Medeniyetin oluşumunda Sünnetin yeri konusuna medeniyet ve Sünnet, kavramlarını tanımlayarak açıklık getirmenin isabetli olacağını düşünmekteyim.
Medeniyet
Medeniyet kavramının birçok farklı tanımı yapılmıştır. Bu tanımlardan bazıları kültürü de medeniyet kavramı içinde ele alır. Ancak kültür, bir milletin yaşamasını kolaylaştıracak olan bilgi birikimi; medeniyet de bu kültürün maddî alanda ortaya çıkışıdır. Yani medeniyet, bir anlamda maddî kültürdür. Toplumların, gayelerine ulaşmak için birer vasıta olarak kullandıkları sosyal, hukukî ve ticarî kurallar da medeniyetin bir parçasıdır. Medeniyet “günlük yaşantıda kullanılan maddi norm, alet, ve vesilelerin tümüdür.” Medeniyet için böyle bir tanımı yeterli görürsek şöyle bir yargıya da hak vermemiz gerekir: “Tarih boyunca yeryüzünde varlık göstermiş birçok medeniyet mevcuttur. Bu medeniyetleri aslında iki grupta değerlendirmek mümkündür. Birisi, hayatlarını vahyin ışığında düzenleyen toplumların vücuda getirdiği medeniyet; diğeri de müşrik ve putperest toplumların medeniyeti.”
Sünnet
Sünnet, Islâm’ın kavranması ve yaşanması çerçevesinde Hz. Peygamber’in ortaya koyduğu söz, fiil ve onay şeklinde tecelli eden yorum/dünya görüşü ve önderlik demektir. Bir başka İfâde ile Hz. Peygamber’in dünya-âhiret değerlendirmesi, takip ettiği yol ve gidişâttır.
Bu tarif ve tanımlar yakından incelendiğinde, tekbir olgunun biri kavram bazında, diğeri vahiy ve peygamber merkezli iki ayrı ifâdesiyle karşı karşıya olduğumuzu anlamakta gecikmeyiz. Çünkü medeniyet, özünde insana endeksli bir olgu ve gerçek olmaktadır. Peygamber yaşayışı ve önderliği demek olan Sünnet ise bu olgunun uygulama/gerçekleşme sürecini ve biçimini anlatır. Bir başka ifâde ile söylersek Islâm’da hem bireysel hem toplumsal dönüşüm ve gelişimin adı Sünnet’tir. Yani gelişimi, bütün boyutlarıyla medeniyeti, Sünnet temsil etmektedir. Ya da Islâm medeniyeti, ilkesel bazda vahyin, uygulama ve pratik anlamda Sünnet-i Seniyye’nin ürünüdür. Çünkü Kitap, Islâm’ın ilkesel/teorik, Sünnet ise davranışsal/pratik kaynağı ve sunumudur. Bu açıdan bireysel ve toplumsal kimlik ve gelişim, pratik sunuma uyumla tezâhür eder. Bu da Sünnet’in inşâ/oluşturma, geliştirme işlevinin, rehberliğinin, olmazsa olmaz bir nitelik ve konuma sahip olduğunu gösterir.
Kitabın ve dolayısıyla Islâm’ın 23 yıllık bir süreçte ikmal edilmiş olması, beşerî imkân ve şartların, bir başka ifâdeyle beşerî tecrübenin dikkate alındığı gerçeğini yansıtmaktadır. Beşerî tecrübe, beşer öncüler olmadan oluşmayacağına göre, onun zaman içinde nasıl değerlendirileceği de beşer elçi/öncü kılavuzluğu ile ancak mümkün olabilir.
Buraya kadar söylediklerimizi şöylece özetlemek mümkündür: Sünnet, muhataptan açısından nesne değil, öznedir. Bir başka deyişle Sünnet, vahy-i ilâhî’nin hayata müdahale formu /şeklidir.
Sünnet, sabit inançlar ve değişip gelişen ahkam ayakları üzerinde hükmünü icra eder. Bu açıdan onu, bir ayağı daima sâbit, ötekisi ise ona bağlı olarak farklı çaplarda daireler çizen bir pergele benzetmek mümkündür. Birincisinden sonuncusuna kadar peygamberlerin Sünnet’inin temelde işlevsel konumu budur. Hz. Peygamber’in Sünnet’inin işlevi ve müdahalesi, görev çerçevesi gereği evrensel, yürürlük süresi noktasından da hem yöresel ve tarihî hem de kıyamete kadar geçerli nitelik ve ilkeler, uygulama örnek ve seçenekleri içermektedir.
Tarihçe
Medeniyet ve kültür tarihinde yapacağımız düşünsel bir gezinti bize insanlık tarihinin kaydettiği değişmeler ve gelişmelerin gerçekte hep peygamberler önderliğinde, onların tevhide endeksli ve inanç öncelikli bir söylem ve eylem uyumu içindeki eğitiminden geçmiş inanan insanlar tarafından benimsenen dünya görüşü ve bu görüşün sonucu olarak yaşanan hayatın ve ortaya konan gayretlerin ürünü olduğunu gösterecektir.
Daha açık söyleyecek olursak dinler, birer medeniyet kaynağıdır. Söz konusu medeniyetin inşa ve geliştirilmesi, o dini getirip kuran peygamberin yaşam biçimiyle doğrudan ilgilidir. Nitekim bütün Peygamberler medenî insanlardan seçilmiştir. Bizim medeniyetimizde
Kitap, Sünnet-i seniyye ve Hz. Peygamber’in kişiliği kurucu, belirleyici ve koruyucu öğelerdir. Gerek Hz Peygamberin kişiliği gerekse yaşam biçimi demek olan siyret ve Sünnet-i Seniyye, medeniyet pratiği olarak birinci dereceden önem arz eder. Zira ilkeler, uygulama ile hayatiyet kazanır. Uygulama, hem bireysel hem de toplumsal anlamda örnek ve önderlik demektir. Bunun “evrensel çapta” olması ise bütün medeniyetlere yönelik bir örnekliktir. İşte bu son nokta bizim dinimizin, peygamberimizin ve Sünnet-i Seniyye’nin en belirgin ve benzeri olmayan niteliğidir.
İslâmiyet, amacı insan hayatını yücelterek onu her türlü ilkellik ve barbarlıktan uygarlığa çıkarmak olan bir medeniyet dinidir. Sünnet de bunun yol ve yöntemidir.
İslâm’ın geliştirmeye çalıştığı medeniyet, hayatın sadece maddî tarafını, insanın da sadece fizikî yönünü ve dünyanın birtakım geçici zevklerini önemseyen diğer medeniyetler gibi değildir. Onlar dünya hayatını düzene koyup dünyaya ait bilim ve teknikte ulaşabilecekleri en üst noktayı elde etmeyi arzular. Islâm medeniyeti ise “Böylece sizi orta bir ümmet kıldık.”(Bakara,143)buyrulduğu gibi insan ve eşyayı kapsayan bir kemâl, bir orta yol (itidal) ve adâlet medeniyetidir, Bu medeniyette Allah’in emirlerine saygı (et-ta’zîm lî emrillah) ve Allahın yarattıklarına şefkat (veş-şefekatü alâ halkillah) diye ifâde edilen hayat/ahlâk anlayışına ilaveten âhiret inancı ve hesap verme kaygısı fevkalâde etkin iki ilkesel boyutu oluşturur.
Medeniyet-Bedeviyet
Öte yandan bilmekteyiz ki medeniyet de bedeviyet de insan için geçerli kavramlar ve yaşam türleridir. Pek tabiî olarak her medeniyet kendi insan tipini oluşturur. Oluşan insan tipi, ait olduğu medeniyeti yaşatır ve geliştirir, insan, düşünce-duygu-davranış düzeyi ve uyumu noktasında yara aldı mı doğal olarak insan ürünü olan medeniyet de yaralanmış olur.
İnsanlığın geleceğine talip her düşünce ve inanç sistemi ise kendisini o günlere taşıyacak olan yeni nesillere kendi istikbali olarak bakar; ona göre değerlendirme, eğitim-öğretim yapar ve bu alanda sürekli gelişim projeleri hazırlar ve uygular.
Medeniyetin anlayış, ahlâk/yaşayış ve inşa/gerçekleş-tirme gibi üç temel kavram ve uygulama ile alâkası açıktır.
İslâm dini bu tespitlere bir de “iki dünyanın mutluluğu” hedef ve boyutunu ilave etmiş, hale ve geleceğe yönelik düşünce, tasavvur, tahayyül ve uygulamaları uhrevî mutluluk veya mutsuzlukla ilişkilendirerek konuya daha bir derinlik kazandırmış, onu daha anlamlı kılmıştır. Bu gerçek, dinimizde “âhireti aramak, dünyadan da nasibini unutmamak”(Kasas,77)diye formüle edilmiştir. “Ey Rabbimiz, bize bu dünyada da iyilik, âhirette de iyilik ver. ” âyeti(Bakara,201) ve duâsı da Müslümanların dünya görüşünü ve medeniyet anlayışını özetler niteliktedir.(1)
“Medeniyetin temel kaynağı hayat” olduğuna göre, hayata ve dünyaya yönelik düşünce ve telakkiler hayatın ve medeniyetin sınırlarını da doğal olarak belirler. Özetle İslâmiyet’in, iki büyük din olan Yahudilik ve Hristiyanlıktan çok farklı boyutlarda hayatı kucakladığını, farklı bir dünya görüşüne sahip olduğunu anlamakta güçlük çekmeyiz. Bu farkı şöylece ifâde etmemiz mümkündür: “İslâm, ne Hris-tiyanlık gibi hayata siyah bir gözlükle bakar ne de Yahudilik ve materyalistler gibi -obur birinin yemeğe olan aşırı hırs ve iştihasına eş- taşkın bir önem verir. İslâm, dünyaya tapmaz, onu ‘daha yüksek ve sonsuz bir hayat için aşılması zorunlu bir aşama’olarak görür ve ona saygı duyar.”
Hz. İbrahim ve oğlu İsmail’in, “Ey Rabbimiz! Neslimizden sana itaat eden bir ümmet çıkar… Ey Rabbimiz! Onlara içlerinden senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları (inanç ve yaşayış yanlışlarından) temizleyecek bir peygamber gönder.. ”(Bakara,128-129) diye yaptıkları ortak dua, aslında bir elçi isteği gibi görünen yeni bir dünya, yeni bir medeniyet temennisidir. Baba-oğul bu iki peygamber, yeni dünyayı yani medeniyeti bir peygamberin inşa edeceğini ve dolayısıyla Sünnet’in medeniyet kurucu rolünü dile getirmiş olmaktadırlar.
Sevgili Peygamberimiz, Taif yolculuğu dönüşünde, kendisine Mekke’de âdeta nefes aldırmayan zalim Mekke müşriklerine nasıl bir ceza verilmesini istiyorsa bildirmesini, şayet isterse Ebû Kubeys ve Kuaykıân adındaki iki dağın Mekkelilerin tepesine geçirilivereceği ve onların toptan helak edilecekleri Cebrail tarafından bildirilince şöyle diyecektir: “Hayır ben, onların toptan helak edilmelerini değil, Allah’tan, bunların soyundan yalnızca Allah’a kulluk edecek muvahhid bir nesil getirmesini diliyorum.(2)
Hz. Peygamber bu cevabıyla Islâm medeniyetinin Allah’ın birliğine inanıp sadece Allah’a kulluk edecek (muvahhid) nesiller üzerine bina edileceğini açıklamış ve İslâm’da medeniyet projesinin özünü “tevhid” inancının oluşturduğunu, bu ilkeye uygun olarak yetiştirilecek nesillerin medeniyet kuran iradeyi temsil edeceğini çok açık bir şekilde ortaya koymuştur. Çünkü medeniyetin ruhsal temeli inançtır, beşerî temeli ise o inancı ve o inançtan kaynaklanan değerleri paylaşan toplumdur. Nitekim medeniyetin çekirdeğini “bir arada yaşamak” yani toplum teşkil etmektedir. Toplumun olmadığı yerde medeniyetten söz etmek mümkün değildir.
Sünnet’in Temel İşlevi
Şah Veliyyullah ed Dihlevînin (1176/1762) tesbitiyle söyleyecek olursak Peygamberlerin ortak meşgale alanları ikidir:
a.Nefsin terbiyesi
b.Toplumun yönetimi
Bütün peygamberler diğer konularla bu iki nokta ile ilgileri ölçüsünde meşgul olmuşlardır.(3)
Öyle sanıyorum ki Şah Veliyyullah’ın bu tespiti, medeniyet kavramının içeriğini açıklayıcı niteliktedir. Zira nefsin terbiyesi, bireysel gelişmeyi; toplumun yönetimi de toplumsal gelişmeyi ikisi birden medeniyeti ifâde etmektedir.Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîmde bir yandan “göz aydınlığı olacak nesiller”(Furkan,74) istenmesi tavsiye edilirken öte yandan “müttakîler toplumu” ve böylesi bir toplumun önderliğinin temenni edilmesine dikkat çekilmektedir. Burada söz konusu olan “müttakîler”, bize göre gerçek anlamda eğitilmiş, belli bir düzeye erişmiş “medenî kişiler” mâna- sındadır. Bu da Islâm’ın yetiştirmek istediği insan tipini ifâde eder. Zaten “Allah katında en değerli olanlar da en müttakî, Allah saygısı en yüksek olan kimselerdir.”(Hucurat,13)
Sünnet, bireysel planda ve nihâî anlamda işlevsel olarak, “görüldüklerinde Allah’ın hatırlandığı insanlar” yetiştirmeyi hedeflemiştir. Zira Hz. Peygamber, ashâbına “en iyileriniz, en hayırlılarınız” diye böyle bir olgunluğu/ kemâli işaret buyurmuştur. “(4)Aramızdan, bizim sıkıntıya düşmemiz kendisine ağır gelen, bize düşkün, mü’minlere karşı pek şefkatli ve merhametli” olduğu(Tevbe,127) Rabbimiz tarafından bildirilen Peygamber aleyhisselâmın söz konusu beyânı, Sünnet’in geliştirmek istediği medenî/ideal birey tipinin anlatımıdır.
Toplumsal anlamda da Sünnet’in “müttaklleri’den oluşan sosyal yapıları hedeflemiş olduğu açıktır. Zira “Bizi müttakîler topluluğuna önder yap.”(Furkan,74) âyeti ve duası bu hedefi ortaya koymaktadır.
İslâm Toplumunda Medenî Orijinalite
Mekke döneminde Tevhid (Allah’ın birliği) inancını gönüllere yerleştirmeye öncelik ve ağırlık veren Hz. Peygamber, Medine’ye hicretini takip eden ilk günlerden itibaren îslâm medinesini ve medeniyetini kurarken; kurumsal alanda Mescid inşası, toplumsal bazda Muhacirler ile Ensar arasında muâhât/kardeşlik antlaşması, ekonomik sahada Müslümanlara mahsus Pazar yeri tespiti, sosyal güvenlik alanında da Medine vesikası diye bilinen diğer din mensuplarıyla yaptığı yazılı antlaşma ile işe başlamıştır.
Medine döneminde gelen vahiylerle şekillenen ve bütünlenen İslâm, kendine has orijinalitesi içinde Peygamber Efendimiz tarafından hayata yansıtılmış ve on senelik bir süreçte her alandaki kural ve kumrularıyla İslâm medinesi ve medeniyeti iyice belirgin hale getirilmiştir.
Hemen kaydedelim ki Sünnet, oluşturduğu medeniyet anlayış ve uygulamalarında herhangi bir değişme ve bozulmadan ümmet bünyesini koruyucu tedbirleri de almış ve kıyamete dek geçerli prensipler vaz etmiştir, “Kim, bizim şu dinimizde, ondan olmayan bir şey ihdas ederse o yaptığı merduddur”(5) hadisi, İslâm dışı uydurmaların tehlikesine karşı ümmeti uyarmış ve temel bir koruyucu prensibi ortaya koymuştur.
“Kim hangi yönden bir kavme benzerse o yönden onlardan sayılır.”(6) hadisi de (başta Batılılaşma çizgisinde geliştirilen dayatmacı modernleşme olmak üzere) bozulma ve yabancılaşmaya götürücü her türlü değişim düşünce ve planlarına karşı Müslümanları uyarmıştır. Ayrıca fıtrî özellikleri koruma ile ilgili hadisler ve ehl-i kitaba muhalefeti öngören hadis-i şerifler, hem Müslümanların etkilenme odaklarına dikkat çekmiş hem de özellikle değiştirme teşebbüslerine karşı Müslümanları bilinçlendirip direnme göreviyle yükümlü kılmıştır. Allah Teâla, “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim ve üzerinizdeki nimeti tamamladım. Sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.”(Maide,3) buyurmuş, Islâm’ın ve dolayısıyla medeniyet anlayış ve uygulamalarının kendi kendine yeter bir öze sahip olduğunu bildirmiştir. Sünnet, işte bu yeterliğin model ve metot olarak gereklerini yerine getirmiş ve tüm orijinaliteyi örneklendirmiştir. Bu sebeple bizim kültür ve tarihimizde medeniyetin oluşumunda ve yaşatılmasında Sünnet, olmazsa olmaz bir yere, role ve konuma sahiptir.
Sonuç
Netice olarak birkaç noktaya dikkat çekerek sözlerimi bitirmek istiyorum.
1.Sünnet, İslâm medeniyetinin yani medeniyetimizin uygulama anlamında ilk ve gerçek formu ve oluşturucu gücü, yaşama güvencesidir. Bu sebeple hemen her devir ve yörede pörsüyen toplum yapısı, ta başlangıçtan beri Sünnet’in yazılı bilgi ve belgeleri demek olan hadis-i şeriflerden yapılan seçmeler ve oluşturulan rapor ya da reçete eserler vasıtasıyla onarılmaya, aslî çizgisine çekilmeye ve orijinal formuna kavuşturulmaya çalışılmıştır. Klasik hadis kitaplarımızın hemen bütün bölümleri yanında özellikle Edeb bölümleri, Sünnet’in öngördüğü beşeri ve medenî davranış ilke ve uygulamalarını içerirler. Hatta konu önemine binaen, Buhârî’nin el-Edebül-müfredi gibi müstakil eserlerde de işlenmiştir.
2.Dünya görüşleri sistemleşerek etkinlik kazanır. En temel sistem de nesil yetiştirme projeleri alanında yani eğiti m-öğretimde söz konusu olan “sistem’dir. Unutulmamalıdır ki toplum da medeniyet de insan tabiatı/fıtratı üzerine inşa edilir, inşa ise eğitim-öğretimle mümkündür.(7) “Medeniyet muhâciri”(8) bir milletin yapacağı en isabetli iş, nesilleri kendi yaşayacakları döneme hazırlayacak toplum bilincini oluşturmaktır.
3.Bireyin ve toplumun her türlü gelişmesini hem sağlayan hem denetleyen hem de aksayan yönlerin onarım yol ve yöntemini ortaya koyan Sünnetten yararlanmadan İnsanî bir gelişimin ve medeniyetin sağlanması, yaşadığımız gerçeklikler çerçevesinde, sadece kocaman bir hayalden başka bir şey değildir.
4.Islâmi yaklaşımlardan uzak medeniyet ve dünya görüşü oluşturmak ve insanlığın problemlerine insan yaratılışına uygun çözümler üretmek -iddialar ve gerekçeler ne olursa olsun- sonuçta, sadece bir ütopya ve aldatmacadan ibarettir.
5.Ingiliz tarihçi Toynbee, medeniyetler mukayesesi yaparken Islâm medeniyetinin, Batı medeniyeti karşısında üstün olduğu üç noktayı şöyle tespit eder: Tevhid inancı, kavmiyetçiliği yasaklamış olması ve içki yasağı. İnanç, sosyal yapı ve ahlâk planındaki bu farklılık, Islâm ümmetinin hem gücünü hem de düşmanlarının saldırı hedeflerini oluşturmaktadır.
6.Yaşadığımız yirmi birinci asır, kültürel kimlik bakımından geçmişten çok daha titiz ve bilinçli davranmayı zorunlu kılmaktadır. Zira dünya egemenleri, gerçek hâ-kimiyetin inanç, kültür ve teknoloji egemenliği olduğunu anlamış olmanın gereği, global anlamda son derece yoğun ve çok yönlü bir çaba içerisindedirler. Uluslararası nitelikli, sosyal, siyâsî, bilimsel ve İnsanî kurum ve kuruluşlar bir şekilde medeniyetler çatışması amacına hizmet ettirilmeye çalışılmaktadır.
7.Islâm pratiği demek olduğuna işaret ettiğimiz Sünnet, dönüşüm veya geliştirmede ıslahatçı bir yaklaşıma sahiptir. Geçmişi toptan inkâr eden, karalayan ve bütünüyle kesip atan devrimci bir yaklaşımı kesinlikle benimseme-mektedir.
8.İnsan gelişmeye açık ama zor bir varlıktır. Ona yönelik çabaların kolay olmayacağı açıktır. Bu sebeple peygamberler mirasının en gelişmiş şekli demek olan Sünnet-i Muhammediyeyi her çağda bireysel ve toplumsal değerler adına imdada çağırmak, can simidi gibi ona sarılmak, onun ortaya koyduğu gelişim şablonu ve yöntemine günün tecrübelerini de dikkate alarak başvurmak en isabetli yol olacaktır.
9.Bizim dünyamızda bireysel ve toplumsal problemlerin vazgeçilmez çâre ve çözüm kaynağı Sünnet’tir.
Dipnotlar:
(1)- Üç dine ait dünya görüşü hakkında bilgi için bk. İ L, Çakan, Müslümanca Yaşamak, s. 19-43, İstanbul, 2003
(2)-Buhârî, Bed u’l-halk 7; Müslim, Cihâd 11
(3)- Hüccetullahi’l-bâliga, 1,253 (Tercümesi, 1,322-323, İsanbul, 1994)
(4)-Bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 409; İbn Mâce, Zühd 4
(5)-Buhâri, Suh 5; î’tisâm 20; Müslim, Akdiye 17; Ebû Dâvûd, Sünnet 5; İbn Mâce, Mukaddime 2; Ahmed b. Hanbel, VI, 270. İslâm’ın temel kurallarından biri sayılan hadis-i şerif, “men ahdese”, “men amile”, “men fâale” ve “men sana’a” gibi ayrı fiillerle başlayan rivayetlere sahiptir. Bu dört ayrı fiil, dikkate alındığı zaman, İslâmda olmayan bir işi ilk kez ortaya koyan ile böyle bir işi işleyen ve onunla sonradan amel eden arasında herhangi bir fark bulunmadığı ortaya çıkar. Hepsinin yaptıkları da merduddur. Çünkü Allah Teâlanın “ikmal ettim”buyurduğu İslâm’da eksiklik iddia ve isbatına kalkışmak, böylesi iddiaları tasdik ve tasvip düşüncesi söz konusu demektir. Hiç kimsenin, “Bunu ben icad etmedim ya. Vebali onu icad edene.” deyip değişme ve bozulmanın sorumluluğundan yakayı kurtarması mümkün değildir. Onun, dinde olmayan bir iş, bir uygulama, bir fikir ve bir düşünce olduğunu bilen ve buna rağmen onu işleyen ve izleyen için sorumluluk aynen geçerlidir. Bu sebeple Kitap ve Sünnet’te yeri olmayan hiçbir hüküm, iş veya fiil asla makbul değildir. Bid’at’tir, terki gerekir. Şu da bir gerçektir ki, “sonradan ortaya konanlar” tümüyle merdud değildir. Tümüyle reddededilenler, “dinden olmayanlar “dır. Dinî herhangi bir esasa» dayananlar, sonradan ortaya çıkmış olma sebebiyle reddedilmez.
(6)-Ebû Dâvûd, Libas 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 11,50
(7)-Bk. Mehmed Niyazi, Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği, s. 206
(İstanbul, 2001)
(8)-Bk. Mehmed Niyazi, age. s. 10
İ.Lütfi Çakan,Hadis-Sünnet Üzerine,s.165-177
0 Yorumlar