Nefis, kendini kendisinin maliki görmek ister. Sonra, elinin yetiştiğini düşündüğü şeyleri de sahiplenir. Sonra bu sahipliği daha da genişletmek ister; elinin yetişmediği yerleri ise, kırk harami misali, başka maliklere dağıtır. Hemen her şeytanî fitnede, bunun izini görürüz. Açık-saçıklığın ardındaki iddia “Bu beden benim; nasıl kullanacağıma ben karar veririm”dir. İsrafın ardında “Bu para benim. Dilediğim gibi harcarım” zihniyeti vardır. Millî savaşların gerisinde, “Bu toprak bizim. Kimseye yâr etmeyiz” mantığı yatar. Yeryüzündeki hayatı yok oluşun eşiğine getiren ekolojik facianın gerisinde, modern insanın “Ben insanım; kâinatın sahibi benim; dilediğim gibi hükmederim” iddiası vardır.
Sosyalizmden kapitalizme, tabiatperestlikten esbabperestliğe, feminizmden milliyetçiliğe…tüm sapkın fikriyatların gerisinde, böylesi bir ‘malikiyet boyutu vardır. Bugün aile içindeki en küçük kavgalardan dünyayı kana bulayan millî savaşlara kadar tüm ihtilaflı alanlarda nefislerin ‘malikiyet’ iddiasının rolü kolayca görülür.
Oysa, Mâlik-i Hakikî başkadır. Birşeye mâlik olabilme insanın zâtî bir özelliği olsa, onun, sahiplendiği gözün ferinin sönmesini, içindeki asil kanı sahiplendiği damarların büzüşmesini önlemesi gerekirdi. Keza, vücudunu sahiplenen birinin, kalbinin teklemesine, dişinin dökülmesine, saçının ağarmasına mani olması gerekirdi. Ama insanın ‘Benim’ dediği tüm şeyler, avucunun içinden kayıp gider. Gitmesin diye daha sıkı sarılması, yalnızca elindeki ve gönlündeki yaraları derinleştirir. Onlar yine elden gider. Aynı şekilde insan ne gençliği itin, ne sesinin, ne hafızasının sahibi değildir. İhtiyar olmayıp hep genç kalmayı başaran, ömür ilerledikçe sesinin kısılma, sına ve hafızanın zayıflamasına engel olan tek insan yoktur?
İstemediği halde yitip gidişleri, insanın tüm bunların gerçek sahibi olmadığının delilidir, öte yandan, bedenine söz geçiremeyen insanın oturduğu evi, arabayı, malı-mülkü, parayı sahiplenmesi hepten boş bir iddiadır. Çünkü, gün gelir onları bırakır gider; hiçbirini yanında götürmeyi başaramaz. Ölüm gelip ayırdıktan sonra, “Sahibi ve malikiyim; benim hükmüm altındadır” dediği hiçbir şey üzerinde en küçük bir tasarrufta dahi bulunamaz. Kendi hayatı kendi elinde olmayan bir faninin sair şeyler üzerinde bile malikiyet iddia etmesi, elbette tam bir saçmalıktır. İnsanın ve insan gibi tüm fani mahlukların bu hali ise, bizi Mâlik-i Hakikî ile tanıştırır. Mülkün asıl sahibi, yaratılmış ve fani mahluklar değil; bilakis, Ezel ve Ebed Sultanı olan Hâlik-ı Zülcelâldir. Mülk O’nundur. O halde, o mülkün nasıl kullanılacağını belirleme hakkı da Onundur. İnsan ne bedenini sahiplenebilir, ne de içinde yaşadığı kâinatı. Bu hakikat ise, açık-saçıklıktan ekolojik felâkete, israftan millî savaşlara kadar uzanan tüm menfî hallerin temelindeki ‘şer düşünceyi kesip atmaktadır.
Öte yandan, uluhiyet sıfatına lâyık olan, elbette Rab ve Malik olandan başkası olamaz. Rab ve Malik kim ise, İlah olan da O’dur. Yegâne hak Mâbud, kendisine ibadet edilmeye lâyık yegâne varlık Odur.
Diğer bir açıdan bakılırsa, Rab ve Malik sıfatını haiz olmayan hiçbir şey, İlah da olamaz. O halde, insan ne kendini ilâh edinebilir; ne de kendisi gibi sair mahlukları.
Bu açıdan, ‘nasın İlahı’ kudsî ifadesi, bizi ateistler misali kendisine tapan tanrısızlar haline dönüşmekten; şöhret ehli gibi, kullarına tapan tanrılar olmaktan da kurtaran nurani bir iksirdir.
Metin Karabaşoğlu – Kısa Surelerin Sınırsız Dünyaları
0 Yorumlar