Kur’an-ı Kerim’e İman


Şüphesiz Kur’ân Allah’ın kelamıdır, O’ndan söz olarak keyfiyetsiz sadır olmuş, elçisine vahiy olarak indirmiştir. Müminler de onu böylece hakk olarak tasdik ederek, onun gerçekten Allah Teâlâ’nın kelamı olduğuna ve mahlûkatın kelamı gibi yaratılmış olmadığına yakinen iman etmişlerdir. Onu işitip de, onun beşer sözü olduğunu iddia eden kesinlikle küfre girer. Allah Teâlâ, bu kimseyi kınamış, ayıplamış ve şöyle buyurarak Sekar/Cehennem’le tehdit etmiştir: “Onu çok yakında Sekar’a sokacağım/”.Allah’ın, “Bu ancak bir beşer sözüdür” diyen kimseyi Sekar’la tehdit etmesinden anlıyor ve yakinen inanıyoruz ki Kur’ân, beşerin yaratıcısının sözüdür, hiçbir şekilde beşerin sözüne benzemez.

Kur’an-ı Kerim Allah Teâla’nın sözüdür. Kur’an-ı Kerim Allah Teâlâ’dan söz olarak keyfiyetsiz sadır olmuştur. Bu ne demektir? Sözün Cenab-ı Hakk’tan sadır olması nedir? Bu söz insanların ağzından çıkan söz gibi bir söz müdür? Harf ve sesler söz konusu mudur? Hayır değildir!

Tarih içerisinde böyle diyenler olmuştur. Biz bunlara Müşebbihe diyoruz. Bunların uzantıları da var. Bugün bile artık Suudi Arabistan kaynaklı dezenformasyon çalışmaları içerisinde bunların çalışmaları Selef Akidesi (!) adı altında neşrediliyor. İbn Teymiye de böyle söylüyor: “Kur’an-ı Kerim Cenab-ı Hakk’tan söz olarak, kelam olarak sadır olmuştur” diyor. “Evet, harf ve sesle sadır olmuştur. Çünkü bir yerde söz varsa orada harf vardır, ses vardır. Başka türlüsü mümkün değil. Biz bu harf ve sesin mahiyetini bilemiyoruz” diyor. Bir kere Kur’an ve Sünnet’te vahyin Kur’an’ın Allah Teâlâ’dan harf ve sesle sadır olduğuna delalet eden hiçbir nass yoktur. Seleften, bunu açıkça ifade eden hiç kimse de yoktur.

Bu gerçekten çok önemli bir husus. İbn Teymiyye’nin, Selef adına konuşan daha doğrusu Selef adına konuşma edasıyla konuşan biri olarak Selefe attığı iftiralardan birisi de budur. Birçok iftira atmış, biri de budur. “Selefin söylediğini söyleriz, nasslarda geldiği gibi inanırız, ondan ötesini söylemeyiz, konuşmayız” gibi tırnak içi bir “Selefi” tavrı görürüz, hissederiz. Fakat bu tavrın altında müthiş bir bid’at vardır. Onlardan biri de budur.

Seleften hiç kimse “Kur’an-ı Kerim (vahiy) Allah Teâlâ’dan harf ve sesle sadır olmuştur” dememiştir. Kalbe ilka ses ile olmaz. Adı üstünde “kalbe ilka”. Ses ile olduğu zaman biz bunu duyarız. Cebrail (a.s)’ın sesini duymuş mudur efendimiz? Duyduğu zaman o Cebrail (a.s)’ın sesidir. Cebrail (a.s) Kuı^an’ı nereden alıyor? Beyt-i Mamur’dan alıyor. Levh-i Mahfuz’da yazılı KuKan ve diğer bütün kitaplar… Mübarek semavi kitapların tamamının aslı Levh-i Mahfuzdadır. Oradan indirilecek olan ayetleri görevli melekler Cebrail (a.s)’a veriyor. Cebrail (a.s) da alıp Efendimiz (s.a.v)’e getiriyor. Yani, İbn Teymiyye’nin bir yerde iddia ettiği; Cenab-ı Hakk bir şey söylediğinde iki insanın -haşa- karşılıklı konuşması gibi veya bir padişahın karşısındaki görevliye emretmesi gibi, ondan ses ve harfle sadır olur, o da onu kulaklarıyla duyar sonra alır duyduğunu… böyle bir şey olmaz. Teşbih işte budur.

“Kur’an (vahiy), Cenab-ı Hakk’tan harf ve sesle sadır olur” dedikten sonra biz bunun keyfiyetini bilemeyiz demenin hiçbir anlamı yok. Çünkü bir takım rivayetler var; “Cenab-ı Hakk bir şeyi emrettiğinde Semavat’ta, mukarrabin meleklerinin bulunduğu katta zincir sesine benzer bir ses duyulur. Melekler kanatlarını çırparlar. Ondan sonra aşağıdaki alt sema katlarındaki melekler sorarlar: “Cenab-ı Hakk ne buyurdu?” Onlar da: “Hak buyurdu” derler.” Bu hadistir.(1) Yani, tabiri doğruysa kaydıyla söyleyelim bunu: Bir sahne düşünün, bir padişah karşısındaki görevliye bir şey emrediyor. O da haşyetten, korkudan titriyor, kendisini bir titreme alıyor daha aşağıdaki görevlilere bunu hemen korku içinde aktarıyor. Böyle bir sahne canlanıyor İbn Teymiyye’nin zihninde ki “Cenab-ı Hakk’tan harf ve sesle ama keyfiyetini bilemeyeceğimiz harf ve sesle sadır olur” diyor. Arkasından bu hadisi ekleyerek Cenab-ı Hakk’tan sadır olan bu sesin melekler tarafından duyulduğunu söylüyor. Melekler tarafından duyulan bir ses nasıl keyfiyetsiz olur? Bir mahlûk tarafından duyulan bir ses keyfiyetsiz olur mu? Olmaz. Dolayısıyla ne kadar “bilâ keyf” derseniz deyin bir tarafından bir keyfiyet atfettiğiniz sürece bu kayd-ı ihtirazının hiçbir anlamı yok. Bu bir teşbihtir.

İnceleyin:  Amel Edilmeyen Hadisler

Sözün Cenab-ı Hakk’tan başlaması; böyle bir hadis de var. “Kur’an Allah kelamıdır, O’ndan başlamıştır ve O’na dönecektir.Bu anlamda bir hadis var.(2) Kuran-ı Kerim’in Allah Teâla’nın kelamı olduğu açık. Kur’an’da ve Sünnet’te buna delalet eden onlarca nass var. Fakat bu sözün insan sözü gibi harf ve sesle sadır olduğuna dair bir tek ayet ve hadis yok. Kuıran-ı Kerim’in Cenab-ı Hakk’tan başlaması ne demektir? Bundan kasıt, bizim dünyamıza aktarılan ilahi hakikatler var. Biz bunları Cenab-ı Hakk’ın bildirmesiyle biliyoruz, melekler de öyle. Levh-i Mahfuz’dan onu okuyan melekler de Cenab-ı Hakk’ın kaleme emretmesiyle ona vakıf oluyorlar. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk’tan başlıyor bu kelam.

Ona dönmesi ne demektir? Bu konuda âlimler birkaç farklı şey söylemişler. Birincisi Kur’an-ı Kerim’in kıyamete yakın bir zamanda insanların arasından, dünyamızdan çekilip alınacağını ifade eden hadisler var. Bunların da anlattığı gibi Kur’an-ı Kerim tekrar sema katına yükselecek, dünyamızı terk edecek, tevbe kapısının kapatıldığı zamandan itibaren -ki müminler artık ölmüş olacak-, yeryüzünde Allah diyen kimse kalmış olmayacak. Kıyamet, inkarcıların başına kopacak. İşte bu durumu anlatıyor demiş bazı âlimler.

Bazı âlimler de demişler ki: Kelamın Allah Teâlâ’ya tekrar dönecek olması yeryüzüne kıyamet koptuktan sonra, Cenab-ı Hakk’ın bu emirlerinin, şu anda mükellef kılındığımız emirlerin tatbik sahasının ortadan kalkması demek. Çünkü mükellefiyet unsuru ortadan kalkacak. Kıyamet, ahiret olunca öbür dünyaya biz geçince orası teklif yurdu değil; ya mükâfat ya da azap yurdu. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’in hüküm getiren ayetleri bilhassa bu anlamda Cenab-ı Hakk’a rücu etmiş olacak, diyorlar.

Kur’an-ı Kerim’i Allah Teâla, Rasul-i Kibriya Efendimiz (s.a.v)’e vahiy olarak indirmiştir. Bu vahiy Efendimiz (s.a.v)’in de ifade buyurduğu gibi birkaç türlü oluyor. Rüya ile veya meleğin kalbe ilka etmesiyle veya Cebrail (a.s)’ın bir insan suretinde gelip Efendimiz (s.a.v)’le konuşmasıyla veya Efendimiz (s.a.v)’in vasıtasız olarak bir çan sesi gibi bir ses duymasıyla oluyor -ki Efendimiz (s.a.v), vahyin en ağır şeklinin bu olduğunu söylüyor-. Böyle birkaç türlü vahiy inzal tarzı var. Vahiy bunlardan her biriyle Efendimiz (s.a.v)’e indiriliyor.

Müminler de bunun bu şekilde (Cenab-ı Hakk’tan peygamberimize indirilmesi meselesinde söylediklerimizin hak) olduğunu tasdik ederler.

»Şüphesiz ki Kur’an Allah Teâlâ’nın kelamıdır. Keyfiyetsiz bir söz olarak O’ndan başlamıştır. Ve Rasul-i Kibriya efendimize vahiy olarak indirilmiştir. Müminler onun bu şekilde hak olduğuna iman ve tasdik etmişlerdir.

Kur’an’ın hakiki olarak Allah Teâlâ’nın kelamı olduğunu yakînî olarak bilir ve iman ederler. Kur’an-ı Kerim yaratılmışların sözü gibi mahlûk değildir. İnsanlar da, onların sözleri de mahlûktur. Ama Kur’an-ı Kerim Allah Teâlâ’nın kelamıdır ve mahlûk değildir. Kur’an-ı Kerim’i işitip de bunun insan sözü olduğunu söyleyen kimseler kâfir olurlar.

Kur’an-ı Kerim’in mahlûk olup olmaması meselesi tarihte kalmış bir tartışma. Mutezile’nin böyle bir iddiası var. Mutezile Hristiyanlarla Hz. İsa (a.s)’ın tabiatı konusunda münakaşa ederken Hristiyanlar Kur’an Kerim’de Hz. İsa (a.s) hakkında “kelimetün minhu = &” ifadesinin geçtiğini söylüyorlar. Yani “Allah Teâlâ’dan bir kelime, O’nun bir kelimesi…” Dolayısıyla O’nun bir kelamı, O’nun bir sözü olduğu söylüyorlar ve diyorlar ki bu “Kur’an mahlûk mudur, değil midir?” Mahlûktur deseler, “Kur’an-ı Kerim kelamullah olarak mahlûktur” demiş olacaklar. Mahlûk değildir deseler Hz. İsa (a.s) da bir kelamullah olarak “Mahlûk değildir” tanımının içine girmiş olacak. Dolayısıyla Mutezile bu cendereden kurtulmak için Hz. İsa (a.s) da mahlûktur, Kur’an da mahlûktur” demişler. Bu o zaman yaşanmış ve tarihte kalmış bir tartışma. Abbasiler döneminde on beş sene böyle bir “28 Şubat” olmuş. Ehl-i Sünnet âlimleri hakkında kovuşturmalar, soruşturmalar, sürgünler, işkenceler, tutuklamalar… On beş sene boyunca karanlık dönem yaşanmış Mutezile marifetiyle. Daha sonra bu dönem sona ermiş, Halife Mütevekkil iş başına geldiğinde Mutezili akidesini benimsememiş, Ehl-i sünnet akidesine dönmüş ve bu sıkıntılı dönem sona ermiş.

İnceleyin:  Aklımız Başımızda mı ?

“Halku’l-Kur’an” meselesine “Mihne” de denir. Tarihte, Mihne olayla,., Mihne süreci diye de anılır. Bunun bugüne bakan yüzünde, yansımasında söyle bir şey söz konusu: Bugünkü tarihselciler.

Modernistler geçmişte Mutezile tarafından ortaya atılmış bu iddiayı şunu söyleyerek istismar ediyorlar: Mutezile geçmişte Kur’an-ı Kerim’in mahluk olduğunu savunmuştur. Dolayısıyla mahlûk demek belli bir tarihte, belli bir coğrafyada, oraya mahsus olmak üzere yaratılmış şey demek. Kur’an-ı Kerim’in mahlûk bir kelam olduğunu söylediğinizde onun tarihselliğini de söylemiş olursunuz otomatik olarak. Dolayısıyla Mutezilenin bu görüşü, bugün Kur’an’ın tarihselliği iddialarına müthiş bir temel teşkil eder, diyorlar.

Oysa hemen şunu söyleyelim: Mutezile “Kur’an mahlûktur” derken asla ve kat’a Kur’an’ın tarihselliği gibi bir iddiada bulunmamıştır. Bu iddia Mutezile’nin aklının ucundan bile geçmemiştir. Hiçbir Mutezili, Kur’an’ın mahlûk bir kelam olduğunu söylerken onun belli bir döneme kadar bağlayıcı, ondan sonraki dönemler için bağlayıcı olmayan bir kelam olduğu şeklinde bir iddiada bulunmamıştır. Böyle bir iddiada bir Müslümanın bulunacağını düşünmek mümkün değildir zaten. Dolayısıyla Kur’an’ın mahlûk olduğunu söylemek ve iddia etmek başka bir şeydir, tarihsel olduğunu söylemek, iddia etmek başka bir şeydir. Mahlûk olduğu iddiası kabul edilse bile buradan tarihsellik çıkmaz. Bu bir istismardır. Esasen elmalarla armutları toplamaya benzer bu. Onlar Kur’an’ın mahlûk bir kelam olduğunu söylerken bağlayıcı bir kelam olmadığını söylemiyorlar. Bütün insanları bütün zamanları mekânları kuşatan, tamamına hükmeden, tamamını bağlayan mahlûk bir kelam olduğunu savunuyorlar. Yani o kelamın ontolojisiyle tabiri caizse hükümranlığı bağlayıcılığı arasında böyle bir lazım-melzum ilişkisi yoktur Mutezileye göre. Evet, o mahlûk bir kelamdır ama bağlayıcıdır. Tarihselciler de, “Madem mahlûk bir kelamdır, o halde bağlayıcı da olmamalıdır” diyorlar. Bu ikisi arasında böyle bir lazım- melzum ilişkisi yoktur ki!

Dolayısıyla bu maddeyi okurken, bugünün dünyasına hitap edecek şekilde güncelleyecek olursak şunu söylememiz lazım: Kur’an-ı Kerim mahlûkatın sözü gibi mahlûk değildir. Dolayısıyla tarihsel de değildir. Kur’an-ı Kerim’i işiten ve o insan sözüdür iddiasında bulunan kâfir olur. Dolayısıyla onun tarihsel bir metin olduğunu söyleyen de kâfir olur. “Allah Teâlâ’nın kelamı, hükmü, hitabı belli bir tarihi bağlar, bizi bağlamaz” diye bir itikada sahip kimse kâfir olur. Çünkü Tevhid’in beşli kategorisinde gördüğümüz üzere hükümde tevhid ilkesini zedelediği için, hükümde Allah Teâlâ’ya şerik koştuğu için o kimse Allah korusun kâfir olur.

Allah Teâla Kur’an-ı Kerim’in insan sözü olduğunu söyleyenleri kınamış ve “Onu yakında Sekar’a sokacağım” buyurmuş. Sekar, Cehennem’in bir adı. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’in insan sözü olduğunu söylemek küfürdür ve ahiretteki akıbeti Allah korusun çok acıdır, acıklıdır.

Allah Teâla “Bu ancak bir insan sözüdür” diyenleri Sekar’a (Cehennem’e) sokmakla tehdit ettiğine göre biliriz ve yakin olarak inanırız ki bu beşerin değil beşeri yaratanın sözüdür, insan sözüne, beşer sözüne benzemez.

Dipnotlar:

(1)- el-Buhari, “Tefsir*, Sûratü Sebe*.

(2)- es-Süyûtî, Câmiu’l-Ehâdîs, 32/174.

Ebubekir Sifil – Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi,syf:119-125

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir