Bilimci Anlayışta Ahlaki Temellendirmenin Zorluğu

s-948f7f25c9fea9e4965440999b6c780232829aba Bilimci Anlayışta Ahlaki Temellendirmenin Zorluğu

Belki de imkânsızlığı demek lazım. Bilimci anlayışa göre bir çıkmaz nokta daha vardır. Fizik varlıklar zorunlu varlıklardır. Me­sela taşın, suyun, toprağın iradesi yoktur. Bir taşı elinize aldığınız­da istediğiniz gibi kullanabilirsiniz. Taşın size “yapma!” deme şansı yoktur. Taşın cömert olma veya adil olma şansı da yoktur. Hatta bit­kiler ve de nispeten hayvanlar da böyledir. Hayvanların taşa toprağa göre zorunlulukları azaldıysa da yine de çoğu kere zorunlu hareket ederler. Yine bitki, büyür, gelişir, kurur vs. Açıktır ki, iradeleri yoktur. İnsanın dahi bedeni yönü ile tamamen olmasa da nispeten zorunlu varlık olduğunu söyleyebiliriz. Şimdi demek ki, bilimin tespit ettiği yasalar (en azından yanlışlanana kadar) zorunluluk ifade ederler. Bu anlamda bilim ile ahlak zıt kutupta yer alır ve ahlakı temellendir­mek mümkün olmaz. Bilim determinizme; ahlak ise özgür iradeye dayalıdır. Bilimin tespit ettiği yasalarda seçme şansı yoktur. Ancak ahlak yasalarında seçme olmak zorundadır. Zira aksi takdirde iyi ve kötü; doğru ve yanlış ortaya çıkmaz. Bu olmayınca insanın sorum­luluğundan da bahsedilemez. Suç veya günah diye bir şey olmaz. O zaman mahkemelere de gerek kalmaz.

Bilim bir yana, dinî ve felsefi açıdan çeşitli ahlak teorileri vardır. İlahî buyruk teorisi, erdem etiği, faydacı ahlak ile deontolojik ahlak bunların en önemlileridir. Özellikle çağdaş dünyayı etkilemesi açı­sından ikisi üzerinde duralım: Birincisi faydacı ahlak, isn genel ifa­desiyle faydacı ahlak, hazzı mümkün olan en yüksek seviyeye çıkar­mak; acıyı da mümkün olan en düşük seviyeye indirmekle ilgilidir. Faydacı ahlak sonuç odaklıdır. Ahlaki eylemler sonuçlarına bakılarak yargılanabilir. (Bk. John Nuttall, Ahlak Üzerine Tartışmalar, s. 23) Biri sonuçta hazzı elde ediyorsa, başkasının bundan zarar görmesi o kadar da önemli değildir. Hâl böyle olunca bu ahlak teorisi eleş­tirilerin de hedefi olmuştur. Başta bu teori adalet duygusunu tahrip etmektedir. Bir kimse açlıktan kıvranıyor olabilir, başka kimse bu kimseden haksız vergi veya faiz alabilir. Görünürde haksız vergi veya faiz alan kendince hazzı mümkün en yükseğe çıkarmıştır. Ama baş­kasına zarar vermek uğruna bu, gerçekleşmiştir. Vicdanlardaki adalet duygusu bunu kabul etmez. Diğer taraftan faydacı ahlakın tahakkuk edebilmesi için sonucun ne olduğunu öngörmemiz lazım. Peki bu, nasıl olacak? Ben, aldığım bir kararın sonuçta bana ve karşımdaki­ne fayda vereceğini nerden bileceğim? Faydacı ahlak, alınan kararın başkasının mutluluğunu tam olarak sağlayacağına inanır. Bu, aslında egoizmdir, kibir hâlidir. Hiç kimse nihayetinde aldığı kararın en iyi sonucu doğuracağını bilemez.

Bir de deontolojik ahlak vardır. Buna Kantçı ahlak da denile­bilir. Bu ahlak, ahlakın ödevler ve yükümlülükler üzerine kurulu ol­duğunu söyler. Faydacılık sonuç odaklıdır. Sonuç, hazza yol açıyorsa iyidir. Deontolojik ahlak ise kural odaklıdır. Sonuca bakmaz. Sonu­ca bakmaksızın bazı şeyler her zaman ve her yerde iyidir. Eylem­ler sonuçlarından bağımsız ele alınır. Örneğin bir adam bir avluya girer, bağlanmış ve kötü davranılmış bir köpek görür. Köpeği çalıp evine götürmeye ve ona iyi bakmaya karar verir. Faydacı biri, yapı­lanın iyi olduğunu, çünkü sonuçlarının olumlu olduğunu ileri sürer. Kantçı biri için ise çalmak yanlıştır. Nokta. Bir eylemi sonucundan ayırmak tümüyle iyi ve güzeldir. Ancak seküler dünyada yol göste­rici dinî ilkeler olmadan bir eylemin tartışılmaz bir şekilde ahlaki bakımdan doğru veya yanlış olduğu nasıl belirlenebilir? Kantçılığın kaynağı insanın tek başına akıl yürütme kapasitesine sahip olduğu fikridir. Aklımıza dayanarak olayları düşünebilir ve bu yönde hare­ket edebiliriz. Bu beceri bize ödev veya ahlaki sorumluluk duygusu kazandırır. Ödev ve yükümlülük öyle evrenseldir ki, hepimize içgü­dülerden, arzulardan veya kişisel niyetlerden bağımsız olarak eylem­lerimizi yönlendiren ve doğru şeyi yapmamızı sağlayan aynı kurallar sistemini sağlar. Bu teori ilahi buyruklardan evrensel bir ahlaki kod üretmek yerine insanlığın akıl yürütme becerisine dayalı bir ahlakı tercih eder. (Bk. Brian Boone, Etik 101, s. 53-70)

Kant’m yaptığı, insanların hangi eylemlerinin ahlaki kabul edilebileceği konusunda genel kurallar ortaya koyma çabasıdır. Bu çerçevede Kant, öncelikle şarta bağlı kurallarla, hiçbir şarta bağ­lı olmayan kuralları birbirinden ayırmıştır. Örneğin bir mahallede bakkal olduğunuzu varsayalım. Esnaftan biri ölmüştür. Herkes yas tutmaktadır. Siz bu genel mateme uymadığınız takdirde müşteri kaybetmekten çekindiğiniz için yas tutmaktaysanız, bu şarta bağlı bir kurala uymaktır. Burada kural yas tutmak ise, şart müşteri kay­betmek korkusudur.

Çoğunluğa uymanın sizi mutlu kılacağına inandığınızdan dola­yı ve o anda çoğunluk da yas tuttuğu için siz de mateme saygı gös­teriyorsanız, bu genel ama yine şarta bağlı bir kurala uymaktır. Bu eylemler Kant’a göre gerçekte ahlaki eylemler değildir. Bizi mutlu kılacak bir şeyi amaçlamakla ahlaklı olunmaz.

Ahlak kuralının özü hiçbir şarta bağlı olmamasıdır. Yas tutu­lacaksa yas tutmak için tutulacaktır. Yas tutma eylemi hiçbir ama­ca bağımlı kılınmamalıdır ancak o zaman o matem eylemi ahlaka uygun olabilir. Ahlaklı bir eylem evrensel bir yasa gibi geçerli olan bir ahlak kuralına uymak demektir. Gönüllü olarak bu ahlak kura­lına uymak, kişisel istek ve tutkulardan özgürleşmek anlamına gelir.

Böyle ahlaklı bir eylemin özellikleri Kant’a göre üç açıdan göz­lenebilir: Öncelikle, o eylem evrensel bir yasanın uygulanması ola­bilmelidir. Benim yaptığımı herkesin de yapabilmesinin mümkün olmasıdır. Örneğin yalancılık veya iftiracılık genel bir yasa olamaz, herkesin yalan söylediği veya birbirine iftira attığı bir toplum ya­şanmaz olur.

İkinci olarak Kant’ın çok bilinen bir özdeyişi gelir. Kısaca şöyledir: Kendi kişiliğinde ve başkalarının kişiliğinde insanları o şekilde ele al ki, hiç kimse basit bir araç olmasın, amaç her zaman insan olsun Örneğin matem tutulacaksa veya tutulmayacaksa ve her ne yapılacak- sa amaç bundan siyasal çıkar devşirmek olmasın, siyasal çıkarlar için insan araç hâline getirilmesin ve matem insana saygının ifadesi kalsın.

Burada da üçüncü ilke kendiliğinden belirmektedir. Kant’a göre ahlaki eylem hiçbir zaman sonuçlarına göre değerlendirilemez. Her eylem tek tek ele alınır. Herhangi bir “dava”ya yararlı olacak diye ahlaka aykırı bir eylemde bulunmak ahlaksızlıktır. Esasen adına de­ontoloji denilen anlayış tek tek her eylemin belli ahlaki görevlere uygun olmasını istemektir, “sonuççuluk” yanlıştır.

Kantçı ahlakın eleştirilen yanları da vardır. Bir foto-muhabir düşünelim ve diyelim ki az bulunur bir enstantane yakaladı. Aya­ğı kazara takılıp suya düşerken köprünün parmaklıklarını yakala­mış olan bir kazazedeyi fark ediyor. Fotoğraf makinesi elinde hazır. Deklanşöre basıp o anı kayda geçirmek ve gazetesinden aferin almak işten değil. Ancak öyle bir kritik ân ki bu, fotoğrafı çektiğinde ka­zazedenin eli parmaklıktan kurtulup suya düşme riski söz konusu. Şimdi gazeteci ne yapacak? Gazetecilik aşkıyla (siz buna görev duy­gusu deyin) o anın fotoğrafını mı kayda geçirmeye çaba gösterecek; yoksa kamerasını, ceketini bir tarafa fırlatıp kazazedenin elinden tutup onu kurtarmaya mı çalışacak? Modern zamanların ahlak tu­tumu (Kant’tan bu yana), bize görev ahlakı telakkisini aşılıyor. Gö­rev ahlakının içinde bir şeyi kendi hatırı uğruna —yani başka hiçbir mülahazaya yer vermeksizin- o işi salt kendi hatırı uğruna gerçek­leştirmeyi eylemlerimizin önüne koyuyor. Erdemli olma, o işi salt kendi hatırı uğruna işlemeyi öngörmektedir. Görevi yerine getirme, her türlü pratik gerekçelerin dışında ve üstünde sayılmaktadır.

Oysa farklı bir erdem anlayışı, yapılması gerekenden daha fazla­sını yapma imkânını önümüze getiriyor. Diyor ki, sen görev ahlakıyla yapman gerekeni yapabilirsin, böyle yaptığın için kimseden kınama da görmezsin. Fakat yapman gerekenden daha fazlasını yapma im­kânı her zaman sana verilmiştir. Yapman gerekenden daha fazlası bir insanın hayatını kurtarmaktır. İşte bu durum, aklımıza İslam ahlakında öngörülen takva kavramını getiriyor. Zikrettiğimiz örnek­lerden hareketle gazetecilik başarısına da, köprü parmaklığına takılı kalmış kazazedeye de bu açıdan bakıp kararı kendiniz vereceksiniz. Salt görev duygusuyla mı yetinmek isterdiniz; insani mülahazaları da dikkate alarak mı karar verirdiniz?

Görüldüğü kadarıyla denilebilir ki, ahlakın kaynağı “mutlu ol­mak değildir. Zira mutluluk nesnel değildir. Herkese göre mutluluk farklı olabilir. Mutluluk kişiden kişiye göre de değişir. Kişiden kişiye değişen bir şey de evrensel ahlakın temeli olamaz. Bazen yalan, hile, sömürü, tefecilik mutluluk getirebilir. Para da mutluluk getirebilir. Ama herkes için sayılan şeyler de para da mutluluk demek değildir. Hatta paranın getirdiği mutluluk bir süre sonra mutsuzluk da geti­rebilir. Bunlar hep tecrübeyle sabittir. Para mutlak mutluluk getir­seydi herkesin paraya sahip olduğunda mutlu olması gerekirdi. Ama öyle değildir. Yine para mutlak mutluluk kabul edilirse o zaman da paraya ulaşmak için her şey mübah hâle gelir. Bunu diğer dünyevi şeyler için de düşünebiliriz. Bir de -yukarıda dediğimiz gibi- tecrü­beyle sabittir ki, para, kadın, makam vs. mutlak anlamda mutluluk vermemektedir. Ya da mazoşist dediğimiz tipler acı çekmekten ve­ya acı çektirmekten mutlu oluyor olabilirler. Ne olacak? Ahlaklı mı davranıyorlar diyeceğiz? Hırsızlık yapan bundan haz alabilir. Porno bağımlısı bundan mutluluk duyabilir. Hatta kız çocuklarına tecavüz eden de bundan elbette keyif alıyordun O hâlde bu anlayış, ahlakın temeli olamaz. Nasıl olsun ki? Burada mutluluk ahlak ve erdemden bağımsız ele alınmıştır. Oysa ahlak ve erdeme dayanmayan mutluluk kalıcı olamaz. Maddi haz anlamında mutluluk geçicidir. Derinlik­ten yoksundur. Evreni fizikalist-materyalist bir sistem olarak açık­lamaya çalışan bilimciler hayatın anlamını mutluluğa, mutluluğu da haz duygusuna indirgemişlerdir. Ne kadar haz, o kadar mutluluk, ne kadar mutluluk o kadar anlam… Buna göre örneğin uyuşturucu alan bir insanın mutsuz olduğunu söylemek mümkün olmaz. Alabil­diğine cinsel doyum yaşayan bir insana mutlu değil denmez. Fakat bunun saçma bir düşünce olduğu açık. İnsan uyuşturucuya, cinsel ve hayvani güdülere bağımlı hâle gelerek nasıl mutlu olabilir, nasıl anlamlı bir hayat yaşayabilir? İnsan ontolojik olarak kendisinden daha aşağıda olan bir şeye bağlanarak değil, daha yüksek bir varlı­ğa ve değere tutunarak kendini bulabilir. (Bk. İbrahim Kalın, Ufuk, s. 172)

İnceleyin:  İnsan'ın Kendi Nizamını Bulması

Ahlakın öyle bir temeli olmalı ki, her hâlükârda uygulandıim- da herkes mutlu olsun! Herkes kendini bilip daha yüksek değerlere bağh olsun; hem de özgürce… Daha yüksek değerlere bağlanmakla sadece ben değil, karşımdaki de mutlu olsun! Ve ahlak nesnel olsun, herkesi bağlasın! Bunu rasyonel ahlakın mutlak olarak sağlayama­yacağını düşünüyorum. Nispi olarak sağlayabilir ama ahlaka temel olamaz. Burada temel, ancak her bilenin üstünde bir Bilenin; her akledenin üstünde bir Akl’ın (aklı “bilen” anlamında kullanıyorum) varlığı olabilir. Senin benim aklım değil; seni de beni de yaratanın aklı ancak sağlam bir temel olabilir. Bu vesileyle hatırlatmakta fay­da vardır: Bir kere kaynak açısından ahlakın temeli aslında Allah’tır. Allah irade sahibi bir varlıktır. İnşam yarattığında da kendi irade­sinden yüklemiş ve irade sahibi bir varlık olmasını murad etmiştir. Tekil olgu ve olaylar açısından da ahlakın temeli ilahi buyruklar olmalıdır. Basit bir örnek olarak denilebilir ki, hayvan öldürüp eti­ni yemek kötüdür. Hayvanın insanı parçalayıp insanı yemesine razı olmayız. Ancak insanın hayvanı öldürüp etini yemesini meşru kabul ederiz. Buna Allah izin verdiği için böyledir. Bugün seküler ahlak da bunu böyle kabul ediyorsa dinden etkilendiği için böyle yapıyordur.

Yukarıda gazeteci örneğini verdik. Gazeteci görev aşkına insanın ölümüne sebep oluyorsa bunu hiçbir vicdan kabul etmez. Seküler ahlak da bunu çirkin görür. Bu da dinin etkisidir. Din, bize böyle durumlarda can gibi en temel hakkın korunması gerektiğini öğret­miştir. Hatta mevzu bahis olan canı korumaksa yalan söylenebile­ceğine dahi cevaz vermiştir. Yine domuz eti yemek yasaktır. Allah kötü gördüğü için böyledir. Bunlara akli açıdan bir temel bulmaya çalışmak mümkün olabilir ama onlar da doğrusu aldı fazla tatmin etmeyecektir. Allah olmadan ahlakı temellendirmek de mümkün olmaz. Tabii bunu söylediğimizde her yönüyle bir eylem Allah em­rettiği için iyidir, başka türlü iyi olması mümkün değildir de demek istemiyoruz. Bazı eylemler özü itibariyle de iyi veya kötü olabilir. Ama dinin yönlendirmesi olmasa o özü yakalamak, anlamak ve or­taya çıkarmak neredeyse imkânsızdır. Bunu söylerken hemen şimdi aklınıza gelmesin. Hz. Âdem’den bu yana olan gelişmeler ve dinin bu olaylara müdahalesi düşünülmelidir. Elbette Allah peygamberler göndererek pek çok şeyi insanoğluna belletmiştir. Şimdi tabii ki, yer­leşmiş kurallar var. İşte bu yerleşmiş kuralların insanoğlu tarafından ortak kabulünde ta başlardan beri süregelen dinin etkisi yadsınamaz, örneğin, adalet özü itibariyle iyidir; zulüm kötüdür. Allah, bunları da insan ntrauna KoaıamışttHnsan fıtri olarak bazı şeyleri güzel, bazı şeyleri de çirkin görür. Akıl da bunları keşfe ve kabul etmeye hazırdır. Dediğimiz gibi eylemin özü ve doğası gereği iyi ve kötü olduğu durumlar vardır. Ama bazen neyin adalet neyin zulüm ol­duğunu detaylarda anlamak mümkün olmayabilir. Bazı eylemlerin kendisi olmasa bile sonuçları itibariyle iyi ve kötü olduğu durumlar da söz konusudur. Din, bu konularda yardımcı olur, bunları keşfet­mede akla destek verir. Adalet ve zulmün genel manası göz önünde bulundurularak çözümler bulunur. Bunlar tekil olaylardır ve tekil olayların tahlilinde farklı bakış açıları ortaya koymak mümkündür ama bu, ahlakın kaynak ve temel bakımından yüce bir Varlık’a da­yandığı gerçeğini değiştirmez. Tarihte İslam dünyasında bu tartış­malar yapılmıştır. Onları tekrar etmeye gerek yoktur.

En temel ahlak ilkelerini örnek olarak ele alalım: “Cömert ol­mak iyidir.” dediğimizde bunun kişiye veya topluma göre değiş­memesi gerekir. Ancak değişebiliyor. Birinin cömertlik gördüğünü diğeri savurganlık olarak görebilir. Adam öldürmek de böyledir. Bi­rinin katil olarak gördüğünü diğeri kahraman olarak görebiliyor. Hâl böyle olunca ahlak göreceleşmektedir. Oysa ahlak nesnel olmak zo­rundadır. Sana bana göre değişmemelidir. Ahlâkın tabiatı böyledir. O zaman nesnel ahlak kişileri veya toplumu aşmaktadır. Kişi veya toplumların ahlak yargıları nesnel olamaz. Ahlakı belirleme kişi ve toplumlara bırakılırsa belki kişi veya toplum sayısınca ahlak ortaya çıkar. Bu ise esasen ahlakın temelini dinamitler. Bu durumda ahlakı görecelikten kurtarıp onu nesnel kılabilecek bir delile, anlayışa, teo­riye ihtiyacımız vardır. O da Allahın varlığıdır. Sadece Allah ahlakı belirlerse bu ahlak nesnel olur. Yani herkes için geçerli olur. Aslında bu durum Allah olmadan nesnel bir ahlak teorisinin de ortaya ko­nulamayacağını göstermektedir.

Burada şunu da ifade etmek isterim ki, bazen ahlaki anlamda kesin olan emirler bazı durumlarda esneyebilir. Örneğin yalan söy­lemek kesin olarak kötüdür. Ancak bazı durumlarda yalan söylemek iyidir. Böyle olduğunda bu durum ahlakın göreceli olduğunu gös­termez mi? Dört açıdan göstermez. Birincisi şu: Bunlar kesinlikle istısnadır ve asri kural değildir. İkincisi bunlar zaruri durumlarda ortaya çıkan şeylerdir. Bir tarafa can; öbür tarafta yalan var X söylemekle can kurtarılacaktır. Burada fayda ve zarar çelişmiştir. Can kurtarmak zaruri ve faydalı; yalan söylemek zararlı bir şeydir. Ne olacaktır? Zaruri ve faydalı olan öne alınacaktır elbette. Üçün- cüsü bunlar bir tarafın veya iki tarafın da iyiliğinedir. Tabii ki, ikinci bir şahsın iyiliğine olan her şey ahlaki değildir. Kumarda kaybe­den karşı tarata kazandırmaktadır. Şimdi, kaybeden aslında iyilik mi yapmış oldu? Hayır, çünkü işin özünde, başında iyi olmayan bir eylemden iyi bir sonuç çıkmaz. Dördüncü olarak bunları belirleyen “ben” değilim, “ben”i de bilen Allah’tır. Allah, bana asılları da, istis­nai durumları da öğretmektedir. Bunları belirleyen “ben” olsaydım, istediğim zaman yalana başvurur, kimseden de çekinmezdim. Buna göre denilebilir ki, örneğin, haksız yere öldürülmek istenen bir in­sanın hayatını kurtarmak amacıyla yalan söylemenin iyi olması gibi bazı özel hükümler kötülüğün eyleme (yalan) ait ayrılmaz bir nitelik olmadığını göstermektedir.

Gerilim çoğu kere üst bir değere bağlanmadan gerçekleşen ey­lemlerde ortaya çıkmaktadır. Birey ve toplum çatışır, gerilim ortaya çıkar. Çünkü ya bireyin ya da toplumun yok olma riski vardır. Ka­dın ve erkek çatışır, gerilim çıkar. Çünkü her iki tarafın birbirine ta­hakküm etme riski vardır. İşçi ve patron çatışır, gerilim çıkar. Oysa bunları üst bir değere (Allah’a) bağladığımızda çatışma son bulur (en azından teorik düzeyde ve temellendirme açısından). Zira ahlaki önermeler emir şeklindedir. Yalan söyleme! Hırsızlık yapma! Adam öldürme! Aldatma! Sömürme! Bu emirleri kim, kime verecek? Eşit düzeyde olanların birbirine emir vermesi ne kadar mümkündür? Emir için amir-memur ilişkisi olmalı. Yine de dünyevi anlamda amir olanın yalan söyleme, aldatma, sömürme yapmasının mümkün ol­duğu bir düzende ne kadar inandırıcı olacaktır? Diğer taraftan emir verse dahi bunun dinlenilmesi zorunluluktan mıdır yoksa gönülden midir? Onun için emirlere bağlanma eşitler arasında olmadığı gibi yine insan olmak itibariyle eşit olan ama dünyevi makam açısından alt-üst ilişkisi bulunan amir-memur arasında da olmaz. Oluyorsa zorunluluktandır. Zorunluluğun olduğu yerde ahlak değil, hukuk vardır. Ancak emirler bir üst değere bağlanırsa riskler de ortadan kal­dırılır. Ahlak temellendirilmiş olur. Fakat burada tek bir sorun var: Allah ile aldatma riski. Yüksek değerleri kullanıp başka bir çatışma alanı açmak da mümkündür. O zaman demek ki, Allah ile aldatılmayacak. Aldatılırsa bunun adı din istismarıdır. Din, istismar edil­dikçe ortada çatışma var demektir. O hâlde çatışma ve gerilim teorik olarak tarafları yüksek tarafa bağlamakla sona erdirilse de pratikte bu yüksek değere bağlananlar samimi ve dürüst olmak zorundadır.

Burada bir hususu hatırlatmak gerekir: Ahlaki ilkeler, fizik ya­saları gibi değildir, dedik. Fizik yasalar vardır ve bunlar sadece bi­rer gözlemdir; bunlardan değer üretilmez. Ahlaki yasalar ise değer üretir. Doğru ve yanlışı ortaya koyar. Adam öldürmek kötüdür ve­ya yanlıştır, dediğimizde bir taraftan bilimde olduğu gibi bir tarif yapmış oluyoruz; ancak öbür taraftan da bir değer üreterek adam öldürülmemesi gerektiğini salık veriyoruz. Bu tarifte adam öldür- memeye yönelik bir emir de vardır. Bilimsel yasalarda bu çeşit bir ahlaki davranışın üretilmediğini görmüştük. Hemen belirtelim ki, “adam öldürmek yanlıştır, kötüdür; tecavüz kötüdür; cömertlik iyidir vs.” gibi ahlaki önermelerin hiçbir bilimsel dayanağı yoktur. Bun­lar insanla, insan iradesiyle, insanı insan yapan şeyle ilgilidir. Bilim nesneyi incelediği için insanı konu da edinemez. Çünkü insan nesne değildir, nesneleştirilecek varlık hiç değildir. însan öznedir, obje de­ğildir. Onun için “sosyal bilim” denilen olgu tartışmalıdır. Normalde bilim açıklayıcı bir dil ve metoda sahiptir. Açıklayıcı dil ise tabiat olayları veya fizik nesneler için geçerlidir. Ancak insan ve toplum söz konusu olduğunda bu açıklayıcı metot işlevini yitirmektedir. Onun için yerine “anlayıcı bir metot” önerilmiştir.

İnceleyin:  İnsanın Özgürleşmesi

Bu bir yana adam öldürmek kötü ise ahlaki ilkelerin temeli ne olabilir diye sorduğumuzda bunun temelinin bilim olduğunu söy­leyemeyiz. Çünkü bilim bunu bize söyleyemez. Zira adam öldür­menin kötü olduğunu” ispat etmek bilimin konusu değildir. Bilim, neden ahlaklı olmamız gerektiğini de açıklayamaz. Bilim, deney ya­par ve sebeplere bakar, tikel bir sonuca ulaşır. “Adam öldürmenin kötü olduğu” deney yolu ile ulaşılacak bir bilgi değildir. Hiç kimse 5-10 adam öldürelim de nasıl sonuç veriyor, görelim demez. Bir başka açıdan bilimsel olgularla ahlaki yargılar arasında şöyle bir fark da vardır: “Gökyüzü mavidir.” dediğimizde bir olguyu dile getirmiş oluruz. “Zulüm kötüdür.” cümlesi de aynı türden bir olguyu mu di- e getirmektedir? Evet, olgudur ama değersel bir olgudur. “Zulüm kötüdür.” cümlesinde ifade edilen durum bilimsel olguları tamamen aşmaktadır. Gökyüzünün mavi olup olmadığını gözlem veya deney yoluyla hemen anlarız. Ama “Zulüm kötüdür.” yargısını nasıl göz­lemleyeceğiz? Bu sadece bir betimleme meselesi midir? Bu yargı için önceden bizde zulüm ve kötülük hakkında verili bilgiler olması gerekmiyor mu? Diğer taraftan bir kimsenin bizim zulüm olarak gördüğümüz şeyi zulüm olarak görmemesi mümkün değil midir? Yapılan bir şeyin zulüm olduğunu söylemek, gördüğümüz şeyleri betimlemenin ötesine geçip gördüğümüz şeylere bir tepki vermek anlamına gelir. Tepki olan yerde ise sadece gözlem yoktur, duygular da işin içine karışmaktadır. Burada, daha derinde aslında bilimin dahi “bir dünya açıklaması” anlamında tepkiden ibaret olduğu söy­lenebilir. Olguların dahi gözlemcisinden bağımsız açıklanamayacağı dile getirilebilir. Dolayısıyla onlarda dahi birer öznellik bulunduğu söylenebilir, ancak bu, daha felsefi tartışmaları da beraberinde getirir.

O hâlde ahlaki ilkeler veya davranışlar bilimsel önermelerden tamamen farklıdır. Sanki ahlaki önermeler bizde apriori olarak var­dır. Sanki ahlaki önermeler fıtratımıza yerleştirilmiştir. Diğer yandan yine denilebilir ki, bilimin bir başka özelliği de -dediğimiz gibi— olgusal olmasıdır. Bilim, olan ile ilgilenir. Olanın boyutları, hacmi bellidir. Bilim, bunu deneyler, bize bir tespitte bulunur. Sadece bir tespittir yaptığı, tarif yani, bir açıklama. Ateş yakmaktadır, havada duran şeyler düşmektedir vs. Bilimde olması gereken yoktur. Olması gerekeni bize ahlak öğretir. Peki bize olması gerekene dair buyrukları kim vermektedir? Bir şeyi yapmam gerektiği nereden çıkmaktadır? Kaynak bakımından bunu Allah’a bağlamaktan başka çıkar yol gö­rünmemektedir. O zaman Tanrısız bir evrende genel geçer, nesnel ahlak olamaz, diyebiliriz.

Burada bilimsel teoriler ile ahlak kuralları arasında söz konu­su olan bir farka geliyoruz. Bu da şudur: Bilimde, teori ile gözlem arasında bir uygunsuzluk varsa bunun anlamı ya teori yanlıştır ve terkedilmeli ya da deney aygıtımızda bir yanlışlık vardır veya göz­lemlerimizde başka bir hata nedeni bulunmaktadır. Bilimsel teoriler sınanabilir; ya yanlışlanır ya da doğrulanır ama gözlemleyeceğimiz şeyin ne olması gerektiğini söylemez. Oysa ahlak tam da bu noktada ayrışır. Zira ahlak bize ne tür yargıda bulunmamız gerektiğini söyler.

Ancak bir de ahlak teorileri vardır. Ahlakın teorileştirilmiş hâlleri sanki bilimsel teori gibi hareket etmektedir. Faydacılık gibi ahlak teorilerini böyle düşünebiliriz. Sanki bir teori vardır ve sınanacaktır. Sonuca bakılacak ve mutluluk ve acı vermesine göre karar verile­cektir. Sanki bilimsel teorileri pratikte sınayarak doğru veya yanlışa karar verdiğimiz gibi ahlak teorileri de bizden bunu ister gibidir. Sanki ahlak adına bilinen hiçbir şey yoktur da onu sınayarak bula­cakmışız gibi. Sanki önce bir ahlak teorisi kurup sonra onu bilimsel bir teori gibi sulayacakmışız gibi bir durum söz konusu. Belki teori anlamında ahlak, yaşanmış tecrübelerin ortak noktasını bulmak ola­rak meşru olabilir. Yani yaşanmışlıkları teorileştirmek mümkündür. O da yine mutlak olmamak şartıyla… Zira ahlak ve insan karmaşık bir yapı arz etmekte, matematiksel bir durum arz etmemektedir. Hayat teorilerdeki kadar basit değil, karmaşıktır. Teoriler çoğu kez farklı tikel olayları açıklamada başarısız olabilir. Hayatın işleyişi bir teoriye sığmayacak kadar capcanlıdır. Evet, yaşanmışlıkları teorileş- tirmek mümkün ama bir teori kurup ahlakı öyle yaşamak herhâlde ahlakın doğasına da aykırıdır.

Son olarak din-ahlak ilişkisine değinmek faydalı olacaktır. Cafer Sadık Yaran din-ahlak ilişkisine dair dört yaklaşıma dikkat çeker. Bu dört yaklaşıma biraz daha yakından bakalım:

  1. Zararlılık: Marks, Freud ve Russell gibi din karşıtı filozofların savunduğu bu yaklaşıma göre din ahlak için gereksizdir. Hatta zarar­lıdır. Örneğin, din, ekonomik ve cinsel konularda kısıtlamalar getirir. Cennet cehennem ile ilgisi dindar insanın ahlaki eylemlerinin de­ğerini düşürür. Dolayısıyla din olmadan da pekâlâ ahlaklı olunabilir.

Yaran a göre din-ahlak ilişkisi konusundaki en yanlış yaklaşım­dır. Buna rağmen mezkûr eleştirilerde hiç haklılık payı yok mudur? Vardır. Mesela, dinlerin tarihte bazı savaşlara yol açtığı malumdur. Ancak savaş olgusunda dinin rolü abartılmamalıdır. Diğer faktörler göz önünde bulundurulmalıdır. Savaşların çoğu dinî değil, dünyevi maksadı ve ideolojiktir.

Dindar insanın ahlaklılığında cennet ve cehennem motiflerinin oynadığı rol de haksız yere abartılı bir eleştiriye malzeme yapılmak­tadır. Oysa bunlar tutkulara gem vurmak, öfkesine hâkim olmak

veya yoksula yardımcı olmak yahut zalime engel olmak gibi ahlaki arınmışlık ve gelişmişlik gerektiren durumların başlangıcında salt akli uyarılar, zayıf vicdani iç sesler ve kaçınılabilecek hukuki yap­tırımların yeterli olmadığı durumlarda da fonksiyon icra edebilen aşkın motivasyon ve yaptırımlardır. Bunların, dindan insanın ahlaki­liğinde rolü küçümsenemez. Bununla birlikte gerçek dindarlar. Salt cehennem korkusu ve salt cennet ümidinden dolayı ahlaki eylemde bulunmazlar. Yine de ahlaki bir eylemi cennet ve cehennemi dik­kate alarak yapmak ile kişisel dünyevi bir çıkardan dolayı yapmak bambaşka şeylerdir ve bunlar karıştırılmamalıdır.

Dinî ahlakın ekonomik ve cinsel kısıtlamalar getirmesinden do­layı eleştirilmesi de bazı dinler esas alırsa haklı ama İslam düşünü­lürse haksız görünmektedir. Bazı dinler malı mülkü yadsımış, evli­liği müntesiplerine yasaklamış ve manastır hayatını tavsiye etmiştir. İslam böyle değildir. Diğer taraftan maksat her türlü özgürlük ise bunun ahlakla ilgisi yoktur.

  1. İlişkisizlik: Kierkegaard gibi bazı felsefecilere göre din ve ah­lak arasında (Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etmeye kalkışması örne­ğinde olduğu gibi) doğrudan organik bir ilişki yoktur. Din ve ahlak birbirinden bağımsızdır. Hatta birbirine zır bile olabilmektedirler. Önemli olan buyruklara itaattir. Bunun ahlakla ilişkisi yoktur.

Hz. İbrahim ve oğlu örneği isabetli bir örnek değildir. Zira bu çok özel, tikel bir olaydır. Oysa dinî ahlak da dâhil olmak üzere ah­lak, genel ilkelere dayanır. Ayrıca ilahi buyruk teorisi de denilen din merkezli ahlakta da tikel olaylar karşısında ahlaki seçimlerde bulu­nurken beşerî, akli, örfî ve vicdani ilkeler göz ardı edilmez.

  1. Yararlılık: Din ve ahlak arasında hep olumlu bir diyalog var­dır. Din, ahlaka her zaman olumlu katkıda bulunmuştur. Yarana göre din ve ahlak arasındaki yaklaşımlar arasında en doğru olanı, zorunlu olmamakla birlikte çok yakın ve kuvvetli bağın bulunduğu ve olması gerektiği iddiasındaki bu yaklaşımdır. Dinin ahlaka des­teği ve katkısı büyüktür.
  2. Zorunluluk: Kant dikkate alındığında Tanrı ve ölümsüzlük inancı ahlak için kaçınılmazdır. Ödevi yerine getirmek bile Tanrının varlığına sımsıkı bağlıdır. Ahlak dini zorunlu kılar. Din yoksa ahlak da yoktur. Buna göre dinsiz birinin ahlaklı olması (dindar birinin ahlaksız olması) mümkün değildir.

Bu yaklaşım genel olarak doğru olmakla birlikte temel iddiasın­da aşırdık taşımaktadır. Böyle bir kesin genelleme hem akli çıkarım­lara hem de gözlemlerimize aykırıdır. Dindarlar arasında ahlaksız olduğu gibi ateistler arasında da ahlaklı vardır. Bu durumlar din ve ahlak arasındaki bağın zorunlu ve mantıksal bir bağ değil, mümkün ve kuvvetle muhtemel bir bağ olduğunu göstermektedir. (Bk. Cafer Sadık Yaran, Din Felsefesine Giriş, s. 223-229)

Yaran m cevabı görüldüğü gibi pratik yönüyledir. Pratikte ateis­tin ahlaklı olduğu gözlemlenebilir. Ama Kant’ın bu mesele ile ilgili söylediği muhtemelen teoriktir. Yani din veya Tanrı olmazsa ahlakı temellendirilemez. Zira ahlak için Tanrı’nın varlığı gereklidir. Yine ahlak için özgür irade şarttır. Özgür iradeyi temellendirmek için de Tanrı gereklidir.

Yavuz Köktaş – Bilim ve Ahlak &Olgu ve Değer,syf:195-207

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir