4. İslâm Toplumu ve kültürü, hareket noktası ve dayanakları itibariyle ‘dil esaslı’ ve iletişime (beyan) dayalı bir toplum ve kültürdür. Bu toplum esas itibariyle, Yüce Allah’ın Hz. Peygamber’e vahyetmesi ve onun bu vahyi tebliğ ile ortaya çıkmış; dolayısı ile varlık nedeni, vahiy olan bir toplum olmuştur. Bu toplum vahyin ihtiva ettiği mükellefiyetleri yerine getirmekle var olduğu için onun kıyamı da (varlığını devam ettirmesi de) vahiy ile anlamaya dayalı bir irtibatı muhafazaya bağlı olagelmiştir. Vahiy insanlara lisanî olarak ulaşan bir mesaj olduğu için, vahyin anlaşılması her zaman lisanî olanın anlaşılmasına bağlı olmuştur. Ancak burada dikkat edilmesi gereken başka bir husus daha vardır ki, o da Hz. Peygamber’in İslâm toplumunun oluşumu ve devamındaki yeridir.
İslâm, Peygamberi olan bir dindir. Öyle olunca da, müslüman olmak her zaman ve her yerde, Peygamber’e ittiba ile mümkün olabilmiştir. Hz. Peygamber’in başından itibaren İslâm toplumu içindeki konumu, vahiyde lisanî olarak verilmiş olanın, insan fiili olarak nasıl gözüktüğünü ifade etmesi açısından, hep vazgeçilemez bir önemi haiz olmuş ve tarih boyunca bu önemini hem muhafaza etmiş hem de onun sahip olduğu bu önem müslümanlar tarafından takdir edilmiştir. İslâm toplumunun tarih boyunca yaşadığı hayat, bütün boyutları ile kavranılmak istenildiğinde, Vahiy-Hz. Peygamber-Toplum arasındaki ilişki dikkate alınmak zorundadır. Ancak biz burada bu ilişki üzerinde fazla durmadan bazı hususlara kabaca işaret ettikten sonra, meselenin dil boyutu üzerinde duracağız.
Burada kısaca işaret etmek istediğimiz hususlardan birisi, İslâm toplumunun ortaya çıkmasının, sadece insanların müşterek bir gaye için bir araya gelmiş olmasını ifade etmediği, bunun ötesinde toplumsal olan alanın yeniden bir inşasını; yani yeni bir varlık alanı veya daha önce mevcut olandan daha farklı bir toplumsal varlığın ortaya çıkarılması anlamına gelmektedir. Bu toplumsal varlık alanı, kökenini vahiyde bulmakla birlikte, kurucu ilkesini Hz. Peygamber’in sünnetinde bulmaktaydı. Bundan dolayı sünnete uymak, zorunlu olarak onun Vahiyle olan irtibatını kurmaya bağlı olagelmiştir.
Bu durum Hz. Peygamber’in hayatta olduğu dönemde böyle olmakla birlikte, daha sonra, onun bıraktığı ilim, onun zatının yerini almış; ama burada üçüncü bir unsur daha işin içine girmiştir: Hz. Peygamber’in bizzat kendisine bakarak oluşmuş olan Islâm toplumu. Bu Islâm toplumu, bir taraftan vahyin bilgisine sahip, diğer taraftan da sünnetin bilgisi’ ne sahiptir. Burada daha önemli olan taraf bu bilginin nazarî bir bilgi olmayıp doğrudan doğruya amelî, o dönemin alimlerinin ifade ettikleri gibi, bilfiil nakledilen, yani hayatın kendisi olan bir bilgi olmasıdır. İşte hayatın kendisi olan bu bilgiyi esasları ile irtibatlı olarak kavramak ve bunu daha sonra gelen nesillere aktarma meselesinin cevabı olarak fıkıh ilmi zaman içerisinde şekillenirken, bunun verili şartlarda nesnel bir biçimde yeniden kazanılmasının yolu konusundaki gayretler de fıkıh usûlü ilminin ortaya çıkmasını intaç etmiştir.
Bu durum bize fıkıh usulü ilminde dikkate alman üç temel konunun esaslarını anlamaya da yardımcı olacaktır. Bu üç temel konu, kitap, sünnet ve icmadır. Kıyas ve içtihad ise, esas itibariyle bu üçünün bilgisine sahip olan insanların, bilinenden hareketle bilinmeyenin hükmünü tespit etme gayretini ifade etmektedir. Bu kaba ve kısa işaretten sonra, şunu söyleyebiliriz: Hz. Peygamber’in ahirete irtihalinden sonra müslümanların elinde bulunan, bir yaşanan hayat, vahiy ve nesilden nesle lisanî ve fiilî olarak aktarılan sünnet kalmıştır. Bunlardan vahiy ve sünnet lisanî olarak aktarıldığı için, bunların anlaşılması, bunların dile getirdiklerini anlamaya bağlı olmuş; bu da dil ile mevcut arasındaki irtibatı kurmayı zorunlu bir hale getirmiştir. Bundan dolayı Islâm toplumu başından itibaren, kendi varlığının devamı ile varlığının nedenini teşkil eden vahiy ve sünnet arasındaki irtibatı sağlama gayretinden hiçbir zaman vazgeçmemiştir.
……….
4.3. İslâm toplumunun mahiyeti ile Kur’ân’ın anlaşılması arasında nasıl bir irtibat kurulacağı sorusunu açıkça ifade eden düşünürlerden bir tane misal vermek bizim bu konuda biraz daha zihin açıklığı elde etmemizi sağlayacak gibi gözükmektedir. Bu çerçevede Kadı Abdülcebbar’ın (öl. 415/1024) Kur’ân’ın anlaşılması için nelerin gerekli olduğu ile ilgili ifadelerine işaret etmek istiyorum. Aklın ehemmiyeti üzerine yaptıkları vurgudan dolayı, Islâm rasyonalistleri olarak nitelenen Mutezile’nin en büyük imamlarından birisi olan Kadı Abdülcebbar’ın ifadeleri, bize bazı hususları daha iyi açıklamamız için bazı dayanaklar verecektir. Önce Kadı’nın ifadelerini iktibas edelim:
Bil ki, bir kişinin müfessir olabilmesi için, onun Arap dilini bilmesi yetmez; bunun yanında nahiv ve rivâyeti, kendisi ile şer’i hükümlerin ve bunların sebeplerinin bilindiği fıkhı da bilmesi gerekir. Bir kimse şer’i hükümleri ve onların sebeplerini, fıkıh usulünü bilmeden bilemez; fıkıh usulü de fıkhın delilleri ve Kur’ân ve sünnet ve icma ve kıyas ve haberler ve bunlarla alakalı diğer şeylerdir. O bunları, Allah’ın birliğini ve adaletini, Onun sıfatlarını ve ona izafe edilmesi sahih olan ile müstahil olanı, onun yapmasının uygun olduğu ve olmadığı şeyleri bilmeden bilemez. Kim bu özellikleri şahsında toplarsa, ve Allah’ın birliği ve adaletini, fıkhın delillerini ve şer’i hükümleri bilerek, müteşabibi muhkeme hamletmeyi ve bunları birbirinden ayırmayı bilirse, ancak bundan sonra onun Kur’ân tefsiri ile uğraşması caiz olur. Bunlardan herhangi birisi hususunda eksikliği bulunan birisinin, Kur ana yönelerek, sırf dil bilgisine veya sırf nahve veya sırf rivayete dayanarak, Kur’ân’ı tefsir etmeye yönelmesi helal değildir.(1)
Kadı Abdülcebbar’ın bu satırlarda dile getirdiği tavır, bir taraftan klasik tavrı ifade etmekle birlikte, rasyonalist olarak nitelenen bir düşüncenin en önemli temsilcilerinden birisi tarafından dile getirilmiş olması, ayrıca bir önem arz etmektedir. Kadı, Kur’ân tefsir etmenin, dili, yani Arapçayı bilmeden doğru olmadığını ifade etmekle birlikte, bunun ötesinde, sadece Arapçayı bilmenin bu iş için yeterli olmadığını, bunun ötesinde öncelikle nahvi (nahiv Kadı Abdülcebbar’ın yaşadığı dönemde Arapça’nın bilimsel olarak incelenmesini ifade eden bir terim olarak kullanılmaktadır), yani dilbilimini bilmesi gerektiğini söylemektedir. Ancak nahvi, yani dilbilimini bilmek de, Kadı Abdülcebbar’a göre Kur’ânı anlamak ve tefsir etmek için yeterli değildir; bunun ötesinde bilinmesi gereken şey, fıkıhtır. Niçin fıkhın bilinmesi, Kur’ânın anlaşılmasının olmazsa olmaz, veya gerekli şartlarından birisini teşkil etmektedir?
Soruyu biraz daha açık bir şekilde sorabiliriz: Fıkıh bilgisi, Kur’ân’ı bilmeye bağlı değil midir? Kur’anı anlamadan, fıkıh veya fıkhı bilgi mümkün olmadığına göre, Kadı Abdülcebbar acaba, bir şeyin olması için gerekli bir şeyi, bu şeyin olması için gerekli bir hale mı getirmektedir? Burada başka bir soru da, fıkhın anlaşılması için gerekli görülen fıkıh usûlü ile alakalıdır. Fıkhın anlaşılması için fıkıh usûlü, yani şer’î deliller, Kitap, Sünnet, icma, kıyas ve haberlerin bilinmesi gerekmektedir. Burada da yine benzer bir soru ortaya çıkmaktadır: Kur’ânı anlamak için, Kur’ân yanında daha başka şeyleri de bilmenin gerekli olduğunu söylemek, ne demek olmaktadır? Ayrıca mesele burada da bitmemektedir; Kur’ânı anlamak için, Allah’ın birliği ve O’nun adaletinin yanında, hüsün ve kubuh ile ilgili meseleler ve O’nun sıfatlarının da bilinmesi gerekmektedir. Bu hususları bilmek için Kur’ânın bilinmesi gerektiği için, sanki, ilk bakışta Kur’ânın anlaşılması için, Kur’ân içinde bulunan bazı unsurların özellikle bilinmesi gerekiyor gibi bir intiba ortaya çıkmaktadır.
Bütün bu ifadeleri söyleyen şahsın, ne söylediğini bilen, önemli bir âlim olduğu düşünülecek olursa, onun buradaki sorulan kendi kendine sorduğunu ve dolayısiyle, bu soruların doğru sorular olmadığını düşünmek gerekmektedir. O zaman şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır: Kadı Abdulcebbar nasıl düşünüyor olmalı ki, bu sorular doğru sorular olmasın?
Meseleyi çok fazla uzatmadan kısaca yukarıda Wittgenstein ile irtibatlı olarak söylediğimiz bir düşünceyi dikkate alırsak, Kadı Abdülcebbar’ı, dolayısiyle de klasik tavrı anlama konusunda önemli bir adım atmış oluruz; nitekim bir dili veya bir dil içerisinde ifade edilmiş olan bir sözü anlayabilmek için, onun içinde anlamını kazandığı ve onunla varlığını sürdüren hayat tarzını anlamak gerekmektedir. Buradan hareketle, Kur’ân’ı anlamaya çalışmanın, onun içinde anlamını kazandığı ve onunla varlığını sürdüren hayat tarzını anlamanın gerekli olduğu neticesine ulaşabiliriz. İslâmî hayat tarzının bilgisini biz nerede bulabiliriz? Bu sorunun cevabı açık bir şekilde, fıkıhtadır. Ancak fıkhı anlayabilmek için, yine aynı şekilde fıkhın içinde anlamını kazandığı ve onunla varlığını sürdüren hayat tarzını bilmek gerekmektedir.
Bu hayat tarzı, İslâmî hayat tarzının içinde olmakla birlikte, bunun bir alt birimini teşkil etmelidir. Çünkü fıkıh bir ilimdir; ilim ise sadece belirli bazı ön şartları yerine getiren, yani yeterince zeki ve bu zekasını bazı bilgileri elde etme yönünde kullanarak, genel olarak İslâm toplumundan farklılaşmış bir grubun, o gruba öyle bir grup olma özelliğini veren hususları kullanarak oluşturdukları bir netice olduğuna göre, fıkhın anlaşılması bir fakihin fakih olarak hayat tarzının bilinmesine bağlı olmaktadır. Fakihin fa- kih olarak hayat tarzını, onun nasıl düşündüğü ve fakih olarak neler yaptığı sorusunun cevabını, tespit ederek vermek mümkündür ki, bu kısaca fıkıh usûlü demek olur. O halde Kur’ân’ı anlamak için Islâm toplumunu, İslâm toplumunu anlamak için fıkhı, fıkhı anlamak için de fıkıh usûlünü bilmek gerekmektedir.
Burada yine fazlaca teferruata girmeden şunu söyleyebiliriz ki, eğer İslâm toplumu fıkha uygun yaşayan toplum ise, o zaman, fıkhın oluşum ilkeleri ile toplumun oluşum ilkeleri arasında bir irtibat, hatta bir özdeşlik olmalıdır. İşte bu özdeşlik bizi, fıkıh usulüne götürmekte; İslâm toplumunun kurucu ilkeleri olan Kur’ân, Sünnet, icma ve kıyasın neler olduğunu ve bunların her insanın anlayacağı şekilde nasıl ifade edileceği sorusunun cevabını, burada aramaya sevk etmektedir. Burada yine önemli olan taraflardan birisi, söz konusu olan ‘delillerin lisânî olması hasebiyle, lisanın bilgisi bunların anlaşılmasının gerekli şartını teşkil etmekte ve böylece Kadı’nın Kur’ân’ın anlaşılması için gerekli gördüğü şartları, niçin böylece zikrettiğini anlama konusunda biraz daha iyi bir konuma gelmiş olmaktayız.
Burada her ne kadar açıkça söylenmese de, çok önemli olan başka bir husus daha vardır: Kadı Abdülcebbar’ın söylediği anlamda Kur’ân’ın anlaşılması gayreti, İslâm toplumunun varlığını devam ettirmesinin de tayin edici bir faktörüdür; İslâm toplumu varlığını aynı zamanda böyle bir gayrete bağlı olarak sürdürmektedir. [Bu hususun nasıl olduğu sorusu, başlı başına bir mesele olduğu için, bunun üzerinde şimdilik durmak istemiyorum. Daha doğrusu, burada cevaplandınlacak olan soru, Kur’ân’ı anlama gayretinin, Islâm toplumunun varlığını sürdürmesinde nasıl etkin olduğu sorusudur ve dolayısıyle Kur’ân’ı anlama ile İslâm toplumunun varlığının devamı arasındaki alakanın nasıl kurulabileceği sorusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Böyle olunca da, Islâm toplumunun varlığı, doğrudan doğruya lisanî olan ile irtibatlandırılmakta ve netice olarak dil bilgisi toplumsal varlığı sürdürmenin ön şartı olarak kabul edilmekte veya bunun toplumsal varlığı devam ettirmenin ön şartı olduğu farkedilmektedir. Dile yönelik bütün bu gayretler, aynı zamanda İslâm toplumunun varlığını sürdürme gayetlerinin tayin edici bir unsuru olmaktadır.
(1)-Kadı Abdülcebbar, Şerhu Usû’l Hamse, Kahire 1988, s. 606-607
Tahsin Görgün-İlahi Sözün Gücü,syf:50-51,58-61
0 Yorumlar