Sebebi akli lezzet olan ilahî sevgiden aşağı olan sevgi, iyilerin birbirlerine karşı besledikleri iyi kaynaklı sevgidir.
İyi genellikle devamlı olduğu için iyilerin sevgisi de kayboluşa maruz kalan diğer sevgilerin aksine devamlı olur. Nitekim ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: “O gün muttakiler dışındaki bütün dostlar birbirine düşman kesilecektir.” Bu sevgi iyi insanlara mahsustur.
Ama sebebi lezzet veya yarar olan sevgi hem iyilerde hem de kötülerde görülür ve çabuk kaybolur. Sevgi ve dostluğa bazen gurbet ve sıkıntılı yerlerde, mesela gemi, çadır veya sofrada bir araya gelmek ve arkadaşlık haklarının sabit olması da sebep olmaktadır. Bunun sebebi, insanın doğal olarak ünsiyet ve cana yakınlığa meyilli olmasıdır. İnsana bundan dolayı insan derler.
Buna göre insan ismi unutma anlamındaki ünsiyetten türemiştir. Nitekim bazıları bu görüşte oldukları için “Sen unutkan olduğun için insan diye adlandırıldın”mısraını nazmetmiştir. Ben ise şöyle nazmettim: “Sen cana yakın olduğun için insan diye adlandırıldın”
Cana yakınlık insanın özelliği ve her şeyin yetkinliği kendi özelliğini göstermesi olduğu için insanın yetkinliği türünün fertlerine yakınlık duymasıyla gerçekleşir. Cana yakınlık da sevgi ve medeni birlikteliğe sebep olur. İnsanın doğal olarak medeni olmasının bir gereği de budur.
İnsanların birbirlerine yakınlık duymasını ve toplumsallığın aklen iyi oluşunu din de teyit etmektedir. Beş vakit namazı mahalle mescidinde toplu olarak eda etmenin emredilmesinin bir hikmeti de budur.
…….
Mevlana Abdurrahman Câmî (ks) şöyle buyurmuştur: Sevgi tatmayanın bilemeyeceği bir şerbet ve müptela olmayanın ne olduğunu idrak edemeyeceği bir bela olsa da mahiyetleri tanımlama ve gizlilikleri açıklama alışkanlığı olan bir topluluk onu şu şekilde tarif edip bölümlere ayırmıştır: Hakiki güzel olan Cenab-ı Hakk’ın sevgisi, onun kendi cemaline meyletmesi toplu ve ayrıntılı olarak birkaç şekildedir.
Ya toplamdan toplama ya toplamdan ayrıntıya ya ayrıntıdan ayrıntıya ya da ayrıntıdan toplama doğru olur.
Toplamdan toplama doğru olması, Cenabı Hakk’ın kendi güzelliğini zatının aynasında kâinatın aracılığı olmadan seyretmesidir.
Toplamdan ayrıntıya doğru olması, Cenabı Hakk’ın kâinat görünüşlerinde kendi güzelliğini seyretmesi ve sıfatlarının yetkinliğini incelemesidir.
Ayrıntıdan ayrıntıya doğru olması, çoğu insanların mutlak güzelliğin yansımasını aynaların eserlerinde seyredip geçici güzelliği genel maksat kabul etmesi ve ona ulaştığında memnun ve ayrıldığında dertli olmasıdır.
Ayrıntıdan toplama doğru olması, bazı seçkinlerin fiil ve eserlerin ilkeleri olan durum örtüleri ve sıfat perdelerini yırtıp çalışmaya bağlanmaları ve kıble olarak bizzat Yüce Hakk’ın sıfatlarına yöneltmeleridir.
Celal ve kemal sahibi Hak söz konusu olduğunda “Allah güzeldir ve güzelliği sever.” sözü gereği güzellik ve yetkinlik sevgisi aşkın zatın sıfatı olunca ve insan söz konusu olduğunda “Allah Adem’i kendi suretinde yarattı.” sözü icabı Cenabı Hakk’ın sıfatları zati güzelliğin yüce kaftanı olunca aklının güzelliğe meyletmesi ve içinin yetkinliğe yönelmesi insanın asli yöntem ve fıtri âdetidir.
…….
Bir şey sorulduğunda o şey mevcut olmasa bile “yok” dememeli, bilakis “hayır” demelidir. Ama sakınıp hayır dedikten sonra “hayır” yok demek olup sadece “yok” demekten daha kötü olduğu için “yok” dememelidir.
Büyüklere ve genel olarak saygı gösterilmesi gereken kimselere “sen” değil, “siz” diye hitap etmelidir. Akranlarına bile nezaketle hitap etmelidir, ama alçakça ve ikiyüzlüce olmaması için dalkavukluk ederek söylememelidir. Gıybet, laf taşıma, yalan, iftira ve incitme olacak sözleri söylemekten ve dinlemekten kaçınmalıdır. Bu tür sözleri söyleyen kimselerle oturup kalkmamalıdır. Sözleri arasına “Dinledin mi?”, “Anladın mı?”, “Beri bak!”, “Beni dinle!” ve “Anlaşıldı mı?” gibi gereksiz ifadeler eklemekten sakınmalıdır.
Büyüklere hitap ederken “sultanım”, “Allah yardımcın olsun!” ve “devletli sultanım” gibi sözleri de fazla kullanmamalıdır. Büyüklerin yüzüne karşı dua etmek gerektiğinde kısa tutmalı ve dilencilerin âdeti olduğu üzere uzun dualardan kaçınmalıdır.
…….
Anne, varlık sebebi olmada babaya ortaktır, ama hamilelik, doğurma, emzirme ve diğer meşakkatlerde onun hakkı babanınkinden çoktur. Bundan dolayı bazı sahabiler Hazreti Peygamber’e “Kime iyilik ve ihsan edeyim?” diye sorunca o “Annene!” diye cevap verdi. Soran kişi “Sonra kime?” deyince “Sonra annene!” diye buyurdu. Tekrar “Sonra kime?” diye sorunca yine “Sonra annene!” dedi. Soran sahabi dördüncü kere “Sonra kime?” deyince “Sonra babana!” diye buyurdu. Annenin aşırı sevgi ve şefkati babanın sevgisinden fazla olduğu için çocuklar en çok anneye meylederler ve tehlike anında onun tarafına kaçarlar.
Bu nimetlerin şükrünü eda etmeye güç yetmez. Çocuk anne ve babasına ne denli ihsanda bulunursa bulunsun onların ihsan ve terbiyesine denk düşemez ve yaklaşamaz. Rivayet edildiğine göre, bir kişi Hazret-i Peygamber’e şöyle dedi: “Benim bir annem var; arkamı ona binek yaptım, yüzümü ondan çevirmem ve bütün kazancımı onun içi harcarım. Karşılığını ödemiş oldum mu?” Hazret buyurdu ki: “Bir meşakkatinin karşılığını bile ödemiş değilsin. Zira o sana hizmet ediyor ve yaşamanı istiyordu. Şimdi sen ona hizmet ediyor ve ölmesini istiyorsun.”
…….
İnsanın ruh cevheri, yüce âlemin hazineleri, düşünen nefis papağanı ve yüksek topluluğun cennet bahçelerinden olduğu için basit, nurani ve bereketlidir; tabiatların birleşimi ve mizaç farklılığından münezzehtir. Onun lezzeti acı lekelerinden arınmış ve mutluluğu sıkıntı afetlerinden korunmuştur.
Bu lezzete sebep olan sevgi, en üstün, en yüce,en değerli ve en yetkin sévgidir. O, mutlulukların en iyisi ve dileklerin en yetkini olan ilahî hikmet, bilgi ve sevgidir.Uhrevi hayatta ve manevi yurtta insan için gerçek ve ebediyen yararlı olan,kalıcı taleplerin eseri olan şey işte bu sevgidir.
……..
“Çoğu insan için kötüyü terk etmenin
İyilik ve nezaket olduğu bir zamandayız.”
Bu tür faydaya gerekli olan sevgi de böyledir.
Ama iyi, çabuk oluşup geç kaybolan sevgiye sebep olur. Zira iyiler arasında kalıcı sevgi ve ruhsal samimiyet vardır. Muhakkak ki sevgi de çabuk meydana gelir. Geç kaybolmasının hikmeti, iyi insanlar arasında hakiki birliğin bulunmasıdır. Dolayısıyla onun kopması imkânsız veya zordur.
Fayda ile iyiden meydana gelen yahut üçünün birlikte oluşturduğu sebeple gerçekleşen sevgi geç oluşur ve geç kaybolur. Geç hâsıl olmasının sebebi, iki veya üç şeyin geç bir araya gelmesidir.
Hâce Nasîreddin ve Mevlana Celaleddin, yarar ve iyinin bu iki hâli gerektirdiği şeklinde açıklama yapmışlardır. Daha sonra Celaleddin Devvânî şöyle demiştir: “Derin bir düşünüşe göre, lezzet ve yararın birlikte meydana getirdiği sevgi orta vadede oluşur, tez kaybolur; lezzet ve iyinin meydana getirdiği sevgi orta vadede oluşur, yine orta vadede kaybolur; yarar ve iyinin meydana getirdiği sevgi orta vadede oluşur, geç kaybolur. Bu birleşik durumlardaki hükümlerin sebepleri, basitlerin gerektirmesini düşünen kimseye açıktır.”
…….
Filozoflar bütün varlıkların sevgi sayesinde mevcut olduğunu ve ayakta durduğunu söylerler. Sevgi her şeye yayılmıştır. Hiçbir varlık, birlik varlığından mahrum olmadığı gibi eğilim ve sevgiden de soyutlanmış değildir. Hatta aşk ve sevgi bitkiler ve cansız varlıklarda da vardır. Bütün cevher ve arazlar bu çeşmeden sulanmaktadır. Unsurların kendi doğal yerlerine aşırı meyilli olması, doğal yerinden çıktığında oraya dönmek istemesi ve zorlamalı yerinden kaçması bir çeşit aşk ve sevgidir.
Unsurlardan oluşan her cismin sıcaklık ve soğukluk gibi etken niteliklerden birini ve yaşlık ve kuruluk gibi edilgen niteliklerden birini göstermesi de aşktır. Mesela, ateş, sıcaklık ve kuruluk; hava, sıcaklık ve yaşlık; su, soğukluk ve yaşlık; toprak, yaşlık ve kuruluk sıfatlarına sahiptir. Onlara talip olup akarak sevgi gösterir ve zıddından nefret edip kaçar. Mesela, suyu zorlama ile ısıtıp soğukluktan ayırsalar zorlayan etken ortadan kalkınca hemen yine maşuku olan soğukluğa geçer ve onunla birleşir.
Her basit ve birleşik cins kendi cinsine meyledip onu sever ve cinsi dışındakilerden nefret edip kaçar. Erkek hurma dişi hurmaya meyledip eğilir. Felekler de felsefede açıklandığı gibi, aşk sayesinde akli cevherlerin ilkesine ve yüksek ilkelere benzemek ve onların ilke oluşundan feyz alarak mümkün şekil ve konumlarını kuvveden fiile çıkarmak için döngüsel hareket eder.
…….
Hürriyet, nefsin güzel bir yoldan kazanılmış olan mal ve mülkü iyi yollarda sarfetmeye kadir olup, pis yollardan kazanıp kötü yallarda harcamaktan kaçınmaktır. Buna güç yetiren insan hürriyete sahiptir. Bunun aksi olan, yani nefsini heva ve hevesinin peşine takıp, bunları gerçek hayra kullanmaya kadir olamadığı için gerçek hürriyetine de sahip olamaz
……..
Adalet evvela kişinin zatı, sıfatları, güçleri ve organları ile ilgili olur. İkinci olarak ailesi, hizmetçileri, maiyeti, ortakları, dostları ve yöneticilerin vatandaşları ile ilgili olur. Öyleyse bir kişinin adalet sıfatına sahip olabilmesi için önce kendi sıfat, güç ve organlarında adaleti gözetmesi her güç ve organı yaratıldığı amaç için kullanması, Allah’ın yaratmasını değiştirip akıl ve şeriatın haram kabul ettiği alanlarda kullanmaması, bedensel vé ruhsal güçlerini Allah’ın rızasına uygun olmayan ve erdem kazandırmayan yerlerde harcamaması gerekir. Eğer ailesi, hizmetçileri ve maiyeti varsa onlar arasında da temiz şeriat ve aydınlanmış aklın gerektirdiği şekilde davranmalı, ilahî kanunların hükümleri ve nebevî şeriatların yasalarından sapmamalı, üstelik nezaket, cömertlik, af, ihsan ve dinin diğer müstehaplarını ve akıl sahipleri katında kabul gören diğer işleri de yapmalıdır. Eğer bazı kullar ve beldeler üzerinde yönetici ve efendi olursa pak şeriatın kanunu ve adil kralların siyaset yöntemiyle icraatta bulunmalıdır.
……..
Akıllı insanın ve fazilet talibinin kendisini yüzüne karşı methedenlerin aldatma ve fısıltılarını dinlememesi, aksine bu tür sözlere başlayanları mümkün mertebe engellemesi gerekir. Çünkü iltifatlı sözleri dinlemek erdem talibine büyük zarar verir, alçalmasına sebep olur ve onun makam ve faziletlerde yükselmesini önler. Zira nefs-i emmare, iltifatlı övgüye aldanıp kendisinde bulunmayan yetkinliklerin var olduğunu ve daha yolun başında iken en son makama ulaştığım zanneder; böylece tepe takla gider.
……..
İlmin mahalli kalp, düşüncenin yeri beyindir. İkisi de dar, karanlık, dumanlı ve kıvılcımlı olunca adalet incelikleri ve fazilet hikmetleri nasıl görünsün ve parlasın? Öfkeli olan kimseden gazap ateşi, yüz kızarması, damar ve sinirlerin şişmesi, ses yükselmesi ve yanlış hâl ve hareketler çıkınca bakan kimse, öfkenin ne kadar akıl ve insanlık dışı bir şey olduğunu ve delilerin durumlarına benzediğini anlar.
……..
Aksine yiğitlik, atılganlık ve itinası aklın gerektirdiği şekilde gerçekleşen, sıkıntılı işlere girişmekten sevap işlemeye dönmeyi, nefis cevherini yüksek şecaat süsüyle bezemeyi ve Yüce Allah katında zatının mutluluk mertebesini yükseltmeyi amaç edinen kimsede bulunur. Her ne kadar aslan, kaplan, çita, timsah ve diğer yırtıcıların fiili gibi, yiğit fiiline benzese de yiğitlik fiili kapsamına girmez.
Zira beden kuvvetinin üstünlüğüne güvenerek ileri atılır. Atılganlığı tamamen doğaldır; doğruluk düşüncesinin gereği ve fazilet kazanmaya yönelik değildir. Yine genellikle galip geldiği, alette kendisine denklik ve mukavemeti olmayan hayvanla dövüşür ve onlar üzerinde üstünlük kurar. Mesela, tam silahlı ve bedenen güçlü bir kimsenin zayıf cüsseli, silahsız ve çıplak biriyle dövüşüp onun üzerinde üstünlük kurmak istemesi yiğitlik şartı ve fazilet adabıyla bağdaşmaz.
Öyleyse gerçek yiğit, şecaat fiilleri kendisinden doğru fikrin gereği olarak çıkan, yiğitlik vasfına sahip olmayı alçak dünyevi isteklere ulaşmak için değil, aksine ruh cevherine yiğitlik erdemini kazandırmak ve ondan korkaklık ve tehlikelere atılma reziletlerini uzaklaştırmak için isteyen kimsedir.
…….
Oturduğun hâlde gönlün ısınmayan
senden dünya sıkıntısını gidermeyen
Kimseyle arkadaş olmaktan sakın
Yoksa Azizan’ın ruhu sana lütfetmez
Vefa kardeşleri ve safa dostları ile sohbet edince neşeli, güler yüzlü ve sevimli olmalı, fakat itidale riayet etmelidir. Zira diğer erdemler gibi bu hasletin de ifrat ve tefriti erdemsizliktir. Orta ve erdem olan mertebeye güler yüzlülük ve sevinç derler. İfratı, çok gülmek, soytarılık ve maskaralıktır. Tefritine asık suratlılık ve çatık kaşlılık denir.
Latife ve mizah denilen şakada da itidal derecesine ve orta yola riayet etmek gerekir. İfratı soytarılık ve maskaralığa çıkar, birçok zarar ve kötülüğe yol açar. Tefriti asık suratlılık ve sevimsizlik olup dostlar onun sohbet ve işretinden nefret eder. Bazen kibre bürünür ve saf kalpli dervişlerin kendisinden sıkılmasına sebep olur. Sahih hadiste şöyle buyrulmuştur: “Peygamber (as) şakayı sever, ama sadece doğruyu söylerdi.” Müminlerin emîri ve muvahhitlerin reisi Hazret-i Ali (ra) çok şaka yapardı.
……..
İmam Gazzâlî şöyle demiştir: “Bir kulda Hakk’ın ilim, amel, fazilet, yetkinlik, mal ve güzellik gibi nimetleri olduğunda eğer kul o nimetin Hak’tan olduğunu bilir ve daima kaybolmasından korkarsa onda kendini beğenmişlik yoktur. Kaybolma, bozulma ve geçiş korkusu olmasa, aksine o nimete onun kendisine izafeti bakımından değil, Hakk’ın ihsanı oldugu için sevinse yine bu kendini beğenmişlik olmaz. Ama yok oluş ve bozulmasından korkmaz, sırf lütufkâr olan Hakk’ın nimet ve ihsanı olduğunu bilmeyip o nimetin kendisindeki varlığına sevinir, kendisinin aciz ve bunun sadece Allah vergisi olduğunu unutursa o kimsede kendini beğenme gerçekleşir.
Öyleyse kulun kendinde Hakk’ın bir nimeti sebebiyle sevinç meydana geldiğinde hemen aciz olduğunu hatırlaması, o nimetin sırf Allah vergisi olduğunu ve kendisinin ona mutlak manada mazhar olduğunu düşünerek sevinmekten ve batıl gururdan Allah’a sığınması gerekir.”
Ben derim ki: Nefis, kendini beğenmişliği bizzat yok ettiğini zannedip onun da Hakk’ın ihsanı olduğunu anlamazsa yine kendini beğenmişliğe sebep olur.
…….
Korku, kişinin kendisine bir kötülüğün erişeceğini bekıeyip de gidermeye gücünün yetmediği sırada nefsine ilişen ruhsal bir niteliktir. Zira kötülüğü gidermeye gücü yetince korkuya mahal kalmaz. Kötülüğü bekleme gelecek zamanda olur. Beklenen kötülük zaruri olabileceği gibi zaruri olmayabilir de. Zaruri olmayan kötülüğün sebebi, ya korkan kimsenin fiilidir ya da onun fiili değildir.
Korku her hâlükârda uygun değildir. Hoşlanılmayan şeyin zaruri olması hâlinde korkunun layık olmadığı şöyle açıklanır: Gerçekleşmesi her hâlükârda mukadder olan bir iş sebebiyle daha gerçekleşmeden önce acı çekmenin ne manası vardır? Veresiye ödenecek sıkıntıyı peşin ödemenin sebebi nedir? Düşünülecek olursa, bunun, belayı acele istemekten ve acıyı karşılamaktan başka bir anlamı yoktur? Bu beyhude korku yüzünden nice yararlı işlerin tamamlanmaması ve nice yetkinlik ve mutlulukların kazanılmaması muhtemeldir. Bir Acem şairi ne güzel söylemiştir:
Gelmemiş gamı peşin çekmek boşa zahmettir
Öyleyse yarının işini yarına bırakırım daha iyi
……..
İnsanların sahip olduklarına göz dikmemenin yani gönül zenginliğinin elde edilmesi ve kalbin hüzün darlığından geniş teslimiyet sarayına ulaşması için zihin levhasını mümkün olduğu kadar emel nakışlarından arındırmak ve emek boynunu fani ilişkilerin kin halkası ve zillet şevkinden kurtarmak gerekir. Eğer “Tam soyutlanma ve ilişki bağlarından tümüyle kurtuluş nasıl mümkün olabilir? Dünya halkının çoğu bu hastalığa yakalanmış olup özgür olan çok azdır.” dersen, biz de deriz ki evet;
“Her dünyaya gelenin haraplık alameti vardır Sorun bu harabelerde akıllı nerededir.”
Fakat tümü idrak edilmeyenin tamamı terk edilmez. Tam özgür ve söz söylenemeyecek kadar bağımsız olamazsan da en azından zamane dostları ve dünya düşkünleri gibi kendini tamamen ihtiras vadisine salma ve sebepler topluluğunu gönül cemiyetinin sebepleri sanma!
Bu sebepler, mallar, makam ve ikbalden ister istemez ayrılmanın mukadder olduğunu mülahaza et ve bu derece aşırı istek ve tantananın yanlış ve akıllıya yakışmayacak bir hâl olduğunu düşün! Böylece hayret çölünün keder zehirleri vücudunu yakmasın ve inayet rüzgârı yetişip kalp geminin çarpan dünya düşkünlüğü dalgaları arasında boğulmasını önlesin.
…….
Akıllı insanın, dünya araçlarının tamamen bir kimsenin eline geçmeyeceğini ve bir kişinin bütün emellerine ulaşamayacağını düşünmesi gerekir. Ne kadar çalışsa çalışsın ve araç gereç toplarsa toplasın, daha fazlası tasavvur edilebilir ve onun da üstünde bir mertebe bulunabilir. Eğer günün kısmeti ve takdir edilen makam ile yetinmeyip tamahkâr di lenciler gibi her gün yeni bir şey elde eder ve “Daha yok mu?” diye bağırırsan imkânsızı isteme deryasına ve sonsuzu elde etme sahrasına düşersin.
İnsanların çoğunu düşünüp insaf etse makam, mevki, araç ve nimet hususunda kendisinden daha aşağı seviyede olan sayısız kimselerin bulunduğunu görür. Onlar bunun makamına erişmeyi ve nimetini kazanmayı kendileri için imkânsız bir şey, büyük bir devlet ve yüksek bir izzet sayarlar.
Onların hâline bakıp ders almaması, elindeki nimete sonsuz şükür etmemesi, kendisinden yukarıda bulunan sayılı kişilerin makam, mevki, nimet ve araçlarına bakıp sırtından kanaat ve rıza elbisesini çıkarması ve her an “Keşke Karun’a verilenlerin bir benzeri de bize verileydi!” demesi insaf mıdır?
“İhtiraslıların göz testisi dolmadı
Sedef kani olmadı inciyle dolmadı.”
…….
Yaşam gereçlerinin tamamlanması için faziletli insanların akıllarının acizlik ve hayret deryasında boğulduğu ilginç işler ilham edilmiştir. Nitekim bal arısı altıgen evler yapar. Kenarlarını tam ve eşit, açılarını paralel ve altıgen olarak tercih etmesindeki hikmet, onun daireden geçen en geniş şekil olmasıdır. Daire hepsinden geniş olsa da dairevi şekiller bir yere toplandığı zaman aralarında kaçınılmaz olarak açıklık kalır. 0 zaman mekânın zayi olması gerekir. Ama altıgen şekiller birbirine birleştirilince aralarında hiçbir açıklık kalmaz ve yer asla zayi olmaz. Dörtgen de toplandığında açıldık kalmaz, ama dörtgen altıgenden dardır.
Şüphesiz hem genişlik hem de açıklığın kalmaması altıgenden başka bir şekilde tasavvur edilmez. Geometri âlimlerinin acizlik ve şaşkınlık dairesinde çizgi ile kuşatılmış merkez noktası misali çıkarmaktan bıkmış olduğu bu durum ve diziliş inceliklerini, düzen ve terkip sanatlarını ezelî hikmet sahibi Yüce Allah ilham etmeden ve öğretmeden bilgisiz bir hayvan nasıl düşünür? Öyle ki âlemin türleri kendi mümkün yetkinliklerine onun sayesinde ulaşmışlar ve istenen düzen ve belirlenen beka ezelî irade gereği meydana gelmiştir.
…….
Sübhanellah! Miskin insan sayılı birkaç bilgiye ulaşsa ve bazı malumatlar kalp sandığında hâsıl olsa da nail olmadığı bilgi ve erdemlerin, elde etmediği ilim ve meselelerin, binde bir denecek kadar sayısız olduğu açık seçiktir. Öyleyse kendini beğenmişlik ve zan ona ne kadar da layıktır! Kendini beğenme, bizatihi çirkin bir erdemsizlik olduğundan artık özelliği, dokunduğu her yetkinlik talibi ve erdem sahibini tahsil yolundan alıkoyar, hatta en düşük hüsrana doğru sürükler.
……..
Filozoflar, çocukların eğitiminde tabiatın takip edilmesi gerektiğini söylerler. Yani ilk ortaya çıkan gücün eğitimine öncelik verilmeli ve o daha önce eğitilip geliştirilmelidir. Çocuklarda ilk ortaya çıkan güç hayâ gücüdür. Küçük çocukta hayâ baskın gelir ve insanların yanında çoğu zaman başını öne eğerek edepsizlikten kaçınırsa bu asaletıni ve olgun luğunu gösterir. Öyleyse eğitimiyle ilgilenip ahlakınu güzeleştirmeye önem vermelidir.
Eğitimde yapılacak ilk iş, çocuğun erdemsiz kimselerle birlikte bulunmasını önlemektir. Ahmak, çirkin işler yapan ve oyun ve eğlenceyle meşgul olan çocuklarla oturup kalkmasına izin verilmemelidir. Çünkü henüz saf olduğu için onların huy ve davranışlarını benimsemeye meyillidir. Tabiat özellikle küçük yaşta hırsızdır.
Öyleyse dinin edeplerini ve şeriatın geleneklerini öğretip telkin etmek gerekir. Farz, sünnet, haram ve helal yapa yapa öğretilip telkin edilmelidir. Farz ve vacipleri devamlı yapması sağlanmalıdır. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Çocuklarınız yedi yaşına vardığında onlara namaz kılmayı emredin. On yaşına varınca kılmazlarsa dövün. Tembellik ve ihmalden çok sakınsınlar.”
Çocuğun kötülüklerden sakınıp iyiliklere rağbet göstermesi için daima yanında iyi insanlar övülmeli ve kötüler yerilmelidir. Eğer bir kötülüğe kalkışırsa önce açık serzenişte bulunmamak, yerilmekle korkutmak, sehven yapılmış saymalı veya işitilmemiş bir olayı anlatıp başka bir çocuğu örnek göstererek “O bu işi yapmış, şöyle ceza görmüş.” demelidir. Velhasıl, “Bana genel bir cezanın verilmeyeceği anlaşıldı.” diyerek kötü fiili tekrarlamaya kalkışmaması için gerekmedikçe kendisine “Sen şöyle yapmışsın.” dememelidir.
……..
Yolun zorluğundan ümitsizliğe kapılıp ihmal göstermemelidir. Zira ihmal, ebedî mutsuzluk, başarısızlık ve rezilliğe sebep olur. Gün geçtikçe zorluğun perçinlenmemesi ve telafinin imkânsız hâle gelmemesi için acele etmek gerekir. Yoksa öyle bir merhaleye varır ki ondan sonra hayıflansa ve “Allah’a karşı hata etmişim!” feryadı göklere çıksa da fayda vermez. O zaman hayret parmağını üzüntü dişiyle ısırıp parçalasa da yarar sağlamaz. Zira fırsat kaçtıktan sonra iş işten geçer ve yâre kavuşma sebeplerinin hâsıl olma ihtimali kalmaz. O zaman kaybeden kimse sebepler âleminin kazanç dükkânından eli boş çıkınca şu rubai diline virt olur:
Eyvah iş zamanı elden gitti
Yâre kavuşma sebepleri kayboldu
Geçici bir devlet uğrunda
kalıcı yüz devlet kayboldu
……..
Hakiki nimet verici ve mutlak ihsan sahibi(Allah), önce varlık endamımızı bütün hayırların kaynağı ve saf iyilik olan varlık kaftanıyla süsledi.
İkinci olarak, gayret temelimizi dünyada iftiharımız, ahirette birikimimiz olan düşünce ve bilgi boyutuyla yükseltti.
Üçüncü ve dördüncü olarak sonsuza kadar, çeşitli ihsan faydaları ve şükür sofraları verdi, sağlam organlar lütfetti, sağlıklı güçler yerleştirdi, vücut sağlığı, zekâ, saf ruhsal yetenek, aile, çoluk çocuk, araç gereç, mal, eşya, elbise, kitap, binek, hizmetçi ve maiyet gibi daha başka birçok nimet ihsan etti.
Genel olarak hak etmemizi gerektirecek bir hizmet ve selam, tür olarak ihsan liyakatini sağlayacak itaat ve ibadet ortaya koyamamış olmamıza rağmen bize iyi davrandı.
Hüda’nın ihsanı sayılamayacak kadar çoktur Kim onun binde birinin şükrünü eda edebilir.
Öyleyse bu haşmetli mevlanın ve eşsiz lütufkârın nimetine şükürde kusur ve kulluk haklarını eda etmede ihmal göstermek apaçık bir zulümdür. Bundan geriye, Allah korusun, nimetini inkâr veya ortak koşmada ısrar kalır.
……..
Sebebin bir tarafta yarar, diğer tarafta lezzet olduğu sevgide şikâyet ve azar çok görülür. Zira lezzet isteyen acele edip devamını bekler. Genel olarak geciktirilince veya istediği gibi artırılmayınca şikâyet ve nefret başlar. Öteki tarafta bazen naz ve işve, bazen bıkkınlık ve usanma görülür ve beklediği yararı bulamayınca azarlar ve şikâyet eder.
Bu tür sevgiye içinde azarlama eksik olmadığı için azarlayan sevgi denir. Padişah ile tebaa, zengin ile fakir ve mahdum ile hizmetkâr arasındaki sevgi bu türdendir. Şikâyet, yakınma ve azar eksik değildir. Zira her biri diğerinden bir tür menfaat ister. İstediği gibi olmayınca şikâyet baş gösterir.
Bu şikâyet adalete riayet edilmedikçe ortadan kalkmaz. Mahdum hizmetkârdan hizmete devam etmesini, emre hazır beklemesini, ihmal ve tembellikten kaçınmasını ve amacı anlayıp azami özen göstererek yerine getirmesini ister. Hizmetçi de yiyecek, giysi ve binek. sağlamada son derece ilgili davranmasını arzu eder. İki taraf da birbirinden beklediğini elde edemeyince şikâyetler ve üzüntüler anlatılmaya başlar.
……..
Bu durumda en üstün ve en yetkin öğretmen, imanın iyiliklerini kazandıran ve güzel ahlâkı tamamlayan Hazret-i Peygamber’dir. Bütün öğretim ve irşatlar onun örnekliğine dayanır ve bilgilerin esasları ve erdemlerin dalları onun rehberliğinden çıkar. Öyleyse Hak’tan sonra onu tam olarak sevmek ve ona itaat etmek gerekir. Bu sevgi, imanın tamlığı,irfanın yetkinliği ve iki cihan mutluluğunun sermayesidir. Nitekim o şöyle buyurmuştur: “Sizden biri, beni kendisinden ve ailesinden daha çok sevmedikçe iman etmiş olmaz.“ Raşit halifeleri, Hazret-i Peygamber’in her biri hidayet göğünün yıldızları ve “Hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz.” hadisinin mazharı olan ashabını, müçtehit imamları ve dinin hamisi ve kesinlik yolunun rehberi olan mürşit şeyhleri sevmek de bu sevgi kapsamına girer.
………
Çok konuşmaya müptela olan kimsenin başına iki bela gelir: Birisi kendisinin hor görülmesi, diğeri başkasının bıkmasıdır. Filozoflar der ki: Cenabı Hak, insanın işittiğinin, konuştuğunun iki katı olması için ona iki kulak, bir ağız vermiştir. Selef ise “Akıl yetkinleştikçe konuşma azalır.” demiştir.
Kişi özellikle nükte ve latifelerde bir kere söylediği sözü tekrarlamaktan kaçınmalıdır. Çünkü tekrarın sıkıcılığı latifenin tadını tamamen yok eder ve kara kıştan daha soğuk hâle getirir.
“Bir grupla eğlenmek için oturduğunda Geçmişten gelecekten konuşarak
Sakın sözü tekrarlama çünkü tabiatları Tekrarların tekrarından sorumludur.”
………
Nefsini üç konuda sorguya çekmedikçe uyku ve rahata meyletme: Birincisi, o gün senden bir hatanın çıkıp çıkmadığını düşün. İkincisi, o gün senden ne gibi iyiliklerin çıktığını düşün. Üçüncüsü, o gün iyi iş yapman mümkün iken bir hatan sebebi ile kaçıp kaçmadığını bil. Hayattan önce ne olduğunu ve ölümden sonra ne olacağını düşün. Hiç kimseyi incitme. Çünkü dünyanın hâlleri değişmekte ve kaybolmaktadır. Bedbaht, akıbeti hatırlamaktan gafil olup zilleti bırakmayan kimsedir. Kendi özün dışından sermaye edinme.(Eflatun)
………
İmam Gazzâlî der ki: Kovcu sana bir kişiden laf getirip mesela, “Filanca seni sevmez, senin hakkında şöyle der, böyle yapar, senin işini bozar veya düşmanınla dostluk etmek ister.” derse buna karşılık senin şu altı şeyi yapman gerekir:
Birincisi, onu tasdik etmemektir. Zira laf taşımakla fasıklığı kanıtlanmıştır. Fasığın sözü reddedilir. “Ey iman edenler! Bir fasık size bir haber getirirse bilmeden bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın.”
İkincisi, ona nasihat etmek, öğüt vermek ve kovculuktan alıkoymaktır. Zira Cenabı Hak: “İyiliği emret, kötülükten sakındır!” diye buyurmaktadır. Laf taşımanın çirkin bir iş olduğunu kimse inkâr etmez.
Üçüncüsü, onu sevmemektir. Zira o, Yüce Allah tarafından sevilmez.
Dördüncüsü, onun getirdiği söze itibar ederek Müslüman’a suizanda bulunmamaktır. Çünkü Allah: “Ey inananlar! Zannın çoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır.”diye buyurmuştur.
Beşincisi, onun sözünün doğru olup olmadığını araştırmamaktır. Zira bu tecessüstür. Cenabı Hak, tecessüsü nehyedip “Birbirinizin kusurlarını araştırmayın!”demiştir.
Altıncısı, onun işittiği lafı hiç kimseye anlatmaması gerekir. Zira bu takdirde kendisi de kovculuk yapmış olur. Kişinin yasakladığı işi bizzat yapması ayıptır. Nitekim şair şöyle demiştir:
“Benzerini bizzat yaptığın huyu yasaklama Yoksa yaptığında aleyhinde büyük bir ar olur.”
……..
Kendini beğenmişliğin sebebi genellikle nefsin kendi bilgi ve yetkinliğini bilip başkasının yetkinliği konusunda cehalet göstermesidir. Çünkü nefsin yetkinliklerinin kendisine nispeti huzuri bilgi ile ve başkasının bilgi ve yetkinliği ise husuli bilgi ile bilinmektedir. Huzuri bilgi, bilinen şeyin kendisinin bilen özne katında hazır olmasıdır. Husuli bilgide ise bilinen şeyin kendisi hazır olmaz, bilakis bilenin zihninde onun sureti hâsıl olur.
Öyleyse birinci bilgi güçlü iken, ikinci bilgi ona göre zayıftır. Kendi yetkinliğine dair bilgisi güçlü, başkasının yetkinliğine dair bilgisi zayıf olduğu için kendisinin yetkinliğini tamam görüp başkasının yetkinliğinden gafil olur ve dolayısıyla kendini beğenmişlik, gurur ve kibir sergiler.
Ama akıllı ve zeki insanlar, kötü huylu nefis ve dalkavuk dostların hile ve aldatmasına kanmayıp başkalarının erdem ve yetkinliklerine vâkıf olurlar, kendi nefislerinin eksiklik ve ayıplarını bilirler, kendini beğenmişliği bertaraf edip eksikliklerini düşünerek yetkinlik kazanırlar ve şereflerini yükseltirler.
Söyleyenine ait bir nazım:
“Hüsn-i hâl anlayıp sıfatında
Mu’cib olma ki hüsn-i hâl budur
Hünerim var deme hüner oldur
Anla noksânını kemâl budur.”
……..
Meclis, arkadaşına “Bugün nerede idin, nereden geliyorsun?” şeklindeki bir soru, fuzuli ve hatta haram türünden bir sorudur ve vakit kaybına yol açmanın yanı sıra dostuna zahmet vermektir. Belki söylemeye utandığı bir yerden gelmektedir. Hakikati söylese kendisi acı çekecek, yalan söylese günahkâr olacak, sussa cevap vermediği için senin huzurun kaçacak. Bilmediği bir şeyi sorduğunda belki nefsi bilmediğini söylemekten çekinip doğru olmayan bir cevap verecek. Yahut bugün oruç musun, diye ibadetini sorduğun zaman “evet” dese belki kendini beğenmişlik ve riyaya kapılacak, en azından ibadeti sır derecesinden aşağı inmeyecektir. Hâlbuki açıkça yapılan ibadetin derecesi ondan daha eksiktir. Bütün bu afetlere sen sebep oldun. Eğer fuzuli ve boş konuşmayı bıraksaydın arkadaşın bu afetten korunmuş olurdu, sen de tehlikelere düşmemiş olurdun. Bunun yerine zikir ve tespih etsen nice sevaplar kazanırdın.
……..
Tartışma, başkasının sözüne müdahale ve itiraz etmek, öyle olmadığını söyleyip reddetmektir.
Tartışmaya yönelme çünkü o
Nefret ve inatlaşma sebebidir“
Onun gereği, genellikle kibir, böbürlenme ve üstünlük gösterisi yoluyla başkasına karşı büyüklenmektir. Layık olan yaklaşım, bir kimse konuştuğunda doğru ise tasdik ve kabul etmek, yanlış ise dünyevi bir iş olması hâlinde susmak, uhrevi bir iş olması hâlinde nezaket ve nasihat yoluyla bilgilendirmek, kesinlikle tartışma ve çekişmeye koyulmamaktır. Bir âlim şöyle der: “Bir kimse bir mecliste söz veya mana itibarıyla yanlış yaptığında sakın meclisteyken hatasını yüzüne vurma, yanlışını açıklayıp doğruya yöneltme. Yoksa hem senden minnetsiz öğrenir hem de sana düşman olur’.”
……..
En üstün, en önemli ve en öncelikli sevgi olan Allah sevgisinin gereği, itaat, ibadet, tazim, ilahî emirlere uymak, yasaklardan kaçınmak ve Hazret-i Peygamber’e tabi olmaktır(Sünnet). “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız Allah’ın da sizi sevmesi için bana tabi olun.” Peygambere tabi olmadığı hâlde ilahî sevgi iddiasında bulunan kimse mağrur ve yalancı, hatta kötü niyetli bir mülhittir. Sakın onun iddiasını tasdik etme ve sevgisini doğrulama! Seven hiç sevgilisine isyan eder mi? Aşık maşukun rızasını terk eder mi?
“Allah’a sevgi göstererek isyan ediyorsun
Bu eylem hakkında eşsiz bir sözdür
Sevgin gerçekçi olsaydı ona itaat ederdin
Çünkü seven sevdiğine itaat eder.”
Hazret-i Peygamber’i, değerli ailesini, ulu ashabını, imamları ve şeyhleri sevmek onlara itaat edip uymayı, nasihat ve öğütlerini dinlemeyi ve Resülullah anıldığında salavat getirmeyi gerektirir. Alimler, salavatın vacipliği konusunda üç görüşe ayrılmışlardır. Bazı âlimler ömürde bir defa vacip olduğunu, geri kalanının mendup olduğunu söylemişlerdir. Bazıları, yüce isminin aynı mecliste birçok kez de olsa anıldığı her defasında salavat getirmenin vacip olduğunu söylemişlerdir. Diğer bazıları, bir mecliste anıldığında bir kere vacip olduğunu, öteki anılmalarda mendup olduğunu kabul etmişlerdir. Tercih edilen görüş bu sonuncudur.
……..
Bazı kişiler, aşırı öfkeyi bahadırlık, erkeklik ve insani nefsin en yüksek meziyeti sayarlar. Fakat bu boş bir hayal ve geçersiz bir düşüncedir. Çünkü yiğitlik erdem iken, söz konusu huy rezilliklere sebep olduğu için erdemsizliktir.
Öfkeli kimse sadece kendisi acı çekmekle kalmaz, aynı zamanda arkadaşları, dostları, hizmetçileri, yardımcıları, ailesi ve hanımları da onun bazen kırbaç dilinden bazen de dil kırbacından dolayı üzgün, bezgin, kırgın ve suskun olurlar. En ufak bir hata ve kusur karşısında hiddetlenir. Onlar ne kadar yumuşak davransalar da o yine şiddet gösterir. Azarlasa darbeleri sınırı aşar, cezalandırsa sövgüsü kafa koparmaktan beter olur.”
Yiğitlik, beden kuvveti ve pehlivanlık kudreti değildir. Aksine güçlü yiğit ve dayanıklı bahadır, öfkelendiğinde dik başlı nefsinin arzusunu zapt eden ve kızgınlık deryası çalkalandığında yalpalayan gemisini sabır ve dinginlik limanına demirleyen kimsedir.
0 Yorumlar