Daha çok maddilikle kurulmuş modern insan kalbinden sürgün insandır; kalp gözü olmayan… Madde ile mana arasında makası açan modernizm, insanı tek kanatlı bir varlık kılmış. Modern insan şimdi daha çok robotik biridir; Vicdanın, müteal duyguların kendisine oturmadığı bir makina. .. Tabiata daha çok hükmetmeye kilitlenen; çıkarı, başarıyı tek hedef bilen; Ölüm dahi olsa hedefe giden her yolu mübah gören… Günümüzün manşetlerinden düşmeyen ekolojik facialar; kimyasal silahlar gerçeği; savaşın içinde kırılan ülke ve insanlar. .. Tamam, şiddet ve öldürme Kabil’den beri var, ama bugün böylesi öldürücülüğün, modernizmin ”değer”sizliğiyle ilgili olduğu da bir gerçek…
———————————————
Niyazi Mısri’nin bestelenmiş şiirinde denildiği gibi..
Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş,
…
Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş.…
Bu mısralar her şeyi özetliyor. Dermanın olduğu yerlerde dertler aranmalı. Dert ”bir”e indirildiğinde birçok derdin dert olmadığı görülecektir. O hâlde çareyi /dermanı ”taşra”da, dışarıda aramamak gerek, kendinde / içinde aramak lazım.
———————————————
Tasavvufi bakış, insanı ontolojisinden kavradığından, kaçınılmaz olarak insanı çok katmanlılığa açık hâle getirir. Allah’a giden yollar muhtelif; insanların derecesi, huyları,tabiatları farklı. Kimi Celal’e, kimi de Cemal’e yakın. Kimisi için Mevlâna, kimisi için de Abdülkadir Geylani rehberdir. Herkesi Mevlâna veya Şah-ı Nakşibend tarikine zorlayamazsınız. Bu yüzden tarih boyunca İslam tasavvufu bir imkân olmuştur; İslam mayası, tasavvufun kuşatıcılığıyla toplumun bütününe çalınabilmiştir. İslam fıkhı, kelamı, hadis usulü medreseyle sınırlı kalırken, tasavvuf medresenin duvarlarının dışındaki kesimlere de gidebilmiştir. Tasavvuf, İslam ilimlerinin meselesini, daha doğrusu manasım tercüme edip hâle dönüştürerek topluma taşımıştır. Bu yüzden tasavvufa, İslam’ın filtresidir diyebiliriz. İslam, tasavvuf filtresinden geçerek demirciler çarşısma, ahi teşkilatına inmiştir. Bu yüzden pehlivanlar ve okçular tekkesi olabilmiştir. Şeyh efendi, mesleğin formu içinde tasavvufi terbiyeyi vermiş; okun neye işaret ve hedefin ne olduğunu, pehlivanlığın neyi yenmek olması gerektiğini anlatmış.
———————————————
İlk filozof olarak kabul gören Pisagor bugünkü felsefecilerden çok ezoteriklere yakın düşer. 23 yıl Mısır’da eğitim gördükten sonra ülkesine dönüp bir okul açıyor. Herkesi almıyor okuluna, öğrencilerini kendisi seçiyor. Yatılı olarak okula devam eden öğrenciler tan yeri ağarırken uyanıyor, ilk derse dua ile başlıyorlar. Aç karnına varlık-insan ilişkisine dair teorik dersler görülüyor. ”Hikmet aç bir karınla öğrenilir” der Pisagor. Kahvaltı, öğle yemeği, istirahat, sonra tarlada çalışma. . . Güneş battıktan sonra tekrar dua saati, arkasından istirahata çekilme… Bu program modern bir eğitimden çok ezoterik eğitime benzemiyor mu? Öğrenciler Pisagor’a; ”Hocam,” diyorlar, ”derslerinizi bir beşer söyleyemez!” Pisagor’u insandan öte konumlandırıyorlar. Pisagor’un cevabı felsefenin başlangıcı açısından önemli. ”Hayır,” diyor Pisagor, ”ne Tanrı ne de peygamberim!” Öğrenciler giriyor araya; ”O zaman sen büyük bir bilgesin, bir sophia’sın.” Pisagor buna da karşı çıkıyor. Öğrenciler, ”Hocam,” diyorlar, ”nesin o zaman, seni nasıl görelim?” ”Evet,” diyor Pisagor; ”Tanrı ve peygamber olmadığım gibi bilge/ veli de değilim. Siz bilgeleri tanımıyorsunuz çünkü. Mısır’da onlar tarafından eğitildim. Ben olsam olsam, onların sevgisi içinde olan biri olabilirim. Benimkisi bir hikmet/ bilgelik sevgisi… Yani ‘Sophos değil, ‘Philo-Sophos!’ deyin bana.”
———————————————
Yaratılışımız bir aşk hikâyesidir. Allah’tan geldik, O’ndan ayrıldık. Dünyadaki hayatımız bir ayrılık hikâyesi olduğundan, aşk, aslımıza olan özlem ve onunla bütünleşme çabası manasına gelir. Bir anlamda kendimize/bütünlüğümüze sevgidir aşk. Aslımız olan Allah’a yönelimimiz, ”başkası” veya “öteki”ne sevgi değil, kendimizedir. Ve bu, öğrenilen bir şey değil; tabiatımızda bulunuyor. Aşk verili bir şey değil, doğarken sahip olduğumuz ilahi bir meleke. ..
Profan algı, aşkın kaynağını burada göremediği için onu dünyevileştiriyor. Varlık, varlığa dair ve fâni olan beden aşkın objesi yapılıyor. Doğal olarak, aşk sonuçta cinselliğe indirgeniyor. Profan aşkın karşısında beden duruyor, hedef orası. .. Sevilen, işaret ve mecaz olmaktan hakikiliğe inkılap ettiği için ”Sen benim her şeyimsin!” muamelesi görüyor. Sevilenin bir hatası, kaybolması, çekip gitmesi ise seveni çıldırtıyor; varlığına yönelmiş bir tehdit olarak algılıyor bunu. Çünkü sevilen sevenin her şeyi. .. ”Aşk cinayetleri”nin, ”ya benimsin, ya kara toprağın” hâllerinin arka planı böyle. Sevilenin tamnmayışı, hakikatinin bilinmeyişiyle doğan bir patoloji. ..
Merhum Abdürrahim Karakoç’un Mihriban şiiri ne güzeldir; ”Aşk kâğıda yazılmıyor!” Tarife gelmez aşk; öyle bir hâldir ki, dile taşınamaz. Varlığın ve insanın yaratılışını belirleyen sır…
———————————————
İslam düşüncesinin musikiye yaklaşımına baktığımızda şöyle bir şey görüyoruz: Her âlim, biraz da kendi hâli üzere bir görüş vermiş; kimi bütünüyle haram demiş, kimisi buna katılmamış. Bu konuda en etkili görüş Ebu Hamid Gazalî’ye aittir. Şöyle diyor Gazali: ”Musiki, tek başına ne haram ne de helaldir. Musikinin icrasıyla doğan hâl onu helal veya haram kılar. Dinlediğinizde kalbinizi müspet anlamda etkiliyorsa helal, hatta ilahi olana kapılar açıyorsa sevaptır.” Bu görüşte musiki bizzat değil, fonksiyonu itibarıyla değer buluyor. Evet, İslam düşüncesinde musiki, daha çok Gazali’nin yorumu istikametinde karşılık buluyor. Yelpaze geniş; helali var, haramı var. Musikinin hangi duyguya, hâle sebebiyet verdiği önemli… Burada musikiden ziyade musikinin muhatabı kulağa, yani nefse işaret var. Musikiyi, musikiye muhatap olan nefste gerçekleşen belirliyor. Elbette ki musikiyi icra edenin hâli de önemli, ama o da sonuçta bir ”nefs”tir. İki hâlde de karşımızda ”nefs”in kendisi duruyor.
———————————————
Modern insan yıgınlarca dertle mustaripken dervişin mühimsediği tek dert vardır: hakkıyla Rabbine teslimiyet. Kesret ehli değildir derviş, tevhid ehlidir; kesrette görünen Bir’i bulduğundan derdi de bire inmiştir. Onunkine, ”Bir’e, Allah’a teslimiyetle birçok tanrıya esir olmaktan kurtulma hâli” diyebiliriz. Hayatın sahibi Allah’tır; insan Allah’a teslim olunca, hayatın o kesretli yapısı karşısında el açmaktan kurtulur. Allah’ı bulan her şeyi bulur. Derdiniz Allah ise diğer bütün dertler küçülür, aksi durumda, en küçük dert bile büyür.
Modern zamanlarda insanın derdi ”Bir” olmadığından birden fazla derdi var. Küçük de olsa çok derdi bulunuyor modern insanın. Küçük dertlerin nasıl da büyük dertlere dönüştüğüne tanıklık ediyoruz. Uzmanlar, ”Tarihte eşine rastlanmayan psikolojik rahatsızlıklar var ve bunların çoğu biyolojik değil, psikolojik kökenli” diyor. Tarihte olmayan, modern zamanların havasıyla ortaya çıkan hastalıklar. . . Varlık ile materyalistçe ilişki kurmanın sonrasında karşılaştığımız arızalar… Mevcut durum, daha çok yaşanan anlam kriziyle açıklanıyor.
———————————————
Modern zamanlar daha çok ”sahip olma”yı önceler; ”Sahip oldugun kadar varsın!” der. Derviş ise; ”sahip olmak”tan degil, ”olmak”tan yana tercih belirler. Modern süreçle birlikte hayatın tümüne sızan kapitalist algı ”olma”yı unuttu, ”sahip olma”ya çalıştı hep. Çalıştı da ne oldu? İnsan mide ve güdülerinin esaretine girdi; her şeye rağmen mideyi doldurmak ve güdüleri tatmin etmek esas oldu. Kendini / çıkarını merkeze koyan, diğer her şeyi kendine yararlılık açısından değerlendiren bir insan; sadece varlığı değil, etrafındaki insanları da araçsallaştıran. ..
Marx’ın alt ve üst yapılar etrafında kurduğu teorinin merkezinde yırtıcı bir insan duruyor. ”Sahip olmak”, ”üretmek” ve ”tüketmek” dışında kaygısı yoktur bu insanın. Sahip olmak için üretir, daha çok üretmek için tüketir. Üretim ve tüketim bandında yabancılaşan, yabancılaşarak yırtıcılaşan bir insan. .. İnsanın bir tarafı yüce olana açık, diğer tarafı aşağıya. .. Bu yırtıcı insan yüce tarafına yabancılaşmış, büsbütün ona kapanmıştır; direksiyonunda maddi tarafı, mide ve güdüleri oturmaktadır. Bu tam da, tasavvuf düşüncesinin ”yedi katlı insan modeli”nin en alt basamağına, nefs-i emmaredeki insana denk geliyor. Marx’ın vurgu yaptığı yırtıcı insan, nefs-i emmarenin insanıdır.
———————————————
Bütün semavi dinler, kişinin hayatı üzerine genel bir çerçeve koyar; olması/ olmaması veya yapılması/ yapılmaması gereken şeyler gıbı .. İslam da bır din olarak böylesi temel prensiplerle hayatı kurar. Mesela kişinin giyimi meselesinde de bu böyledir; ana referans noktası olarak İslam temel çerçeveyi, coğrafyaya aıt zevkler ise ayrıntıları belirler. İslam ve giyim tarzı ilişkisinde öne çıkan esas şudur: öz ve kabuk, zarf ve masruf… Daha çok özün, mazrufun, muhtevanın, anlamın altı çizilir İslam’da. Tabii kı zarfın ve muamelatın (ritüellerin) ehemmiyeti de unutulmayarak. .. Evet, ”iç” önemli, hatta daha önemli; fakat ”iç”i koruyan bir şey olarak “dış” da önemli…
Binaenaleyh ”Kisve önemsizdir!” diyemeyiz. Diyemeyiz çünkü başta Kur’an’ın bazı ayetleri ve Peygamber’in uygulamaları, giyimde nelere dikkat etmemiz gerektigi üzerinedir. Bunlar sosyal, ekonomik dinamiklerle belirlenebildiği gibi sadece öyle de değildir. Manevi, ruhi ve havas ilimlerine müteallik dinamikleri de vardır konunun. Modernler bu konulara itibar etmezler. Mesela hangi renkleri kullanmamız veya kullanmamamız gerektiğine dair yönlendirmeler vardır. Erkeklerin ipek giymemeleri, altın ve gümüşün kullanılması meseleleri de sadece içtimai konular değildir. ..
Kimi maddelerin bazı varlıkların tabiatına uygun gelmediği; altın, gümüş, demir, bakır vb madenlerın eril ve dişil özellikler taşıdığı; ipekteki enerjinin erkegın kimi hassas özelliklerine menfi anlamda tesir ettiği gibi bilgıler bulunmaktadır. Bazı renklerin taşıdığı enerjiler de farklıdır ve kışı üzerinde menfî ve müsbet tesirleri bulunmaktadır. Bu bilgılerı önemsiz göremeyiz. Erkek ve kadına helal kılınan şeyler farklı olabiliyor. Ve bu, sadece toplumun belirledigi bir durum da değildir. Daha esas bır yerden çıkıyor bu durum; yani erkek ve kadının tabiatı gereği farklılıklar olabiliyor.
———————————————
Evet, kapitalist algı denemedik yol bırakmıyor. Mesela modayı oluşturmak adına sinemada ”yirmi beşinci kare” diye bir uygulama var. Sinema ve reklam filmlerine yirmi beşinci kare yerleştirilerek ihtiyaç olmayan şeyler ihtiyaç hâline getiriliyor. Ya da ayakkabı, etekler, çantalar. .. Başlığa, manşete, sahneye bir tip çıkarılıyor ve herkeste bu tip olma isteği uyandırılıyor. Fakat daha ilginç olanı insanlar olageleni bir dayatma şeklinde karşılamıyor, gönüllüce bir teslimiyet gösteriyorlar. Kişi varlığını, işaret edilen aracın temininde görüyor. Sunullah Gaybî’nin bir şiirinde dile getirdiği:
Taç marifet tacıdır, sanma gayri taç ola
Taklit ile tok olan hakikatte aç ola
beytinin manası yaygın talim müfredatından çıktığından beri yerine bu suni, taklit değerler ikame edildi. İronik ama moda tabiriyle ”Çin malları” piyasayı doldurdu.
Tacın, sarayda bir manası var tekkede bir başka manası var. Neticede başa takılan bir şey; ama toplumsal statüyü belirliyor. Gaybi, ”Başa taç olarak takılacak şey bilgidir” diyor, “başındaki taç, sahip oldugun bilgi ve marifetin derecesine işarettir; ne kadar aydınlandığının ifadesi. .. O hâlde, marifetten başka bir şeye üst değer verme!” Sonra devam ediyor: ”Taklit ile tok olan hakikatte açtır. Hakiki olmayan dünya ve bu dünyanın zevkleriyle açlığını gideren hakikatte aç kalmaya devam eder. Gerçek tokluk; fâni olmayan şeylerle doymak, ruhu beslemektir.”
———————————————
Geleneğin rol dağılımına ve bu rol dağılımında ortaya çıkan görece farklılıklara feminist teoriyle yaklaşırsak yanılırız. Erkeğin reisliği ve kadının ev hanımlığı “efendi-köle” dikotomisiyle okunamaz. Anane veya dinî metinlerdeki kimi esasları bütününden bağımsız okursak, doğal olarak tahakkümcü bir erkeğe varmış oluruz. Problem konusu erkeğin şekillenmesinde bu yanlış okumaların tesiri vardır. Geleneğin ruhu deforme olmuş; erkek tahakküm etmiş, kadın da uğradığı mahkümiyet sebebiyle erkeğe, dolayısıyla erkegin müktesebatına buğz etmiştir. Bu, kadın ve erkeğin, asla bütünleşemeyecekleri iki farklı varlık olarak kabul görmesiyle sonuçlanmış. Hayır, bunu paylaşmıyoruz. Şüphesiz kadın ve erkek farklı iki hâldir. Fakat bu, aradaki ilişki düşmanlık üzerınden akacak anlamına gelmiyor, birbirine yönelme ve ihtiyaç duyma anlamında bir çekime işaret ediyor. Erkegin ihtiyacı kendisine benzer şeye değil, kendisinden farklı olanadır. Bu tam da kadın dediğimiz, dişillik hâline karşılık gelir. Kadın için deaynı şey geçerli; o da erkeği, erilliği arar. Erkek, erilliğin varlığa dokunuşunu bilir, bilmediği dişilliğe de sahip olmak ister. Kadın da dişilliği bilir; eril bir ruhla varhğa gitmeye ihtiyaç duyar.
Elbette ki erkek, doğduğu hâl üzere yaşamakla mükellef; bir erkek olarak kendisini inşa etmek, eril bir ruh olarak belirmek… Kadın da bir kadın olarak var olacaktır. Erkek bir erkek olarak kadına, kadın da kadın olarak erkeğe gidecek. .. Erkeğin erkek, kadının da kadın olmasında problem yok, problem erkeğin kadına imkân vermemesi veya kadının erkeğe dönüşmesinde. . . Değilse, kadın ve erkeğin farklılıklarını koruyarak münasebet kurmaları hayatın bütünlüğü açısından imkândır. Bugün olmayan budur! Erkek ruhen çöktüğü için kaba kuvvetine sığınarak boşluğunu doldurmaya çalışıyor. ”Bilge” de olan ”güçlü” erkek gitmiş, bilge olmayan güçlü bir erkek gelmiş. Otorite olamadığı için diktatör olan bir erkek!
Bu hâliyle kadına gittiğinden, kadın korunma güdüsüyle bir yarış içinde buluyor kendini. Bu erkeğin araçlarını edinerek erkekle eşitlenmek istiyor. Döngü uzuyor; erkek kendine benzer bir kadınla karşılaşmaya başladığı için artık sevemiyor. Kadın sevgili olmaktan çıkıp mücadele edilen bir rakip oluyor. Bilgelik tarafı kalmadığından, erkek bedenine başvuruyor; kaba kuvvetle kadın üzerindeki hâkimiyetini koruyor Erkek kabalaşarak düşerken, kadın erkekle benzeşerek kaybediyor. Böyle sakatlanan eril ve dişil ruhlar, doğal olarak hayatı da sakatlıyor; aşk mümkün olmuyor, sevgi gelişmiyor.
Kaygılanmamak elde değil. Dizilere vuran ilişki biçimi, oralarda verilen aile fotoğrafları tehlikeyi büyütüyor. Özellikle Arap ülkelerinde yayına giren kimi Türk dizilerine bakılarak, “Türkiye’de hayat böyle mi yaşanıyor, aile yapısı bu mu?” sorusu soruluyor. Daha çok marjinal uçların vurgulandığı, gösterildiği diziler… Toplumda kadına şiddet var, hırsızlar var, peki hiç mi iyi modeller yok? İrfanin mayaladığı bir toplumun hafızası yiter mi, bu hafızaya oturarak yaşayan insanlar olmaz mı? Var tabii ki! Her şeye rağmen geleneğin inşa ettiği duyarlık içinde hikâyelerini inşa eden insanlara sahibiz. Ülkenin bu yüzü niçin dizi ve filmlerde kendine yer bulmasın? Görüntünün, vizyonun okültik bir yönü vardır, çeker. Kötüyü, bu görüntülerle yaygınlaştırabilirsiniz. O zaman bazı filmler çok da masumane sanat çalışmam olmaktan öte bır vazıfe görmüş olmuyorlar mı? “Öldürme Zevki” ve “Doğuştan Katıl” isimli filmler hem de çoluk çocugun ayakta olduğu vakitlerde (pnmetlme) yayınlanmıştı ülkemizde. Olacak şey değil. O filmden sonra Türkiye’de kaç tane seri katil çıktı bakmak lazım.
sürdüren bu insanların anlatımları o kadar değerli ki. . . Belki bir çoğu formel anlamda okul yüzü görmemişler, ama kalplerinden dillerine vuran öyle güzellik var ki… Okula gitmemişler ama bir zamanlar Anadolu’da dolaşımda olan irfanla beslenmişler; tekke, dergâh ve ocakların ışığıyla aydınlanmışlar. İrfanın, bir şiir divanının içinden konuşur gibi konuşuyorlar. Hayata güzellik ve fedakârlık içinden bakan insanlar, kadının erkeği erkeğin kadını kendine hediye olarak gördüğü. ..
”Bizim aile” derken, kastettiğimiz budur; erkek ve kadın örneklerimiz bu güzel insanlardır. Değilse, bugün gazetelerin üçüncü sayfalarına düşen aile tipleri ve erkek! kadın örnekleri değil. Geleneğimizde karşılıkları yok, bir garip modernleşmenin örnekleri bunlar. Radikal bir modernleşmeden geçtik; bir hafıza kaybına uğradık. Şimdi hafızasız, günlük/ anlık temayüllerin avucunda bir sağa bir sola savruluyoruz.
İslam, varlığı bir bütün olarak görür; hayatın zıtlık üzere geçtiğini gösterir, dolayısıyla dengeyi esas alır. Özellikle savaşı öngörmüyor ancak müdafaayı da göz ardı etmiyor. Savaş kaçınılmaz olduğunda, “Her şeye rağmen savaşmayın!” demiyor; “Savaşmak mecburiyetinde kalındığında dahi zulmetmeyin; ihtiyarlara, kadınlara, çocuklara, hastalara, ağaçlara, hayvanlara zarar vermeyin!” diyor.
İslam tasavvuru, (özellikle İslam tasavvufu) “iyi”nin karşıtı! düşmanı gördüğü “kötü”ye mutlaklık vermiyor; varliğın tümünü Allah’ın tecelligâhı olarak kabul ediyor. Allah mutlak ”hayr’dır ve kötü yoktur; kötü, “iyi”nin olmayışindan doğan arızi sonuçtur sadece. Güneş’in batmasıyla karanlığın ortaya çıkması gibi… Karanlık bizatihi yok, bizatihi var olan ışığın çekilmesiyle doğar.
Mutlak anlamda ortadan kaldırılması gereken bir şey değil “kötü” , ondan korunmak ve onun saldırısını önlemek esastır. Düşman (kötü) nefstir mesela, ama nefsin öldürülmesinden ziyade terbiyesi istenir. Çünkü ”iyi”, biraz da ”kötü”er mücadelede belirir. Bu sebeple, “Gidin, savaşın!” denmiyor, “size savaş açıldığında kendinizi savunun!” deniyor. Değerlerin erozyonu bahsine buradan bakıyoruz. Yozlaşma, bizatihi bir hakikat değil, bizatihi hakikat olan değerlerin hayatlardan çekilmesiyle olur. O hâlde yapılması gereken; kötü ve kötücül olana işaret etmekten çok, iyi olanı, yani değerleri hayata çağırmak… Başta insanı kurmak; onu, fert ve şahsiyet olarak ikame etmek. . . Değerlerin cisimleşmiş hâli olarak insan olmak.. İyi ve temiz olandan kötü ve çirkinlik çıkmaz!
Modernleşme fonksiyonel anlamda hayatı kolaylaştırıyor, bedene binen yüklerin bir kısmını alıyor. Bu dogru, ancak üzerine bastığımız zemini de ayaklarımızın altından çekiyor. Bunu aile yapısındaki sonuçlarından da görüyoruz. Astrologların ifadesiyle, biri Mars’tan digeri Venüs’ten gelen iki ayrı cinsin buluştuğu, birbirlerini tanıdığı okuldur aile. Erkek doğduğu evrende kendisine yönelen kadını tanıyarak evrenin bütününü tanımış oluyor. Ayni şey kadın için de geçerli. Kendi başına eksik kalacak taraf, diğer tarafla buluşup birleştiğinde tamamlanma gerçekleşiyor. Evliliğin antolojisi biraz böyle! Ancak içinden geçilen zamanın ruhu, yani modernleşme üzerinden gelen dalga insan tekine bir şeyler bulaştırdı. Kadın veya erkek, fark etmez, insan “bütün”ü değil kendini esas almaya başladı; bir “parça” olan varlığını ”bütün”den özerk görmeye başladı. Dolayısıyla, “iktisadi” bir göz edindi; her bir şeyde kendine, ‘çıkarına çalışan…
Boşanma denen yırtılmanın böylesi bir arka planı var. Bir bütün hâline gelerek hayata gitme, hayatı karşılama demek olan evlihklerde ayrıntı diyebileceğimiz çatışmalarda taraflar “bütün”ü değil kendilerini seçiyor. Erkek karısını, kadın kocasını görmüyor artık. Karşı tarafın haklı olabileceği düşünülmediği gibi, hata da yapabileceği kabullenilmiyor. Hem birbirlerini göremiyorlar, hem çocukları… Sabrı tecrübe etmeden kolayca boşanma yoluna gidiliyor. Bu durum eğitimde sıkıntılarımızin olduğunu gösteriyor. Modernleşme üzerinden hayata giren şey erkek ve kadın tanimlamalarini deforme etmiş. Evet, gelenegin algısında erkek ve kadına farklı roller veriliyor, ama bunun bir bütünün parçaları gibi bir işlevi oluyor. Ve bu, tabiatın, kadim geleneğin genlerinde olanın dışa vurumu oluyor. Erkek evin ”dış”ına çıkarken, kadın evin ”iç”inde kalır. Tarih ve tecrübe göstermiştir ki bu form, bir kabullenme içinde yaşanmiştır. Kendini çadırına, ”ev”ine adayan bir erkek ve ”ev”ini (yurdunu) kurmakta kendini bulan bir kadın olmuştur. Günümüzde ise erkek; kadının, Allah’ın bir nimeti, varlığın dişil tarafı olduğu gerçeğini atlıyor. Zira ona bu anlayışı kazandıracak eğitim ocaklarından mahrum artık. Artık şövalyeler, civanmertler, alperenler yetiştiren ocaklar yok!
0 Yorumlar