin hikmet üzere yaratılmış olmasının bir gereğidir. Emir ve yasaklar, hem kişinin bedensel arzulara karşı koyamamağından ötürü doğruyu yanlıştan seçememe gibi muhtemel eksikliklerinin aşılması hem de kişiler arası ilişkilerde doğabilecek aşırılıkların ve sapmaların giderilmesi ve toplumsal düzenin sağlanmasıyla ilgilidir. Bu çerçevede Mâtürîdî, hikmeti merkeze koyup emir ve yasakların varlık sebebini imtihan kavramına bağlayarak dinî bilginin hem dünyada hem âhirette fayda sağlayacağına ilişkin temel kabulü peygamberlik üzerinden değerlendirir. Emir ve yasakların varlığıyla imtihanın ve âhirette görülecek karşılığın varlığı arasında kurduğu irtibat, Mâtürîdî’ye, hikmete dayalı olarak aklı işler kılmanın getireceği denge ile hikmetten uzak kalarak arzulara kapılmanın doğuracağı sorunlar arasındaki zıtlığı öne çıkaran bir çerçeve sunma imkânı verir. Bu açıdan Mâtürîdî, hikmete uygun olan ve insanın dünyadaki ve âhiretteki mutluluğunun teminatı sayılan tüm değerlerin temelinde peygamberliği görür. Nitekim peygamberliğe ilişkin bu vurgusunu, geleneğe dayalı olarak öğrenilegelen ve temel ihtiyaçların karşılanmasını sağlayan toplumsal bilgi edinme türlerinin öncesine taşıyacak biçimde genişleten Mâtürîdî, insana fayda sağlayan her bilginin başlangıçta Allah tarafından peygamberler aracılığıyla verildiğine dikkat çeker.
Bu noktada dinî bilgi, toplumsal bilgi düzeylerinin temeline konulmakta ve ona diğer bilgi türlerinin tümünü kuşatan bir değer yüklenmektedir. Söz konusu anlatımı bilgi alanından deneyim alanına taşıyan nokta ise Allah’ın verdiği nimetlere karşı bu nimetlere uygun düşecek biçimde teşekkür edebilmenin imkânsızlığına ilişkin kabuldür. Mâtürîdî’ye göre verdiklerinden ötürü Allah’a şükretmek hiçbir aklın tam olarak yerine getirebileceği ve kendiliğinden bilgisine ulaşabileceği bir düzey olamaz. Dolayısıyla nimetlere ilişkin şükürle nimetlerin sahibinden alman bilgi arasında bir gereklilik ortaya çıkmaktadır. Böylece Allah’ın verdiği nimetlere karşı ona şükretmeye yönelik tavırlar, kulluğun bir parçası olarak bilgi ve deneyim arasındaki sürekliliği sonuç verir. Çünkü hikmete dayalı olarak aklı işletmek, insanı yaratılış amacı doğrultusunda bir ilginin açığa çıkacağı ve muhtemel beşerî noksanlıkların aşılacağı bir dereceye iletir. Mâtürîdî burada —bilgi kaynaklarım ele aldığı kısımda da işlediği üzere— hem duyu verisinin hem de haberin akıl yürütmeye konu oluşu bağlamında peygamberliğin belirleyiciliğini en üst dereceye yerleştirir. Nitekim aklın kendine yeterliliğinin ileri sürülerek peygamberliğin gereksiz sayılabileceği iddiasının Allah m lütfedici oluşu üzerinden aşılabileceğini belirten Mâtürîdî’ye göre akıl, yeterlilik niteliğiyle öne çıkarılsa bile peygamberler akla yönelik bu yeterliliğin de tamamlayıcısı olarak lütfün gerçekleşme vesilesi sayılırlar. [M. Nedim Tan]
[Nübüvvetin ispata ve Gereği]
[Fakîh Mâtürîdî rahimehullah şöyle dedi:] İnsanlar risâlet konusunda çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Hidayet önderleri, hayır öncüleri ve bilge kişiler (hu- kemâü’l-beşer) onu kabul etmişlerdir. Buna mukabil, (i) Yaratıcıyı inkâr edenler, (ii) O’nun mevcudiyetini benimsemekle birlikte buyruğu ve yasağı olabileceğini kabul etmeyenler, (iii) Bunu da benimsedikleri halde insan aklının tek başına yeterli olup risâletten müstağni kılacağını zannedenler nübüvveti reddetmişlerdir. Bu inkarcı görüşlere şunu da eklemek söz konusudur: (iv) Risâlet iddiasında bulunan kişinin göstereceği mucizeleri kâhinlerin, sihirbaz ve gözbağcıların (müşa’bize) fiillerine denk tutmak da mümkündür, (v) Üstelik nübüvvet iddiasında bulunanların izhâr ettikleri olağanüstü görünümlü olaylar karşısında muhataplarının âciz kalışı, onlarda bu tür fiillerin gerektirdiği eğitim ve alışkanlığın bulunmayışı sebebine de bağlanabilir; zaten peygamber diye ortaya çıkanlar, bütün toplulukların fiil gücünü denemiş ve zorlamış değillerdir.
[İmam Mâtürîdî şöyle dedi:]
(i) Yaratıcıyı inkâr edenleri önce O’nun ispatı konusunda tartışmaya davet ederiz, çünkü O’nun peygamber göndermesini söz konusu etmek ancak varlığını benimsemenin gerekliliğinden sonra mümkün olur. Bununla birlikte peygamberlerin gösterdiği mucizelerle hem ulûhiyet hem de nübüvvetin ispatı imkân dâhilindedir. Çünkü peygamberler, durumlarım yakından bilen ve kudretlerinin nereye kadar uzanabileceğini kestiren bir topluluk içinde yetişmişlerdir. Dolayısıyla onlar, beraber yaşadıkları insanların akıllarım hayrette bırakan mucizeler getirince, böyle fevkalâde olaylar izhar etme gücüne sahip olmadıklarını bilen bu kişilere gereken şey, kendilerini elçilikle görevlendiren varlık adına söyledikleri hususlarda doğru ve samimi olduklarının bilincine ulaşmak ve bu mucizelerin o varlığın yarattığı olağanüstülüklerden olduğunu idrak etmektir; ta ki böylesinin iddia ettiği risâletin alîm ve hakîm olup kendi mevcudiyetinin delillerini icat etmeye gücü yetenden kaynaklandığı hususu gerçekleşmiş olsun ve insanlar görmeseler bile O’nun kesin bilgisine ulaşabilsin. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.
(ii) Allah’ın emir ve yasağının, vaat ve tehdidinin (vâîd) mevcudiyetini benimsemeyene göre kâinatı yaratmanın hiçbir hikmeti yoktur, kâinat sadece yaratılmak (inşa), ardından da yok edilmek (ifna) üzere Allah tarafindan icat edilmiştir. Şimdi, herkesçe bilinen bir husustur ki, fiillerinin sonucu böyle [amaçsız] olan her varlık hakîm oluş niteliğinden yoksundur. Hâlbuki birliğini ve karşı durulmaz hükümranlığım kanıtlayan birçok delili, yarattığı kâinata yerleştiren Allah’ın bu isabetli fiilleri O’nun hakîm olduğunun belgesi olmuştur, [dolayısıyla emir ve yasağının, vaat ve tehdidinin de mevcudiyetini kanıtlamıştır]. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır. Şunu da belirtmek gerekir ki, Allah Teâlâ, zâtıyla her şeyden müstağni ve fiilinde daima isabetli olduğuna göre canlıları, kendileri için belirlediği kudretin bitimine kadar varlıklarım sürdürmeleri amacıyla yaratmış; bunun yanında hayatm devamını gıdalara bağlamış, sürekliliği ve uzun ömürlülüğü de insanlara sevdirmiştir. Şayet Allah, onlara yönelik birtakım emirler ve yasaklar çıkarmasaydı, herkes arzu ve şehvetleriyle birlikte sürekliliğini ve hayatının devamım sağlayacağım umduğu şeye hızla yönelecek, hemcinsleri de aynı şeye aynı yönelişi gösterecekti. Böylece aralarında tartışma ve çekişme meydana gelecek, bu da onları birbirini ortadan kaldırmaya (tedâfıi) sevk edecekti. Bunda ise sürekliliğe vesile kılınan şeyin mahvolmaya sebep teşkil etmesi ı endişesi vardır. Şu halde, (dinî müeyyideler olarak] vaat ve tehdit içeren helalle [ haramların belirlenmesi ve emirle yasağın çıkarılması gerekli olmuştur; ta ki herkes kendisine ait olanla olmayanı birbirinden ayırsın, bu suretle de her türlü tecavüzden emin olsun ve hayatı korunmuş bulunsun.
Allah’ın emir ve yasağını ve bu suretle insanları imtihana tâbi tutmasını kabul etmeyenler dünyevî imtihanın amacını göz önünde bulundururlar. Şöyle ki, dünya imtihanlarının amacı gizli kalan [duygu ve düşüncelerin] ortaya çıkması ve perdelerin açılmasından ibarettir. Emir ve yasak çıkarmanın amacı ise bunları çıkaranın elde edeceği menfaat veya bertaraf edeceği zarardan ibarettir.
Allah, bizatihi müstağni, örtülü ve gizli şeyleri hakkıyla bilici olduğuna göre, O’nun için, sözü edilen statü çerçevesindeki denemenin, emir ve yasağın herhangi bir amacı söz konusu değildir.
[Fakîh Mâtürîdî rahimehullah şöyle dedi:] Doğru olana isabet etmek (tevfik) ancak Allah sayesinde mümkündür, açıklamalarımıza şöyle devam ederiz: Allah m emri, yasağı ve imtihana tâbi tutması biraz önce söylendiği gibidir. Şayet O, bu hususları başka amaçlarla gerçekleştirecek olsa bu fiil def edilecek bir zarar, ele geçirilecek bir fayda veya uzak kalınacak bir ayıp uğruna olacaktı. Hâlbuki Allah Teâlâ kâinatı sözü edilen bu hususlar için yaratmış değildir. İşte Onun emri, yasağı ve imtihanı da aynı konumdadır.
Bir de şu var: Söz konusu fayda ve zarar pozisyonu, muhtaç konumunda bulunup dereceleri yükselecek ve değerleri artacak kimselerin fiiline mahsustur; böyleleri başka türlü davransalar bu fiillerinden dolayı hem dünyevî zarara hem de uhrevî mutsuzluğa mâruz kalırlar. Oysaki bütün söz ve fiilleri isabetli ve bizâtihi müstağni olan Allah ne bir faydanın celbi için iş görür ne de bir zararın defi için. O’nun emriyle yasağı da bunun gibidir- Şu da var ki, yukarıda anlattığımız üzere Allah ile imtihana tâbi tutulan yaratılmışlar istiğna ve hikmet açısından çok farklı olduklarından birini diğeriyle mukayese etmek mümkün değildir. Hakim olan Allah’ın rubûbi- yet hikmetine ters düşecek bir şer işlemesi ihtimal dâhilinde bulunmamaktadır; dolayısıyla İlâhî emir ve nehyi inkâr eden kişinin sözü edilen temelsiz görüşleri ileri sürmesinin bir anlamı yoktur.
Allah Teâlâ mahlûkatı zararlı ve faydalı olmak üzere iki statüde yaratmış ve her nesneyi hem eleme hem de hazza müsait kılmıştır. O’nun yaratıklara verdiği bu konum şüphe yok ki belli hedefleri amaçlamıştır: İnsanları elem verici şeylerle (şedûid) uyarmak ve haz verenlerle (melta) müjdelemek suretiyle sakındırma (terhîb) ve özendirme (tergîft) yöntemlerini kullanmak. Ümit (roğöet) ve korku(rehbet) ilkeleri de ancak bu sayede tamamlanıp işlerlik kazanır. Başarıya ulaştiran sadece Allah’tır.
Yine, Allah mahlûkatı yaratmış ve birbirlerinden yararlanma esasım koymuştur; her şeyden müstağni olduğu için O’nun bundan elde edeceği herhangi bir fayda da yoktur. Kâinattaki zararlı şeyler de aynı konumdadır. İşte böylesinin yaratıklara yönelik olmak üzere birbirlerinden yararlanma ve zararlardan sakınma konusunda emir ve yasak çıkarması tabiîdir. Şunun da belirtilmesi gerekir ki, Allah insanları öyle yarattığı ve öylesine yatkın kıldığı için onlara yararlı olanları emretmekte, zararlı olanları da yasaklamaktadır. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.
Yine, emir ve nehiy hikmetin gereğidir. Çünkü Allah insanları en güzel biçimde yaratmış, yeryüzünde bulunan her şeyi, ayrıca hem yeryüzünün hem de semânın bereketlerini insanların emrine vermiştir. Hâlbuki onlardan, bu İlâhî lütfün, mukabelede bulunma veya kul tarafından kazanılmış bir hakkı Allah’ın ödemesi durumunu doğuracak hiçbir davranış vuku bulmamıştır. Bu tür nimetleri kıymetlerini bilmeyene vermek aklın doğru bulmayacağı bir şeydir, çünkü bu davranışta nimetleri heba edip yok yere harcamak gibi bir sonuç vardır. Şu halde insanların, sevilmeye ve teşekküre lâyık olanı tespit edebilmeleri için nimetleri vereni tanımaları gerekli olmuştur. Bundan da imtihan [yani emir ve nehiy] zarureti doğmuştur. Cenâb-ı Hak bu emir ve nehye mükâfat ve cezayı da eklemiştir ki, özendirme ve sakındırma ilkeleri yeterince etkili olabilsin. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.
Bir de şu var: Allah doğruluk ve adaleti akılların nazarında güzel, zulüm ve yalanı da çirkin göstermiş; bunların bilinci grubunu muazzam ve değerli, İkincisini ise bayağı ve değersiz olarak gönüllere yerleştirmiştir. Bu sebeple akıllar sözü edilen [doğruluk, adalet, zulüm ve yalan gibi] davranışları sergileyenlerden şerefini yükseltenleri işlemeyi emreden, sahibini küçük düşürenlerden de sakındıran bir istikamet alır. Buna bağlı olarak da aklî bir zorunluluk çerçevesinde önce İlâhî emir ve nehiy, sonra da mükâfat gereklilik kazanır, ta ki yolunda bulunan ve hakkını eda eden kimsenin insanlık şerefi (kerâmet) kemalini bulsun, nefsanî arzularım (hevâ) aklın rehberliğine tercih eden kimsenin de hak ettiği ceza gerçekleşsin.
Şimdiye kadar söz konusu ettiğimiz hususlarda peygamberlerin mevcudiyetine hükmetmenin gereği vardır; öyle ki, onlar insanlara adalet ve doğruluğun belirtileriyle bunların zıddı olan zulüm ve yalanın alametlerini göstermiş olsun, hem de mahiyeti tam manasıyla anlaşılamayan her şeyi açıklığa kavuşturmak şartıyla. Ancak bu sayededir ki beşerî davranışlar övgüye lâyık bir konum alabilir. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.
Duyulur âleminde, nefsini, şehvetler bataklığına düşmekten koruma görevini ihmal etmeye rıza gösterecek aklı yerinde birinin bulunmadığı kesindir. Aksine herkes beşerî yeteneklerini kendine zarar vermeyecek ve sonuçlan övgüyle anılacak bir çizgi üzerinde eğitip geliştirmeye özen gösterir. Şunun da belirtilmesi gerekir ki, nefsin yapısında, kurtuluş umduğu yerde kişiyi helâke götürecek ve fayda beklediği yerde ona zarar getirecek bir bilgisizlik ve hoyratlık da vardır. Bu bilgisizlik onu, bütün davranışların sonuçlarını bilen bir zâta [yani peygambere] muhtaç kılar. Ancak o sayededir ki nefsini aşağı arzularına {şehevât) terk etmeden bu zâtın göstereceği doğrultuda eğitebilir. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.
(iii) Şimdi de Allah’ın birliğini ayrıca emirle nehiy gönderdiğini kabul etmekle birlikte yukanda sözü edilen sebepler yüzünden nübüvveti inkâr edenle fikrî ‘ tartışmaya girişelim. Aslında emir ve nehyin gerekliliği hakkında risâlete olan ihtiyaca yönelik olarak yukarıda sıralanan delillerde sağlıklı ve iyi niyetli bir insan için yeterli bilgi vardır.
Bununla birlikte biz şöyle deriz: Nübüvvet mües- sesesinin mevcudiyetine aklî bir zorunluluk olarak hükmetmek vazgeçilmez bir durum arz eder; bu hem din ve dünya açısından ona olan ihtiyaç hem de —aklın bundan müstağni kalması söz konusu ise— Allah’ın lütufkârlığını kanıtlama bakımından böyledir. Şu da bir gerçek ki, dünya umurunun düzenim ve dinin , varlığını ayakta tutan ilke {kıvam) aynı konuma sahiptir. Mesela Allah insan türünü yaratmış ve fertlerini sınava tâbi tutmuş; gökten indirdiği su sayesinde kendileri için yeryüzünden besinler ve ilaçlar sağlamış, bunun yanında onlardan hastalıklar ve öldürücü zehirler de icat etmiş, zarar vereni gıda verenden ayırmak için insanların bizzat her şeyi denemelerim de —bunu yapanın ölüme sürüklenme ihtimali sebebiyle— aklen kabul edilmez bir şey olarak göstermiştir. Bu hususu denemeden bilmek de insan aklı için mümkün değildir. Şu halde, yeryüzündeki bütün nesnelerin mahiyetini Allah’ın kendisine bildireceği bir zâtın mevcudiyetine hükmetmek kaçınılmaz hale gelmiştir, ta ki alacakları besinler sayesinde insanların bedenleri hayatiyetini sürdürsün ve onlar dinî görevlerim de yerine getirsin.
İnsan aklı başlangıçta yeryüzünün ne tür ürünler ürettiğini ve bunun nasıl bir mekanizmaya bağlı olduğunu öğrenme konusunda herhangi bir imkâna sahip bulunmuyordu. İnsanlık bu konudaki deneyimini tamamladıktan ve işin özünü anladıktan sonra da —bu alandaki yararlı konumun {salâh) farklılık arz etmesi karşısında- beslenmeye elverişli olabilmesi için onu nasıl kullanacağına vâkıf olan birinin bulunması zaruret haline gelmiştir.
Bir de şu var: Yemekte de çeşitli sakıncalar mevcut olmuştur; öyle ki, ondan faydalanacak kimse kuralına uymadığı takdirde sakıncalara maruz kalabilir. Çünkü bu husus ancak kuralı bilen, ayrıca yemeğin yiyene zarar vermesi halinde zaran giderebilecek miktardaki ilaçtan ve tıp ilimlerinden haberdar olan birinden öğrenilebilir; buna bir de insanların bedeni özelliklerinin farklı oluşunu ve öldürücü zehirlerin kullanılışını da eklemek lazımdır. Ancak bu öğrenim yoluyladır ki insanlar bedeni ayakta tutacak faydalı gıdayı tespit edebilirler.
Toplumun nübüvvete olan ihtiyaçlarından biri de çeşitli sanat ve mesleklerde {hıref} kendini gösterir, çünkü insanları örtüp bir mekânda barındırmak, onları sıcaktan ve soğuktan korumak ancak bunlarla mümkündür. Bir de onlar için yaratılmış olmakla birlikte faydalanılmaya yatkın bulunmayan serkeş hayvanlar; öyle ki, bunlara ilgi duyan kişi hangi fayda için yaratıldıklarını hatta kendi yararına icat edilip edilmediklerini bilemediği gibi her bir hayvanın yaratılış amacından kaçış şeklinde sergilediği tepki karşısında bunları nasıl eğitip kullanışlı ve uysal hale getireceğini de kestiremez. Bir de toplumların gerek din gerek dünya işlerinin omurgasını oluşturan ticaret türleriyle ilgili ihtiyaçtır. Ayrıca Allah’ın çeşitli şehir ve ülkelere dağıttığı beşerî ihtiyaçlar; zira insanların hem fizik hem de psikolojik yetenekleri (tah*) içinde her bir ihtiyacın nereden sağlanacağını gösterip açıklayan herhangi bir ipucu yoktur. Bir de ihtiyaçların sağlanacağı mekânların yollan; çünkü insan aklında ihtiyaçtan gidermenin yerini gösteren bir unsur olmadığı gibi buna ulaştıran yollan gösteren bir şey de yoktur. Bir de dillerin öğrenilmesi; diller ki, insan varlığı hem dünya hayatı hem de âhireti için onlar sayesinde fonksiyoner olmuştur. Bir de [nesnelere ait] isimlerin öğrenilmesi; onlar olmasaydı hiçbir ihtiyaç anlaşılamaz ve hiçbir kimse onu gidermenin yolunu bilmeye imkân bulamazdı. Sonra üreme yöntemleri ve çocuk eğitimi bilgisi, sonra insan zihnince düşünülemeyecek gıdaların sağlanmasının yolu ve nihayet yukarıdan beri sözü edilen diller, isimler, sanatlar, tıp ve mesleklerin tamamı, şehir ve ülke yollan, hayvanların eğitimi ve kullanılma yöntemi; evet bu zikredilen hususların bizzat kendileri, temel ilkelerinin akılların çıkarımıyla (istihrâc) değil, peygamberlerin öğretimi ve yol göstermesiyle öğrenilip uygulandığının apaçık delilini oluşturmaktadır. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.
Bu söylenenlere ek olarak, bilinen ve uygulanan bir husustur ki, başlarına musibetler geldiği ve önemli olayların çemberinden geçtiklerinde insanların bir kısmı diğerine başvurmaktadır; bunun sebebi de -kanaatlerince üstün bilgiye sahip olduklarından— düşüncelerinden yararlanmak ve görüşleri doğrultusunda hareket etmektir. Bundan başka insanların birbirlerine çeşitli edebî ilimleri öğretmeleri, ayrıca kitap okumaktan ve düşünürleri (hukemâ) dinlemekten elde ettikleri birikimleri başkalarına aktarmaları da söz konusu edilmelidir. Bu da insanların başkalarından yardım alma ve ihtiyaçlarım yerine getirme konularında kendi akıllarını yeterli bulmadıklarını gösterir. Bu sebeple iyi niyetli ve doğru sözlü bir öğütçüye (nasihat) başvurmak aklî bir gereklilik olarak ortaya çıkmıştır. Bu realite insanların, başvurdukları kimselere peygamberler aracılığı ile bazı ilimlerin ulaştığı yolundaki kanaatine bağlıdır. Din ile dünya işleri buna dayandığı gibi sihir ilmi de buna nispet edilir. Bazı nesneleri (büyü veya tedavi amacıyla] çeşitli işlemlere tâbi tutma bilgisiyle din ve servet (emvâl) düşmanlarıyla savaşma tekniklerinin hepsinin, dış görünüş itibariyle doğrudan şifahî nakillerden veya bunlardan oluşturulan yazılı metinlerden elde edildiği kabul edilir. Bunun da başlangıcı alîm ve hakim olan Allah’tan [peygamber aracılığıyla] gelen öğretime bağlıdır.
Nübüvvetin mevcudiyetine aklî zorunluluk çerçevesinde hükmetmeyi gerekli kılan hususlardan biri de şudur ki, nimet ve lütuf sahibini tanıyıp teşekkürde bulunmanın yerinde bir davranış olduğu, onu inkâr edip nimetine karşı nankörlük göstermenin de çirkin bir fiil niteliği taşıdığı aklen belirginleşmiş bir husustur. Kişinin, duyularından herhangi biriyle algıladığı hiçbir şey yoktur ki, Allah’ın hem o duyunun sağlıklı oluşunda hem de algıladığı nesne üzerinde algı sahibinin kavrayamayacağı kadar nimetleri olmasın!
Bütün bunlardan başka İlâhî lütuf ve nimetler açısından nübüvvetin gerekliliği konusunda ortaya konacak iki söylem (ibare) daha vardır. Birincisi, nimet verenlerin teşekküre hak kazanmasının farklılık arz etmesi ve sunulan nimetlerin değişik değerler taşımasıdır; öyle ki, bu nimetleri, yaratandan başka hiçbir kimsenin bilgisi kuşatamaz. Buna bağlı olarak da yaratıcıdan başka hiçbir akıl nimetlerin hakkını tam mânasıyla eda etmenin yolunu bilemez. Şu halde, nimetlerin sahibinden bilgi alıp akla haber verecek birinin [yani peygamberin] bulunması gereklilik kazanır. Diğeri, söz konusu nimetler duyulara taksim edildiği ve her duyuya payı ayrıldığına göre, her bir duyunun, yapısında bulunan ilâhı nimetlerin şükrünü eda edecek konumda kullanılması icap eder. Bu tür nimetlerin değerini bilmek istersen duyu organı özürlü olan birini göz önünde bulundur, muhtemelen böylesi bu uğurda dünyayı feda etmeyi göze alacaktır. Sonuç olarak belirtelim ki, her bir organda bulunan nimetlerin eda edilmesi gereken şükrü akıl yoluyla kestirilemez. Şu halde, Allah’tan haber getirecek bir aracının mevcudiyetine hükmetmek kaçınılmaz hale gelmiştir.
Yine, Allah insan türünü her bir organım [sonuna kadar] kullanabilecek bir yapıya sahip kılarak yaratmış, bunun için de eklemlerine esneklik vermiştir. Bu sayede insan avuçlarını kapatıp açabiliyor, veriyor alıyor, eklemlerini büküp doğrultmak suretiyle çeşitli pozisyonlar alabiliyor ve farklı eylemleri gerçekleş- tirebiliyor. Şayet O, insanı bütün bu imkânları kullukta kullanmak üzere yaratmış olmasaydı ondaki iş görme ve faydalanma gücünü hayvanlarda ve kuşlarda olduğu gd» sınırlı tutardı. Sonuç olarak insanın kulluk için yaratıldığı ortaya çıkmış oldu. Buna göre her bir organa ait ibadetin niteliğini açıklayacak birine ihtiyaç vardır.
Aklî zaruretin peygamberlere olan ihtiyacı gerekli kılması açısından nübüvvet konusundaki hareket noktası birkaç yöne açılmaktadır. Birincisi, insanlar arasındaki belirgin anlaşmazlıktır. Bunun yanında herkes kendinin gerçeğe ve doğruya en yakın olduğunu ileri sürdüğü halde insanlar arasında hakemlik görevini ifa edecek ve anlaşmazlığa düşenlere gönüllerini birleştiren ve söylemlerini (kelime) tek ses haline getiren çözümleri gösterecek birinin bulunmadığı da ittifakla kabul edilmektedir. Bilindiği üzere anlaşmazlık her türlü bozukluğun temeli ve her türlü çöküntünün başlangıcıdır ve bütün bunlar akılların onaylamayacağı şeylerdir. însan aklının varabildiği nihaî nokta, kendini destekleyecek ve yaratılış amacını oluşturan dirliğe (salâh) ve bilgiye yönlendirecek birine başvurmaktan ibarettir. Malumdur ki bu hususu akıllan yaratıp varlık alanına çıkarandan daha iyi bilecek biri de yoktur. Bu düşüncenin seyrinde yaratıcı nez- dinden geldiğini bildiren bir peygamberin mevcudiyetine hükmetmenin gereği vardır. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.
Diğer bir delil de şudur: Bilindiği üzere âlimler dinin ve dünyanın yararına olan hususları tespit etmekte kendi aralarında farklılık arz ederler; birinin yanında bulunan bilgi diğerinde bulunmamaktadır. Bu böyle olunca, kullarının yanında bulunmayan fakat onların yararına olan bilgilerin Allah nezdinde mevcut olduğunu reddetmeyiz. O, bu bilgiyi peygamberleri aracılığıyla kullarına ulaştırır. Yardım Allah’tandır.
Diğer bir delil: Üzerinde durduğumuz husus iki ihtimalden birine açıktır: Kişi ya aklının gösterdiği yola başvuracak veya kendinden daha akıllı olanların gösterdiği yolu benimseyecektir. İsabetli olan birincisi ise muhtelif akılların ortaya koyduğu farklı sonuçlan uzlaştırmak, ayrıca kendi aklıyla hükmeden herkesin isabet ettiğini söylemek icap edecektir. Böyle bir pozisyondan aklına güvenen her din mensubunun haklılığını onaylamak gibi bir sonuç çıkar ki, görüş ve telakkilerin çelişkili olabileceği gerçeği karşısında bunun imkânsızlığı ortadadır. Şayet ikinci alternatif doğru ise tercih edilen kişinin aklı Allah nezdinden insanlara gelmiş bir elçi konumuna geçer, bu durumda akıl sahibinin şahsiyetini bize tanıtacak bir delile ihtiyaç doğar. Fakat bu kişinin Allah’tan alıp haber verdiği konularda doğruluğunu ispat edecek konumuyla, kendi aklına dayanarak söylediği her şeyin isabetli olduğu konumunu ayıracak bir kriter bulunamayacaktır. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.
Bir de şu var: Bilindiği üzere dünya meşgaleleri ve bu meşgalelerin akıllan sarması onların sağlıklı çalışmasını aksatır. Bunun yanında kederler, insan yapısına yerleştirilen çeşitli sıkıntılar, ayrıca muhtelif hayat sahnelerinin acıları ve sayılamayacak kadar faktörler… Bunların hepsi insan aklım meşgul etmekte ve onu küçük büyük, gizli aşikâr her bir alandaki gerçeği kavramaktan alıkoymaktadır. Nefsanî arzuların egemenliği, dünyevî emel ve lezzetlerin çokluğu da ayrı bir rol oynamaktadır. Bu sebeple insanlara yol gösterecek ve belirsizliğin baş gösterdiği durumlarda gerçeğe kılavuzluk edecek bir Allah elçisinin bulunması zorunlu hale gelmiştir. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.
Allaha hamd ve senâlar olsun ki, şimdiye kadar yaptığımız açıklamalarla insan aklının peygamberlere olan ihtiyacını, onları benimsemenin gereğini ve aklın her şeyi kavrayamayacağını dile getirmiş olduk. Bu meselenin temelinde iki yöneliş (uec/ı) vardır. Birincisi, Allah Teâlâ her idrak sahibi için sayesinde algısını gerçekleştireceği bir vasıta [organ] yaratmıştır, bu organların her biri hariçten gelecek yardımcı sebepler olmaksızın idrak fonksiyonunu bizzat yürütür. Bununla birlikte duyu organına bazı arızalar da gelebilir. Şüphe yok ki, bu tür arızalan yardımcı maddelerle gidermek ve orgam fonksiyoner olmasına engel olan karşı faktörlerden korumak kişi için gerekli olan bir ödevdir. Ancak bu sayededir ki organ, idrakin üstesinden gelebilir. Bunun yanında uzaklığın algıyı engellediği ve görülecek nesnenin saydam veya küçük olmasının da gözün tam anlamıyla görev yapmasına mâni olduğu da bilinmektedir. Akıl da aynı konumdadır, zira o da yaratılmış bir bilgi sebebi olup diğer idrak vasıtaları gibi onun da sınırı vardır. Akla da diğerlerine gelen arızalar isabet edebilir, bunun yanında inceleyeceği konuların kapalı ve karmaşık oluşu söz konusudur. Aklın dayanaklarından biri de sebep ve ilkeleri araştırmaktır. Bu konunun doruk noktası düşünürlerin (hukemâ) sözlerinden nakledilenlerdir, içlerinden gerçeğe yegâne isabet edeni ise sunduğu hikmete [mucize türünden] kesin kanıt getirebilendir. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.
Diğer bir yöneliş ise şudur: Aşkın övgülere mazhar bulunan Allah, duyu dışında kalan her şeyin idrak ediliş vasıtasını iki alternatife ayırmıştır. Birincisi kişinin duyu yoluyla algıladığı şeyle istidlâlde bulunmasıdır; bu da duyuyu aşan şeyin duyumla ilişkili olduğu zaman gerçekleşebilir, dumanın ateş, aydınlığın güneş ve -yazı ile bina örneğinde olduğu gibi- fiilin meydana getirdiği eserin faille ilişkisi gibi. İkincisi duyu ile algılananı aktaran haberdir, uzak ülkeler, değişen haller ve meydana gelen olaylar gibi ki, bu husus bütün akıl sahiplerince malumdur. İnsan cins, ayrım (faal) ve türlere, ayrıca tıp, lisan, sanatlar, savaşlar ve benzeri hususlara bu sayede vâkıf olur. Emir, yasak, özendirme ve sakındırma (va‘d ve va*îd) türünden olup delili duyuya dayanmayan hususların idraki de haberle mümkündür; bu da mubah, haram ve konumu aynı çizgide bulunan çeşitli hallerden ibarettir; bu gibi konularda haber yöntemini geçerli kılmak gerekmektedir. işte bu ikinci alternatifte risâletin gündeme getirilmesi gereklidir.
Şunu da belirtmeliyiz ki, esaslar [yani aklî hükümler] üçtür: İmkânsız (müm- teni*), vacip ve ikisinin ortası olan mümkün. Âlemin bütün işleri bu esaslar üzerinde yürür. Aklî açıdan vacip, aksine herhangi bir haberin gelemeyeceği bir konumdadır, imkânsız da aynı durumdadır. Mümkün farklı konumların bulunduğu bir alandır, çünkü o, halden hale, elden ele ve bir mülkiyetten diğer bir mülkiyete intikal eden bir şeydir. Mümkünde herhangi bir alternatifin vacip kılınması veya imkânsız olması akıl açısından söz konusu değildir. Peygamberler her konumda mümkünün tercihe şayan olan alternatifinin açıklamasını getirirler. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.
(iv) “Peygamberlere ait mucizelerin kâhinlerin ve sihirbazların gösterdikleri harikalar ve maharetler konumunda düşünülebileceği” yolunda nübüvvet münkiri tarafindan ileri sürülebilecek eleştiriye gelince, söz konusu olağanüstü hallerden her birinin kendi mahiyetini bildiren ve durumunu ortaya koyan alametleri vardır, [bu sebeple de bunları birbirine benzetip karıştırmak söz konusu değildir]. Şu da var ki, nübüvvete karşı fikir beyan etmek ilke olarak yanlıştır, çünkü nübüvvet münkiri ya herhangi birinin haberim tasdik eden bir anlayışa sahiptir, bu durumda onun tasdiki kendi aleyhine bir eleştiri unsuru olur veya asla hiçbir şey kabul etmeyen biridir, bu pozisyonda da kendi inkârım dile getiren haberi muteber olmaktan düşer.
Bir de şu var: Kâhinlerin ve sihirbazların gösterdikleri marifetlerin mucizelerle karşılaştırılması sırasında bu marifetlerin müşahedeyle sabit olmuş gerçeklere ters düşmesi nübüvvet münkirinin ileri sürdüğü iddialardan daha bariz bir hakikattir. Bu realite karşısında müşâhe- deye dayanan bilginin reddi gerekmediğine göre nübüvvet münkirinin sözünü ettiği husus nasıl gerekli olabilir? Onun, peygamberler asrının dışında kalan zamanlan göz önünde bulundurarak yönelttiği eleştiriye gelince, bu eleştiri haberlerin ilke olarak kabul edilmesini ilgilendiren bir söylem olup bir yönüyle kendini de bağlamakta ve itiraz çabalarım boşa çıkarmaktadır.
Nübüvvet münkiri “Peygamberlik iddia etmek [veya nübüvveti onaylamak] aklın kabul etmeyeceği türden bir övgü hareketidir” şeklindeki iddiası sebebiyle de tartışmaya çağrılır. Bu, aklın ve tabiatın gerekleri açısından anlayışı şu seviyede olan kimse için isabetli bir iddiadır: Öylesi bütün gerçekleri nefsinin hoşlandığı ve tabiatının zıddından nefret ettiği şeylerden ibaret görür. Oysaki bu davranış hüküm ve gerçekleri mahiyetlerinden çıkarıp değiştirir ve söz konusu kişinin vardığı yargıların aklı tam manasıyla anlamayışının ürünü olduğunu kanıtlar. Böylesinin yapması gereken şey akim hakikatini bilmesidir. Bu takdirde aklın vereceği kararla önce söylediğinin yanlışlığını anlayacak ve akıl ile hevâyı birbirinden ayıramadığı için kendini suçlayacaktır. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.
Şayet akılda nübüvvetten müstağni kalma özelliği bulunsaydı bile, lütuf ve keremde bulunma açısından peygamber göndermek yine de yerine olurdu. Çünkü Allah lütufkârlıkla nitelendirilmiş olup, kullan bu lütufkârlık içinde hayatlarım sürdürür giderler. Allah Teâlâ’nın hiçbir nimeti yoktur ki, kullan ihtiyaçlarının ötesinde onunla süslenip güzellik kazanmış olmasın; mesela iki kulak, iki göz ve bedende birden fazla olan her organ gibi; sonra nimetlerin çokluğu, sonra da icat ettiği bunca tevhid ve risâlet kanıtları, bunların daha azmin yeterli olmasına rağmen. Yine daha azının yetmesine rağmen birçok meyve ve ayrıca lezzet vasıtaları.
Şimdi, eğer akılda yeterlilik bulunsaydı bile, yine de bu alandaki yeteneklerinin mahdut olması söz konusudur. Bundan başka Allah’ın üstün özellikler ve zihin açıklığı verdiği fikir adamlarıyla çeşitli istişarelerde bulunmak suretiyle yardım alması gerekir, bir de aklın bütün gayretini sarf edeceği sürekli bir çalışma endişesi. Bu durumda peygamber göndermede kulların işini kolaylaştırıp hafifletme faktörü vardır, bu ise büyük nimetler statüsünde yer almaktadır. Böylesi bir nimet karşısında nankörlükte bulunmak, kişinin ahmaklığım ve bela zannedecek kadar nimetlerden habersiz oluşunu gösterir. Bir de hayatı düzenleyen akılların birçok meşgalelerinin bulunması yanında onları örten nefsanî arzular da vardır. Bu realite karşısında peygamber gönderilmesi insanlara yönelik bir yardım ve yol gösterme fonksiyonu oynar, bu da akılların yaratılıştan temayül göstereceği bir husustur. Yine peygamber göndermede hatırlatma, insanları uyarma ve yanlış yola dikkat çekme faydaları vardır. Bu durum kişileri istidlâle özendirir, akıllarını kullanıp tefekkürde bulunmalarına çagırır. Aslında sözü edilen yöntem bütün dünya işlerinde ve hükümdarların yönetim biçimleri alanında bilinip benimsenen bir husustur. Şimdiye dek söylenenlere ilave edilmelidir ki, nefsanî duygu aklın rakibi kılınmış, ayrıca bu duygu insana özgü arzu ve şehvetlerle bunları cazip gösteren şeytanlardan oluşan yardımcılarla desteklenmiştir. Bu realite karşısında akıllara da bazı yardımcıların verilmesi nasıl yadırganabilir? Bu görevin en uygun elemanları da peygamberlerdir.
Nefsanî duygunun bütün faktörleri duyulur âlem çerçevesinde yanı başımızda iken hak yolda ilerlemenin bütün faktörleri duyular ötesindedir (gâı’6). Zira öğüt verenin bütün fonksiyonu mükâfatla cezayı hatırlatmak, aşağı arzulardan ve gayrimeşru zevklerden uzak kalmayı salık vermekten ibarettir. Bu ise insan yaratılışına ve nefsanî duyguya zor gelen bir şeydir. Bu sebeple kendilerini müşâhede etmenin âhireti hatırlatacağı bazı kişileri [yani peygamberleri] görmek suretiyle hak yolda ilerleme çabasına destek vermeye ihtiyaç duyulmuştur. Bu kişiler ebediyet yurdunun kolaylıklarını ve zorluklarını dile getirip anlatırlar. Bu suretle de duyu ötesi müşâhede edilmiş âlem konumuna girer ve erdemli davranış insan yaratılışıyla uyumlu bir kolaylık kazanır. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.
Nübüvvet konusuna yapılan temel yaklaşımlardan bir başka türü de kendilerine has ispat vasıtaları ve burhanlarıyla peygamberlerin fiilen mevcudiyetidir. Öyle ki, bütün nübüvvet münkirleri, hiçbirinin elinde peygamberi yalanlamaya yarayacak, hiç olmazsa “gerçeğe karşı inadına direnenler” sıfatını kendisinden bertaraf edecek bir delilinin bulunmadığını pekâlâ bilirler. Hâlbuki onlar peygamberlerin ortaya koydukları delillere alternatifler bulma konusunda birçok imkâna sahip olmuş, onları bazen büyücülük, bazen de başka yakıştırmalarla itham etmişlerdir. Yine onlar Allah elçilerinin nurunu söndürme uğruna bütün dünyevi imkânlarını ve canlarını feda etmiş fakat elçilerin daha belirgin hale gelip üstünlük sağlamalarından başka bir sonuç müşâhede edememişlerdir. Hatta Allah bütün insanları peygamberlere iman edenlere muhtaç kılmıştır; şu sebeple ki, insanlar müzminlerin kendi kendilerine yeten bir sisteme sahip oldukları bilgi ve kanaatini taşıyor ve kendi durumlarının da onlardan esinlenerek düzeleceğini, birlik ve beraberlik içinde olacaklarını umuyorlardı. Zaten dünya hükümdarlarının yönetim anlayışı da (siyâsât) bu çizgi üzerine yürümektedir.
Uygulayacakları hukukî ve sosyal düzeni (şerî‘at) olmayan ve bütün işlerine mesnet kabul edecekleri bir esası bulunmayan bir topluluğun varlığım sürdürmesi mümkün değildir. Artık bu tür toplumlara birinin yol göstermesi kaçınılmaz bir durumdur, Allah’ın insanları yaratmasıyla birlikte, onlar için, sayesinde barış ve huzur içinde olacakları bir yöntem de belirlediğim bilen biri. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.
Ercan Alkan, M. Nedim Tan – Din Felsefesinin Ana Konuları, Cilt 2,syf:106-118
[*] Kaynak metin: Mâtürîdî, Kitâbü’t-Teuhîd: Açıklamalı Tercüme, çev. Bekir Topaloğlu, İstanbul. ISAM Yayınlan, 2018, s. 347-363. Çeviri, tahkikti neşirle (nşr. Bekir Topaloğlu & Muhamm^ Aruçi, İstanbul: İSAM Yayınlan, 2018) karşılaştırılmış, parantez içerisinde kavramların orjp’ nalleri eklenmiştir ve tercümede küçük değişiklikler yapılmıştır.
0 Yorumlar