Bugün İslami düşünce geleneğinin kendisinde tecessüm ettiği eserleri okuyanlar kendilerini sanki iki alternatiften biriyle karşı karşıyaymış gibi görmektedir: Bu eserlerde ifade edileni ya kabul etmek veya reddetmek zorundayız (bir kısmını alıp bir kısmını terk etme üçüncü bir alternatif değil, ikili bir alternatifle düşünmenin mantıki bir neticesidir). Kabul edenler, her şeyi olduğu gibi veya biraz daha bozarak nakletmeyi yeterli buldukları gibi, reddedenler de meseleyi bir çeşit müfettişlik olarak görmekte ve vazifelerini bu eserlerin bugün işe yaramazlığını (veya bugünkü yanlış anlayışların esası olarak) göstermekten ibaret kabul etmektedir. Bu durum, asıl yapılması gerekeni, yani bu eserleri anlama gayretini bir kenara ittiği için, gelenekten gereği gibi istifade edilmemektedir.
Hâlbuki eğer mesele, içinde yaşanılan gerçekliğin karşımıza çıkardığı meseleleri çözmek olsaydı, o zaman, geleneğin anlamı ve bugünkü İslam Düşüncesi açısından yeri daha sağlıklı ve duygusal olmayan bir tavırla tespit edilebilirdi. Başka bir ifadeyle, o zaman düşüncemiz, geleneğin kendisini sorgulamayı ve onun karşısında (kabul veya reddetme alternatiflerinden birini tercih etmeyi düşünen) bir tavır takınmak gerektiği sorusunu merkeze alarak kendisini ifade etmez, mevcut meselelerin çözümü açısından geleneğin yerinin ne olduğu sorusuna cevap arardı.
Şimdi bu bakış açısı ile Türkiye’de İslam düşüncesinin geleceği açısından İslami düşünce geleneğinin yeri üzerinde duracağız. Bunun için önce, İslam düşüncesi konusunun yeniden tayini gereği vurgulanarak, bu tayine göre, geleneğin yerinin ne olduğu üzerinde durulacaktır.
İslam düşüncesinin hangi noktalarda ve nasıl teşekkül edeceği konusunda, 20. yüzyıl mütefekkirleri tarafından yapılmış teşebbüsler mevcuttur. Bu teşebbüslerin neticesinde, ıslah hareketinden, İslam düşüncesinin yeniden inşası, İslam modernizmi ve nihayet bilginin İslamileştirilmesi fikirleri gibi bir dizi şayan-ı dikkat eserler ortaya çıkmıştır. Bugün, Türkiye’de İslam düşüncesinin bulunuş şekli ve geleceği üzerinde düşünürken, nispeten zengin teşebbüslerden azami istifade etmek gerekmektedir. Biz bunlardan sadece ikisine kısa bir göz atarak, kendi teklifimizi ifade edeceğiz.
İslam düşüncesinin modernist denilen bakış açısıyla yeniden inşası gayretleri göstermiştir ki, hareket noktası modern olan bir teşebbüs, netice itibariyle, arzu edilenin tam aksi neticeleri vererek, Din’in bir kısmından vazgeçerek, düşünceyi yeniden inşa adına mevcudu meşrulaştırmaktadır. Mesela modernizm İslam düşüncesini yenileme gayreti içinde, geleneği bizden önce yaşamış olanların ne söyledikleriyle özdeşleştirmekte ne söylendiği ile nasıl söylendiği arasında bir tefrik yapmadığı için, kalıcı olanla şartlara bağlı olarak ortaya çıkan arasındaki fark ortadan kalkarak lüzumsuz bir tarihselcilik çıkmazına girmekte ve kendi esaslarını yok etmektedir. (Fazlurrahman misali). Modernizmin gelenek karşısındaki tavrı (en azından Fazlurrahman’da tezahür ettiği şekliyle) çok açık değildir; gelenek daha tarif edilirken, Kur’an da dahil olmak üzere her şey bu tarifin unsurları olarak görülüyor ve gelenek hakkında söylenenlerde herhangi bir istisna gözetilmiyor. Ulemaya yapılan göndermeler sadece önceden tespit edilmiş bir tavrı meşrulaştırma amacına hizmet etmekten öteye gitmiyor gibi gözüküyor.
Modernizm kendisine mesele olarak gelenekçi olarak gördükleri Müslümanların düşüncesini seçtiği için, onların geleneğe bakışını tenkit ederken kendi kendisini ifade edebilmektedir. Yani modernizm, olması gerekeni düşünürken mevcudu (şu anda geçerli olan anlamında) esas alıp, olmaması gerekeni geleneğin içinden seçtiği örnekleri zikrederek tayin ederken kendisini ifade etmektedir. Bu noktada modernizmin en önemli itirazı geleneğin normatif karakterde görülmesi veya kutsallaştırılmasıdır.[46] Ancak İslami Düşünce Geleneği kendi içinde çeşitlilik arz ettiği için, mutlak anlamda bir normatif bağlayıcılık iddiası, bizzat gelenek tarafından yalanlanır. Çünkü gelenekten daha öncekilerin ne dedikleri anlaşılacak olursa, o zaman ulemanın bir mesele hakkında birbirinden çok farklı şeyler söyledikleri açık olduğu için, bu iddia kendi içinde bir tenakuz taşıyor olarak, kendi kendini nakzeder.[47] O hâlde geleneği ne söylenildiğinde değil, söylenenin nasıl söylendiğinde aramak gerekir. Nasıl söylendiğinin bilgisi ne söylendiğinin bilgisinden mevcut olduğu ve bu da neyin nasıl kavrandığı ile alakalı olduğu için, gelenek meselesi selefin kendi karşılarına çıkan gerçekliği nasıl kavrayıp, nasıl ele alarak, hangi çözümleri teklif ettiklerinin anlaşılması noktasında kendini izhar edecektir.[48]
Geleneğin yanlış (eksik veya yetersiz) bir ‘İslam anlayışı’ takdim ettiği iddiası da yukarıda zikredilen bakış şeklinin sadece bir neticesidir.[49] Bu iddia genel olarak selefi yaklaşım şeklinin, son dönemde özellikle -farkında olunsun veya olunmasın- Şii tesiriyle aldığı bir şekil olmasının yanında, İslam modernizminin de hareket noktasıdır.[50] Bu bakış şekli Din ile tedeyyünü bir birinden tefrik edemediği için, geleneği yanlış yerlerde görmenin veya özellikle bazı noktaların ön plana çıkarılarak geleneği sadece bunlardan ibaret görme/gösterme arzusundan kaynaklanmaktadır.[51] Hâlbuki mesele tedeyyünün belirli tarihî şartlar içinde nasıl gerçekleştiğinin tespit edilerek, bu günkü şartlar içinde tedeyyünün nasıl olacağının nazari ve ameli olarak ortaya konulması meselesidir; amaç maziyi yargılamak değil, anlamak olmalıdır. Maziyi anlama gayreti, mazide hata yapılmış olma ihtimalini kapatmadığı gibi, tamamen dışlamayı da kabul etmez. Sadece mümkünün nasıl gerçek hâline geldiğini görmeyi hedefler.
Diğer taraftan, gene moderni esas alan yaklaşım şekilleri, düşünceyi, bir çeşit yorum şekli olarak görmekte ve bu, bütün düşünceyi, naslan zorlamanın ve neticede onları kısmen inkara varan bir ilhad noktasına götürmektedir.[52] (Hasan Hanefi misali)
Geleneği yegâne suçlu olarak ilan etmenin arkasında, bana öyle geliyor ki, zamanında ortaya çıkan İslam-Ilim, Islam- Medeniyet ilişkisi gibi sun’i meseleler yatmaktadır. Bu noktada, günümüz mütefekkirleri, suçlu olarak ilan edilen kitapları sorgulamakta, bu sorgulama netice itibariyle, Din ile bir hesaplaşmaya doğru gitmektedir. Hâlbuki, mesele, İslam’ı veya bir dönemin İslam Anlayışım (tedeyyün şekli) sorgulamak değil, Müslümanların meselelerini halletmek olmalıydı.
Genellikle geleneği sorgulamak için yola çıkanlar, kendilerine ister istemez ‘Modern’in dikte ettirdiği şartları veya ‘Modern’den hareketle oluşturdukları ölçüleri veya Batı’da çok özel şartlar altında ortaya çıkmış disiplinleri (Türkiye’ye ulaştığı kadarıyla alıp ciddi bir muhakemeye tabi tutmadan) sorgulamada esasa yerleştirmektedirler (Hermeneutik gibi). Neticede yapılması gerekenin tam aksi ortaya çıkmakta, Tedeyyün sorgulanırken, Din de bu sorgulamadan payını almaktadır[53] Bu sorgulamada, Din’in ‘çağın ihtiyaçlarına göre yeniden yorumlanması’ amaç edınildiği için, esasını Müslümanlar tarafından tayin edilmemiş değerler, olgular, sistemler, ideolojiler vs.nin oluşturduğu çağın ihtiyaçlarına ulaşılarak, bu ihtiyaçlara göre Din bir yoruma tabi tutulmak istenmektedir. Böyle bir durumda, ortaya çıkan yeni yorum, Din’in bir kısmının mezkûr ihtiyaçlara uymadığı iddiasıyla terkinden ibarettir.
Hâlbuki naslar, yukarıda işaret edildiği gibi kendileri bir gerçeklik alanını oluşturmakta olduğu için, hitap ettikleri insan karşısında münfail bir konumda değillerdir. Bu nasların lisani olmasından kaynaklandığı gibi, bizzat nasların üslubu da kendilerini insan karşısında münfail bir konuma sokmaktan uzaktırlar. Bu noktayı nazar-ı dikkate alarak, İslam düşüncesinin geleceğinin ne yönde aranması gerektiği ve bu noktada İslami Düşünce Geleneği’nin konumu üzerinde durmak istiyoruz.
Yukarıda kısaca işaret edildiği gibi, geleneği olmayan bir düşünce, İlmî bir hususiyet kazanamaz, ilim ile gelenek arasındaki alaka, kısaca şu şekilde ifade edilebilir: her ilmin ve İlmî olanın bir geleneği vardır (veya her İlmî olan bir gelenek içinde anlam kazanır). Türkiye’de düşüncenin henüz geleneği olmadığı için, ilmiliğinden bahsetmek oldukça zordur. Gerçek meselelere çözüm arama ve kabul edilebilir, anlaşılabilir, genel geçer çözümler arama, bulunan teklifleri bir taraftan bu alanlardaki mütehassısların kabulüne sunarak onlardan kabul alma, diğer taraftan pratik geçerlilik ilmiliğin ölçüleri olarak zikredilebilir. Bu konuda müminlerin birbirleri karşısındaki velayeti esasından başka bir esas yok gibi gözüküyor. Bu da ortak bir zeminde bulunma ön şartıyla meşrut olduğu için, bir taraftan aynı esaslara bağlı olarak mesele tayinini zorunlu kılmakta, diğer taraftan meselelerin ne zaman çözülmüş olduğu noktasında bir uzlaşmayı gerektirmektedir. Her iki durumda da esasların niçin esas olarak kabul edildikleri, delil olarak kabul edilenlerin, yani delilin mahiyetinin ortaya çıkan meseleler bağlamında sürekli yeniden düşünülmesini gerektirmektedir.[54] Böylece düşünce nakledilirken, esası ve füruuyla beraber her defasında yeniden kazanılmaktadır. Çünkü bir düşünce geleneği ortaya çıkarken, öncülerinin söz konusu geleneğin ilgili olduğu alanda başarılı olduğunu, en azından bazı örneklerle, göstermiş olmalıdırlar. îşte bu başarı onların bakış açışını, eğer genelleştirilebilir bazı ilkelere dayanıyorsa, başkaları tarafından da kabul edilebilir bir yol olarak kabule itmektedir. Başarılı olma kendisini asıl olarak birbirlerinden tamamen bağımsız olmayan iki alanda gösterir. Bu alanlardan birincisi, hallini kendisine konu olarak seçtiği meselelerin tayininden ibarettir.[55] İkincisi ise tayin edilen meselelerin hallinde gerçekleşir.
Mesele, içinde yaşanılan gerçekliğin ortaya çıkardığı kabul edilemez durumun kabul edilebilir hâle getirilmesi veya öyle olmasından memnun olunanın korunarak sürdürülmesi noktasında ortaya çıkmaktadır. Meseleler iki kısma ayrılır:
Nazari meseleler: Nazari meseleler, içinde yaşanılan Gerçekliğin değişmesiyle veya ana hatlanyla aynı kalan gerçekliğin kavranış şeklinde derinleşme ve henüz çözülmemiş meselelerin çözümü konusunda daha önce beyan edilmiş görüşlerin bu konulardaki eksikliğinin fark edilmesiyle birlikte kendilerini izhar ederler. İçinde yaşanılan gerçeklik, şu veya bu şekilde sürekli değişmektedir. Değişimin arkasındaki esas faktör ne olursa olsun, değişim her zaman ve mekânda, her an ve her yerde gerçekleşmektedir. Ancak fiziki dünyada gerçekleşen ve kendi düzeni içinde mevcudun yenilenmesi olarak fark ettiğimiz değişimle (mevsimlerin ve buna bağlı olarak bitki ve hayvan aleminin değişmesi ile insanların doğum ve ölümle değişmeleri, zaman içinde küçüklerin büyüyerek yaşlanmaları vs. buna örnek olarak verilebilir), insanın manevi dünyasında gerçekleşen değişimi birbirinden tefrik etmek gerekmektedir. Manevi dünyadaki değişim, her halükârda (toplum dışı faktörlerin dahli olsun veya olmasın) toplumun kendi içinde ortaya çıkar. Toplum içinde ortaya çıkma, manevi alanın intersubjektif bir alan olmasıyla alakalı olduğuna işaret etmekle birlikte, fertlerin paylaştıkları ve paylaşırken oluşturdukları bir alan olması hasebiyle, fertlerden mutlak anlamda bağımsız da olamayacağını ifade eder. Bunun saiki toplum içi veya toplum dışı olabilir. Saik toplum içi de olsa, toplum dışı da olsa, onu saik hâline getiren yani ona saik olarak geçerlilik kazandıran, onun belirli bir algılanış şeklidir. Bu algılanış şekli, her zaman tek tip değildir. Ancak kabaca müspet ve menfi olarak iki ana sınıfa ayrılabilirler. Müspet olsun menfi olsun bir saik, fark edilmesiyle birlikte bir tesir (aslında bir teessür) ortaya çıkarır. Bu tesirin fark edilerek buna karşı uygun bir tavır alınması, ortaya çıkan meselenin halledilmesi için atılacak ilk ve en önemli adımdır. Bu adımın ne olması gerektiği genellikle gelenek tarafından tarif ve tayin edilir.
Gerçekliğin kendinde herhangi bir mesele olmadığı için, onu veya onun bir veçhesini insan için mesele hâline getiren, insanın onu kavrayış şeklidir. İnsanın gerçekliği kavrayış şekli,onun manevi dünyasının bir parçası/neticesidir. İşte nazari meseleler insanın manevi dünyasında gerçekleşen değişikliklerin kavranması ve buna göre buna karşı bir tavır takınılması söz konusu olduğunda ortaya çıkarlar. Eğer toplumdaki değişim fark edilmiyorsa, ortada manevi bir körlük var demektir ki, o zaman mevcut olan ama fark edilmediği için yok sayılan (veya sınırlı insanlar tarafından fark edilmekle birlikte çoğunluk tarafından dikkate alınmayan) meseleler, giderek bir dizi ikinci dereceden meseleyi ortaya çıkarırlar ki, bu durum en uç noktasında toplumun kimlik kaybı ve netice olarak şu veya bu şekilde inkirazı ile son bulur.
Ameli meseleler, sadece bilfiil yapılarak halledilecek meselelerdir. Mesela bir memlekete silahlı bir saldın veya memleketin bir kısmını silahlı bir gurup tarafından işgali söz konusuysa, burada nazari olarak yapılacak şey sadece bir durumun nasıl ortadan kaldırılacağı noktasındadır. Böyle bir mesele duruma göre ya müzakerelerle veya bil fiil silahlı bir mücadeleyle halledilebilir. Yani ameli meseleler, sadece tespit edilmekle halledilmezler; meselenin durumuna göre, kabul edilebilir bir durumun sağlanmasıyla halledilmiş olurlar.
Meseleler kendilerini olması gerekenle, olan arasında fark olduğunda izhar ederler. Olması gereken konusunda belirli bir tasavvur mevcut değilse, mesele kavramı anlamını yitirir.
Din olması gerekeni verir. Buna bağlı olarak mevcudun kavranarak, neyin ne anlamda mesele olduğunu tespit etme imkânı, Din ile birlikte verilmiş demektir. Tedeyyün ile birlikte meseleler de kendilerini izhar etmeye başlarlar. Tedeyyünün gereği gibi gerçekleşmesi bütün meselelerin muhassalasıdır.
Olması gerekenin bilinmesi, meselenin tayini açısından önemli ise de meselenin çözümü demek değildir. Ancak doğru tespit edilmiş bir mesele, en azından meselenin nasıl bir gayretle çözülebileceği konusunda bir fikri de ihtiva edeceğinden, mesele çözümünün en önemli unsurudur. (İmtihanlarda soruyu doğru anlamanın önemi buradan gelir. Konu hakkında genel malumatı olmayan birisi, soruyu anlayamaz.)
Ortaya çıkmış olan bir meselenin çözülmüş olması, her meselenin çözüleceği anlamına gelmez. Meselelerin çözümü konusunda genel bir tavır ortaya konulmadıkça, yani benzer meselelerin benzer bir şekilde çözülmesini sağlayacak bir usul geliştirilmedikçe, bütün meseleler karşısında en azından potansiyel bir çözümü ön görecek bir usul üzerinde anlaşma (antlaşma) sağlanmadıkça, henüz bir yola girilmiş sayılmaz. Ancak bu gerçekleştiği zaman, düşünce ilim hâline gelmiş demektir. Başka bir ifade ile düşünce ilmileşmiştir. ilim tarihimize (ve genel olarak ilim tarihine) baktığımızda ilimlerin mesele çözümleri ile teşekkül ettiklerini ve usul tartışmalarının ancak çözülebilir alanlarda ortaya çıkan meselelerin, en azından belirli bir oranda ve en azından belirli bir kesim için [böyle bir problemin bu şekilde çözülebildiğini ve bunun bir defalık olmadığının fark edilebilmesi açısından] çözülmüş olması durumunun ortaya çıktığını, daha sonra başka çözüm şekillerinin imkânı üzerinde de düşünülerek, duruma göre farklı usullerin oluştuğunu görürüz. Bu demektir ki, Türkiye’de İslam düşüncesinin ilmileşebilmesi, yani ilim hâline gelebilmesi için, bazı meselelerin halledilmesi ve böylesi meseleleri bu şekilde halledilip halledilemeyeceği konusunda bir usul tartışmasının başlaması ve nihayet bir veya birkaç usulün kabul edilebilirliğinin gösterilmesi gerekmektedir.
Usul tartışmaları, arzu edildiği için yapılacak bir tartışma değildir; usul tartışmalarının ortaya çıkabilmesi için, öncelikle belirli bir sayıda insanın nelerin ne anlamda mesele olduğu noktasında, birbirlerinden haberleri olsun veya olmasın, buluşmaları gerekmektedir.
İkinci adımda aynı (veya benzer) meselelerin halli konusunda başarıya ulaşılmış olması gerekir ki, bu başarıya dayanarak, bu yaklaşım şeklinin nasıl olup da başarılı olduğu ve dayandığı esasların başka meseleleri de halletmek için dayanak teşkil edip edemeyeceği tartışılabilsin. Ortaya bir veya birden fazla çözüm şekli çıkmış ise, o zaman bunlar arasında, hangisinin bu vasıflan taşıdığı üzerinde durulabilir.
Eğer başarılı olan yaklaşım şekillerinden birisi veya birden fazlası genelleştirilebilir ilkeleri haizse, bu ilkelere göre başkalan da başka meseleleri çözme yoluna girerler ki, bu düşüncenin ilmileştiğini veya ilim hâline geldiğini gösterir.
Türkiye’de İslam düşüncesinin bulunuş şekli, fıkıhçıların fakih, kelamcıların mütekellim, felsefecilerin filozof olmasıyla birlikte, yeni bir keyfiyet kazanacaktır.[56] Bu keyfiyet,
-Sorumluluğunun farkına vararak vazife üstlenme;[57]
-Sadece nakil değil, bunun ötesinde düşünce, ilim adamının aynı zamanda mütefekkir olması;[58]
-Konu olarak içinde yaşanılan gerçekliğin kavranması ve bu gerçekliğin önümüze koyduğu meseleleri çözme noktasına yönelme.[59]
-Müminlerin birbirleri karşısmda velayet hakkını tanıyarak bunu ilim adamları arasındaki ilişki düzeninin esasına yerleştirme, ile belirli bir düzen ve insicam kazanarak H. Yazır’ın ifade ettiği gibi süreklilik içinde yenilenme ve yenilenmenin sürekliliğini sağlayacaktır.[60]
Tahsin Görgün – Türkiye’de İslami Düşünce Geleneği,syf:
Dipnotlar:
[46] Mesela Mehmet S. Aydın, “Rasyonel Düşünce ve İslam Modernizmi*, /. İslam Düşüncesi ^Sempozyumu. İstanbul 1995, içinde, s. 149.
[47] Bundan dolayı olsa gerektir ki, muahhar ulema, ihtilaflı konular olduğunda cumhurun görüşünün tercih etmişlerdir. Mesela Kafiyeci bu konuda şunları söylemektedir, jna’lûmun lenâ lakinne’l-lezi ehtâra hu’I-cumhuru ve aleyhi” l-amelu‘ [Kitabu’t-Taysir fi Kavö’idi ’llmi’t-Tafsir, (tahkik ve neşreden I. Cerrahoğlu) Ankara 1974, s. 10); Ayrıca Abdulvehhâb eş-Şa’rani, bütün fıkhı, icma ve ihtilaf esasları üzerine kurarken, bize geleneği ne noktalarda aramamız gerektiği ile ilgili meselenin nasıl ortaya konabileceği açısından önemli bir misal sunmaktadır. Şa’rani’nin kanaatimizce üzerinde durduğu konu, ne söylendiği meselesidir: nasıl söylendiği değil. Bak. Şa’rani, Mizân, Beyrut 1989, c.1, s. 70. Şa’rani bir taraftan bütün imamların ve müç- tehidlerin isabet ettiklerini savunurken (a. esr. s. 69), bu tavrı onu, diğer taraftan kendinden önce hiç kimsenin yapmadığını söylediği (a. esr. s. 64) bir teşebbüste bulunmaktan alıkoy- mamıştır. Hatta bunun imamlar ve müçtehidlerin yoluna daha uygun olduğunu söylemiştir (a. esr. s. 60).
[48] Bu konuda Şa’rani önemli bir misal teşkil etmektedir.
[49] Mehmet Paçacı, Anlama (fıkh) Usulüne Dair, Islami Araştırmalar, VII, 2, s. 85.
[50] İkbal, dinî düşüncenin yeniden inşası gerektiği tezine de böyle bir gerekçe göstermektedir. Aynı iddia Fazlurrahman için de geçerlidir.
[51] Mesela bak. A. Yaşar Ocak ve Mustafa Aydın.
[52] Bunun bir misali İçin bak: ilhami Güler. Haşan Hanefi’nin Tecdid Projesi -Tanıtım ve Bir Değerlendirme, Islami Araştırmalar VII (1994), s. 14&-170.
[53] Mesela bak: Ömer Özsoy, Nasr Hamid Ebu Zeyd’in Nass-Olgu Bağlamında UlumuT-Kurânı Eleştirisi. İslami Araştırmalar VII (1994). s. 237-246.
[54] Ebu Zeyd ed-Debusi’nin fıkıh usulü ilmine tahsis ettiği -ve bu alanın ilklerinden olan- eserinin adının “TakvimuFEdille’ olması bu konuda oldukça manidardır.
[55] Meselelerin önemi için mesela bak. Büyük Haydar Efendi, Usul-i Fıkıh Dersleri, Üçdal Neşriyat, İstanbul ty, s. 8-7; Heidegger, Sein und Zeit, Tübingen 1967, s. 5-8; Larry Laudan, Progress and Its Problems, University of Califomia Press, Berkeley, 1978. s. 11
[56] Yani mevcudu reddetmeden, onun arzu edilen yönde dönüşümünün gerçekleştirilmesi söz konusudur. Bu dönüşümün keyfiyetinin tasvir ve tahlili bu yazı çerçevesinde ele alınamayacak kadar geniş, nazari ve ameli birçok adımın teferruatlı bir şekilde ele alınmasını gerektirdiği için, burada sadece bazı esaslara işaret edilecektir.
[57] Bu noktayı, hür olmaya mecbur olduğunun farkına varma ve bunun gereğini yerine getirme olarak da ifade edebiliriz. Krş. Gazali, ihya IV, s. 315-318.
[58] Türkiye’de ‘ilim adamı’nın ‘mütefekkir’ veya ilmin düşünceden ne zaman ayrılmaya başladığını tespit etmek oldukça güç olduğu gibi, söz konusu tefrikin tarihi bu satırların yazarını en azından şimdilik ve bu yazı çerçevesinde doğrudan ilgilendirmiyor. Bununla ilgili olarak rahmetli Hilmi Ziya Ülkenin Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihı’nin (İstanbul 1979) önsözünde kullandığı ifadelerden, düşünce tarihi yazarken yazann kendi düşüncesini parantez içine almayı objektiflik’ gereği gibi gördüğünü anlıyoruz. Öyle gözüküyor ki bu durum aynı şekilde devam etmekte ve dolayısıyla düşünce mümkün olduğu kadar düşünce tarihlerinin bile dr şına itilmektedir; ne olduğu bile pek belli olmayan objektiflik adına.
[59] Benzer bir tahlil için bak. Buhranlarımız, s. 45-46. Ebu Hanrfe’nin ilimdeki yerini izah ederken, ilmin yansının meselenin doğru ortaya konulması olduğundan hareketle, onun, meselelerin hepsini ortaya koyarak ilmin yansını temellendirdiğine; ortaya koyduğu sorulara verdiği ce- vaplann yansının genel kabul gördüğüne, diğer yansının da tartışmalı olduğuna, binaenaleyh Ebu Hanife sonrası ulemanın ilminin dörtte üçünün Ebu Hanife kaynaklı olduğuna, işaret eden rivayet, gelenekte meselenin ortaya konulmasına ne kadar önem verildiğini göstermek için epeyce anlamlı bir delildir. Söz konusu rivayet için bak: Abdulaziz el-Bu ha ri, Keşfu’l- Esrarl, s. 16. Günümüz şairlerinden rahmetli Necip Fazıl, meseleyi bir anlamda ‘Bendedir duymadığı dertlerle kalabalık* şeklinde ifade etmiştir.
[60] Buhranlarımız, s. 42 ‘Çünkü ıslah hissi muhafaza hissiyle tevemdir. Çünkü ıslah ancak tadk- len muhafaza ile kabildir.”
[61] Geleneğin kendisine çoğu zaman icmayı ve cumhur görüşlerini bağlayıcı esas olarak akmasını. bizim için de geçeri i bir ta vı r olarak görmek gerekmektedir.
0 Yorumlar